Arama

Doğayı Koruma ve İnsanın Doğa Üzerindeki Etkileri

Güncelleme: 12 Mart 2016 Gösterim: 47.676 Cevap: 3
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
2 Eylül 2012       Mesaj #1
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Doğayı Koruma ve İnsanın Doğa Üzerindeki Etkileri
MsXLabs.org & Temel Britannica
Sponsorlu Bağlantılar


Doğayı Koruma
Yeryüzünde insanla birlikte yaşayan, en yabanıl ortamlardan bah­çelerimize ve evlerimize kadar bütün gezege­ni bizimle bölüşen milyonlarca bitki ve hay­van türünü koruma görevi insana düşer. Ama doğayı korumak yalnızca canlı varlıkları koru­yup gözetmek demek değildir. Su, toprak ve mineraller gibi bütün doğal kaynakları sakı­narak kullanmak da bu görevin ayrılmaz bir parçasıdır; çünkü doğal kaynakların tükenip yok olması ancak böyle önlenebilir. Bu ne­denle, üzerinde yaşadığımız bu gezegenin olanaklarından bütün canlıların daha uzun süre yararlanabilmesi için insanda derin bir sorumluluk duygusunun gelişmiş olması çok önemlidir.


İnsanın Doğa Üzerindeki Etkileri
İnsanın doğal çevresini değiştirmeye başlama­sı, ateş yakmayı öğrendiği tarihöncesi çağlara kadar uzanır. Örneğin Afrika'nın savan de­nen geniş çayırlıkları bundan 50 bin yıl önce bu kıtadaki ormanların yanmasıyla oluşmuş­tu. Ama, insanoğlunun doğaya verdiği zarar­lar özellikle son yüzyılda olağanüstü boyutla­ra ulaştı. Bunun nedeni teknolojinin inanıl­maz bir hızla ilerlemesidir. Tekerleğin bulun­ması ile otomobilin yapımı arasında 10 bin yıl gibi çok uzun bir süre geçmişti; oysa insanoğ­lunun hava ve uzay yolculuklarına başlaması, yerçekimsiz ortamda yaşamayı başarması ve Ay'da yürüyebilmesi için otomobilin yapımın­dan bu yana yalnızca 80 yıl geçmesi yeterli oldu. Teknoloji sayesinde insan yeryüzündeki en uzak mesafelere çok kısa zamanda ulaşma­yı, akarsuların yönünü değiştirmeyi, elektrik üretimi için su gücünden ve nükleer enerjiden yararlanmayı başardı.
Teknolojinin sağladığı olanaklar kuşkusuz birçok yönden insanın yaşam koşullarını çok olumlu etkiledi; ama bir yandan da olağanüs­tü boyutlarda bir nüfus patlamasına yol açtı. İlk insanın yeryüzünde belirmesinden yakla­şık yarım milyon yıl sonra, 1850'lerde dünya nüfusu ancak 1 milyara ulaşmıştı. Oysa o tarihten sonra inanılmaz bir hızla artan nüfus 1986'da 5 milyara yaklaşmış ve bu artışın 1 milyarı son 15 yıl içinde gerçekleşmiştir.
Bugün yeryüzünün bütün zenginliklerinden olabildiğince yararlanmayı isteyen milyarlar­ca insan geleceği düşünmeden doğal kaynak­ları zorlamaktadır. Örneğin insanların bir yıl içinde tükettiği bütün içme ve kullanım suları bir yere toplansa, Dünya'nın merkezine ka­dar olan uzaklığın yarısı (en az 3.000 km) derinliğinde ve Avrupa kıtası büyüklüğünde bir göl oluşur. Nüfus ve tüketim aynı hızla artarsa yeryüzünün bütün kaynakları kısa sürede insanın gereksinimlerini karşılayamaz duruma gelebilir. İnsanlar binlerce yıldır uç­suz bucaksız denizlerdeki balıkların hiçbir zaman tükenmeyeceğine inanıyorlardı. Oysa 1970'lerden başlayarak Atlas Okyanusu'nun kuzeyinde morina ve ringa balıkları, 1960'lardan sonra Marmara Denizi'nde başta uskumru olmak üzere birçok balık türü azal­maya başladı; Peru açıklarındaki hamsi avcılı­ğında da yüzde 75'lik bir düşüş görüldü. Bir yaşam ortamındaki herhangi bir canlı türünün azalması başka canlıların yaşamını da tehlike­ye atar. Örneğin Atlas Okyanusu'ndaki ringa­ların sayısı azalınca bu balıklarla beslenen deniz kuşları da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Norveç'e bağlı Rost Adası'nda, 1970'ten 1980'lerin ortalarına kadar yaklaşık yarım milyon denizpapağanı açlıktan öldü.
Sanayi alanındaki hızlı gelişmenin en olum­suz yanlanndan biri, bugün bütün doğal kaynakları ve canlıları tehdit eden çevre kirliliğidir. Motorlu taşıtlarda, evlerde, fabrikalarda ve enerji santrallarında kullanılan petrol türevleri ile kömür gibi fosil yakıtlar­dan kaynaklanan hava kirliijğ: bazı kentlerde insan yaşamını tehlikeye atacak düzeydedir. Örneğin bir zamanlar Londra'da bu sorun öylesine ciddi boyutlara ulaşmıştı ki, 1952'de beş gün boyunca kentin üzerine çöken zehirli gaz bulutları yüzünden 4.000 kişi ölmüştü. Kullanılacak yakıt türlerinin yasalarla belirle­nip sıkı denetim altına alınmasıyla Londra'nın havası büyük ölçüde temizlendi. Ama günü­müzde Kalküta gibi kalabalık kentlerdeki hava kirliliği Londra'dakinden çok daha ciddi boyutlara varmış, Ankara, İstanbul, İzmir ve Bursa gibi büyük kentlerimizde tehlike sınırı­na dayanmıştır. 1986 sonlarında bu sorunun üstesinden gelmek için Ankara'da kalorifer ve fabrika bacalarına filtre takılması, bazı kalorifer yakıtlarının, özellikle linyit kömürü­nün yasaklanması gibi Çeşitli önlemler alın­mıştı. Hava kirliliğinin en büyük sorumlusu sanayi dumanlarındaki kükürt dioksit ile azot oksitleridir. Bu gazlar atmosferdeki su buha­rıyla birleşince sülfürik ve nitrik asitlere dönüşür. Daha sonra bu asit buharları yoğun­laşır ve genellikle hava kirliliğinin merkezi olan sanayi bölgesinden yüzlerce kilometre ötede "asit yağmuru" halinde yeryüzüne iner. Örneğin Norveç ile İsveç'in güneyindeki akarsu ve göllerde yaşayan balıklar İngiltere' den kopup gelen asit yağmurlarından büyük zarar görmüştür. Bunun sonuçları balıklarla beslenen hayvanları da etkilemiş ve 1967'de Norveç'te 4.000 kadar susamuru yaşarken 1986'da bu hayvanlardan yalnızca 200 tane kalmıştı.


