Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 116

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 495.655 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #1151
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çaresizler

Sponsorlu Bağlantılar
Güneş tüllerin arasından sızarak, sessizce içeri süzüldü. Sonra da odanın karşı duvarındaki vitrinin camlarına, oradan da somyada yatan adamın yüzüne doğru yayıldı. Parlak ışınlardan rahatsız olan adam sırtını Güneşe doğru döndü. Bu kez sıcaklığı, saçsız başında daha çok hissetti. Gözlerini ovuşturarak, yatağın içinde doğruldu.

Diğer somyada yatan karısına baktı. Uyuyor muydu, yoksa uyanık mıydı, pek seçilemiyordu. Kalkıp karısının yanına gitti. Nimet Hanım'ın, çukura kaçmış gözleri, sabit bir noktaya takılmış, öylece duruyordu. Sol gözü büzülmüş, alnındaki kırışıklıklar iyice belirginleşmiş ve yüzünün sol tarafı gerilerek, dudakları eğilmişti. Yaşlı adam, bir süre karısını seyretti. Eski güzelliğinden eser kalmamış, herkesin hayran kaldığı o parlak devir çoktan son bulmuştu.

Oğlunun hasreti, kızının vefasızlığı onu bu hale getirmiş, önce yüzüne, sonra da bacaklarına felç gelmişti. Şimdi ne yürüyebiliyor, ne de doğru dürüst konuşabiliyordu. Yarım ağız, zor anlaşılabilen kelimelerle ancak derdini anlatabiliyordu. Tuvalet ihtiyacını dahi altına lazımlık vermek suretiyle kendisi yaptırıyordu. Hoş kendinin de ondan kalır bir yanı yoktu. Ağrıyan romatizmalı bacakları, bükülen beliyle, artık adım adım sona doğru yaklaştıklarının farkındaydı. Ama hiç olmazsa, bastonla da olsa gezebiliyor, ihtiyaçlarını görebiliyordu.

Eliyle hanımının sağ yanağını okşadı.
- Bu gün erken uyanmışsın Nimet. Çay yapayım mı?
Kadın olur anlamında başını salladı. Sonra güç anlaşılır bir sesle:
- Karnım da acıktı dedi.
- Öyleyse bir kahvaltı hazırlayayım, birlikte yiyelim. Ha ne dersin?

Nimet hanım hiç ses çıkarmadı. Gözleri bir yere dikili, boşlukta bir şeyler arara gibiydi. Kocasına yük olmanın ezikliği vardı içinde. Kırk yıllık evlilikleri süresince bir kere olsun incitmemişti Samim bey onu. Kızları Hülya'nın hayırsız bir evlat oluşu kocasını vaktinden önce çökertmişti.
Samim Bey, somyasının yanında duran bastonunu alarak, sessizce mutfağa doğru yürüdü. Çaydanlığa su doldurup ocağın üzerine koydu. Tepsiyi mermer tezgahın üzerine bıraktı. Buzdolabını açtı. Çayın yanına kahvaltılık birkaç şey hazırladı. Alışmıştı artık aylardır bu çileyi çekmeye. Oğlu Sadık, Amerika'ya doktora yapmaya giderken ikisini de kardeşi Hülya'ya emanet etmiş, sık sık araması için de tembihte bulunmuştu.

O gün, hep birlikte Beykoz'a gezmeye gitmişlerdi. Sadık Amerika'ya gitmeden önce Boğaz'ın güzelliğini doya doya yaşamak istiyordu. Denize yakın bir çay bahçesine oturmuşlardı. Ağaçların yağmurla karışık, rüzgarla hışırdadığı, gri bulutların İstanbul'a kasvetli bir karartı gibi çöktüğü gündü. Sadık Hülya'ya ''Sakın ben gidince babamları yalnız bırakma'' diye tekrar tekrar hatırlatmada bulunmuştu. Hülya ise Boğaz'ın kendi halinde sessizce akışını seyrederken, ''Sen hiç merak etme abi, gözün arkanda kalmasın. Haftada bir babamlardayım.'' demişti. Daha o günlerde Samim Bey'in içinde bir tuhaflık vardı. Oturdukları çay bahçesinde serin serin esen rüzgarlar, o gün ailenin üzerine bir soğukluk serperken, Samim bey'in yavaş yavaş artan huzursuzluğuna ve Hülya'nın hiç gülmeyen yüzündeki çizgilerin, gayrı memnun bükülüşlerine şahit olmuşlardı.

Sadık gidince, Hülya bir iki kez uğramış, sonra da kocasının zenginliğinden kaynaklanan şımarıklıkla İstanbul sosyetesine karışmış, bunları hiç arayıp sormaz olmuştu. Ona kalsa bir sürü sudan sebepler bulur, Erenköy'le Fatih arasının çok uzak olduğundan, gidip gelmelerin zorluğundan yakınır, sanki kocasını pek takarmış gibi, onun işlerini bahane ederdi. Ayda bir telefon eder, riya dolu sözler, sahte gülücüklerle onları avuturdu. Kızlarının bu denli vefasızlığı ve kendilerinden kopuşu, iki ihtiyarı da üzüyor, yüreklerini bir kor gibi yakıyordu. Hiç olmazsa torunlarını arada bir görüp, hasret giderebilselerdi içleri yanmayacaktı.

Samim bey, önce kahvaltı tepsisini, ardından da çaydanlığı içeri taşıdı. Karısının sırtına yastık koyarak oturmasını sağladı. Önce çayları doldurdu. Sonra da bir çocuğa bakar gibi, karısının önüne tepsiyi koydu. Nimet Hanım, titreyen elleriyle ekmek ve peynirden bölüp aldı. Çayını içerken dökmemesi için kocası yardımcı oldu.

Kahvaltı bittikten sonra tepsiyi ve çaydanlığı mutfağa götürdü. Antreden geçerken, dış kapının altından gazetesinin atıldığını fark etti. Gazeteci çocuk, günlük gazetelerini kapının altından bırakır gider, aybaşında da gelir parasını alırdı. Dönüşte gazetesini alıp odaya geçti. Karısına yakın bir koltuğa oturup, bastonunu bir kenara bıraktı. Gözlerini odanın içinde amaçsız gezdirdi. Biriken kirli çamaşırlar, yapılacak ütüler ve kabaran tozlar, onbeş günde bir gelen temizlikçi kadını bekliyordu. Aslında haftada bir gelse iyi olacaktı; ama emekli maaşıyla ancak karşılayabiliyordu. Gazetesini açıp göz gezdirmeye başladı. İri bir başlık dikkatini çekti. "Harç Parasını protesto eden öğrenciler, bazı işyerlerinin camlarını kırdılar." İçinden güldü. "Harç parası ile, işyerlerinin ne ilgisi var." diye söylendi. Gruplar halinde öğrencilerin ellerindeki flâmalarla birlikte, işyerlerini taşlarken çekilen resimlerine baktı. "Ben bu filmi birkaç kez gördüm." diye geçirdi içinden. Sıkıntıyla iç sayfalardan birini açtı. Gözleri gazetenin sayfasında bir süre anlamsız gezindi. Bir an gazetenin yazıları iyice silikleşti, yerine oğlu Sadık'ın silüeti geldi. Kaç zamandır belleğinde yer eden soru yeniden belirginleşti. Oğluna, annesine felç geldiğini, kardeşi Hülyanın onları hiç arayıp sormadığını, kendisinin de hasta olduğunu nasıl anlatacaktı? Kafasını günlerdir meşgul eden bu düşünceye bir çıkış yolu bulamıyor, aklında bin bir çeşit fikir düğümleniyor ve her biri bir ur gibi büyüyerek beynini kaplıyor, zihninde bir tek ak nokta bırakmıyordu. Bütün bu olanları ona anlatmak, oğlunun tahsilini yarım bırakıp gelmesi demekti. Halbuki Sadık, oraya bin bir umutla gitmişti. Onun her şeyi öğrenmesi, bütün umutlarının yıkılması olurdu ki, işte bunu yapamazdı. Sağ eliyle sol kolunu ovaladı. Kalktığından beri anlamsız sinsi bir ağrı vardı kolunda. Günlerdir komşularından dahi ne bir arayan, nede bir soran oluyordu. Genelde gittikçe kaybolmaya yüz tutan komşuluk ilişkileri İstanbul'da daha çok hissedilir olmuştu. Anadolu'da bu sıcak ilişki halen yaşanıyor olmalıydı. En azından akşamları bir kap yemek veren birisi mutlaka çıkardı. Terk edilmişliğin acısı bir kor gibi oturdu yüreğine. Sadık burada olsaydı, bu hale düşmezlerdi. Kederli gözleri bir noktaya dikilip öylece kaldı. Yanaklarına doğru ılık bir sıvının aktığını hissetti. Akan, hasretin getirdiği bir sevgi pınarı mı, yoksa içindeki ızdırap selinden sızan damlalar mıydı? Pek anlayamadı. Elinin tersiyle hanımına göstermeden gözlerindeki yaşı sildi. Bu arada göz ucuyla Nimet Hanıma bakmaktan da kendini alamadı. Karısının onu süzdüğünü fark ettiği zaman utandı.
- Gazeteye bakmaktan gözlerim sulanmış, diye geçiştirmek istedi.

Nimet hanım, yılların getirdiği tecrübeyle acı acı güldü. Güldüğü zamanlar, yüzünde gençlik yıllarından kalma, bildik bir gamze hemen yerini alır ve doğma büyüme bir İstanbul hanımefendisi olduğunun ipuçlarını verirdi.
Yarı anlaşılır bir sesle:

- Üzme kendini Samim, dedi. Ben iyiyim. İkimiz nasıl olsa idare ediyoruz. Çocukları ne yapalım ki?
Kocasını teselli etmeye çalışıyordu. Oysaki asıl teselliye kendisi muhtaçtı. Ruhunu alevler kaplıyordu. Kaygılı bekleyişlerin, ızdırapların, ümitsizliklerin, külsüz dumansız alevleri. Samim Bey olmasa ne yapardı? Kimlere derdini anlatır, sesini duyurabilirdi. Bazen ev ihtiyaçları için dışarı çıktığı zamanlar, bir daha dönmeyecekmiş gibi içini bir korku kaplar, kör kuyuların içine düşmüş gibi hissederdi kendini.
Samim Bey gülümsedi. Zoraki bir gülüştü bu.

- Eee hanım, söyle bakalım, bu gün sana ne pişireyim?
- Kendini yormanı istemiyorum. Kolay bir şeylerle geçiştiririz.
Samim Bey işi şakaya vurdu;
- Eh ne yapalım, günah benden gitti.

Aslında işine geliyordu bu gün yemek yapmamak. Zira kendini yorgun ve bitkin hissediyordu. Elindeki gazeteye tekrar göz gezdirmeye başladı. Magazin ve sosyete haberleriyle dolu renkli bir sayfa açtı. Gelişi güzel göz gezdirdi. Kızının resmini gördüğü an, sanki başından aşağı bir kova soğuk su dökülmüş gibi ürperdi. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Resmin altındaki yazıyı alel acele okudu. "Tanınmış iş adamlarından, Aydın Ardıç'ın karısı Hülya Ardıç, aşığı ile birlikte yakalandı." Geri kalan kısmı okuyamadı. Gazete elinden kayıp düştü. Sol göğsüne ani bir ağrının saplandığını hissetti. Ağrı ile birlikte kalbi de küt küt atmaya başladı. Soğuk soğuk terlediğini hissetti. Nimet hanıma göstermeden derin derin nefes aldı. Pijamasının düğmelerini çözdü. Pencereyi açıp biraz hava alsa düzeleceğini sanıyordu. Koltuğundan kalkmaya çalıştı ama başaramadı. Olduğu yere yıkılıp kaldı. Cansız vücudu koltuğun önüne bir çuval gibi düştüğünde, gözleri hâlâ açıktı.

Karısının cansız feryadı odanın içinde sahipsiz kaldı. Nimet Hanım, önce korkuyla kocasına baktı, sonra da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir süre sonra artık gözyaşları kurumuş olmalı ki, ağlayacak takati kalmamıştı. Kısa bir süre düşündü. Komşulara nasıl haber verecekti. Sesi çıkmıyor ki duyulsun, yürüyemiyor ki koşup insanları toplasın. Çaresizlik içinde etrafa bakınırken, bir metre ötedeki kocasının bastonunu gördü. Somyadan sürünerek inebilse, bastonu alır biraz ilerde masanın üzerinde duran telefonu çekip düşürerek, Hülya'yı arayabilirdi. Kollarını uzatıp aşağı doğru sarktı. Bir külçe gibi olan vücudu buna izin vermedi. Her şeye rağmen başarmak zorundaydı. Bir kere daha denedi. Bu sefer somyadan aşağı yuvarlandı. Cansız kolları bedenini taşıyamadı. Ağız üstü yere çakıldı. Dudaklarından çenesine doğru ince bir kan şeridi sızdı. Kocası bu halini görse, bir baba şefkatiyle koşar, kanayan yerleri temizler, yanaklarını okşardı. Yeniden ağlamaya başladı. "Allah'ım önce ben ölmeliydim" diye küçük bir serzenişte bulundu. Sonra da "Yarabbi bana kuvvet ver" diye yakardı. Yeni bir hamleyle bastona doğru uzandı. Cevizden yapılma bastonun ucundan sımsıkı kavradı. Şimdi iş masaya kadar sürünmeye kalmıştı. Bütün kuvvetini toplayarak, tekrar emeklemeye başladı. Vücudunun her tarafının sızladığını hissediyordu. Artık kolları onu taşıyamaz olmuş, halsiz ve mecalsiz kalmıştı. Bir santim daha ilerleyecek kudreti kendinde bulamıyordu. Bastonu tutan elleri gevşedi, gözleri telefonda öylece yığılıp kaldı.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #1152
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Aşk Biliyor musun benden bir şeyleri anlatmamı istediler ve ben de seni anlatmaya karar verdim. Bakalım beğenecek misin. Ne olur bana kızsan bile çıkıp gitme hayatımdan. Biliyorsun beni, sensiz olmuyor. Şimdi ise sadece dinle...
Herkes bu güne kadar onu anlatmaya çalıştı ama nedense kelimeleri yarı yolda kaza yaptı. Çünkü hep yolun yanlı tarafından başladılar yolculuğa bu düşsel dünyada.
Sponsorlu Bağlantılar
Aslında ben de nerden başlayacağımı bilemiyorum ama sanırım en doğrusu şu kelimelerle olur...
O hiç beklenmedik bir anda çıkar karşınıza. O kadar ani yakalar ki sizi neye uğradığınızı şaşırısınız. Ne kadar kaçsanız da o sizi kovalar durur. Sonbaharda dökülen bir yaprağın parça parça olmasıdır bazen, elinizden sadece ağlamak gelir onun rüzgarda sürüklenişini izlerken.
Bir mucizenin başlangıcı oluverir. Damarlarınızda dolaşan kan gibi hayat verir size en umutsuz anınızda ama belki de sonradan, verdiği canı fazlası ile alır gider uzaklara, karışır karanlığa, bul bulablirsen...
Ama hayatınıza girdi mi bir kere, onsuz olmaz bir daha. Ne kadar acıtsa da batmamaya başlar bir süre sonra. Alışırsınız varlığına,kopamazsınız. Bir bakmışsınız vazgeçilmeziniz olmuş...
Ve yanlızlığın ta kendisidir o aynı zamanda da yanlızlığınızı paylaşandır. Nedense onun adı aşktır.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #1153
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ölüme sevinir mi insan?
Peki ya ayrılığa?

Odaya giren kadınlardan biri kapının yanında durdu. Başındaki yazmasını düzeltirken oturan kadınları süzdü bir bir. Farkettirmeden. Kime doğru gitmesi gerektiğini kestirmeye çalışıyordu. Sonra nedendir bilmem, aniden bana doğru geldi ve
- Başın sağ olsun yavrum. Pek de gençmişsin, dedi.
- Yo yooo benim değil, arkadaşın! diye yanımdaki genç kadını gösterdim. Oysa onun yerinde olabilmeyi ne çok istemiştim. Uyumuş uyanmamıştı kocası.

Zahmetsiz, bedelsiz, temiz bir ayrılıktır ölüm.

Ona yıllarca yalvardığımı anımsıyorum.

- Gitmek istiyorum!
- Gidemezsin…!
- Sen git o zaman!
- Ben gitmem!
- Ama ben gidicem!
- Gidebilirsin tabii, Kezzap ve jiletle parçalanmış bir yüzle ancak!

Yıllarca beklediğim ölüm çalmadı kapımızı. her gün içtiği üç paket sigara, onca içki ya da yoldan geçen herhangi bir otomobil de ayrılık getirmedi bize.

Şimdi vapurdayım. yelken açtım ayrılığa. Yıllar önce onun için kaçtığım şehre, bu sefer, ondan kaçarak dönüyorum. Böyle gitmekten üzgünüm ama ağlamıyorum. Canım yanmıyor. Ödediğim bedel ağır. Çocuğumu, işimi, evimi, komşularımı, hatta kendimi bırakarak gidiyorum…

Yeni bir hayatın kapısındayım. Yeni bedeller ödemeyi de göze alarak...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #1154
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!


Şimdiye kadar kazanmış olduklarını, bundan sonra kazanabileceklerini, vazgeçemeyeceklerini, yıllarca koruduklarını, daha yıllarca muhafaza etmek istediklerini...
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
Herkesin yaşamak istediği bir kişisel hayatı vardır ve onu yaşayabilmesi için arkada bıraktığı şeyleri düşünmemesi gerekir. Bilmelidir ki o birçok şeyi istediği zaman bütün evren ona yardımcı olur. Herkes yüreğinin sesini dinlemeyi ve yüreğinin diliyle konuşmasını öğrenmek zorundadır.
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
Bulduğun ve arkada bıraktığın için seni tedirgin eden aşk önünü kesmesin. Kişisel hayatını gerçekleştirmeni engellemesin. Yeter ki bulduğun ve arkada bıraktığın aşk ''saf madde''den yapılmış olsun. Üzerinden bin yıl geçmiş bile olsa, orada, o biçimde, senin bıraktığın haliyle duruyor olacaktır. Çürümeden, bozulmadan... Ve sen, nasılsa günün birinde oraya döneceksin.
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
Korkularını, tedirginliklerini, kafa karışıklıklarını, beni seviyorumlarını, ben onu seviyorumlarını, onunla yaşayabilir miyimlerini...
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
İhanet senin beklemediğin bir darbedir. Ama sen, yüreğini tanıyacak olursan, sana baskın yapmayı hiçbir zaman başaramayacaktır. Çünkü onun düşlerini ve arzularını tanıyacaksın ve onları hesaba katacaksın. Hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz. Bu nedenle, en iyisi onun söylediklerini dinlemek. Böylece kendisinden beklemediğin bir darbe indiremeyecektir kesinlikle, sana.
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
Kendi yolunda yürü. Başını dik tut. Kendini yenilmiş hissetme. Kişisel hayatını yaşa. Kahramanı, baş rol oyuncusu sensin. Bu senin öykün. sen sadece yaşa. Yüreğinin sesini dinleyerek, yüreğinin diliyle konuşarak yaşa!
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #1155
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Hata