Tarım Etkinliklerinin Rolü
Hızla artan dünya nüfusunu besleyebilmek için doğal olarak tarıma ağırlık verilmiş, bu yüzden dünyanın birçok bölgesinde yüzey biçimleri tanınmayacak ölçüde değişmiştir. 19. yüzyılın ortalarında Avrupa'nın birçok yeri hâlâ bataklıklarla kaplıydı; avcılar İs­panya'nın sulak arazilerinde çok kalabalık kuş sürüleri gördüklerini ve tek fişekle 80 ördek vurduklarını yazarlardı. Bugün artık Avrupa'nın hiçbir bölgesinde bu kadar çok su kuşunu bir arada görme olanağı yoktur. Çünkü bataklıkların hemen hepsi kurutularak tarıma açılmış ve bu hayvanların yaşam alan­ları insan eliyle yok edilmiştir.
Hayvanların doğal yurdundan sürülmesi ve giderek yok olması kuşkusuz tarımsal geliş­menin tek ve en ağır sonucu değildir. Başta keçiler olmak üzere hayvanların orman ve fundalıklarda otlatılması, ağaçların yakacak odun uğruna kesilmesi, tarla açmak için ormanlık alanların acımasızca ortadan kaldı­rılması çok daha büyük zararlara yol açar. Ağaç ve çalılar çoğu zaman teraslama ve akaçlama çalışmaları yapılmadan kesildiği için, çıplak kalan toprak rüzgâr ve yağmurla taşınır. Günümüzde dünya ülkelerinin üçte ikisini etkileyen toprak aşınması (erozyon) birçok bölgede öylesine hızlıdır ki, bir kuşak sonra gelen insanlar ormanlık alanların çöle dönüştüğünü görebilirler. Bu durumda, nüfusu çok fazla, ekonomisi de tarıma dayalı olan Afrika ve Asya ülkelerinde çöl alanlarının denetlenemeyecek biçimde ya­yılması şaşırtıcı değildir. Nitekim Afrika'daki Sahra bölgesinin çevresinde, saatte 170 hek­tar hızla genişleyen yeni bir çöl oluşmaktadır.
Yabanıl Yaşamın İnsan Karşısında Direnişi
Yabanıl yaşayan bazı hayvanlar, özellikle saldırgan olan ve koşullara kolayca uyum sağlayabilen türler her zaman insanoğlunun çevresinde yaşamayı başarmıştır. Sıçanlar ve kemeler bunun en iyi örnekleridir. Bazı türler de insanın yeryüzünde yarattığı değişiklikler­den yararlanarak doğadaki yabanıl yaşamları­nı sürdürmenin yollarını bulmuştur. Örneğin bugün milyonlarca hektarlık alanı kaplayan tahıl tarlaları, tarım zararlısı böcekler için bulunmaz bir yaşam ortamıdır. Bu böceklere karşı yapılan ilaçlamanın her yıl biraz daha artırılmasına karşılık, bu zararlılardan çoğu tarım ilaçlarına direnç kazanarak canlı kalma­yı başarmıştır. Hatta kullanılan kimyasal maddeler bazı tahıl böceklerinin yararına bile olmuştur; çünkü bu maddeler böceklerin do­kusunda birikir ve aynı direnci gösteremeyen başka hayvanlar bu böcekleri yediğinde zehir­lenip öldüğü için, doğal düşmanlarından kur­tulan tarım zararlıları hızla çoğalabilir.
Birçok kuş türü de kentlerde, eski mimarlık anlayışının ürünü olan yapıların korunaklı yerlerinde yuva yapmayı iyice benimsemiştir. Bacaların tepesine yuva kuran leylekler, cami ve çeşme saçaklarının altına sığınan güvercin­ler, kıyı kentlerinin içlerine kadar sokularak çatılarda dinlenen martılar çok alıştığımız görüntülerdir. Eskiden kayalıklarda yuvala­nan kırlangıç ve yelyutanlar da bugün hemen hemen yalnızca evlerin saçak altlarında yuva kurarlar. Güney Afrika'daki bazı kartal ve akbaba türlerinin ise son zamanlarda elektrik dağıtım kulelerine yerleştikleri görülmüştür.


Türlerin Yok Oluşu
Ne yazık ki bitki ve hayvan türlerinin çoğu insana da, insanın çevresinde yarattığı hızlı değişikliklere de kolayca uyum sağlayamaz. Çünkü doğadaki olağan değişiklikler çok uzun bir zaman dilimi içinde, yavaş yavaş gerçekleşir. Üstelik birçok canlı doğal çevre­sinin koşullarına öylesine uyum sağlamıştır ki en küçük bir değişiklik bile onun için öldürü­cü olabilir. Sözgelimi yalnızca Hawaii'deki yanardağ kraterlerinin kenarında yetişen çok ilginç bir bitkiyi ele alalım. Dünyanın başka hiçbir yerinde rastlanmayan bu ender tür, çiçek açabilmesi için yeterli suyu ancak 20 yılda depolayabilir. Çok uzun bir sapın ucun­da açılan bu çiçeğin ise yalnızca üç haftalık ömrü vardır ve çiçek solarken bitki de onunla birlikte ölür. Bütün yaşamı boyunca bir kez çiçek açıp tohum üretebilen bu bitkinin soyu­nu sürdürme şansı doğal olarak çok azdır.
Gümüşkılıç (Argyroxiphium sandvvicense) adıyla anılan bu bitkinin kılıç gibi uzun ve etli, gümüş rengindeki yapraklarının arasında kü­çük bir böcek türü yaşar. Yapraklarla aynı renkte olduğu için son derece iyi gizlenen bu gümüş rengi böcek başka hiçbir bitkinin üzerinde yaşayamaz. Hawaii'ye yerleşenlerin yanlarında götürdükleri keçiler nedeniyle bu ender bitkinin soyu tükenirse bu böcek de yeryüzünden silinecektir.
Yeryüzünün bütün tarihi boyunca yabanıl yaşam hiçbir zaman bu kadar hızla tükenme­miştir. Bilim adamları gezegenimizde hergün en az bir türün yok olduğunu öne sürüyorlar. Bugün yalnızca 1 milyon 600 bin türün tanım­lanıp adlandırılabilmiş olmasına karşılık dün­yada en az 5 milyon canlı türünün var olduğu sanılıyor. Bu türlerin yarıdan çoğu tropik yağmur ormanlarında yaşamaktadır. Yağmur ormanları alan olarak yeryüzünün ancak yüz­de yedisini kaplar, ama dünyanın hiçbir ye­rinde yabanıl yaşam böylesine zengin değil­dir. Örneğin Büyük Okyanus'un güneyin­deki Yeni Kaledonya ormanları 18.000 km3' lik bir alanı kapladığı halde en azından 3.000 bitki türünü barındırır. Üstelik bu bitkiler yalnızca o bölgeyle sınırlı kalmış, dünyanın başka hiçbir yerine dağılmamıştır.
Uzmanlar, kerestelik ağaç kesimine ve küçük tarım işletmeleri için ormanda tarla açma uygulamasına derhal son verilmedikçe, Yeni Kaledonya'daki yağmur ormanlarının 2000 yılına kadar tümüyle yok olacağına dikkati çekiyorlar. Uydulardan alınan fotoğ­raflardan, her yıl sayısız böcek, kuş ve öbür hayvan türleriyle birlikte 76.000 knr'den fazla yağmur ormanının yerle bir olduğu anlaşılı­yor. Başka bir deyişle, yağmur ormanlarında her yıl Karadeniz Bölgesi'nin yarısına yakın büyüklükte bir boşluk açılıyor. Ürkütücü boyutlardaki bu tür doğa kıyımları sürdükçe soyu tükenen canlı türlerinin listesi hızla kabaracaktır. Biyologlar, çok sıkı önlemler alınmazsa, 2500 yılına kadar dünyadaki bitki ve hayvan türlerinin dörtte bir ile üçte bir arasındaki bölümünün yok olacağını belirti­yorlar
Kuzey ve Güney kutup bölgeleri de bugün tehlikede olan en büyük yabanıl yaşam or­tamlarıdır. Aslında, yalnızca kutup iklimine uyarlanmış çok ender türleri barındıran bu bölgeler insanların yerleşmesine elverişli ol­madığından böyle bir tehlikenin söz konusu olmaması beklenirdi. Ama bölgedeki zengin doğal kaynakların çekiciliği kutuplardaki ya­banıl yaşamı da kısa sürede tehlikenin eşiğine getirmiştir. Örneğin Antarktika'daki uçsuz bucaksız balıkçılık alanları ve kril denen küçük deniz canlıları sürekli ilgi odağıdır. Karidese benzeyen bu küçük canlılar bugün bazı balıkların ve ender bulunan balina türle­rinin başlıca besinidir, ama yakın bir gelecek­te insanların da temel protein kaynaklarından biri olacağı öngörülüyor. Kuzey Kutup Bölge-si'nde ise dünyanın en büyük demir, kömür, kurşun, bakır, çinko, altın, tungsten (vol­fram), uranyum, elmas ve fosfat yatakları ile henüz el değmemiş çok büyük petrol ve doğal gaz rezervleri bulunur. Bu nedenle Kuzey Kutup Bölgesi, içinde çok değerli hazineler bulunan, ama içine girildiği anda kırılıp dağı­lacak olan billurdan bir saraya benzetilebilir. Petrol kuruluşları bölgede sürekli kuyular açtıkça ve doğal gaz taşıyan dev tankerler Amerika kıtasının kuzeyindeki Kuzeybatı Geçidi'nden buzları kırarak gidip geldikçe, Kuzey Kutbu çevresindeki duru ve temiz okyanusların 20. yüzyılın sonlarında ne duru­ma geleceğini kestirmek pek güç olmasa gerek.