“Ne kadar mesafedeyiz diye sordu, komutan Fau.
Bir yandan elinde tuttuğu kartlara tekrar tekrar göz gezdiriyor, bir yandan da sağına soluna emirler yağdırıyordu. Her talimatının sonuna da, zaten sert olan sesine daha otoriter bir vurgu katıp “En ufak bir hata bile istemem ona göre!..” diye ekledi.
“1.8 pion, efendim” diye yanıtladı, seyir mühendisi.
“Evet. D-25193 gezegenine kalan mesafe bu!” diyerek de ilave yaptı, hesabından şüphe duymadığını göstermek istercesine.
Komutan Fau, belli belirsiz başını sallayıp, dev ekranı tam karşıdan gören makam koltuğuna oturdu. Her iki dirseğini koltuğunun iki koluna dikkatlice yerleştirip ellerini çenesinin altında kavuşturduktan sonra “Vakum menziline girmişiz. Artık, zamanı gelmiş olmalı” diye söylendi. Hemen önündeki ana klavyenin ihtişamlı tuşları üzerinde kısa bir süre için parmaklarını gezdirdi, nazikçe. Kafasını kaldırıp aslında isteksiz olmalarına rağmen görevleri gereği takdire değer bir incelik ve özenle çalışmakta olan personeli üzerinde dolaştırdı, yorgun gözlerini.
Ve kararını verdi:
“ Herkes beni dinlesin...
....Artık, Treton ile yüzyüze gelmek durumundayız. Zaten, bundan sonra bizim yapacağımız bir iş de kalmadı. Nasıl bir görevle yükümlü olduğumuzu hatırlatmama gerek yok. Zira, bu bizim ilk vakumumuz değil... Ve açıkçası, bir Sarton olarak bu tip görevlerden hoşlandığımı ya da haz duyduğumu da söyleyemem. Bilakis, hem atalarımızın acı geçmişleri, hem evrensel yaşam anlayışımıza ters düştüğünü ve hem de inançlarımıza Tanrısal öğretilerimize bütünüyle aykırı olduğunu bildiğimiz halde, muhtemelen uygulamak durumunda kalacağımız bir emir daha işiteceğiz.
Her ne kadar bunu, yüreğimizin derinliklerine gömmek, az-çok vicdan azabıyla yaşamak zorunda kalsak da asla unutmayın ki amaç , intikam, çekemezlik ya da doğruyu inkar değildir. Kendi türümüzün, kolonilerimizin ve medeniyetimizin varlığını ve kaderini, sadece kendi ellerimizde tutabilmek için. Sonsuza kadar tutabilmek için alınmış mecburi bir karardır. Duygusal olmakla, bu amacı, yalnızca zedelemiş oluruz. Bu nedenle de D-25193 gezegeninin muhtemel kaderine razı olacağız”
Komutan Fau’nun gözleri dolu doluydu. Ancak personelinin de en az kendisi kadar yürekli birer Sarton olduğuna duyduğu yüksek inanç, bir an için bile olsa, duygusal bir görüntü yarattığı düşüncesinin zihnini bulandırmasına izin vermedi.
Ne de olsa bir Sarton, nihayetinde bir Sarton’du. Zekice düşünebilen bir beyinleri ama onunla dizdize yaşamak zorunda olan bir de yürekleri vardı.
....Yanlışları, doğrular arasından kolayca ayıklayabilen bir beyin!.
....Ve zaman zaman da o yanlışı yeniden biçimlendirip sorumsuzca doğruya katan, ya da tersini yapan, aciz ama bir o kadar da güçlü bir yürek!..
Komutan Fau, ses tonunu iyice sertleştirip “Söyleyeceklerim bu kadar. Şimdi, hepiniz yerlerinize!” diyerek, bitirdi söylevini.
Personelin ağzından çıt çıkmıyordu.
İdare odası, neredeyse, gece yarısında bir mezarlığın sükunetini ve yarattığı tedirginliği bile özletecek bir havaya bürünmüştü.
Komutan, birkaç tuşa bastıktan sonra, kemerinde taşıdığı metal anahtarı, koruma kılıfından çıkartıp serinkanlılıkla, kırmızı çizgilerle çevrelenmiş deliğe soktu. Derin bir nefes aldıktan sonra da ani bir hareketle çeviriverdi.
Oda, tamamen kararmıştı. Hala çalışmakta olan birkaç cihazın arada bir yanıp sönen küçük lambaları ve birkaç monitörün hoş görüntüsü, zifiri karanlık içinde gözlenebilen son şeylerdi.
Çok geçmeden dev ekranın önündeki dar boşlukta, ince laser demetlerinin ayırdığı küçük bir alan ve hemen ardından da Treton’un bir Sarton taklidi olan kırmızı hologramı belirdi.
Treton, kozmolojiden sanata, felsefeden, tarihe kadar hemen her bilgiyle donatılmış olağanüstü bir bilgisayardı. Kütlesi, Asen sisteminde çok gizli tutulan bir yerdeydi. Ve heyet üyeleri ile Treton mühendisleri dışında onun gerçek varlığını görebilen bir tek kişi bile yoktu. Evrendeki tüm kısa yolları kullanabildiği için, evrenin her yerinden onunla derhal bağlantı kurabilmek olanaklıydı.
Ona Sarton görüntüsü verilmesinin nedeni, belki de, bir makine ile konuşuyor olmanın yarattığı soğukluğu, birazcık olsun yumuşatmak, daha samimi bir diyalog ortamı sağlamaktı.
“Seni dinliyorum komutan” dedi Treton.
“Sanırım, meseleyi biliyorsun. Konuyu değerlendirip talimatları almak için bağlantı kurdum seninle”
“Kaç kişi var orada? Ve Herkes meseleyi biliyor mu?”
“14. Elbette biliyorlar”
“Emin olmak istediğim için sordum. Heyetin bu konuda ne kadar hassas olduğunu biliyorsun. Cevabını bildiğim soruları bile, gerekirse tekrar tekrar sormak zorundayım, ben.”
“Bak, Treton.. Klasik sohbetlerle zaman harcamayalım. Şu lanet işin bir an evvel bitmesini istiyorum. Tamam mı?” dedi, komutan Fau.
“Bunun farkındayım, ama benim de yapmam gereken onca iş olduğunu hatırlatmak isterim. Zamana olan ihtiyacım seninkinden daha fazla. Ben sadece görevimi yapıyorum. Sen de öyle yap!” dedi, bilgisayar. Kızgınlık taşıyan bir cümleyi, ses dalgalarını uygun forma sokarak yansıtabiliyordu.
“Bu işi yapmak hoşuma gitmiyor, hepsi bu!”
“O halde, göreve hazır olup olmadığınızı sormak zorundayım”
Komutan Fau “Evet. Buradaki herkes adına hazır olduğumuzu söyleyebilirim” dedi, soğukkanlı görünmeye çalışarak. Oysa, Treton’un onu göremeyeceğini biliyordu.
‘Güzel... öncelikle, bu gezegen hakkındaki tüm bilimsel verileri değerlendirip puanlamak istiyorum, komutan”
“Bugüne kadar kritik değerin altında kalıp da kurtulan olmadı. Yani, nasılsa sonuç belli. Gezegenin fiziksel ve kimyasal özelliklerine göz gezdirmek bile yeterli. Üstelik yapay uyduları da var. Bütün bunlara rağmen yine de tartışacak mıyız?” diye sordu komutan Fau. En kısa zamanda bitsin şu vakum! diye düşünüyordu.
Treton, “Bu değerlendirmenin amacı, kararı nasıl etkileyeceği değil! Tutacağım raporda, keyfi bir uygulama olmadığını göstermek zorundayım. Herşey çok açık ve net olmalı, komutan!..” dedi. Biraz bekledikten sonra da devam etti.
“F-13142 skandalını sanırım biliyorsunuzdur. Çok yıllar önceydi. Atmosferini, kolonizasyona uygun hale getirmek için bir dizi kimyasal çalışma yapılmıştı. Gerçi bu, gizli bir araştırmaydı ama nasıl olduysa, Evrensel Yaşam Derneği ve onun benzeri bir kaç duygusal kurum, casusları , aracılığıyla durumu öğrenmişler ve henüz evrimlerinin mikroorganizma aşamasında olan bir gezegende yaşamı sabote ettikleri gerekçesiyle, heyeti zor durumda bırakmışlardı. Onlar gibiler, bu tip projelerin önemini kavrayamazlar. Hele ki, D-25193 gibi teknik bir uygarlık söz konusu ise herşey çok net olmalı. Kayıtlar ve gerekçeler bizi haklı çıkarmalı.”
“Ben olayın sadece politik bir skandal olduğunu sanıyordum”
“Aynı zamanda öyleydi de... Ancak, artık tarih konuşmayı bırakıp işimize dönsek iyi olur. Komutan!.. Şimdi ne yapmanız gerektiğini umarım biliyorsunuzdur” dedi, Treton ukalaca.
Komutan Fau, kısa bir süre içinde bildiği bütün küfürleri geçiriverdi aklından. Aslında, Treton’dan eskiden beri hoşlanmazdı. Normalde bir makineye duyulması beklenmeyen bu tuhaf duygu, birkaç yıl önceki bir vakum işinden miras kalmıştı Fau’ya. Gerçi, bunun garipliğinin farkındaydı ama onu karşısında gördüğü an akılcı davranmakta zorlanıyordu.
Bu sırada Treton’un istediği bilgi işlenmiş kartlar, bağlantı cihazının veri girişine takılmıştı bile. Komutan Fau, yeşil bir düğmeye kuvvetlice basıp kuruldu koltuğuna.
Treton’un gözleri kapalıydı. Düşünürken hep böyle yapardı. Tıpkı gerçek bir Sarton’muş gibi.
Gemi personeli hala kılını kıpırdatmaksızın oturuyordu yerinde ve makineler kralının nasıl bir açıklama yapacağını bekliyordu. Sonuç çok büyük ihtimalle vakum olacaktı ama nasıl bir medeniyete son vereceklerini bilmek, onlardan daha fazla hiç kimsenin hakkı olamazdı.
Treton’un değerlendirmesi pek uzun sürmedi. Ani bir hareketli kaldırdı göz kapaklarını. Şimdi, komutan Fau’nun sert bakışları ile Treton’un simsiyah gözleri karşı karşıya gelmişti. Bir an da olsa içinin ürperdiğini hissetti, komutan.
“Pekala” dedi, Treton. Yüzüne biraz daha ciddi bir görüntü verebilmek için bir-iki holografik düzeltme yaparak devam etti:
“D-Sınıfı bir gezegen!.. Yani, yörüngesinde pek çok yapay uydu dolaşan ama henüz kendi yıldız sistemlerinde bile kolonize olamamış basit bir teknik uygarlık. Ancak, H-gezegeninde (Mars’tan bahsediyordu) iki araç kalıntısı var. Muhtemelen C-sınıfı olmak için çaba harcıyorlar. Bundan başka atmosferleri dışında maddesel bir varlık gözlenmemiş.
Gezegenin kimyasal ve fiziksel özellikleri ise sıradan bir bilgisayarın bile farkedebileceği kadar açık. Kütlesi düşük ve atmosferi az yoğun sayılır. Çekimi de az olduğu için yatay hareketler, enerji ve zaman açısından avantaj sağlıyor. Evrimsel süreçlerinde önemli bir hız faktörü bu!..
Vesaire, vesaire
Komutan!..Değerlendirmemi bu şekilde özetleyebilirim. Ayrıntılı bilgileri dosyadan bulabilirsiniz. Tabi, Asen’e döndükten sonra.
Sonuç olarak, yaptığım hesaplar 218,6 puan diyor. Yani, zeka hızları bizimkinden 13,7 puan daha fazla.”
Fau, “Kesin kararın ne?” diye sordu.
“Atmosferini vakumlayıp, yaşamı sona erdirin. Zaten dördüncü bölgedeki kolonilerimizde azot açığı vardı. Diğer gazları her zamanki gibi boşluğa püskürtün. Yapacağınız iş, bu kadar basit, komutan!”
Komutan Fau, Treton’un ardı sıra gelen ukalaca emirlerine öfkelenmişti.
“Hayır, bu kadar basit değil! Son bir deneme yapacağım. Senin vardığın sonuçlara itimadım olmadığından değil, fakat yaklaşımlarını fazla mekanik buluyorum” dedi, Fau.
Treton şaşırmıştı “Mekanik mi? Evrensel yasalar, evrenin her noktası ve her anı için aynı geçerliliktedir. Ancak, anladığım kadarıyla, senin amacın, imtiyaz hakkını kullanıp beni oyalamak. Böylelikle, personelin karşısında itibar kazanacağını umuyorsun. Unutma ki, ben senden daha çok şey bilirim ve senden çok daha hızlı düşünürüm ama gurur kelimesinin tek harfi bile çok yabancıdır bana”
“199 ile 220 puan arası için örnek incelemesi yapma yetkim var, Treton. Buna heyet bile itiraz edemez” dedi, Fau.
Ünlü bilgisayar, kaşı andıran holografik deri kıvrımlarını çatıp “Örnek incelemesi yaptığında ne değişecek sanıyorsun?. İnşa edildiğim günden bu yana en büyük hesap hatam 10-18 . Yani milyar kere milyarda bir. Şimdi söyle bana 218,6 puan ne kadar değişir ?” dedi.
Komutan Fau, kendinden emin bir şekilde cevapladı “Eğer öyleyse, bunu bana değil, kuralları koyanlara anlatmalısın.”
“Pekala komutan. Kurallar işlemeli. Ama seni uyardım. İncelemen sonucunda da hiç bir şeyin değişmeyeceğini göreceksin. Ve yetkilerini, ahmakça problemlerin doğrultusunda kullandığını rapor edeceğim. Bundan hiç şüphe duyma!..”
“Tekrar görüşeceğiz, ukala makine! Kendine iyi bak” dedi Fau, en alaycı gülümsemesiyle.
Aslında, komutan Fau, boşa kürek çektiğinin farkındaydı ama bunu biliyor olmasına rağmen neden böyle davrandığını da açıklayamıyordu. “Artık yaşlandım herhalde, bu işi kaldıramıyorum” diyordu kendi kendine. Neyse ki, yasaların ona tanıdığı bir hakkı kullanmasını kimse yadırgayamazdı. Bir makineye ders vermek ha! Ne saçma” diye geçirdi içinden. Kim olursa olsun, her Sarton’un yaşadığı gibi, gençlik dönemlerinin idealizmi ve akılcılığı, yerini duygusallığa bırakıyordu zamanla.
Treton’un görüntüsü kaybolup da oda tekrar aydınlanınca, mühendis Kaor, yüzünde şaşkın bir ifadeyle komutan Fau’nun yanına geldi.
“Bunu yapmanız şart değildi, komutan” dedi. Kaor’un amacı komutanını eleştirmek ya da kararını kötülemek değildi. Fau’nun mantıklı bir açıklaması olabileceğine ihtimal vermişti. Komutan ise derhal bir mazeret uydurup aptalca davrandığı gerçeğini perdelemek istiyordu. “Sence bir gün erken ya da bir gün geç, bu önemli mi? Onların, bir gün içinde sınıf atlayıp başımıza bela olabileceklerini düşünebilir misin? “dedi zaman kazanmayı hedefleyerek. “Elbette, düşünmem bunu” diye cevapladı, Kaor.
Komutan Fau, ne yaptığını iyi bilen adam rolünü oynamaya çalışıyordu. Çok geçmeden, düzmece bir sebep uydurmayı da başardı. “Şey... Örnek incelenmesi yapmak istememin nedeni, tarihe ışık tutmak. Evet aynen öyle, tarihe ışık tutmak!.. Düşünsene, Kaor, bizler de aynı yolları izleyerek sınıf atladık. Binlerce sene önce, yani henüz D-sınıfı bir uygarlıkken neler düşündüğümüzü, evreni ve Tanrı’yı nasıl algıladığımızı öğrenmenin iyi bir yolu değil mi, bu. Atmosferini vakumladığımız bir çok gezegenden önemli bilgiler elde etmedik mi daha önce?”
“Haklı olabilirsiniz” dedi, mühendis. Ancak, içinden bir ses bu sözlerin pek samimi olmadığını söylüyordu. O esnada, gözleri, önündeki ekrana takılmış olan komutana “Örnek inceleme işlemine başlayalım mı komutan?” diye sordu.
Fau, koltuğuna iyice yerleşip derin bir soluk aldıktan sonra mühendis Kaor’a dönerek “Sen, gerekeni yap. Her cinsten birer örnek alıp inceleyin. Hata istemiyorum ona göre!” diye emrini verdi.
Örnek incelemesi, yapılacağını bilen diğer mühendisler de soru sormaya gerek duymadan, odadan ayrılıp laboratuara gittiler. Kaor, idare odasında bulunan ışınlama idare ünitesine, önceden hazırlanmış nakil kartlarını takıp çarçabuk bitirdi programlama işini.
Komutan Fau, hipnotize olmuş gibi kımıldamaksızın oturuyor ve tedirginliğinin her geçen saniye biraz daha arttığını hissediyordu. “Duygusal budala.. Yaşlı budala!” diye için için kızıyordu kendine.
Neyse, boş ver! dercesine salladı elini, sonra da, sık sık yaptığı gibi gözlerini kapayıp kendi felsefi dünyasında dolaşmaya başladı.
“Tanrı , kullarını yaratır. Nasıl isterse öyle yaratır, nasıl isterse... Kullar da O’nun isteklerine boyun eğerler. Onun için çalışırlar. Eğer bir konuda, son kararı Tanrı değil de kulları veriyorsa, nerede kalır onun Tanrı’lığı? Tanrı sorumsuz ya da umursamaz değildir..
Lanet olası metal yığını!..Eskiden ne kadar duyarlıymış, Asen. Treton gibiler yokken!. Yanlış, doğrunun neresine saklanabilir ki?
A- sınıfı bir medeniyet olabildiysek sebebi Treton mu? Hayır! Treton’un sebebi biziz. Gerçi, örnek incelemesini de Tretonun az gelişmiş ataları yapacak. Yine onlar hesap yapacak yine onlar karar verecek. Kimi kimden soruyoruz? İşe bak!.. Saçmalık bu.”
Komutan Fau, uzunca bir süre, C-sınıfı dönemimin filozoflarına taş çıkartırcasına boğuştu kendisiyle. Fakat ne yazık ki, A sınıfı olmanın getirdiği teknik sorunların ve zaman felsefesinin, Treton ve benzerlerinin varlığını haklı çıkardığını biliyor ve mantıken benimsemek durumunda olduğunu en az Treton mühendisleri kadar da açıkça farkedebiliyordu. Zaten, “Mantıksal problemleri, katıksız mantıkla çözmek öğretisinin sonuçları değil miydi, bunlar?.
Hoparlörden gelen ses, komutan Fau’yu içinde bulunduğu duygu-mantık savaşından koparıp uyandırıverdi.
“Siz haklıymışsınız!. Haklıymışsınız!” diye bağırdı,Kaor.
Komutan koltuğundan fırlayıp “Ne oldu, Kaor? Söyle, ne oldu?” diye sordu sesi titreyerek.
Kaor, heyecanlıydı. “Buradaki hesap, 195,7 çıkıyor!.. Yani 199’un altında. Kritik değerin altında! İnanamıyorum, Treton yanıldı. Hem de %10’dan fazla saptı. Makineler kralı yanıldı!”
“Hemen gelin buraya, hemen” dedi, Komutan Fau. Bir anda gelen bu şok dalgasıyla bir sağa bir sola yürüyor, yumruk şekline soktuğu elini havaya kaldırıp “Yendim seni, budala teneke! Nihayet yendim” diye zafer naraları atıyordu.
Kaor ve diğer mühendisler koşarak geldiler. Hepsinin yüzünden tuhaf bir heyecan okunuyordu. Kaor, zafer sarhoşluğu içinde anlamsızca dolaşan komutanın karşısına çıkıp “Gurur duyuyoruz sizinle, Treton’un yanılabileceğini kanıtladınız! Ne büyük şeref ” dedi, heyecanla.
Sonra da devam etti “Bunu farketmiştiniz ama bize söylemediniz. Tarihe ışık tutmak gibi bir mazeretle örttünüz asıl düşüncenizi. Sizinle herkes gurur duyacak komutan. Herkes!”
Fau, başını sallayıp “Bu iş bitti artık” diye söylendi. Mühendislerinin övgü dolu sözlerinden ve doruğa erişmiş heyecanından silkinmeye çalıştı. İfadesini, tekrar ciddileştirip “Tamam!... Hepiniz yerlerinize. Bakalım şimdi Treton ne yapacak?” dedi.
Komutan Fau, tüm personelini gözünün ucuyla süzdükten sonra, efsanevi bir imparator’un asil tavırlarıyla gömüldü, makam koltuğuna.
“Eğlence, başlıyor çocuklar. Perdelenme fırsatı hiç olmamış bir oyun seyredeceksiniz şimdi” deyip anahtarı yerine soktu ve sertçe çevirdi. Oda aynı şekilde karardıktan kısa süre sonra da Treton’un görüntüsü belirdi.
“Tekrar, merhaba komutan” dedi, Treton.
“Merhaba” dedi Fau ukalaca sırıtarak.
“Hesaplarımızın benimki ile aynı çıkması umarım sizi üzmemiştir.”
“Çok emin konuşuyorsun, Treton”
“Hesap en emin yoldur. Bunu, size öğretmiş olmalılar, komutan.”
“Elbette... Hazırsan örnek inceleme kartlarını iletiyorum”
“Ben her zaman hazırım, komutan”
Komutan Fau, kartları bilgisayarın sürücüsüne sokup birkaç tuşa bastı. “İşte oldu!” dedi, tebessümle.
Treton, tekrar gözlerini kapatıp verileri incelemeye koyuldu. Odadakiler, sabırsızlıkla Treton’un o siyah gözlerini açmasını bekliyorlardı bir de ardından gelecek olan bunalımı.
“Olamaz !” dedi, Treton.
“Olamaz !” diye yineledi.
“Ne olamaz?’” diye sordu komutan, bilmiyormuş gibi.
“Saçmalık bu!.. Benim hesaplarım yanılmış olamaz!”
“Yanıldın Treton. Bu kez yanıldın.”
“195,7. Bu mümkün değil. Zekaları nasıl bu kadar geri olabilir? Bilim ve teknolojide iyi sayılabilecek bir düzeydeler. Binlerce yapay uyduları var. Yıldız sistemi içinde gezegenler arası seyirleri bile var. H-25194’e iki araç yollamışlar. Astrobiyolojik koşulları mükemmel. Kesinlikle çelişkili bu! Bir hata var!”
“Hata falan yok, Treton. Sen artık eskisi gibi iyi hesap yapamıyorsun, hepsi bu.”
“Ben makineyim ve hata yapmam komutan. Hala, şansımız varken vakumlayın bu gezegeni. Zeka gelişme hızlarının bizim açımızdan risk olduğundan eminim.”
“Hayır, Treton. Bizden çok daha yavaşlar. Ne kadar gelişirlerse gelişsinler, bize ulaşamazlar. Hem kuralları biliyorsun. Öncelik hakkı örnek incelemesinindir.”
“Aptalca davranıyorsun! Bir şeyler de hata yapmış olmalısınız. İnan bana, bir kaç bin yıla kalmaz bizi yakalayıp geçebilir bu yaratıklar. Yokasar medeniyeti hata yapmasaydı, Sartonlar hala köleydi! Bu gezegen, Asen sistemi için risk potansiyeli taşıyor.” dedi, Treton yalvarırcasına.
“Gurur kelimesine yabancıyım demiştin, Treton. ”
“Elbette yabancıyım. Ben salt mantığım!”
Fau “195,7 puanla bizi yakalamaları olanaksız. Bu sayı kritik değerin epey altında kalıyor. Yani vakumlanmayacak. Bırakalım, evrensel seleksiyon onları nereye götürürse, oraya varsınlar. Bizimle bir ilgisi yok bu gezegenin” dedi.
“Dur biraz komutan. Aklını kullanmalısın. Bu yaratıkların iki cinsi var ve eşeyli ürüyorlar. Ama kalıtsal materyalleri olan kromozom sayıları, asal sayı!”
“Sen, sadece yenilgine mazeret arıyorsun. Hesap en emin yoldur, diyen sendin. Hem varsayımında hiç bir gariplik yok Belki benim gibi düşünebilirsin ama Tanrı gibi değil!... Sen, Tanrı’yı anlayamazsın. Tartışmamız bitti, Treton. Hata yaptığına dair elimde ciddi bir kanıt var. Asen’e döndüğümde ne halde olacağını şimdiden merak ediyorum. Çünkü, heyet hiç hoşlanmayacak bundan!”
“Nedenini henüz bilmiyorum ama yanlış yapıyorsun, komutan. Yazık ki artık sana karışamam”
“Belki, daha sonra tekrar görüşürüz, yaşlı makine!” dedi komutan Fau ve daha fazla beklemeden çevirip çıkardı anahtarı.
Gemi personeli tekrar tekrar tebrik ettiler komutanlarını.
Ne da olsa tüm Samanyolu’nun dillere destan Treton’u, Fau’ya yenik düşmüştü. Ne büyük skandal!
Kimbilir, belki Fau’ya onur madalyası verirlerdi, belki de akademi komutanlığına atanırdı. Ama kesin olan şey, en az Treton kadar ünlü olacaktı.
Komutan Fau, yavaşça ayağa kalkıp kibirli bakışlarla dolaştı odada. Geleceği ile ilgili hoş hayaller kurmak için bir an önce kendi odasına gitmek istiyordu. Treton’u yenmek ve bir medeniyete yaşam şansı sunmak! Tanrı, onu anlamış ve yardım etmiş olmalıydı.
Sakin ve yumuşak bir ses tonunda karar kılıp “Vakum ünitesinin programını iptal edin. Asen’e dönüş için de gerekli hazırlıkları yapın. Ben odamda olacağım. Önemli bir şey olmadıkça rahatsız edilmek istemiyorum” dedi, hemen sonra da Kaor’a işaret edip “Eksiksiz bir rapor hazırlamanı istiyorum” diye ekledi.
“Örnekleri geri ışınlayalım mı efendim?”
Komutan Fau, “Evet” anlamında başını salladı..

(1 saat kadar sonra. Dünya.)
“.... Söyleyen dışişleri bakanı, Japonya ile olan ilişkilerin her alanda geliştirilmesi, özellikle de bilgisayar ithalatı ile ilgili zorlukların ele alınmış olmasından büyük memnuniyet duyduğunu söyledi.....
Sayın dinleyiciler, şimdi aldığımız bir haberi aktarıyorum. İki saat kadar önce Üsküdar özel yatılı bakımevinden kaybolduğunu bildirdiğimiz, halk arasında mongolizm olarak da bilinen Down sendromlu biri kız biri erkek iki çocuğun, bakımevinin bahçesinde çıplak olarak uyurken bulunduğu bildirildi. El ve ayak bileklerinde yanıklar olduğunu söyleyen bakımevi yöneticileri, konuyla ilgili araştırmalara başlandığını açıkladılar.. Şimdi, kaldığımız yerden haberlere...’
“Sesini kıs şu radyonun Refik!.. Çocuk uyuyor”
“Spor haberlerini dinleyip ben de yatacağım, zaten!..”

SON

“Evrendeki en uzun yol kalp ile beyin arasında olandır
ChinaDoll - avatarı
ChinaDoll
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #1156
ChinaDoll - avatarı
Ziyaretçi


BEBEK

Genç kadın, bebeğin güzelliği karşısında
büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri,
kalkık bir burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla
bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar
gördüğü en cana yakın kız çocuğuydu.
Onun ipek yanaklarını doya doya öpmek ve
cennet kokusunu içine çekmek için eğildiğinde :
"Dokunma bana ..." diye bir ses duydu.
"Beni okşamaya hakkın yok senin..."
Kadın korkuyla irkilip etrafına bakındı.
Bebekle kendisinden başka içerde kimse yoktu.
Aynı sesi tekrar duyduğunda bebeğe döndü.
Aman Allahım!.. Yeni doğmuş gibi görünmesine rağmen
konuşan oydu. "Bana yaklaşmanı istemiyorum"
diye devam etti. "Hemen uzaklaş benden..."
Kadın, biraz olsun kendini toplayarak :
"Çocuklarımız hep erkek oluyor" dedi.
"Onlar da güzel ama kız çocukları başka.
Bu yüzden seni öpmek istedim."
"Beni öpemezsin" diye ağlamaya başladı bebek.
"Benim de seni öpemeyeceğim gibi..."
"Neden ?" diye sordu kadın."Neden öpemezsin ki ?"
Bebek, hıçkırıklara boğulurken :
"Bunun sebebini bilmen gerekir" dedi.
"Düşünürsen mutlaka bulacaksın..." Kadın, neler olup
bittiğini hatırlamak üzereyken kendine geldi.
Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor
ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu.
Aile dostları olan tanınmış doktor,
odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini
vazodan çıkartıp kadına uzatırken :
"Geçmiş olsun hanımefendi" dedi.
"Başarılı bir kürtajdı doğrusu.
Ha..! Sahi, "kız"mış aldırdığınız bebek."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #1157
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?" dedi. "Evet, Nazif
Bey!" diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla "Nazif Bey sizlere ömür
efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu." dedi. Hiç beklemediği bu haberle bir
acı saplandı yüreğine. "Ya, öyle mi.?" diyebildi sadece. Hicranlı bir
suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar
yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp
"Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?" diye sordu. "Evet
var,
oğlu Selim Bey....". Titrek bir sesle "Öyleyse Selim Beyle görüşebilir
miyim?" dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,
"Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün
olmuyor;
ama ben yine de kendisine bir haber vereyim." dedi ve telefona yöneldi..
Sonra "Kim diyelim efendim?" diye sordu. "Kendimi ona ben tanıtmak
istiyorum
kızım." cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra
mütebessim bir çehreyle, "Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen
beni takip edin." dedi. Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle
döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular,
sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta
bekleyen vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini
uzatarak, "Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir." dedi. "Bendeniz de
Selim
Cebeci. Lütfen buyurun, oturun." dedi, genç iş adamı.
Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz: "Yirmi üç yıl, tam
yirmi üç yıl. Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini
öpmek için bu ânı bekledim." dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. "Ama
o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm
anlatamam." Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: "Fakat
en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım."
Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına
inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi
cümlelerine: "Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir
mi?" Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek
başıyla "Evet" dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı.
"Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık." dedi.
Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi
sıktı
ve "Sizi karşıma ALLAH çıkardı." dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı.
"Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?" dedi. Selim Bey gülen
gözlerle profesöre bakarak "Bizdeki emanetinizi vermek için..." deyince,
profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. "Emanet mi?" dedi. Selim Bey
cevap
vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine "Gelebilir misiniz?"
deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken
kapı
çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.
Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler
fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken
Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. Sohbetleri koyulaştıkça,
çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların
yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey
yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her
yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki
portresini göstererek, "Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum." dedi.
"Bana
yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt
dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır
oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.' diyerek bana istikamet verdi. Ona
her
namazımda dua ediyorum." dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki
fotografına
mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer
tabloya kaydı.
Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş
oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında
çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:
"Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..."
Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı
tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci
cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:
"Bir müddet sabredeceğiz, sonra..."
İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu
iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet
arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde
biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:
"Bir müddet yürüyeceğiz, sonra..." diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle
daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp, "Selim
Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim."
Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes
alarak:
"Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı.
Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey
kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem
yapıyordu.
Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin
kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin... Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey
yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı
gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam: 'Bir müddet
zeytin yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde
gezdirdi, 'Alışacağız.' dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı.
Birkaç
gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir
mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da
kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: 'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl
yaşayacağız.' diye haykırdı. Bunun üzerine babam: 'Bir müddet sabredeceğiz,
sonra alışacağız.' dedi . Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet
okuluna
yazılmıştım.
Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk
günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak
gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi
düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark
edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana
ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat
vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, 'Yoruldum.' dedim. Babam
oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.'
dedi.
Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde
ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman
buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma
yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin
üzerinde
de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı:
'ALLAH borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.' Babamın dediği gibi oldu,
zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok
farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her
birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa
paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı. 'Bugün, benim için ne
mânâya geliyor biliyor musunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi,
gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize
hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp
yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa o turdu. Cebinden gazeteye
sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde
babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu
gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam,
beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı.
Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.
Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet
kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim.
Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime
'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır.
Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.'
demiştim. Bugün ise, ALLAH'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye
tek kuruş borcum kalmadı." dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki
çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz
bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. Bu çoraplar
her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının
hakkıdır.' diyor".
Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini
kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı.
"Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir
hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım." Selim
Beye döndü ve "Siz ne yapardınız?" diye sordu. Selim Bey kendisine has
tebessümü ile: "Bir müddet zeytin yerdim, sonra..." dedi ve gülümsedi. O
sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye
girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp
kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. 'Buyurun, yıllarca size vermek
istediğimiz
emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı.
İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında
merakı
iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not
çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.
Sevgili Mehmet Bey oğlum,
Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu... Tahsil
hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin
son
altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra
imkânlarıma
yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size
borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla
ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili
oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç
gece ağladım onu Rabb'im bilir. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki
değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize
ulaştığında,
borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.
Sevgilerimle, Nazif Cebeci.
Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında
bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli
duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bir ara yaşlı
gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Kendisine yıllarca hüzünle
bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi
ChinaDoll - avatarı
ChinaDoll
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #1158
ChinaDoll - avatarı
Ziyaretçi

ÖLÜMSÜZ KIRMIZI GÜLLER....

Kan rengi, kıpkırmızı güllere bayılırdı. Zaten onlarla
adaştı da. Rose... Gül... Kocasının sevgili Rose'u... Her yıl
Sevgililer Günü'nü kapının önünde bulduğu enfes fiyonklarla
süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı. Hiç aksamadan.
Hatta, eşini kaybettiği yıl dahi
kapısı çalınmış, gülleri kucağına
bırakılmıştı..Tıpkı geçmişte olduğu gibi, küçük bir kartla birlikte..
Her yıl güllere iliştirdiği karta aynı cümleleri yazardı:
"Seni, geçen sene bugünkünden, daha çok seviyorum..."
Birden, bunların son gülleri olduğunu düşündü.. Önceden
ısmarlanmış olmalıydı.. Öleceğini nasıl bilebilirdi?..
Zaten her seyi önceden planlamayı ve yapmayı severdi,
yumurta kapıya gelmeden...

Gülleri özenle içeri taşıdı..saplarını kesti, vazoya yerleştirdi..
Vazoyu da konsolun üzerine, eşinin kendisine gülümseyen
fotoğrafının yanına koydu. Orada kocasının koltuğunda
oturup saatlerce güller ve fotoğrafı seyretti sessizce.. Bitmek
bilmeyen bir yıl geçti.. Yapayalnız ve hüzün dolu bir yıl..
Sonra bir sabah kapı çalındı.. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi..
Kırmızı gülleri, üzerinde küçük kartıyla birlikte eşikteydi..
Sevgililer Günü'nü kutluyordu. Gülleri içeri aldı. Şaşkınlık
içinde doğru telefona gitti. Çiçekçi dükkanını aradı...
Onu bu kadar üzmeye kimin hakkı vardı ?

"Biliyorum" dedi, çiçekçi.. " Eşinizi geçen yıl kaybettiniz..
Telefon edeceğinizi de biliyordum.. Bugün size yolladığım gülleri
çok önceden ısmarlamış, parasını da ödemisti.. Hep öyle
yapardı zaten, hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var.
Bu çiçekleri size her yıl yollayacağım. Bir de özel kart vardı,
kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum..
Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istediği kart..."
Rose hıçkırıklar arasında teşekkür ederek telefonu kapattı.
Parmakları titreyerek zarfı açtı..