Doğal Koruma Alanları
Doğayı koruma çalışmalarının amacı bütün bu sorunlara köklü çözümler aramaktır. Bu­nun ilk adımı da balıkçıları ölçüsüzce avlan­maktan kaçınmaları ya da tropik bölgelerdeki yoksul çiftçileri ağaç kıyımına son vermeleri için bilinçlendirmektir. Dünyanın her yanın­daki insanlara doğal kaynaklara zarar verme­den yeryüzünün zenginliklerinden nasıl yarar­lanacaklarını göstermek, canlılar dünyasını inceleyerek hangi türlerin nerede, ne zaman ve neden tehlikede olduklarını araştırmak, bu türleri korumak için neler yapılabileceğini saptamak bu çalışmaların kapsamına girer.
Bitki ve hayvanları korumanın en iyi yolla­rından biri, bu canlıların yaşadığı toprakları devletin, kurumların ya da kişilerin satın ala­rak o sınırlar içinde sanayi ve tarım işletmele­rinin kurulmasına, insanların yerleşmesine izin vermemeleridir. Bugün "doğal koruma alanı" denen bu tür korunmuş bölgelerin baş­langıcı oldukça eski tarihlere dayanır. Yüzyıl­larca önce bütün Avrupa'da yalnızca soylula­rın avlanabildikleri geniş araziler vardı. Bu avlaklar özellikle geyik, ceylan gibi büyük av hayvanlarının rahatça yaşayıp üreyebilmesi için tasarlanmıştı ama birçok küçük hayvana da doğal yaşama ortamı sağlıyordu. Toprak mülkiyeti genellikle babadan oğula geçtiği için hemen hiç bozulmadan günümüze kalan bu avlakların çoğu bugünkü doğal koruma alanlarının ilk çekirdeği olmuştur.
En eski doğal koruma alanlarından biri 1576'da Hollanda prenslerinden birinin kur­duğu Haagse Bos'tur (Den Haag ya da Lahey Ormanı). Ama o tarihten 19. yüzyıla kadar buna benzer pek az örnek yapıldı. Hem yaba­nıl yaşamı koruma, hem de insanların doğayla iç içe yaşayabilecekleri bir ortam yaratma dü­şüncesini bağdaştıran gerçek anlamda ilk ulu­sal park 1872'de ABD'de kurulan Yellowstone Ulusal Parkı'dır. Bunun 19. yüzyıl bo­yunca Kanada, Afrika, Avustralya ve Yeni Ze­landa'da düzenlenen doğal koruma alanları ile ulusal parklar izledi. 1920'lerden sonra da Doğu ve Orta Afrika'daki geniş savanlar ile ormanlarda, Batı Afrika'daki büyük bataklık­larda eşsiz koruma alanları kuruldu. Bunlar­dan en ünlüsü olan Tanzanya'daki Serengeti Ulusal Parkı dünyanın hem en büyük, hem de tür zenginliğiyle en önemli ulusal parkların­dan biridir. Türkiye'nin ilk ulusal parkı ise 1958'de kurulan Yozgat Çamlığı'dır. Bir yıl sonra Manyas Gölü'nde kurulan Kuş Cenneti Ulusal Parkı da bugün sayıları 20'ye yaklaşan ulusal parklarımız içinde en ünlüsüdür. Ayrı­ca Türkiye'de 50'ye yakın yerin ulusal park olarak düzenlenebileceği saptanmıştır.
Bazı ulusal parklar yüzlerce, hatta binlerce kilometre karelik alanları kaplarsa da doğal koruma alanlarının hepsi bu kadar büyük de­ğildir. Üstelik korumaya alınan bölgenin çok geniş olmaması bazen o bölgedeki canlıların yararına olur. Örneğin İngiltere'deki Suffolk fundalığında yaşayan çok ender bir kelebek türünün soyunu kurtarabilmek için, 1984'te fundalığın üçte bir hektarlık bölümü parça parça sökülerek çevredeki başka bir yere ta­şınmıştı. Taşınan bu topraklarda hem kele­beklerin yumurtaları, hem de kelebeklerle dayanışma içinde yaşayan bazı karınca türleri barınıyordu. Bu karıncalar toprağın altında gelişen kelebek larvalarını (yavrularını) besle­yip karşılığında larvaların salgıladığı tatlı sıvı­yı emdikleri için onlar olmadan kelebeklerin yaşamı da tehlikeye düşer.
Ne var ki yabanıl yaşamı korumak için yal­nızca toprağı satın almak yeterli değildir. Hayvan ve bitkilerin bütün tehlikelerden uzak yaşaması, bütün gereksinimlerinin karşı­lanması için bölgelerin çok özenle korunup yönetilmesi gerekir. Üstelik bakım giderleri çok yüksektir ve alınan her önlem çoğu kez milyonlarca liraya mal olur.
Doğal koruma alanları özellikle hayvan tür­lerinin korunması açısından son derece önem­lidir, ama bu yöntemin de iki büyük sakıncası vardır. Bunlardan ilki, bölgenin yakın çevre­sinde gelişen olayları denetim altına alma güç­lüğüdür. İspanya'nın en büyük bataklığı olan Coto Donana, 1961'de kurulan Dünya Yaba­nıl Yaşamı Koruma Fonu'nun uluslararası ko­ruma programlan çerçevesinde ele alıp dü­zenlediği ilk bölgeydi. O günden bu yana, çevredeki tarım alanlarının akaçlanması (su­larının boşaltılması) sonucunda su örtüsü alçaldığı için Coto Donana bataklıkları artık kurumuştur. İkinci sakıncası, ülkenin bütün topraklarını aynı duyarlıkla korumadıkça, o bölgedeki yabanıl yaşamın kısa sürede çevre­sinden yalıtılmış küçük bir adacığa dönüşme­sidir. Güvenli "geçiş koridorları" olmadan hayvanlar bir bölgeden öbürüne gidemezler; sonunda aynı türden başka topluluklarla ilişki kuramadıkları için genetik yapıları çeşitlenemez ve sayıları giderek azalır.