" Merhaba gülüm" diye başlıyordu, kart.. " Bir yıldır ayrıyız.
Umarım senin için çok zor olmamıştır. Yalnızlığını ve acılarını
hissedebiliyorum. Giden sen, kalan ben olsaydım neler çekerdim
kimbilir? Sevgi paylaşıldığında yaşamın tadına doyum olmuyor.
Seni kelimelerle anlatılmayacak kadar çok sevdim. Harika
bir eştin dostum, sevgilim benim... Sadece bir yıldır ayrıyız.
Kendini bırakma. Ağlarken bile mutlu olmanı istiyorum.
Onun için bundan sonraki yıllarda güller hep kapımızda olacak.
Onları kucağına aldığında paylaştığımız mutluluğu ve
kutsandığımızı düşün. Seni hep sevdim.. Her zaman da
seveceğim. Ama yaşamalısın. Devam etmelisin... Lütfen..
Mutluluğu yeniden yakalamaya çalış. Kolay değil,
biliyorum ama bir yolunu bulacağına eminim....

Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam
edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak,
eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra
emin olarak gülleri ona verdiğim yeni adrese getirip
seninle yeniden ve ebediyyen kavuştuğumuz yere bırakacak..
SENİ SEVİYORUM GÜLÜM..."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #1159
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hoşçakal "Görüşmek Üzere"

Zeynep’e
Neden bütün şehirlerarası tren ve otobüslerin koltuk başlarındaki reklâmlar porselen reklâmı olurdu hep? Yolcuların genel geçer özellikleriyle ilgili bir sorun muydu bu, yoksa tamamen tüketim alışkanlığının getirdiği nihai bir nokta mıydı; ya da bu bir sorun muydu son tahlilde? Başını yasladığı diğer bir koltuk başında, karşısındaki porselen reklâmının içine girmiş gibiydi bakışları. Sabit ve donuk bakışlarındaki düşünceleri bu şekilde sıralanabilirdi. Gözlerini açıp kapama sıklığı da azalmıştı. Belli ki aklında yalnızca porselenler yoktu. Hem bu porselen meselesi bu kadar büyütülecek bir konu da değildi. Aklına herhangi bir şey gelmiş gibi ani bir hareketle cama doğru çevirdi başını, akan yolu izlemeye başladı. Saatlerdir dinlediği müziği bir kenara bırakmıştı. Otobüsün içindeki bu huzursuz sessizliği dinliyordu şimdi, dışarıyı seyrederken. Yanındaki yolcu, onun yalnız kalma isteğini onaylamış gibi bir vücut yapısında yatıyordu. Ona dokunmuyor oluşu, Mehmet’in de en çok takdir ettiği konulardan biriydi. Nereden çıkmıştı yola ve nereye gidiyordu? Birçok kez bunun muhasebesini yapmıştı. Gideceği yol ona bu izni verecek kadar uzundu. Gideceği yer de, çıktığı yerden oldukça uzaktaydı. Son zamanlarda hissettiği ve hattâ hissetmek istediği yalnızlık ve içe kapanıklık, ona istemediği bir duyguyu da tattırıyordu: insanlardan uzaklaşıyordu. Gittiği her şehir, insanlarıyla birlikte onun dışında hareket ediyor gibiydi sanki. Hiçbir sohbet, hiçbir hareket onun ilgi alanında değildi. Herkes ve her şey tümüyle yabancıydı onun için. Türkçe konuşuyor oluşlarına bile şaşırabiliyordu sanki bu kendi tekelindeymiş gibi. Herkese yardım etmek istemesine rağmen, kimseyle konuşmak bile istemeyişini açıklayamıyordu. “Herhalde son zamanlarda denediğim içe dönüşün bir sonucu olsa gerek,” diyip geçiştiriyordu. Derinlikli denebilecek ilişkisi hemen hemen kalmamıştı. Herkes insan kazanmaya çalışırken, o kaybetmek için uğraşıyordu. “Ne kadar çok insan tanırsan, incinme ihtimalin de o kadar artar,”dı çünkü. Bu yüzden başı hep cama dönüktü, bu yüzden hep müzik dinliyordu. Gideceği yere yaklaştıkça aynı endişeleri duyacağı geldi aklına. Pek de aldırmadı. Şehirde onu bekleyen bu yabancılığın yanında, bambaşka bir sıcaklık vardı, onu daha çok meşgul eden.
Otobüs, ovaların ve kayalıkların arasından geçerken, kimbilir kaçıncı molasından yeni çıkmıştı. Mercimek çorbası ve sütlaç yiyip koltuğuna oturmuştu Mehmet. Hiçbir zaman muavinin hörmetine ve minnetine sığınmak istemediğinden, yanına aldığı şişeyi çıkarıp suyunu içti. Yolculuk bitene kadar -ki çok az yolu kalmıştı artık- ona yetecekti. Sakızını kontrol etti ve bir tane ağzına attı. Sadece bir iki dakikalık bir zevk verecek olan sakızını çiğnerken bir yandan müziğini dinliyor bir yandan da dışarıyı seyrediyordu. Biraz sonra şehre girecekti otobüs. Belki ilk kez gelmiyordu bu kadar uzağa ama bu şehre ilk kez yolculuk yapıyordu ve anlatılmaz derecede uzun sürmüştü. Dümdüz ovaların ve tarlaların üzerindeki açık ve güneşli gökyüzüne bakıp korku duydu içinde. Binbir nedene atfedeceği bu korkunun asıl nedenini bulma oyununu oynamak, onun için çok eğlenceli olabilirdi yolculuğun kalan kısmında. Acı içinde geçen yıllar, ölümün günlük bir telaş haline geldiği, kanıksandığı zamanlar olabilirdi ona bu korkuyu veren; kimilerinden daha şanslı olduğu duygusu veya ondan daha şanslı olanların varlığı da olabilirdi; ölümün her zaman yakın olduğu düşüncesi de onu korkutmuş olabilirdi. Bunlara inanabilirdi. Bütün bunlar olabilirdi. Biraz daha zorlamaya başladı kendini. Elif olabilir miydi? Bütün korkusu, yalnız ve yalnız Elif olabilir miydi? Belki de insanlar umrunda bile değildi, belki ölümlerin gündelik bir heyecana dönüştüğü bu topraklardaki kan kokusunu umursadığı yoktu, belki bir aydın telaşından kaynaklanan bir refleksti yalnızca tedirginliği, belki şanslı olduğunun farkında bile değildi de farkındaymış gibi görünmek istiyordu, belki bunların, duyduğu korkuyla ilgisi bile yoktu ve bunu kabul edecek kadar güçlü bile değildi belki, belki her şeyin başladığı an, yalnızca ve yalnızca bir kadınla ilgiliydi. Adı Elif olabilir miydi?
*
Otobüsten indikten sonra şehrin içine doğru ilerlemeye başladı. Gündelik olmayan insan sesleri ve görüntüleri arasında yürüyordu. Ona gelmesi söylenen saate henüz vardı. Merkeze inip bir yerlerde oturmak istedi. Oraya ait olmayan sesiyle şehir merkezine nasıl gidebileceğini sordu bir esnafa. Zaten orada olduğunu öğrendiğinde fark etti ki burası, çok küçük bir şehirdi. “Gündüzü seyranlık, gecesi gerdanlık,” demişti ona duymayı sevdiği bir ses. Gülümseyerek hatırladı, yürümeye devam etti. Bir yerde oturma fikrini daha sonraya erteledi. Binaları, kahverengi tabelalara yazılmış tarihi yerleri, insanları, yiyecekleri, araçları, çocukları izledi uzun süre. Kağıt mendil satmaya çalıştı bir kaç tanesi, ayakkabısını boyamak istedi diğeri oysa ayağında sandaletleri vardı. Tarihi yerleri gezdirebileceğini söyledi bir diğeri. Hepsini reddedip neden ilgi çektiğini düşündü. Omzunda asılı fotoğraf makinesi, sırtındaki çanta, ayaklarındaki sandalet ve giydiği şort, tam da aradığı cevaptı.
Bir çay bahçesi ve bir Atatürk heykelinin olduğu meydan benzeri bir alana gelmişti. Minibüsler ve otobüsler buradan kalkıyor gibiydi. Buranın merkez olduğuna yemin edebilirdi. Kızılay gibi, Taksim gibiydi ama onlar “kadar” değildi. Çay bahçesine oturup bir meyve suyu söyledi. Yüklerini masanın yanındaki sandalyeye bıraktı. Çantanın içinde durmaktan uçları kıvrılmış defterini çıkardı ve büyük bir özenle “6 Ağustos 2005” yazdı. Garsonun meyve suyunu masaya bırakması anında verdiği bir iki saniyelik molanın haricinde başını defterden kaldırmadan yazdı. Hep büyük harf kullandı ve mürekkepten en iyi şekilde faydalanmak için kalemi olabildiğince dik tuttu. Sayfaları her çevirdiğinde duruyor, yazdıklarına bakıyor, sonra tekrar yazmaya devam ediyordu. Çay bahçesinin dibinde bir yerde, ama tam olarak nerede olduğunu bilemediği bir yerde, bir radyo canlı olarak oranın sakinlerine yayın yapıyordu. Yüksek ihtimal belediyenin desteklediği bir uygulamaydı. İstanbul şarkıları, türkü, pop ve rock çalıyordu. Arada bir de, anlamını bilmediği bir dilde türküler dinliyordu. Sürekli olarak reklâm çıkan bu radyodan yararlandığı tek şey, arada bir söylenen saatti zira Mehmet’in kolunda saat yoktu. Oradan kalkması gerektiğini anladığı anda, otobüste içini kaplayan korkuyla karışık endişe tekrar hücum etti vücuduna. Parayı ödeyip garsona “Sağlık Bakanlığı’nın Misafirhanesi’ne nasıl gidebilirim,” diye sordu. Küçük bir şehirde adres tarifinin kolay olduğunu anlayacaktı gün geçtikçe. Şimdi sadece şaşırmakla yetinmişti. Minibüse binerken midesi titriyordu. Titreyecek daha mantıklı bir yer bulamadığı için kızdı kendine. İçindeki organları yer değiştiriyor gibiydi. Düşüncesini, ne kadar istese de dağıtamıyordu. Baktığı yerlerin hiçbirini göremiyordu. Nasıl bir karşılaşma olacaktı bunca zaman sonra, ne yapmalıydı, o ne yapacaktı? Gözlerini kapatıp yüzünü aklına getirmeye çalıştı, başaramadı. Böylesi daha heyecanlıydı. Peki neden porselendi? Peki neden şehirlere bombalar yağardı? Peki neden yüzünü aklına getiremiyordu?
*
“Misafirhane’de kim inecekti?”
Silkindi. Aceleyle indi minibüsten. Bir süre yerinden kıpırdayamadı. Karşı kaldırıma geçip binaya girmesi gerekiyordu. Ona söylenen saate yaklaşmış olmalıydı. Elif yukarıda, arkadaşlarıyla birlikte onu bekliyor olmalıydı. Benim dışımda gelecekler de vardır, diye düşündü. Nedense bu fikir onu rahatlatmaya yetti. Bir tek kendisinin beklenmesi düşüncesi ona yavan ve yabani geldi oysa gerçekte istediği buydu. Şimdi karşıya bile geçemiyordu. Kafasını kaldırıp en üst kata baktı. Öyle demişti Elif, “en üst katta, gelince hemen üst kata çık, biz oradayız.” Eli ayağına dolaşmıştı artık. Binaya daha geç girmek için iş icat etmeye başladı. Kulaklıklarını kaldırdı, fotoğraf makinesini çantaya koydu, gitti marketten bir su aldı ve içmeden çantasına koydu, bir tane sakız attı ağzına ve karşıya geçmeye karar verdiğine kendini inandırmak için önce sola baktı. Minibüs geliyordu fersah uzaktan ama o beklemeyi tercih etti. Kendini güvene(!) aldıktan sonra sağa baktı. Geçebileceğine kanâat getirdikten sonra karşıya geçti. Binaya yaklaştı. Kapıya doğru yürürken, tıpkı onun gibi iki kişinin daha kapıya yöneldiklerini fark etti. Biri uzun biri zayıftı. Sakız, ağzının içindeki terden topaklaşmıştı, tadı kaçmış acımıştı; attı. Kapıya yaklaşanlarda, oralara yabancı bir ifade yoktu ama bulundukları duruma yabancı gibiydiler. Kapıyı çaldılar, o da yanlarında, onlardan medet umar gibi bekledi. Kapıyı açan adamla diğerleri arasında gelişen konuşmada, dinleyici olarak yer almayı seçti:
“İstanbul’dan arkadaşlar gelecekti…”
“Geldiler, en üst kattalar.”
“Hah, biz onların yanına çıkacağız.”
“Geçin.”
Onlar kapıdan geçtikten sonra Mehmet de adımını attı içeriye. Bekçinin, “sen de mi onlarla geldin,” sorusuyla merdiven başında çırıl çıplak kalmış gibi hissetti. O iki kişi merdiveni çıkmaya başlamışlardı ki durup arkalarına baktılar bunun üzerine. Göz göze geldiler. “Elif’in arkadaşı mısın?” dedi uzun olanı. Elif’in arkadaşı mıyım, diye içinden geçirdi soruyu. Buna bir cevap vermesi veya bulması gerekiyordu. Arkasında bir bekçi, tepesinde biri uzun biri çok zayıf iki kişi, dışında hiç bilmediği bir şehir; merdivenin başında sessiz kalmanın zamanı değildi ama “ne yani,” idi “ben Elif’in arkadaşı mıyım şimdi?”
“Evet, 6′da buluşacaktık, burayı tarif etmişti bana.”
“Hoşgeldin, ben Ahmet,” dedi uzun olanı.
“Ben de Ferhat,” dedi zayıf olanı; tanışıp merdivenleri çıkmaya başladılar. Arkada edilgen durumda kalan bekçi, ikinci katta hafızalarından silindi. Mehmet şimdi, duyduğu huzursuzluğu ertelemeye ve içindeki heyecanı yatıştırmaya çalışıyordu. Aynı anda, hiç katılmak istemediği bir sohbetin ana konusuydu. Geldiği yer ve yaptığı iş soruluyor, Mehmet de içindeki cevaplardan en kibar olanlarını seçiyordu. Oysa, bir yerlerde kalbi ve beyni Elif’e gittikçe daha çok yaklaşıyordu. Paramparça bir halde merdivenleri çıkıyordu. Son kata geldiklerinde, Elif’in uzun ve zayıf olan arkadaşları, Mehmet’le ilgilenmeyi bırakıp açık kapıdan içeri girdiler. İrili ufaklı sesler arasına kaynaştılar. Mehmet, kapının eşiğinde durmayı ve beklemeyi tercih etti. “İnanmıyorum nereden çıktınız siz,” nidası, onu gülümsetmeye yetti. Elif, konuşmaya başlamıştı işte. Mehmet, kulaklarını olabildiğince açıp bütün konuşmaları yakalamak istedi. Sarılıyorlardı ona, yani o öyle olduğunu tahmin ediyordu çünkü Elif’teki bu karşılama tonu, herhangi basit bir el sıkışmayla geçiştirilebilecek türden değildi. Emindi, sarılırken sağa sola sallanıyorlardı özlemin şiddetinden. Sesler de boğuk çıkıyordu, demek ki Elif’e uzun olanı sarılıyordu; demek ki Elif’in ağzı, uzun olanın omzuna dayanmış, öylece kalakalmıştı. Elif, duruma inanamamıştı. Bu, büyük bir sürprizdi. Şimdi de zayıf olanı sarılıyor olmalıydı çünkü konuşma tarzı değişmişti. Biraz daha şakalaşma tonuna kaymıştı Elif’in sesi. Bir karşılaştırma yapma ihtiyacı duydu Mehmet durduğu kapı eşiğinde. Ayın anda gördüğü iki arkadaşından, birine daha mesafeli -haydi resmî diyelim- diğerine ise çok daha samimi bir sesle karşılık vermişti. Elif’in çekindiği ya da sakındığı neydi ki uzun olandan -ki adını uzun bir süre hatırlayamayacağına yemin bile edebilirdi Mehmet. Ferhat, dedi bir an ama hayır; zayıf olanın adıydı o ve Mehmet kararını vermişti: Uzun olanını, sanırım sevmeyecekti.