Hayvanların Gözetim Altında Üretilmesi
Soyu giderek tükenen bir hayvan türünün ye­niden çoğalabilmesi için alınacak ilk önlem, o türün bireylerinin insan gözetimi altında üre­mesine yardımcı olmaktır. Nitekim Arabistan oriksi (Oryx leucoryx), Hawaii kazı (Branta sandvicensis), Amazon papağanı (Amazona vittata) gibi soyu tükenmekte olan birçok hay­van yaşadığı doğal ortamdan alınıp hayvanat bahçelerinde başarıyla üretilebilmiştir. Uçucu kuşların en iri örneklerinden biri olan Çalifor­nia kondorundan (Gymnogyps californianus) da birkaç yıl öncesine kadar yalnızca Califor-nia'nın güneyinde, Santa Barbara yakınların­daki ormanlık dağlarda yaşayan küçük bir topluluk kalmıştı. Hayvanat bahçelerinde ko­rumaya alınan bu kuşların kuluçka makinele­rinden çıkan 15 kadar yavrusu gelecek için hiç değilse küçük bir umuttur. Türkiye'de de baş­langıçta çiftçilerin evcil ve damızlık hayvan gereksinimini karşılamak üzere kurulan Dev­let Üretme Çiftlikleri'nin bugün dağ koyunu, alageyik gibi soyu azalan yabanıl türleri koru­maya alıp üretmesi umut verici bir gelişmedir.
Hayvanları gözetim altında üretmenin en büyük güçlüğü, doğadan seçilen bireylerin üremeye ya da sağlıklı bireyler vermeye elve­rişli olmamasıdır. Seçim şansı çok az olduğu için, doğadan alınan dişi ile erkeğin aynı ana-babanın dölleri olması hem kendilerinde, hem yavrularında kalıtsal bozukluklara yol açabilir. Örneğin çok ender kuşlar olan Mau-ritius doğanlarından (Falco punctatus) küçük bir topluluk korumaya alınmış, ama dişilerin üçü de aynı soydan geldikleri ve aynı kalıtsal bozukluğu taşıdıkları için yumurtlarken öl­müşlerdi.
Gözetim altında üretme programlarının te­mel amacı, hayvanat bahçesinde yetişmiş yav­ruları iyice büyüdükten sonra yeniden doğal ortamlarına bırakmak ve orada daha iyi ko­şullar altında yaşamalarını sağlamaktır. Ne var ki, insan eliyle bakılmaya alışan bu yavru­lara kafes dışındaki özgür yaşam her zaman çekici gelmez. Örneğin Hawaii kazı insanlara çok alıştığı için hayvanat bahçelerinde hiç so­run çıkarmadan ürüyor, ama doğal yurdu olan Hawaii adalarındaki yanardağ kraterleri­ne götürüldüğünde üreme hızı büyük ölçüde düşüyor. İnsan eliyle bakılan yabanıl hayvan­ların zamanla doğal davranış özelliklerini yi­tirmesinin en çarpıcı örneklerinden biri kuş­kusuz kel aynaklardır (Geronticus eremita). Üremek için kalabalık sürüler halinde Şanlıurfa'nın Birecik ilçesine gelen bu kuşlar kışın Afrika'ya göç ediyor, ama ertesi yıl giden sü­rünün pek azı geri dönüyordu. Bunun nedeni, başta çekirge olmak üzere böceklerle besle­nen kel aynakların yedikleri böceklerin doku­larına yerleşmiş olan tarım ilaçlarıyla zehir­lenmesine bağlandı. Sonunda kel aynakların sayısı giderek azalınca, soylarının tükenmesi­ni önlemek için Birecik'teki kuşların kafese alınıp insan eliyle beslenmesine karar verildi. Ama evcilleşen kuşlar birkaç kuşak sonra do­ğal yaşama uyumsuzluk göstermeye başladı­lar. İnsan eliyle beslenmeye alışan yavrular doğaya salıverildiğinde ne yiyecek arıyor, ne de göç yolculuğuna çıkıyordu. Nitekim 1989'un mayıs ayında, kafeste bakılan evcil kel aynaklar dışında, Türkiye'de yalnızca bir tek göçmen kel aynak kalmıştı.


Bilinçli Koruma Yöntemleri
Doğal yaşamı koruma uzmanlarının en büyük görevi insanların doğa karşısındaki ilgisiz, du­yarsız ve yıkıcı tavırlarını ilgi ve sevgiye dö­nüştürmektir. Bu amaçla dünyanın her yanın­da doğa sevgisini yüceltmeye çalışıyor, insanı başka canlıların yaşamına saygı duymaya ça­ğırıyorlar. İlginç bir anahtarlık yapmak için bir foku ya da ayaklarından çöp kutusu yap­mak için kocaman bir fili öldürmek bir yaşamı boş yere harcamaktır. Kürkü için avlanan bir­çok hayvan, boynuzları için öldürülen birçok gergedan türü yok olma tehlikesiyle karşı kar­şıyadır. Kamuoyunun bilinçsizce tüketilen canlılar ve doğal kaynaklar konusunda duyar­lık göstermesi bu kıyımı engelleyebilir. Soyu azalan Apollo kelebekleri (Parnassius apollo) Türkiye'de yakalanıp Avrupalı koleksiyoncu­lara, topraktan sökülen kardelen (Galanthus) soğanları yurtdışındaki seralara satılıyor. Çok sayıda toy kuşu canlı hedef olarak kullanıl­mak üzere Kenya'dan Ortadoğu ülkelerine kaçırılıyor. Soyu tükenmek üzere olan ve tut­sak yaşama kesinlikle uyum sağlayamayan bir kertenkele türü Endonezya'dan alınıp Japon-ya'daki dükkânlarda reklam aracı olarak kullanılıyor. Hayvanların etinden, sütünden, öbür değerli ürünlerinden ve gücünden yarar­lanmak istiyorsak hiç değilse üremelerine fır­sat vermeli ve doğal ortamlarından koparıp almamalıyız.
Doğal yaşamın ve kaynakların korunmasın­da tek tek bireyler kadar devletin yaklaşımı da çok önemlidir. Bugün birçok ülkede topra­ğın yoksullaşmasını önlemek için çiftçiler ge­leneksel yöntemlerle toprağı işlemeye, nada­sa bırakıp dinlendirerek ve baklagillerle dö­nüşümlü tarım yaparak toprağın verimini ko­rumaya yönlendirilmiştir. Tarım zararlısı bö­ceklere karşı kullanılan DDT'nin başta av kuşları olmak üzere birçok hayvanın ölümüne yol açtığı saptanınca, birçok ülke bu ilacın kullanımını da yasaklamıştır. Ne var ki, bir kez kullanıldıktan sonra doğadan kolay kolay yok olmayan bu çok zehirli ve tehlikeli mad­de, hâlâ DDT kullanan ülkelerden kilometre­lerce uzaktaki Kuzey Kutbu'nun karlarına bi­le sinmiştir.
Doğanın ve yabanıl yaşamın korunmasında uluslararası kuruluşlara da büyük görevler düşer. Bu konuda çalışan en büyük kuruluş­lardan biri 1948'de kurulan Uluslararası Doğa ve Doğal Kaynaklan Koruma Birliğidir. Gi­derleri büyük ölçüde Birleşmiş Milletler Çev­re Programı'nca karşılanan bu kuruluşun ça­lışma programı, dünyadaki doğal kaynakların ve yabanıl yaşamın yok olmasına izin verme­den insan yararına sunulmasını benimsemiş olan bütün ülkelerce uygulanmaktadır. Soyu azalan türlerin ticaretini denetleyen ve 90 ül­kenin işbirliğiyle çalışan başka bir kuruluş da soyu tükenmek üzere olan birçok hayvanın tutsak edilip doğadan uzaklaştırılmasını önle­miştir.
Türkiye'de doğayı koruma alanındaki çalış­maların öncüsü Doğal Hayatı Koruma Derneği'dir. Bu dernek çeşitli kuşların, özellikle kelaynakların resimlerini yaptığı için "kuş ressa­mı" olarak tanınan Salih Acar'ın girişimiyle 1975'te kuruldu. İlk iş olarak Birecik'teki kelaynakların korumaya alınıp üretilmesi konu­suna eğilen bu derneğin, Köyceğiz'in Dalyan kumsalında üreyen Caretta caretta türü deniz kaplumbağalarını ve Silifke Ovası'ndaki Gök­su Deltası'nda yaşayan sazhorozlarını koru­mak üzere kampanya açması halkın bu ender türlere ilgiyle yaklaşmasında önemli bir adım olmuştur.


Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Mart 2016       Mesaj #2
Safi - avatarı
SMD MiSiM
Çevre Sorunları Nelerdir?
Çevre sorunları, insanların yaşadıkları doğal ortamı bozmaları ile ortaya çıkar. İnsanlar kendilerine daha iyi yaşama koşulları sağlamak için çevreye zarar verirler.
Sponsorlu Bağlantılar
Ülkemizde özellikle büyük şehirlerde kalitesiz yakıt kullanımından dolayı hava kirliliği meydana gelmektedir. Fabrikalardan ve evlerden çevreye atılan bazı maddeler (poşet gibi) toprak kirliliğine neden olur.
Özellikle sanayi bölgelerinin yakınındaki kentlerin kanalizasyonları akarsular, deniz ve göllerin kirletilmesine neden olmaktadır. Ayrıca gemilerden boşaltılan bazı maddeler ve deniz kazaları bu kirlenmeyi artırmaktadır.
Su ve toprak kirliliğine neden olan maddelerin bir kısmıda katı atıklardır. Katı atıklar; plâstik maddeler, cam ürünleri, metalik maddeler (konserve ve meşrubat) ve ağaç ürünleri (kağıt, karton gibi).
Özellikle büyük kentlerde arabaların motor ve klakson gürültüleri ile bazı eğlence yerleri ve bazı iş yerleri de gürültü kirliliğine neden olmaktadır.

Çevre sorunlarının çözümünde bize ve devlete düşen görevler;

  • Ormanlarda izinsiz ağaç kesmeyip, ateş yakmamalıyız.
  • Fabrikaların zehirli atıkları ve kanalizasyon suları akarsulara, göllere ve denizlere akıtılmamalıdır.
  • Çöpleri rastgele çevreye, akarsulara, göllere ve denizlere atmamalıyız.
  • Kaliteli yakıtlar kullanmalıyız.
  • Çevre sorunlarının çözümü için sivil toplum kuruluşlarına yardımcı olmalıyız.
  • Çevre sorunlarının önlenmesi için devletin çeşitli zorunluluklar getirmesi gerekmektedir.
  • Çevre bakanlığı daha aktif bir şekilde çalışmalıdır.
  • Yerel yönetimler çevre sorunlarına daha fazla ilgi göstermelidir.

Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanan belgeye göre çevre için yapılabilecek 77 önerden bazıları:

  • Çevre Bakanlığı tarafından basın bildirileri sunulması
  • Konuyla ilgili önemli çalışmalar yapmış kişilerin ödüllendirilmesi
  • Duyarlılığı arttırıcı kampanyalar yapılması
  • Kamu çalışma alanlarında ilanlar, afişler asılması
  • Konferansların düzenlenmesi
  • Okullarda çevreyle ilgili eğitimlerin verilmesi
  • Küçük guruplar haninde tartışmaların düzenlenmesi
  • Çevre sorunlarıyla ilgili micadele yöntemlerinin geliştirileceği programların oluşturulması
  • Sergilerin açılması
  • Gençlere özel programların düzenlenmesi
  • Festivaller düzenlenmesi
  • Futfol başta olmak üzere spor müsabakaları yapılması
  • Toplumda yaşayan bireylerin çevreyi korumaya yönelik yapabilecekleri konusunda rehberler oluşturulması
  • Çevreyi koruma konusunda çalışan gönüllü bir kuruma üye olunmasının özendirilmesi
  • Yakın çevreyi temiz tutmak konusunda girişimde bulunulması
  • Çevreyi korumanın bir bireysel sorumluluk olduğu bilincini anımsatmak ve bu konuyu anımsatan çalışmalar yapılması
  • Yasal düzenlemelerin varlığı için talepte bulunmak, var olan düzenlemeleri anımsayıptoplumda bu bilincin artmasına katkıda bulunulması
  • Medyada yer alan etkinliklerin düzenlenmesine katkı sağlanması
  • Çevreyi koruma yollarının komuoyuyla paylaşılması ve bu konuda bilincin arttırılması
  • Doğa yürüyüşleri düzenlenmesi ve katılımın özendirilmesi
  • Çöplerin toplanmasına katkı sağlanması
  • Ağaç dikme çalışmalarına destek verilmesi
  • Kuraklık konusunda duyarlılığın arttırılması
  • Motorlu araçların çevreye verdiği zararın anımsatılması




Ad:  koruma4.jpg
Gösterim: 1372
Boyut:  192.4 KB



SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Mart 2016       Mesaj #3
Safi - avatarı
SMD MiSiM
Doğayı Koruma
Ad:  koruma2.jpg
Gösterim: 1482
Boyut:  135.1 KB
Yeryüzünde insanla birlikte yaşayan, en yabanıl ortamlardan bahçelerimize ve evlerimize kadar bütün gezegeni bizimle bölüşen milyonlarca bitki ve hayvan türünü koruma görevi insana düşer. Ama doğayı korumak yalnızca canlı varlıkları koruyup gözetmek demek değildir. Su, toprak ve mineraller gibi bütün doğal kaynakları sakınarak kullanmak da bu görevin ayrılmaz bir parçasıdır; çünkü doğal kaynakların tükenip yok olması ancak böyle önlenebilir. Bu nedenle, üzerinde yaşadığımız bu gezegenin olanaklarından bütün canlıların daha uzun süre yararlanabilmesi için insanda derin bir sorumluluk duygusunun gelişmiş olması çok önemlidir.

İnsanın Doğa Üzerindeki Etkileri
İnsanın doğal çevresini değiştirmeye başlaması, ateş yakmayı öğrendiği tarihöncesi çağlara kadar uzanır. Örneğin Afrika'nın savan denen geniş çayırlıkları bundan 50 bin yıl önce bu kıtadaki ormanların yanmasıyla oluşmuştu. Ama, insanoğlunun doğaya verdiği zararlar özellikle son yüzyılda olağanüstü boyutlara ulaştı. Bunun nedeni teknolojinin inanılmaz bir hızla ilerlemesidir. Tekerleğin bulunması ile otomobilin yapımı arasında 10 bin yıl gibi çok uzun bir süre geçmişti; oysa insanoğlunun hava ve uzay yolculuklarına başlaması, yerçekimsiz ortamda yaşamayı başarması ve Ay'da yürüyebilmesi için otomobilin yapımın*dan bu yana yalnızca 80 yıl geçmesi yeterli oldu. Teknoloji sayesinde insan yeryüzündeki en uzak mesafelere çok kısa zamanda ulaşma*yı, akarsuların yönünü değiştirmeyi, elektrik üretimi için su gücünden ve nükleer enerjiden yararlanmayı başardı.
Teknolojinin sağladığı olanaklar kuşkusuz birçok yönden insanın yaşam koşullarını çok olumlu etkiledi; ama bir yandan da olağanüstü boyutlarda bir nüfus patlamasına yol açtı. İlk insanın yeryüzünde belirmesinden yaklaşık yarım milyon yıl sonra, 1850'lerde dünya nüfusu ancak 1 milyara ulaşmıştı..
Bugün yeryüzünün bütün zenginliklerinden olabildiğince yararlanmayı isteyen milyarlarca insan geleceği düşünmeden doğal kaynakları zorlamaktadır..000 km) derinliğinde ve Avrupa kıtası büyüklüğünde bir göl oluşur. Nüfus ve tüketim aynı hızla artarsa yeryüzünün bütün kaynakları kısa sürede insanın gereksinimlerini karşılayamaz duruma gelebilir. İnsanlar binlerce yıldır uçsuz bucaksız denizlerdeki balıkların hiçbir zaman tükenmeyeceğine inanıyorlardı.. Bir yaşam ortamındaki herhangi bir canlı türünün azalması başka canlıların yaşamını da tehlikeye atar. Örneğin Atlas Okyanusu'ndaki ringaların sayısı azalınca bu balıklarla beslenen deniz kuşları da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Norveç'e bağlı Rost Adası'nda, 1970'ten 1980'lerin ortalarına kadar yaklaşık yarım milyon denizpapağanı açlıktan öldü.
Sanayi alanındaki hızlı gelişmenin en olumsuz yanlanndan biri, bugün bütün doğal kaynakları ve canlıları tehdit eden çevre kirliliğidir. Motorlu taşıtlarda, evlerde, fabrikalarda ve enerji santrallarında kullanılan petrol türevleri ile kömür gibi fosil yakıtlardan kaynaklanan hava kirliijğ: bazı kentlerde insan yaşamını tehlikeye atacak düzeydedir. Örneğin bir zamanlar Londra'da bu sorun öylesine ciddi boyutlara ulaşmıştı ki, 1952'de beş gün boyunca kentin üzerine çöken zehirli gaz bulutları yüzünden 4.000 kişi ölmüştü. Kullanılacak yakıt türlerinin yasalarla belirlenip sıkı denetim altına alınmasıyla Londra'nın havası büyük ölçüde temizlendi. Ama günümüzde Kalküta gibi kalabalık kentlerdeki hava kirliliği Londra'dakinden çok daha ciddi boyutlara varmış, Ankara, İstanbul, İzmir ve Bursa gibi büyük kentlerimizde tehlike sınırına dayanmıştır. 1986 sonlarında bu sorunun üstesinden gelmek için Ankara'da kalorifer ve fabrika bacalarına filtre takılması, bazı kalorifer yakıtlarının, özellikle linyit kömürünün yasaklanması gibi Çeşitli önlemler alınmıştı. Hava kirliliğinin en büyük sorumlusu sanayi dumanlarındaki kükürt dioksit ile azot oksitleridir. Bu gazlar atmosferdeki su buharıyla birleşince sülfürik ve nitrik asitlere dönüşür. Daha sonra bu asit buharları yoğunlaşır ve genellikle hava kirliliğinin merkezi olan sanayi bölgesinden yüzlerce kilometre ötede "asit yağmuru" halinde yeryüzüne iner. Örneğin Norveç ile İsveç'in güneyindeki akarsu ve göllerde yaşayan balıklar İngiltere' den kopup gelen asit yağmurlarından büyük zarar görmüştür. Bunun sonuçları balıklarla beslenen hayvanları da etkilemiş ve 1967'de Norveç'te 4.000 kadar susamuru yaşarken 1986'da bu hayvanlardan yalnızca 200 tane kalmıştı.

Tarım Etkinliklerinin Rolü
Hızla artan dünya nüfusunu besleyebilmek için doğal olarak tarıma ağırlık verilmiş, bu yüzden dünyanın birçok bölgesinde yüzey biçimleri tanınmayacak ölçüde değişmiştir. 19. yüzyılın ortalarında Avrupa'nın birçok yeri hâlâ bataklıklarla kaplıydı; avcılar İspanya'nın sulak arazilerinde çok kalabalık kuş sürüleri gördüklerini ve tek fişekle 80 ördek vurduklarını yazarlardı. Bugün artık Avrupa'nın hiçbir bölgesinde bu kadar çok su kuşunu bir arada görme olanağı yoktur. Çünkü bataklıkların hemen hepsi kurutularak tarıma açılmış ve bu hayvanların yaşam alanları insan eliyle yok edilmiştir.
Hayvanların doğal yurdundan sürülmesi ve giderek yok olması kuşkusuz tarımsal gelişmenin tek ve en ağır sonucu değildir. Başta keçiler olmak üzere hayvanların orman ve fundalıklarda otlatılması, ağaçların yakacak odun uğruna kesilmesi, tarla açmak için ormanlık alanların acımasızca ortadan kaldırılması çok daha büyük zararlara yol açar. Ağaç ve çalılar çoğu zaman teraslama ve akaçlama çalışmaları yapılmadan kesildiği için, çıplak kalan toprak rüzgâr ve yağmurla taşınır. Günümüzde dünya ülkelerinin üçte ikisini etkileyen toprak aşınması (erozyon) birçok bölgede öylesine hızlıdır ki, bir kuşak sonra gelen insanlar ormanlık alanların çöle dönüştüğünü görebilirler. Bu durumda, nüfusu çok fazla, ekonomisi de tarıma dayalı olan Afrika ve Asya ülkelerinde çöl alanlarının denetlenemeyecek biçimde yayılması şaşırtıcı değildir. Nitekim Afrika'daki Sahra bölgesinin çevresinde, saatte 170 hektar hızla genişleyen yeni bir çöl oluşmaktadır. Oysa o tarihten sonra inanılmaz bir hızla artan nüfus 1986'da 5 milyara yaklaşmış ve bu artışın 1 milyarı son 15 yıl içinde gerçekleşmiştir Örneğin insanların bir yıl içinde tükettiği bütün içme ve kullanım suları bir yere toplansa, Dünya'nın merkezine kadar olan uzaklığın yarısı (en az 3 Oysa 1970'lerden başlayarak Atlas Okyanusu'nun kuzeyinde morina ve ringa balıkları, 1960'lardan sonra Marmara Denizi'nde başta uskumru olmak üzere birçok balık türü azal*maya başladı; Peru açıklarındaki hamsi avcılığında da yüzde 75'lik bir düşüş görüldü



SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Mart 2016       Mesaj #4
Safi - avatarı
SMD MiSiM
Ad:  koruma1.jpg
Gösterim: 6269
Boyut:  328.3 KB
Çevre Koruma, doğal kaynakların ya da belli bir ekosistemdeki bütün çevrenin, yasal, kurumsal, bilimsel ve teknolojik düzenlemelerin de yardımıyla planlı biçimde korunması. 20. yüzyıl sonlarında, insanlığa, erişilebilen en yüksek yaşam düzeyini sağlama amacını içermeye başlamıştır.

Besin, su, hava, ısı gibi yaşamı sürdürmek için gerekli kaynaklar binlerce yıldır insanlar tarafından kullanılmaktadır. Ama günümüzde artan nüfus baskısı, gelişmiş teknoloji ve insanların artık yalnızca temel gereksiniırilerin karşılarırrıasıyla yetinmeyip dinlenme, eğlenme vb etkinlikler için de yeterli alan ve kaynaklar istemesi, doğal kaynaklar üzerindeki baskıyı artırmıştır. Belli bir yaşam düzeyi sağlamak için tarımda ve bilirnde gelişkin tekniklerin kullanılması gerekir. Doğal kaynakların gelecek için de korunması gerektiğinin bilincini taşıyan akılcı bir yaklaşımla bu kaynakların kullanımının denetlenmesi, doğadaki besin kaynaklarının tükenmemesini ve doğal çevrenin bozulup yok olmamasını sağlayacaktır.

İlk insanların çevreyi korumak için önlemler almasına gerek yoktu; zaten sayıları çok azdı ve teknolojileri de çevreye önemli bir zarar veremeyecek kadar kısıtlıydı. Çok sayıda insanı bir araya toplayan kentierin gelişmesiyle çevre kirlenmesi gibi sorunlar da ortaya çıkmaya başladı. Antik Çağdan kalma bulun tu larda çevre kirlenmesine ilişkin kanıtIara rastlanır. Atinalılar ve Romalılar her türlü atığı kent dışında açılan çukurlara boşaltırdı, Tarihçilere göre, Roma’da görülen pek çok salgın hastalığın başlıca nedeni bu çukurlara cesetIerin de atılmasıydı. Ortaçağda kentlerin daha da gelişip karmaşıklaşmasıyla çevre kirlenme si önemli boyutlara ulaşınaya başladı. Caddelere ve suyollarına çöp dökülmesini önlemek için çeşitli yasal önlemler alındı ve hava kirliliğine karşı ilk yasa 1273’te Ingiltere’de çıkartıldı. Yaklaşık 1306’da Londra’da bir adam kömür yaktığı için idam edildi ve 1388’de Parlamento, hendeklere ve akarsulara çöp dökülmesini yasakladı. Ama ne çöp dökmeye, ne de kömür yakmaya karşı getirilen yasal önlemler etkili olabildi. Çöpleri pencereden caddeye boşaltma alışkanlığı, ortaçağ ve Rönesans Dönemi boyunca sürdü.

Sanayi Devrimi’yle birlikte, çevre kirlenmesinin etkileri de ilk kez kendini göstermeye başladı. O dönemin teknolojisi, dar alanlarda yoğunlaşmış sanayi tesislerinin yol açtığı kirlenme ve gürültüyü önlemeye yeterli değildi. Klorür, amonyak, karbon monoksit ve metan gibi hava kirleticilerin etkisiyle bronşit ve zatürree olayları artmaya başladı. Sanayi atıkları su kaynaklarında da kirlenmeye yol açtı. Sanayileşmenin ilk geliştiği ülkelerden İngiltere’de, 19. yüzyıl ortalarında, yoğun nüfuslu bölgelerdeki su kirlenmesi ciddi bir sorun durumuna gelmişti. Bu dönemde Thames ırmağından yükselen kötü kokular Londralıların yaşamını oldukça güçleştiriyordu. Bu arada, su kaynaklarına boşaltılan sanayi atıkları pek çok kolera ve tifo salgınına neden oldu. 19. yüzyılda Avrupa’da, havayı kirleten, insan sağlığı için tehlike yaratan, gürültü yapan işletmelere karşı çeşitli cezalar da içeren önlemler uygulamaya kondu. Bunun ilk örneği, 15 Ekim 1-10’da Fransa’da çıkartılan bir yasadır. İngiltere’de de, 1821’de buhar makinelerinin sağlığa zararlı etkilerini, 1857’de de hava kirlenmesini önlemek amacıyla birer yasa çıkartıldı. 1881’de de ABD’de, Chicago kentindeki yoğun hava kirliliğine karşı benzer bir yasa çıkartıldı.

20. yüzyılda sanayinin hızla gelişip yaygınlık kazanması, kentlerin büyümesi, yaygın motorlu taşıt kullanımı, nükleer enerji üretimi ve yeni kimyasal maddelerin, zararlı ilaçlarının ve plastiğin geliştirilmesiyle çevre kirlenmesi çok ciddi boyutlara ulaştı. Ozellikle motorlu taşıtlar yüzünden, pek çok büyük kentte hastalık ve ölümlere yol açan aşırı hava kirliliği dönemleri yaşandı. Aralık 1930’da, Belçika’nın sanayi bölgelerinden Meuse ırmağı vadisinde 4 gün süren sis, 60 kişinin ölümüne ve yüzlerce insanın hastalanmasına yol açtı. 1950’ler ve 60’larda da çeşitli yerlerde benzer olaylar görüldü. 1980’lerin başında, Ankara’da, birkaç gün boyunca aşırı yoğunlaşan sis yüzünden okullar ve işyerleri tatil edildi.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra sanayideki gelişmenin büyük bir ivme kazanması çevre kirlenmesini artırırken, çevre sorunlarına karşı duyarlığın ve ilginin de gelişmesine neden oldu. Batı Avrupa’da, çevrecilerin ve başka baskı gruplarının verdiği mücadeleler sonucunda pek çok siyasal parti çevre sorunlarını da programına almak zorunda kaldı, bu konuda yasalar çıkartıldı ve kamuoyunda çevre kirlenmesine karşı duyarlık gelişmeye başladı. 1970’lere değin çeşitli ülkelerde, hava kirlenmesini önlemeye yönelik pek çok yasa çıkartıldı. 1972’de Stockholm’de toplanan Dünya Çevre Sorunları Konferansı’nda sulardaki kirlenmeye ağırlık verildi; Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 19 Mayıs 1972’de kabul ettiği Avrupa Toprak Antiaşması da su ve toprak kirlenmesinin önlenmesine yönelik hükümler içeriyordu. İtalya’da 21 Kasım 1984’te çıkartılan ve 1 Ocak 1991’de yürürlüğe girecek olan yasa ile doğanın yok edemeyeceği malzemelerle üretilmiş olan ambalaj ve paketlerne yasaklandı. Böylece, uzun vadede çevre kirlenmesinin başlıca öğelerinden biri olan plastik ürünlerine karşı önlem alındı. Çevre koruma çalışmalarının bakanlıklar düzeyinde örgütIü biçimde yürütülmesi, Hollanda, Belçika, Avusturya ve AFC’de Sağlık Bakanlığı içinde; Kanada, Isveç ve Japonya’da Tarım Bakanlığı, Orman Bakanlığı ve benzeri bakanlıklarda; Fransa ve Ingiltere’de ise yalnızca çevre sorunlarına ayrılmış bakanlıklarda gerçekleştirilir.

Osmanlı Döneminde, 19. yüzyılda tarihsel ve kültürel varlıkların korunmasına ilişkin çeşitli yasal düzenlemeler yapıldı ve gerek Osmanlı, gerek Cumhuriyet dönemlerinde çevre sorunlan benzer yasalar içinde ele alındı. Doğrudan doğal çevrenin korunmasına yönelik ilk düzenleme 9 Ağustos 1983 tarihli Çevre Kanunu’dur. Daha önceki Belediye Kanunu ve Hıfzıssıhha Kanunu’nda da çevre korumasına İlişkin hükümler yer almakla birlikte, bunlar dağınık ve yetersizdi. Çevre Kanunu, çevre koruma alanında ilke ve hedefleri belirleyecek, bu konudaki plan ve programlan inceleyip onaylayacak ve eşgüdüm sağlayacak bir Yüksek Çevre Kurulu ile doğrudan başbakanlığa bağlı Çevre Müsteşarlığı ve iller düzeyindeki Mahalli Çevre kurullan öngörüyordu. Çevre Müsteşarlığı, 8 Haziran 1984 tarihli kanun hükmünde kararnameyle Çevre Genel Müdürlüğü adını aldı. 903 sayılı kanun hükümlerine göre 1 Şubat 1978’de Ankara’da kurulan Türkiye Çevre Sorunlan Vakfı, ülkede çevre sorunlanyla ilgili araştırma, yayın, kamuoyu eğitimi gibi çalışmalan yürüten en etkili gönüllü kuruluştur. Türkiye’nin çevre sorunlanıun dökümünü yapan, Çevre Kanunu’nu hazırlayan, nüfus-çevre-ekonomi-ekoloji ilişkileri üzerine konferanslar ve yanşmalar düzenleyen vakıf, kuruluşundan bu yana geçen sürede elli kitap çıkartarak Türkiye’de çevre konusundaki yasa eksikliğini de gidermeye çalışmıştır.

Çevre Kanunu’nun içerdiği en önemli ilkeler şunlardır:
1) Çevrenin korunması hedefine ulaşmak için alınacak önlemler kalkınma çabalarını olumsuz yönde etkilememelidir.
2) Çevre kirlenmesinin önlenmesi, sınırlandırılması ve kirlenmeyle mücadele için yapılacak harcamalar kirleten tarafından karşılanır (kirleten öder ilkesi).
3) Çevreyi kirletenler ve çevreye zarar verenlerin neden olduklan zararlardan dolayı sorumlu tutulabilmeleri için kusurlu olmalan koşulu aranmaz. Kirletme yasağını (madde 8 ) çiğneyenler için o yerin en büyük mülki amiri tarafından verilecek ağır para cezalan öngörülmüştür (m. 20-23).

Türkiye’de, sanayi ve kentleşmede hatalı yer seçimi, çevre sorunlan konusunda bilgi eksikliği ve birçok somut örneğe karşın konunun yeterince önemsenmeyişi çevre sorunlanıu artırmaktadır. Bununla birlikte 1980’lerin ikinci yansından başlayarak çevre koruma sorunu sıkça gündeme gelmiş ve komuoyunda konuya karşı belli bir ilgi oluşmuştur. Güneybatı kıyılannda kurulması planlanan ve çevreyi kirleteceği kaygısıyla büyük yankı uyandıran Gökova Termik Santralı, kamuoyunun ilgisi açısından bir dönüm noktası olmuştur.

1980’lerde gerçekleşen ve uzun vadeli etkileri olan bazı önemli olaylar da, çevre korumanın ne kadar ciddi ve acil biçimde ele alınması gerektiğini bir kez daha gösterdi. Bd olaylar, 1984’te Hindistan’ daki Bhopal’ da ABD şirketi Union Carbide Corporation’a bağlı bir böcek ilacı fabrikasından yaklaşık 45 ton meti! izosiyanat gazııun çevreye yayılması, 1986’da SSCB’deki Çernobil Nükleer Santralı’nda gerçekleşen ve 30’u aşkın ölümün yanı sıra zaman içinde pek çok kanser olayına yol açacağı sanılan kaza, 1987’de Sandoz ilaç fabrikasından sızan kimyasal maddelerin Ren ırmağındaki canlıların yok olmasına ve ırmağın yıllarca temizlenemeyecek biçimde kirlenmesine neden olması ve gene aynı yıl bilim adamlannın atmosferdeki ozon katmaıunın delindiğini açıklamasıydı.


SİLENTİUM EST AURUM

Benzer Konular

14 Mart 2015 / Ziyaretçi Soru-Cevap
13 Aralık 2011 / Misafir Cevaplanmış
12 Mart 2016 / eXcaLLaNT Sosyoloji
14 Ekim 2013 / Misafir Soru-Cevap