Sarılmaların bitmesini ve sıranın kendisine gelmesini bekledi. Hâlâ kapının önünde duruyordu. Sırtındaki çantasını da indirmemişti. Elif’i görmeyeli ne kadar zaman geçtiğini düşündü. Günler mi geçmişti, hayır aylar mıydı yoksa, yıllar yıllar mı geçmişti Mehmet’in hayatından ona bu özlemi yaşatacak? Sarılmanın, böyle bir durumda, ihtiyaç haline geldiğine inandırdı kendini. Eritmek istiyordu göğsünün üstünde Elif’in göğsünü. Bunu açık açık istiyordu. Kanatmadan geçmeyecek kaşıntılar gibiydi. Elif’i ellerinin arasında unufak etmeliydi ki bu özlem dinebilsindi, bu şehir ayakalanabilsindi, tutuklanıp cezaevine konulabilsindi; sarılarak cinayet işleyebilsindi. Gözlerini kapattı. Cevaplayamadığı soru geldi aklına, geçiştirmek için uğraştığı: “Sen Elif’in arkadaşı mısın?”
“Pardon!”
İrkildi. Kapıdaki kız da onun bu irkilmesinden korktu. Durumun Mehmet tarafından algılanması için birkaç saniye yeterdi ancak bu süre, karşı tarafın Mehmet’e olmadık bakışlar atması için de yeterliydi. Eğreti durdu kapı ağzındaki bu sohbet:
“Proje için mi geldiniz?”
“Evet, ben Elif’in arkadaşıyım.” (Bunu ben mi söylüyordum?)
“Hoşgeldin ben Eda,”
“Ben de Mehmet,” diyip eşikten adımını attı. Ardına kadar açık kapı, o girince kapatılmıştı Eda tarafından. Kıza hissettirmeden kapının kapanışını izledi. Eşiğe baktı. Kapı kapanınca eşik daha görünmedi. Kafasını çevirdi Mehmet. Göz göze geldiler; Elif Mehmet’i, Mehmet de binbir başka bir şey gördü, Elif diye.
“Hoşgeldin Mehmet,” diyip yaklaştı. Yanaklarında, biraz önceki heyecan kalıntısı kırmızılıklar vardı; Elif’in. Elif’in heyecanı Mehmet’e özgü değildi, artıklarla geliyordu Elif. Adımları kendine güvenin mi yoksa sevilmenin mi yoksa özlenmenin mi işaretiydi, kavrayamadı. Saçları darmadağın olmuştu; ona birileri sarılmıştı ama öldürmemişti neyse ki! Durdu karşısında Mehmet’in. Ondan ayrılıp kaçan ve Elif’e koşan kalbi ve beyni de yerlerine geçtiler, ayağa kalktılar. Mehmet’in bütün organları hazır olda bekliyordu. Elif’in kolları havalandı, Mehmet’in yanak hizasına yaklaştı, yanaklarına dokundu ve her birinden birer tane makas aldı çocuğu gibi. Sonra Elif’in resmî yanağından, iki dolaysız öpücük Mehmet’in yanağına dokundu. Çocuğu gibi. Dudakları karışmadı karşılamaya. İşte bitmişti, Mehmet hoşgelmişti.
*****
Geldiği ilk günden son güne kadar Mehmet’in yaşadıklarını teker teker anlatmak bizim işimiz değil; onu Mehmet bilhare anlatacaktır ancak son gün yaşananları iletmek bizim için görevin ötesinde bir ayrıcalıktır. Seve seve o günlere dönebiliriz.
Mehmet, Elif’in onu karşıladığı o meşum günün gecesinde çok az uyudu. Yatağında boğuştuğu sıcağın ötesinde, bir başka yerde uyumayan ve uyumamaktan bu kadar zevk aldığı belli olan konuşmalar da onu uyutmamıştı. Uzun olanın sesini daha çok duymuştu. Adı hâlâ aklında değildi ama işte, Elif’le konuşuyordu. Elif susmuyordu/susmamıştı. Korkuyor ve uyuyamıyordu Mehmet. Korkusu nedendi sahi? Yerinden kalkıyor, balkonun pervazına yaklaşıyor ancak ona her şey, o anda da -yine- uzak ve hissiz geliyordu. 5 gün böyle geçmişti. Gün doğmadan kalkıyor, misafirhanenin terasına çıkıyor, günün doğuşunu izliyor, defterine hepsi büyük harflerle şiirler yazıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve birileri duymasın diye saklanıyordu. Mutfağa inip kahvaltıyı hazırlıyor ve Elif’in uyuduğu uyku olmak istiyordu, her gün. Biliyordu, uzun olanına hep mesafeli ve o kadar da yakın olmuştu Elif. Bunun mutlaka bir açıklaması vardı ve Mehmet, hiçbirine sahip değildi. Kapı eşiğinde rastlaştığı ve gerçekliğe dönmek için verdiği es nedeniyle üzerinde bir aykırılık yarattığı kız ve diğerleri için Mehmet, sabah erken kalkan ve kahvaltı hazırlayan bir nesneydi. Konuştukları çok nadirdi ki bu tam da Mehmet’in istediği şeydi.
Son gün, işte o gün, Mehmet bütün kişisel olanaklarını zorlayarak Elif’in yanına gitti. Yemek yiyip akşam eğlencesi için, Mehmet’in o ilk gün gittiği çay bahçesine gideceklerdi. Sıla Gecesi’ne katılacaklardı. Mehmet, Elif’in yanında; restorandan çıkmışlardı. Bir şey konuşmuyorlardı. Elif’i hep düşünürken yakalamıştı Mehmet o âna kadar, Elif’i hep yorgunken ve yalnızken izlemişti. Yanına gitmekten hep korkmuş, içinden sessizce sarılmıştı her sabah, uyandırmamak için. Sonra sonra işte o andı: Mehmet ve Elif, yürüyorlardı yan yana; onlar “yan yana yürü(ye)mesin diye dar yapılan” Mardin sokaklarında.
“Böyle değildi Elif. Sen konuşurdun benimle, mektuplarında böyle değildi, anlatırdın ama şimdi konuşamıyoruz, konuşmuyoruz. Neden Elif?”
Beklenmedik miydi ne?
“Bilmem Mehmet. Biraz farklı olduğunu biliyorum, ben de hissedebiliyorum ama konuşamıyor değiliz ki.”
“Tamam, yazdıklarını konuşamaz insan her zaman, biliyorum ama ne bileyim, bekliyor yine de.”
“Ben seninle her zaman konuşabilirim Mehmet, her zaman. Sen bana saatlerce anlat, dinlerim ben. Yine de ‘Mehmet acaba bana hâlâ yazıyor mudur,’ diye düşünmüyor değilim.”
“Bilmiyorum Elif, ben seni seviyorum, gerçekten.”
“Ben de seni seviyorum.”
“Dur öyle değil, kesme sözümü,” diyip saatlerce anlattı Mehmet. Hiçbir kelimesine haksızlık etmek istemediğimiz için bu konuşulanların anlatılmasını da Mehmet’in kişisel tercihine bırakıyoruz.
Onlar konuşurlarken arkadaşları da Sıla Gecesi’ne gitmişlerdi. Çay Bahçesi’nin hemen yanındaki Atatürk Heykeli’nin önündeydiler onlar da. Aradan saatler geçmişti. Mehmet’in başı, Elif’in omzunun üzerindeydi. Elif de başını, Mehmet’in başının üzerine koymuştu. “Başka bir yolu yok mu,” diyordu Elif; “lütfen, bu raddeye getirmeyelim Elif, kendimi zor tutuyorum zaten,” diyordu Mehmet son konuşmaları olarak. Kalkıp sonra, arkadaşlarının yanına geçtiler. Bir süre türkü dinlediler. Kimsenin anlamadığı ve bilmediği bir gizliliğe ortak olmanın verdiği mutluluk ama neyin verdiğini bilmedikleri bir acıyı paylaşıyorlardı. Elif midesini tuttu. Gözlerini Mehmet’e dikti ki Mehmet de ona bakıyordu zaten. Elif, acısını yüzüne katmıştı; Mehmet görüyordu. Yanına gitti.
“Ne oldu?”
“Yok bir şey, öyle bir saplandı işte. Ben misafirhaneye gideyim.”
“Misafirhaneye mi? Ben de geleyim,” der demez Mehmet, oturdukları çardaktan indi. Elif de ardından indi. Birlikte, huzursuz mu deseler bilemeyecekleri bir gecede minibüse binip misafirhanenin yolunu tuttular.
Elif’in verdiği bir sözü vardı Mehmet’e. Mardin’in bir yerinde, Suriye ışıklarına karşı, tarçınlı şarap içeceklerdi, ayaklarını uzata uzata. Mehmet, birçok gün bununla beslenmişti hiçbir şey yemeden. Bu, gerçek ve doğruydu. Mehmet’in geceleri terasta ağlamasının bir nedeni de buydu; Suriye ışıklarını göre göre. İşte o son gün, Mehmet Elif için bir rakı sofrası hazırladı. Misafirhaneye giderken rakı almışlardı. Yanına beyaz peynir, şeftali ve acur koydu Mehmet. Terasa sandalye ve masa çıkardı. Rakı yeterince soğuk olmadığı için, buzun bulunmadığı buzluktaki kar parçalarını bir torbaya doldurdu. Rakıyı içine koydu ve onu da terasa çıkardı. Her şey hazır olduğunda, Elif de hazırdı. Terasa çıktılar. Yan yana, ayaklarını pervaza uzatıp rakı içtiler. Elif, şarkı söyledi Mehmet’e. Gözlerini kapatarak, yumarak, ağlayarak, binbir türlü şekil şemale girerek dinledi Elif’i. “Ben seni unutmak için sevmedim,” dedi Elif; Mehmet sonra “Buruk Acı”yı istedi. Çoğu şey Mehmet’i anlatabiliyor ve anlayabiliyordu o gece. Elif de ağlıyordu ve Mehmet bunu görebiliyordu. Bizleri sadece buraya kadar ilgilendiren gece, misafirhanenin o soğuk mizaçlı yataklarında bitti. Elif’İn yatağı, Mehmet’in yatağının hemen yanındaydı. Uyumaya çalışıyorlardı, sarhoştular. Mehmet sırtüstü yatmış, cesaretini toplamaya çalışıyordu; Elif’in ne yaptığı/hissettiği hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Üzerindeki çarşafı sıyırdı Mehmet. Yatağından kalkıp Elif’in yatağının önünde çöktü. Ona baktı Elif sorar gözlerle.
“Yanında biraz yatabilir miyim?” dedi Mehmet. Cevap vermedi Elif. Yorganını sıyırıp biraz sola gitti. Kıvrıldı Mehmet yanına. Elif’in elini elinin arasına alıp sıktı, öldürmek ister gibi; sevmekten öldürmek ister gibi, kenti ayaklandırır gibi. Vücudunun başka hiçbir yerine değme/dokunma hakkını duymadı kendinde. Aldığı iznin bittiğine kanâat getirip yatağına gitti. Uyuduğunu hatırlamayacak kadar çabuk uykuya daldı. Uyandığında saat 5 buçuğu biraz geçmişti. Geç kaldığını düşünüp fırladı yataktan. Çarşafı toplayıp yatağı düzeltti. Kahvaltıyı hazırladı. Tabakların üzerini pislenmesin diye örttü. Defterinin olduğu odaya gidip defterini aldı. Bir siyah torba (bunu da açıklamak istediğimizi sanmıyoruz), bir kolonya ile birlikte sarı bir zarfın içine koydu. Defterinden kopardığı bir kâğıdın üzerine “Olmayınca olmuyor,” yazdı; onu da zarfın içine koydu ve zarfı kapattı. Üzerine “Elif Irmak” yazdı. Kahvaltı tabaklarının yanına koydu zarfı. Valizini kapatıp aşağıya indirdi yavaş yavaş. Tekrar yukarı çıktığında saat 6 buçuğa geliyordu. Hazırdı. Elif’in yatağının önüne çöktü. Yanağından öptü uyandırmak için ama uyanmadı Elif. “Elif,” dedi yine uyanmadı. “Elif,” dedi bir kez daha. “Mehmet,” diyerek gözlerini açtı Elif; Mehmet’i buldu. Gülümsediler bir küçük an, ama mutlu bir an, ama sevimli. “Uyuyacak mısın,” diye sordu Mehmet cevabını bildiği halde. Kafasını salladı Elif. “Ben biraz dolaşmaya çıkıyorum,” dedi sonra Mehmet alnından öperek. Soluna dönüp uyumaya devam etti Elif. Mehmet, eşikten adımını atmadan önce Elif’e bir kez daha bakmadı; merdivenlerden indi, valizini aldı ve yolun karşısına geçip ilk gelen otobüse bindi.
*****
Hayat, her ne kadar devamlardan ibaretse de, bu anlattığımızı bir öykü yapan, bir yerde başlayıp, bir yerde -yani burada- bitmesiydi. Her zaman yazarın bitirmek zorunda olmadığı durumlardan biriydi bu da. Bu öyküyü bitirmek için de kahramanımızın kendi sözlerini kullanmayı daha uygun gördük…
“[…] Misafirhaneden çıktım. Yoldan geçen ilk Diyarbakır otobüsüne bindim milyonlarca yıldır ağlayan bir halde. Mardin’den ayrılıyordum ve ayrılırken bitiyordum. İçimden denize dökülüyordum ve bence çoktan ölmüştüm […]”
…ve bizce, şehirlere (hâlâ) bombalar yağıyordu.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #1160
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
ÖZLEDiM..


Ben PeLiN 19 yasina 2ay oldu gireli ve dogma büyüme avusturyadayim,bundan 1 sene önce YASiN adinda bir gencle tanisdim CHAT ´de 1 hafta telefonda görüsdük ve sonra bulusmaya karar verdik o viyanada yasiyordu bende viyana di$inda yasiyordum..Bulusurken yanimda 2 kiz arkadasim geldi ve onun yaninda 2 genc geldi muhabet ettik ve hersey cok guzeldi gulduk bazi konular hakkinda tartistik onu gorunce elim ayagim titremisdi cok etkilenmisdim ondan yakisikliydi karizmatikdi..Biz ogunden sonra birlikte olduk ama hep tartisiyorduk ayriliyorduk ama dayanamiyor yine birlikte oluyorduk her gün görüsüyorduk hergün arabayla yanima gelirdi ve gece yarisina kadar gezerdik vaktin nasil gectini bilmezdik..birgün bana bahane söyleyip ayriliyoruz dedi kiyafetimi bahane etmisdi ve bitsin dedi oysa ben aciktim ama o istemiyor diye kapali seyler giyiyordum..o gün ak$am üsdü yanima gelmesini söyledim konu$mak icin Yagmurlu bir gündü hava cok sisliydi bi tuhaflik vardi havada sanki..yanima geldiyinde cok kötü durumdaydi gözleri dolmusdu Elimi tutup PELiN BiZiM GELECEGiMiZ YOK demisdi o an yikilmisdim anlamak istemiyodum sasirmisdim ailesinin beni istemedini söyledi ve ben kahrolmusdum yikilmisdim..eve gittim ve sabah kadar yatmadim agladim 5.ayindaydik ozaman birliktelimizin ben herseye ragmen seviyorum diye birlikte olmusdum ayrilmak istemisdim ama yine yapamamisdim yine en ufak seylerden tartisir ayrilmak isterdik ama yine yapamazdik..benim en yakin kiz arkadasimda onun en yakin erkek arkadasiyla birlikte olmuslardi onlarin sorunlarinla ilgileniyorduk bizimkisini azda olsa unutuyorduk derken aylar böyle gecti..Ailesi ikna olmadi ve farkediyordum oda ailesini seciyordu beni deyil.ben onun icin kapanmayi göze almisken o ailesini secti herkesin gecmisi ola bilir dedim anlamadi herkes gecmisinde biriyle konusur dedim anlamadi ama ben hep mesafeliydim ben namusumu kimseye vermemisdimki ama yinede anlatamadim ona..10 ay kadar birlikte olduk almanyadaki dayisina kadar telefon acip ailesiyle konusmasi icin yalvardik agladik tamam demisdi ama oda ben karismam kizarlar dedi..birgun tartisdik ve cok kötü kavga ederek ayrildik ama o cekti gitti viyanadan avusturyadan hic biryerde yok aileside bilmiyor nerede oldugunu..ve annesi keske ogluma karsi cikmasaydim keske size karsi cikmasaydim diyor hergun agliyor..tek dilegim NE EKERSENIZ ONU BICERSINIZ Kimseyi uzmeyin karsi cikmayin sevyiorsaniz mucadele edin pes etmeyin sevenler ayrilmasin..özledim yasinim seni neredesin

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar