Arama

Ortadoğu Dinleri - Musevilik - Sayfa 3

Güncelleme: 12 Ekim 2014 Gösterim: 45.537 Cevap: 62
kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
28 Eylül 2007       Mesaj #21
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ
İLK SÜRGÜNDEN DÖNÜŞ
Sponsorlu Bağlantılar
40 YIL


BÜYÜK MECLİS

Büyük Meclis ,-İbranice’de Knesset Agedola -MÖ 410 ve MÖ 310 yılları arasında Yahudi liderliğini üstlenmiş, cemaatin önde gelen insanlarının oluşturduğu, alışılmışın dışında bir kurumdu . Bu zaman dilimi , 1. Bet-Amikdaş’ın yıkılışından sonra , 2. Bet-Amikdaş’ın yapıldığı dönem, ve, Büyük İskender tarafından yönetilen Helenliler’in istilasına kadar geçen süreyi kapsamaktadır. Yahudilerin manevi olarak zayıf düştüklerini fark edince, bir grup bilge lider bir araya gelirler ‘Büyük Yahudi Mahkemesi’ olan Sanhedrin’deki kişi sayısını , Yahudiliği güçlendirmek için 70 kişiden 120 kişiye yükseltirler. İlk olarak Ezra ( Ezra’nın Yahudiliğin manevi gücünü yeniden ortaya çıkarmak için yaptığı çalışmalar 25. Bölümde anlatılmıştı ) önderliğinde toplanarak, Yahudi insanların inançlarının zayıfladığı böyle bir karışıklık döneminde Yahudiliği savunmuşlar ve düzenlemişlerdir. . ( Günümüzde ‘ Knesset’ diye adlandırılmış İsrael Parlamentosunda da, Büyük Meclis’teki gibi 120 sandalye bulunmaktadır. Bu meclis üyeleri arasında, son peygamberlerden Haggai, Zeharia ve Malahi’nin yanında Mordehay’a ( Purim hikayesindeki ) , Yeoşua’ya ( Büyük haham) , Nehamya’ya (Yeruşalayim’i yeniden inşa eden baş mimar ) , ve Şimon Atsadik ‘e ( Başka bir büyük haham ) de rastlıyoruz. Bu dönemde Talmud ‘un hala yazıya geçirilmediğini aklımızda bulundurmamız gerekir. İnsanlar ,nasıl bir Yahudi yaşamına sahip olacaklarını , Tora’daki emirleri bilerek ve bu emirlerin sözlü olarak nesilden nesile aktarılmış yorumlarını öğrenerek bilebiliyorlardı. Kısacası, Moşe’nin Sina ‘da halka öğrettiği Sözlü ve Yazılı Tora’yı bilmeleri gerekliydi. Sözlü Tora’yı bilmeden Yazılı Tora’yı anlamak, imkansızdır. Örneğin, Yazılı Tora, “Sana emrettiğim bu sözler her zaman kalbinin üstünde olacak,…ve sen bunları evinin kapısına ve girişlerine yazacaksın” dediğinde, Yazılı Tora’nın belirttiği ‘ sözleri’, ve bu sözlerin nasıl küçük bir rulo halinde kapı eşiklerine asılması gerektiğini açıklayan kaynak, Sözlü Tora’dır. Sözlü Tora olmadan mezuzanın ne olduğunu ve Yahudilik’te günlük yaşamla ilgili sayısız ayrıntının ne olduğunu bilemezdik. TUTARLI AKTARIM Yahudiler, sürgünün getirdiği sıkıntılarla mücadele ederken, bu sözlü geleneklerin tutarlı ve değişmez bir şekilde nesilden nesile aktarımı çok önemli bir konu haline gelmiştir. Ve Büyük Meclisteki liderlerin Yahudiliğe yaptıkları en büyük katkılar, işte bu noktada görülür. Tarihte gördüğümüz gibi, Yahudiler ne kadar ( kendilerini Yahudi yapan ) gelenek ve göreneklerinden uzaklaştılarsa, o kadar asimilasyona uğrayıp yok olma tehlikesiyle karşılaşmışlardır. Yani, bu bilge kişilerin katkıları , Yahudiliğin yaşaması ve devam etmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Talmud, onların saygınlığını şöyle belirtir: Moşe, Tora’yı Sina’da almış ve onu Yeoşua’ya, Yeoşua yaşlılara, yaşlılar peygamberlere, peygamberler de Büyük Meclisteki kişilere aktarmışlardır. …Şimon Atsadik, Büyük Meclisteki en yaşlı kişilerden biriydi. Her zaman “ Dünya 3 şeyin üstüne kuruludur: Tora, Allah’a karşı sorumluluklarımız ve sevgi – şefkatimizi gösteren davranışlarımız …” derdi. ( Pirke Avot 1:1 ) TORA’NIN İÇERİĞİ Sözlü Tora’nın tutarlı ve değişmeden aktarımının sağlanması dışında, Büyük Meclis’teki kişiler, Tanah’da Yahudiliğin kutsal yazılarından hangilerinin bulunması gerektiğine de karar vermişlerdir. Yahudi insanlardan , hem kadın hem erkek olmak üzere yüz binlerce bilge kişi ve peygamber yetişmiştir. Acaba bu kişilerin hangi ürünleri gelecek nesiller için korunmalıydı ve hangilerinin uygulanma olanakları sınırlıydı ? Büyük Meclis üyeleri, bu kararları veririler ve bizim Tanah olarak bildiğimiz kitabı oluştururlar. ( Tanah, İbranice’de, Tora, Peygamberler ve Yazılar kelimelerinin kısaltmalarından oluşmuş bir kelimedir. ) Bu Hıristiyanların ‘Eski Ahit ‘ diye isimlendirdikleri kitaptır .Fakat eğitimli Yahudiler , asla bu ismi kullanmazlar. ‘Ahit’, ‘ anlaşma ‘ anlamına gelen Yunanca bir sözcükten gelmektedir ve İbranice Tanah’ın Hıristiyanlarca böyle adlandırılmasının nedeni, Hıristiyanların; Allah’ın Yahudiler’le yaptığı anlaşmayı iptal edip , İsa’yı takip eden kendileriyle yeni bir anlaşma yaptığına ( Yeni ahit ) inanmalarıdır. Yahudiler , Allah’ın, kendilerini , sonsuz ulusu kabul ettiğini bilirler ve bunun sonsuza kadar da değişmeyeceğine inanırlar. Bu nedenle Hıristiyanların ‘eski ahit’ adlandırmasını bir hakaret olarak kabul ederler. Tanah, Tora’nın beş kitabını , Peygamberlerin 8 kitabını ( en sonuncusu 12 küçük kitabı içerir ) ve çoğu Kral David tarafından yazılan pasukları ,Kral Şlomo tarafından yazılan (Şarkıların Şarkısı , Atasözleri , Ecclesiastes ), ve Job, Rut , Ester, Daniel ‘in kitaplarını da içeren çeşitli yazılardan oluşmuş 11 kitabı içerir. DUA Büyük Meclisin yaptığı en son iş de duaları düzenlemek olmuştur. Aslında, MS 2 . yüzyıla, yani 2. Bet-Amikdaş’ın yıkılışına kadar sürecek bir işlemin başlangıcını yapmışlar ve esas kuralları ortaya koymuşlardır. 1.Bet-Amikdaş Dönemi’nde ,Yahudiler’in hep birlikte söyledikleri düzenli duaları yoktu çünkü insanların bireysel olarak Allah’la çok yakın, yoğun bir ilişkileri söz konusuydu. Ayrıca, zamanımızda dualarla ulaşmaya çalıştığımız amaçlara, o zamanlar kurban keserek ulaşılabiliyordu. Tabii ki, 2. Bet-Amikdaş inşa edildiğinde, kurban geleneği devam etti, fakat Yahudiler’in birçoğu İsrael topraklarına geri dönmediğinden ,Allah’a ulaşmak için böyle bir ortama sahip olmamışlardı. Bu nedenle, düzenli dualar , Bet-Amikdaş zamanında yapılanların yerine ortaya çıkmıştır: Örneğin sabah duası, Bet-Amikdaş’taki Şahrit duası yerine, öğlen duası Minha duası , akşam duası Ma’ariv ise akşam yapılan işlemlerin yerine ( Bet-Amikdaş’ta akşam kurban kesilemezdi ) düzenlenmişlerdir. Duaların her birindeki ortak bölüm, günde 3 kez tekrarlanan ‘Şmonaesre- 18’ kutsamadır. Her kutsama, Yahudiler’in birbirlerine bağlılığını yansıtmak için çoğul olarak ifade edilmiş ve her biri, kaynağını Tora’dan veya Kabala’dan almıştır. Bu duanın mistik derinliği - Büyük Meclisin yazdığı en önemli parçalardan biri – hayret vericidir. Örneğin, iyileşme duasında 27 kelime bulunmaktadır. Bunun da nedeni ,Tora’da Allah’ın Yahudi insanların iyileştiricisi olacağına dair söz verdiği pasuğun ( Çıkış 15:26 ) 27 kelimeden oluşmasıdır. Şmonaesre bölümünün manevi olarak o kadar güçlü olduğu söylenir ki (Nefeş Ahayim 2:13 ) hissedilemden veya anlaşılmadan söylense bile dünya üstünde büyük etkileri olur. İlahi ilham ve Büyük Meclisin saf zekası sayesinde, fiziksel olarak parçalanmış bir milletin külleri arasından, manevi olarak gelişen bir millet yaratılmıştır. Onların yaptıkları bu çalışmalar, Yahudiler, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar ,Yahudi dini ve ulusal kimliğini ifade edip pekiştirmiş , Yahudi insanlar için bir odak noktası, ve bütünlük yaratmıştır Büyük Meclisin son üyesi Shimon Atsadik olmuştur. Eski Tarihçi Josephus’a göre, (Contra Apion 1: 197 ) Shimon Atsadik’in yönetiminde, İsrael’deki Yahudiler, refaha kavuşmuşlardır ve nüfusları 350,000 e ulaşmıştır. Persler’in bu kadar hayırsever oluşları, manevi anlamda olmasa da, maddi olarak Yahudiler’e çok yardımcı olmuştur. Fakat bu durum ufukta parlamaya başlayan Helenliler’in gelişen gücüyle değişecektir.



Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Eylül 2007       Mesaj #22
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YAHUDiLiK (MÜSEViLiK)
Yaşayan ilâhî kaynaklı dinlerden, mensûbu en az olan bir din. Günümüzde yeryüzünde yaklaşık 15-24 milyon dolayında Yahûdî vardır. Yahûdili'ğin, dinler tarihinde özel bir yeri bulunmakta ve bu din, en eski ilâhi kaynaklı din olarak nitelendirilmektedir. Mâzisi birkaç bin yıl geriye giden bu dinin başta gelen özelliklerinden biri İsrail oğulları ile Tanrı arasındaki "ahd'e kutsal kitaplarında geniş yer ayrılmasıdır. Bu nedenle bu din, bir "ahid dini" olarak da bilinmektedir. İsrail oğullarının başına gelen bütün sıkıntıların, onların bu ahde uymamaları, verdikleri sözü tutmamalarından ileri geldiği, hem kendi mukaddes kitaplarında, hem de Kur'an-ı Kerîm'de belirtilmektedir.
Sponsorlu Bağlantılar
Bu din, Bâbil Sürgünü'nden sonra millî bir din haline getirilmiştir. Ancak bu din, tek Tanrı'ya, vahye dayanan mukaddes kitâba ve peygamberlere yer vermesiyle millî dinlerden; millileştirilip bir ırka tahsis edilmesiyle de, ilâhî dinlerden farklı bir durum arz etmektedir. Aslında bugünkü Yahudiliğin bir din mi, ırk mı, yoksa millet mi olduğu, pek net değildir. Tartışmaya girmeden onun kendine has özellikleri ve nitelikleri bulunan bir din olduğu, benzerinin bulunmadığı ve bu yüzden de tanımının zor olduğu söylenebilir. Çünkü Yahûdilikte din ve ırk içiçe girmiş olduğundan birini dinlerinden ayırmak güçtür. Onun en güzel tanımını, mukaddes kitaplarında yer alan "Balam" hikâyesindeki şu cümle yapmaktadır: "İşte ayrıca oturan bir kavimdir ve milletler arasında sayılmayacaktır"(Sayılar, 23/9).
Yahudiler, mukaddes kitaplarında yer alan ifadelere dayanarak kendilerini, dünya milletleri arasından seçilmiş kavim olarak görürler. Tanrı, bu kavmi Sina'da kendine muhatâp kılmış, onlarla ahidleşmiş, onlardan buyruklarına uyacakları konusunda söz almış ve Hz. Mûsa'nın şahsında onlara Tevrât'ı göndermiştir. Bu dinin odak noktası, Kudüs'deki "Mâbed"dir. Tahribinden önce bu Mâbed'in bir odasında "Ahid Sandığı" bulunmaktaydı. Yahûdiliğin sembolü, "Yedi kollu şamdan" ve "altı köşeli yıldız" (Hz. Dâvûd'un yıldızı)dır.
Yahudiliğin Tarihi Seyri
M. Ö. İkinci bin yılın başlarında Yahudilik Hz. İbrahim'in oğlu İshak'la sahneye çıkmıştır. İshak'tan sonra Yakub (a.s) yerine geçti (İbn Haldun, Tarih,2/40). Yakub'un diğer adı "İsrail" idi. Dolayısıyla Yakub'un oğullarının adıyla anılan on iki kabile de İsrail oğullarını oluşturdu. Bundan sonra Yusuf (a.s)'un daveti (Taberî, Tarih,1/185) üzerine Yakub ve oğulları Mısır'a göç ettiler (İbn Esir, Kâmil, 1/155).
Yahudilik, sözün tam manasıyla İsrail oğullarının Babil'de geçirdikleri sürgünden sonra inkişaf etmiştir. Oradan Filistin'e döndükten sonra (M.d. 538) İlahi şeriatı bildiren Tevrat, daha fazla bütün hayatın merkezi sanılmıştır. Yahudilere mahsus hükümleri havi Tevrat'a göre, Yahudiler yabancılarla evlenemezler. Bu durumda kendilerini ileride üstün ırk saymalarına kadar vahim sonuçlara ulaşmıştır (A. Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, 110).
M. Ö. İki binlere değin İsrail oğulları Mısır'da üçüncü sınıf insan muamelesi gördüler, orada tutsak kaldılar. Ta ki kavmin içinden (İsrailoğullarından) Musa'nın, onları Firavun'un zulmüne karşı Hak'la gelip kurtulmalarına kadar. İsrailoğulları Ken'an iline ulaşarak kurtuldular. Musa, Şeriatıyla İsrailoğullarına iki özellik kazandırdı. Biri, Allah'ın kanunlarına itaat etmek, diğeri ise isyana, başkaldırmaya yönelten bir tabiat hali.
Ken'an ülkesinde başta Filistinliler olmak üzere çeşitli topluluklarla savaşmak zorunda kalan Yahudiler, İ.Ö 990 dolayında Hz. Davud'un peygamberlik ve liderliğiyle bileşik bir devlet (krallık) şeklinde örgütlenerek Kudüs'ü ele geçirdiler.
Hz. Davut'a (a.s) gönderilen Zebur adlı semavi kitap, Tevrat'ın hükümlerini tasdikleyici olarak geldi. Bu yüzden Yahudilik İsa'ya kadar sürecektir.
İ. Ö. Dokuzuncu yüzyıldan beşinci yüzyıla kadar Aramiler, Asurlular ve Babillilerle çeşitli savaşlar sürmüştür. Babilin Yahuda Krallığını ele geçirmesi ile İsrail oğulları yeni bir sürgün dönemine giriyordu.
Yahudilik kendi tarihinde Büyük İskender'in İ.Ö. 322'de Filistin'i ele geçirmesi ile İ.Ö. 4-2 y.y'lar Helenistik bir dönemin başlangıcı olmuştur. Helenistik dönemde Suriye, Anadolu, Babil ve İskenderiye'de Yahudilik önemli merkezler elde etmişti. Bu dönemde Yahudiliğin kutsal metinleri Yunanca'ya tercüme edildi. Mısır'da zengin tarih, şiir, felsefe birikimi Yunan bilgisiyle oluştu.
Bu dönem için biraz farklı bilgi şöyledir: Aşağı yukarı M.Ö. Üç yüz senesinden M.Ö. yüz beş senesine kadar Yâhudi dini büyük bir devir yaşamıştı. Selevkyalı hükümdarların, Yahudileri Helenistik fikir ve siyaset sistemlerine mecbur bırakmalarına karşı 175-143 seneleri arasında Makkabe'lerin isyanları sayesinde Yahudiler evvela dinî, sonra da siyasî hürriyet elde etmişlerdir. Selevkyalıların devrini müteakip Romalı hakimiyet devrinde tekrar Filistinli vatanperestlerin birçok isyan hareketleri meydana gelmiştir.
O zaman da, Eski Ahid çeşitli kaynaklardan gelen, çeşitli yazar tertip edicilerin izlerini gösteren rivâyet, hikayet, tarihi ve şairane kısımlarının bir kül haline getirilmesinden sonra şimdiki şeklini almağa başlamıştır (A. Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, III).
"Yahudiliğin Helenistik dönem"i İ.Ö. 63-İ.S.135 arasında süren Roma egemenliğine kadar devam etti.
Roma egemenliği sırasında bağımsız devlet fikri yoğunlaştı. Hristiyanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte o yıllar Yahudilik en önemli mezhep çatışmaları yaşadı.
Birbirini takip eden başarısız ayaklanmalar Yahudilikte büyük yıkıma yol açtı. Bunun ardından (doğal olarak) Yahudilik kendi içine dönmeye başladı. Bu dönem, "Talmud'un geliştirilmesi" adıyla II. yüzyıldan XVIII. yüzyıla değin sürdü. Filistin ve Babil'deki amoralar Filistin ve Babil talmudlarını vücuda getirdiler. Bunlardan Babil Talmudu Yahudi yaşamının o zamanlardaki temelini oluşturdu. Akdenizdeki Yahudi topluluğu V. yüzyılda parçalandıysa da Yahudi takviminin korunması ve hahamların çabalarıyla Avrupa'da Yahudi topluluğu tutunabildi. Diğer yandan Filistin'den Babil'e geçen hahamlık kurumu Yahudiliğin Şeriat sistemini bu yeni ülkenin şartlarına başarıyla uyguladı. VII. ve VIII. yüzyılda İslâm'ın genişlemesiyle birlikte "goon" adıyla anılan Babilli Yahudi önderler kendi geleneklerini bütün yahudi toplumlarına ulaştırdılar.
Ortaçağda Yahudilik, kültürel köklerini Babil'e dayandıran Sefardi Yahudileri (ki bunlar Endülüs-İspanya'da idiler. Bunlar Müslüman-Arap kültüründen etkilenmişlerdir) ve Aşkenazi yahudileri (ki bunlar da Avrupa'nın latin-hristiyan kültüründen etkilenmiş Fransız-Alman Yahudileridir) türünde biçimlenmişlerdir. Yine XII. yüzyılda Alman Aşkenazileri arasında Hasidilik, XIII. yüzyılda Provence ve Kuzey İspanya'daki Talmud akademilerinde ortaya tefekküre dayalı olarak çıkan bir Kabala türü de Yahudi mistisizminin en tipik örneklerini oluştururlar. Bütün bu sayılan kültürlerin arasında çeşitli çatışmalar ortaya çıktı. Gerek bu çatışmalar, gerek hristiyan yöneticilerin baskıları ve gerekse 1306 yılında Fransa'dan Yahudilerin sürülmesi Yahudi kültürünü çözümsüz ve bağlılarının açıktan dinî bağlılığı söyleyememesi dolayısıyla dinin bağlılar açısından kendi içinde kalmasına sebep olmuş, bu durum XVIII. yüzyıla kadar sürmüştür.
XVIII. yüzyıldan sonraki en önemli hareket Haskala adıyla bilinen Yahudi aydınlanması olarak gerçekleşti. Bu dönemde Haskala özellikle Rusya'da ruhbanlık karşıtı bir harekete dönüştü, toplumsal ve ekonomik reform talepleriyle birlikte gelişerek yayılma ortamı buldu. Batı Avrupa'da 1800-1815'te Napolyon döneminde başlayan "Yahudi Reformu Hareketi" de Haskala'ın ürünü sayılır. Reformcu yahudilik Almanya'da 1840'larda kurumlaşırken Avrupa'nın büyük bölümünde başarısız kaldı. Ancak ABD'de yaygınlaştı.
Yine bu yıllarda "fanatik yahudilik" (1845) Almanya'sında görüldü. Fanatik Yahudilikte de günümüze değin sürecek gelenekçilik hakimdi.
XIX.y.y'larda dindışı özellikleriyle "siyonizm hareketi" reform hareketlerinin sonuçlarından birisi olması açısından önemlidir. Siyonist hareket ulusal canlanma ve ana yurda dönme yönünde geliştirdiği plan ve programla 1948'de İsrail Devleti'nin kurulmasını sağlayacak kadar Yahudilik açısından başanlıydı.
II. Dünya savaşı sıralarında Nazi Almanya'sının giriştiği Yahudi soykırımından bu yana Yahudilerin yerleşim açısından temel olarak Avrupa'nın dışında İsrail, SSCB ve ABD'de toplandıkları dikkat çeker.
Günümüzdeki Yahudi İsrail Devleti resmen "gelenekçi yahudiliği" benimsemiştir.
Bu genel bilgiden sonra, bu kavmin dünya literatüründe "Yahûdî, İbrânî, İsrail oğulları" gibi terimlerle adlandırılmasının kısaca açıklanması yapılacaktır. Çünkü konunun iyi anlaşılabilmesi bu terimlerin bilinmesine bağlıdır:
Yahudî: Hz. İshâk'ın oğlu Hz. Yâkûb'un on iki oğlu vardı; dördüncü oğlunun adı "Yuda" veya "Yahuda" idi. Bu nedenle onun adına dayanarak İsrailoğullarına, "Yahudî" denmiştir. Filistin'in göneyinde kurulan Yuda veya Yahuda Krallığı da, ayrıca bu adın kaynağı olarak ileri sürülmektedir. Çünkü (Ürdün'ün batısı, Samiriye'nin güneyindeki bölge, yuda veya Yahuda adına nisbet ediliyordu. Esaretten sonra genel olarak halk "İsrailliler" diye adlandırılırken, şahıslar birbirine "Yahudi" diyorlardı.
Böylece onların torunları da günümüze kadar bu adla anıldılar.
İbrânî: Bu kelime, "İbrî" veya "Hibrî" kelimelerinden gelmektedir. Bu kelimeler, M.Ö. XV-XIV. yüzyıllarda Filistin'de görülen göçebe bir kabîlenin adıdır; "öte tarafın insanları" anlamında, Fırat ve Ürdün nehirlerinin öbür kıyısından gelmiş olan göçmenleri ifade eder. Yahûdîlere bu ad, Ken'an ülkesinin yerlileri tarafından verilmiştir. Bu konuda Yahûdî mukaddes kitabında bilgi verilmektedir (Tekvîn, XI/27-28; Tesniye, XXVI/5-6).
İsrâîl: Bu kelime, Tanrı ve insanlarla güreşip yenen anlamında Hz. Yâkûb'a, Tanrı tarafından verilmiş bir lâkabdır. Bu husus, Tevrât'ta yer almaktadır (Tekvîn, XXXII/28; XXXV/9-15; Hoşea, XII/4-5). Yahûdi Ansiklopedisinde kelimenin asıl anlamının belirsiz olduğu, Tevrat'ta "Tanrı ile güreşen" şeklinde yer almasına rağmen, "Tanrı ile mücâdele eden" anlamına gelebileceği belirtilmektedir. (The Universal Jevish Encyc, V/613). Taberî ise, Hz. Yâkub'a gece içinde Allah'a giden anlamında "İsrâil" dendiğini yazmaktadır (Taberî, Thiru't-Taberî, I/320). Ayrıca on iki Yahudî kabîlesi de "İsrail” adıyla anılmaktadır (Çıkış Hurûc, III/16). Ancak, bu adın, Hz. Süleymân'dan sonra ikiye ayrılan ülkenin kuzeyinde kalan bölümünü teşkil eden kabîlelerin krallığını nitelendirmek üzere kullanıldığını belirtmek gerekir. Bununla birlikte Bâbil Sürgününden sonra Yahûda (Yuda)'ya geri dönen İbrânîler, Yahûda kabilesine mensup olmalarına rağmen, genel olarak "İsrailliler" adını aldılar.
Yahûdî inancına göre bu ad Yâkûb'a, Tanrı tarafından verilmiştir. Bu nedenle Yahûdîlik milli bir din, Yahova da millî bir tanrı olarak kabul edilmiştir. Onlara göre İsrail oğulları seçkin bir kavimdir. Sonraları bu ad genelde, bütün Yahudileri kapsayacak bir biçimde kullanılmıştır. Bugünkü Yahudi Cumhuriyeti de bu adı kullanmaktadır.
Bu kavim, Ken'an diyarına (Filistin) yerleşmeden önce "İbrânî", orada "İsrailliler", Sürgün'den sonra da genelde "İsrailoğulları", ferden "Yahudi" şeklinde adlandırmıştır. Ancak bu üç terim, birbirinin yerine kullanılmış ve halen kullanılmaktadır; yani, üçüyle de aynı din mensuptan ve aynı topluluk ifade edilmektedir (G. Tûmer-A.Küçük, Dinler Tarihi, 110-111; Dinler Tarihi Ansiklopedisi, II 361 vd).
Tevrât'a Göre Yahûdîliğin Tarihçesi
Yahûdîliğin tarihçesi, onların kutsal tarihini oluşturan mukaddes kitaplarına dayanır. Mukaddes kitap, âlem'in ve ilk insanın yaratılışından, peygamber Malaki'ye kadar geçen olayları içinde bulundurur.
Samî ırkından sayılan İbrânîler, kildânilerin Ur şehrinden çıkıp Harran'a gelirler (Tekvîn, XI/27-30). Yahve (Tanrı), Abram'a (Hz. İbrahîm) Harran bölgesinden, Ken'an diyarına göçmesini buyurur. O da karısı Saray'ı, kardeşinin oğlu Lut'u (Hz. Lût) ve Harran'da kazandıklarını da yanına alarak Ken'an diyarına varırlar. O zamanlar orada Ken'ânîler bulunmaktaydı. Tanrı, Abram'a görünüp o ülkeyi, onun nesline vereceğini bildirir. Abram da, kendine görünen Rab için bir mezbah (kurban kesme yeri) yapar. Memlekette kıtlık çıkınca Abram, Mısır'a gider. Mısır'a yaklaştıklarında Abram, karısı Saray şöyle der: "İşte biliyorum ki, sen görünüşü güzel bir kadınsın; ve olur ki Mısırlılar seni görünce: Bu, onun karısıdır derler ve beni öldürürler, fakat seni sağ bırakırlar. Senin yüzünden bana iyi davranılsın, senin sebebinle canım yaşasın diye: Onun kız kardeşiyim' de. Ve vâkî oldu ki, Abram Mısır'a girdiği zaman, Mısırlılar kadının çok güzel olduğunu gördüler ve Firavun'un emîrleri onu gördüler ve onu Firavun'a medhettiler; kadın, Firavun'un sarayına alındı. Ve onun yüzünden Abram'a iyi davrandı; ve onun koyunları, sığırları oldu. Ve Rab, Abram'ın karısı Sara'dan dolayı, Firavun'u ve onun sarayını büyük vuruşlarla vurdu. Ve Firavun, Abram'ı çağırıp dedi: Bana bu yaptığın nedir? Bu senin karın olduğunu niçin bana bildirmedin? Niçin, Bu benim kız kardeşimdir' dedin, ben de onu karı olarak aldım ve şimdi, işte karın, al ve git! Ve onların hakkında Firavun adamlara emretti; ve onu ve karısını ve kendisine ait olan her şeyi gönderdiler" (Tekvîn, XII/1-20).
Abram ve beraberindekiler, Mısır'dan böylece ayrıldılar. Çok zengindirler. Çobanları arasındaki bir tartışmadan sonra Abram'la Lut, birbirinden ayrılırlar. Lut, doğuya doğru gider. Abram ise, Ken'an diyarında oturur. Abram, bulunduğu bölgede hakimiyetini kabul ettirir ve bu arada esir edilen kardeşi (daha önce kardeşinin oğlu olarak belirtilir. Bkz. Tekvîn, XII/5. Karş. Tekvîn, XIV/14-16) Lut'u kurtarıp yanına alır (Tekvîn, XIII-XIV. Bâb.).
Bu olaylardan sonra Rab, rüyâsında Abram'a görünür, ona yardım edeceğini bildirir. Abram, O'ndan zürriyet ister. Tanrı da vereceğini vâdeder. Karısı Saray'ın teklifi üzerine câriyesi Hacer ile evlenir ve ondan İsmail doğar. Bu sırada Abram, seksen altı yaşındadır (Tekvîn, XI-XIV. Bâb). Doksan dokuz yaşına geldiğinde Tanrı ona görünür ve onun zürriyetini çoğaltacağını bildirir. Bunun üzerine Abram, yüzüstü düşer ve Allah, onunla şöyle konuşur: "Ben ise, işte, ahdim seninledir ve birçok milletlerin babası olacaksın ve artık adın Abram (yüce baba anlamında) çağırılmayacak, fakat İbrahim (cumhûr -halk, umûm-'un babası anlamında) olacak; çünkü seni birçok milletlerin babası ettim. Ve seni ziyâdesiyle semereli kılacağım ve seni milletler yapacağım ve senden sonra zürriyetini, Allah olmak için seninle ve senden sonra zürriyetinle benim aramda ahdimi, nesillerince ebedî ahid olarak sabit kılacağım. Ve senin gurbet diyarını, bütün Ken'an diyarını, sana ve senden sonra zürriyetine ebedî mülk olarak vereceğim ve onların Allah'ı olacağım" (Tekvîn, XVII/1-8).
Allah, İbrahim'den ve zürriyetinden gelecek olanlardan ahid olarak her erkek çocuğun sünnet edilmesini ister. Yine Allah, İbrahim'e, karısı Saray'ın, bundan sonra Sara (prenses anlamında) olarak çağırılmasını ve ondan bir oğul vereceğini, adının da İshak olacağını bildirir. Böylece Sara, Hacer'i kıskanmaktan kurtulmuş olacaktır.
İbrahim, ahid gereği, kendisi doksan dokuz, İsmail de on üç yaşında iken, aynı gün sünnet olurlar. Öte yandan Sara, İshâk'ı doğurur. İbrahim, oğlu İshâk'ı sekiz günlükken sünnet ettirir. Çocuk büyüyüp sütten kesildiğinde İbrahim, oğlu için büyük bir ziyâfet verir. Bu sırada İsmail'in güldüğünü gören Sara, İbrahim'den, onu kovmasını ister. Bu durum İbrahim'e kötü görünür. Ancak Allah, İbrahim'e, Sara'nın dediğini yapmasını, çünkü neslinin, İshâk'ın adıyla çağrılacağını söyler. Hacer, İsmail'i alıp çöle gider (Tekvîn, XVII/19-27; XXIXII. Bâb).
Bir gün Allah, İbrahim'i denemek için, ondan biricik oğlu İshâk'ı kurban etmesini ister (İslâm'a göre Hz. İsmail) İbrahim emri yerine getirmek üzere bir mezbah yapıp bıçağı eline aldığında Rabb'ın Meleği göklerden ona çağırıp çocuğu boğazlamamasını, çünkü emri yerine getirdiğini bildirir. Bunun üzerine İbrahim, gözlerini kaldırdığında, çalılıkta bir koçun hazır olduğunu görür ve onu kurban eder. Bu olay üzerine Rab, ona, sözünü yerine getirdiğinden dolayı, zürriyetinin düşmanlarının kapısına hâkim olacağını ve zürriyetinden gelen bütün milletlerin mübârek kılınacağını bildirir (Tekvîn, XXV/1-20).
İbrahim, yüz yetmiş beş yaşında iken ölür. "Ve oğulları İshâk ve İsmail onu Mamre karşısında olan Makpela Mağarasına, Hitti Tsohar oğlu Efro'nun tarlasına, İbrahim'in Het oğullarından satın aldığı tarlaya gömdüler. İbrahim ve karısı Sara, oraya gömüldüler ve vâkî oldu ki, Allah, İbrahim'in ölümünden sonra İshâk'ı mübârek kıldı" (Tekvîn, XXV/8-11).
İshâk'ın çocuğu olmadığından Rabb'a yalvarır, Esav ve Yakub adlı iki oğlu olur. Bir gün ülkesindeki kıtlık sebebiyle İshâk, Filistinlerin kralı Abimelek'in ülkesi Gera'ya gider. Orada karısını, kızkardeşi olarak tanıtır. Durumu anlayan Kral, niçin böyle yaptığını sorar. O da, elinden alınıp kendisine zarar gelme korkusundan böyle yaptığını söyler (Babası Abram (İbrahim)in aynı hareketini karşılaştırmak için bkz. Tekvîn, XII/10-20; XVI/6-12). Bunun üzerine Kral, onları korur. Varlık sahibi olurlar. Ancak, Filistinler, onları kıskanarak ülkelerinden çıkarırlar.
İshâk artık yaşlanmış ve gözleri görmez olmuştur. Bunun üzerine Yakub, babasının sevdiği Esav'ın yerine, hîle ile kendisini mübârek kıldırır. Bunu öğrenen Esav çok sinirlenir ve onu öldüreceğini söyler. Yakub, Harran'a gitmek üzere oradan ayrılır. Gecelediği yerde, rüyâsında, yerden göğe doğru yükselen bir merdiven görür. Bu merdivenden, Allah'ın melekleri çıkıp inmektedir. Başı, göklere ermiştir. Rab, ona şöyle der: "Baban İbrahim'in Allah'ı ve İshâk'ın Allah'ı Rab benim. Üzerinde yatmakta olduğun diyarı sana ve senin zürriyetine vereceğim; ve senin zürriyetin, yerin tozu gibi olacak ve garba ve şarka ve şimâle ve cenuba yayılacaksın ve yerin bütün kabîleleri senden ve zürriyetinde mübârek kılınacaktır..." (Tekvîn, XXVIII/13-15)..
Yakub, uyanınca, "Burası Allah'ın evidir ve bu, göklerin kapısıdır" deyip oraya "Beyt el-Lehem" (Allah'ın evi) adını koyar; yoluna devam edip Harran'a ulaşır. Orada annesinin kardeşi Laban'ın yanında çalışır; onun iki kızı yanında, iki de câriyeden on iki oğlu ve bir de kızı olur. Onları alıp Ken'ân'a babasının yanına döner.
Yakub, çocuklarından en çok Yusuf (Yosef)'u sever. Bu yüzden kardeşleri onu kıskanırlar. Yusuf, bir rüya görür ve kardeşlerine anlatır. Bu rüyâda, "kardeşleriyle birlikte bir tarlada buğday demetleri bağladıklarını, kendi demetinin dik durduğunu, ötekilerin demetlerinin ise, kendisininkinin çevresini kuşatıp eğildiklerini" söyler. Kardeşleri, bu rüyâdan onun, kendilerine hâkim olacağı anlamını çıkarırlar, ona karşı kin ve kıskançlıkları artar. Yusuf, bir başka rüyâsında güneş, ay ve on bir yıldızın, kendisine secde ettiğini görür. Bu rüyâyı babası ve kardeşlerine anlattığında, babası onu azarlayıp, "Gerçek ben ve anan ve kardeşlerin yere kadar sana eğilmek için mi geleceğiz?" der. Kardeşleri onu kıskanırlar, babası da bu sözü yüreğinde tutar. Yakub, Yusuf'u sürüleri otlatmakta olan kardeşlerinin yanına gönderince onlar da onu, elbiselerini çıkararak bir kuyuya atarlar. Daha sonra da kuyudan çıkarıp onu, Mısır'a giden tüccarlara yirmi gümüşe satarlar. Babalarına, kardeşlerini bir canavarın yediğini söyleyip, onun kana batırılmış entarisini gösterirler.
Yusuf, Mısır'da, Firavun'un bir memuru olan Potifar tarafından satın alınır. Potifar'ın karısı Yusuf'a aşık olup, ilgisine karşılık görmeyince iftira ederek onu hapse attırır (Tekvîn, XXXIX/20). Yusuf, hapisteyken, Firavun'un gördüğü bir rüyâyı tâbir ederek (yorumlayarak) hapisten kurtulur ve Firavun'un yanında önemli bir mevkie yükselir (Tekvîn, XLI/40). Daha sonra Filistin'de bulunan babası Yakub ve kardeşlerini Mısır'a getirtir. İsrail oğulları, böylece Mısır'a yerleşmiş olurlar (Tekvîn, XLIII. Bâb). Önceleri burada rahat bir hayat geçiren Yahûdiler, zamanla büyük sıkıntılara, köleliğe düşerler (Çıkış, I/12-13). Onları bu sıkıntıdan kurtarıp "Arz-ı Mev'ûd"a (Vâdolunmuş toprak Filistin'e) döndüren Moşa (Hz. Mûsâ) olur (Tah. M.Ö, 1250).
Musa, Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de boğulup onları izleyememesi sonucu Yahûdileri, Sina'ya getirir. Burada, Sina Dağında, Hz. Mûsâ'ya Tevrât ve On Emir verilir. Yahûdiler Sina çölünde kırk yıl dolaşırlar. Mûsâ'dan sonra Yeşu onları Filistin'e götürür (Çıkış-Hurûc, VII-XL. Bâblar; Yeşu, I-XXIV. Bâb). Filistin'de Hâkimler ve Krallar devrinden sonra Kral David (Hz. Dâvûd, M.Ö. 1013-973), Kudüs'ü alır ve Yahûdilerin en parlak devresini başlatır (bk. II. Samuel, V-IX. Bâblar). Oğlu Kral Şelomo (Hz. Süleymân, M.Ö. 973-933), babası tarafından hazırlatılan yere kutsal Mâbed'i inşa ettirir. O zamana kadar bir çadırda korunan ve içinde On Emir tabletleri bulunan mukaddes Ahid Sandığı, Mâbed'in bir odasına konur (bk. I. Krallar, V-IX. Bâblar).
Hz. Süleymân'ın ölümünden sonra krallık, güneyde Yuda (Yahuda), kuzeyde İsrail olmak üzere ikiye ayrılır (I. Krallar, XI-XII. Bâblar vd.). On kabîle, İsrail; ikisi de, Yuda Krallığına bağlanır. Önce İsrail Krallığı, Asurlular tarafından M.Ö. 721'de; sonra da Yuda Krallığı Babilliler tarafından M.Ö. 586'da yıkılır. Mâbed tahrîb edilir ve Yahûdiler, Babil'e sürgün edilir. Sürgünde Yahûdi halkı, Ezra'nın çevresinde birleşir ve M.Ö. 538'de Kudüs'e döner. Mâbed, M.Ö. 520'den sonra yeniden onarılır (bkz. Daniel, Ezra, Ester).
Yahûdi Mukaddes Kitabı, önceki peygamberler kadar, sonraki küçük peygamberlere de yer verir. Bâbil Sürgünü döneminde İşaya, Yermiya (Yeremya) gibi peygamberler gelmiştir. İlya-Mesih'ten önceki peygamber, Malaki'dir.
Yahûdi tarihinde Kudüs, İskender'den sonra Ağidler, Selefkî'lerin eline geçti. Mâbed (Tapınak), M.Ö.168'de yağma edildi. Makkabî'ler, yeniden hâkimiyeti sağladılarsa da, M.Ö. 63'de başlayan Roma esâreti dönemi, M.S. 70'de Roma'lı komutan Titus'un, Kudüs'ü ve bu arada Mâbed'i de yakıp-yıkmasıyla sonuçlandı. Yahudiler, dünyanın her tarafına dağıldılar. Mâbed'den arta kalan Batı Duvarı (Ağlama Duvarı) yüzyıllarca onlarda millî ve dinî şuûru ayakta tutmuştur. Mesîh inancının verdiği ümit, onlarda bu şuûrun devamlı varlığını sürdürmesini temîn etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'e Göre Yahudilik
Kur'n'da, Yahudilikten bahsedilen âyetlerin sayısı oldukça fazladır. Onlardan "Ben İsrail", "Yahud" vb. deyimlerle söz edilen âyetler bulunduğu gibi, bir bölümünde bazı peygamberler (Hz. Yakub... gibi) konu edilirken, Yahudilerle ilgili olarak bilgi verilir. Ayrıca Kur'ân'daki "Ehl-i Kitap" deyiminin şümûlüne, onlar da girerler.
Kur'ân'da, Yahûdiler ile ilgili olarak verilen bilgileri şöylece sınıflandırmak ve sınırlamak mümkündür:
1- Allah tarafından Yahûdilere bahşedilen nimetler.
2- Uymakla yükümlü oldukları dînî hükümler.
3- Peygamberler tarafından kendilerine getirilen hükümlerle tebliğleri değiştirmeleri ve doğru yoldan sapmaları.
4- Allâh'a karşı ahidlerini bozmaları, verdikleri sözden dönmeleri ve bunu alışkanlık hâline getirmeleri.
5- Yaptıkları kötü işler yüzünden zillet ve meskenete uğramaları.
6- Yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışmaları.
7- Bazı peygamberler ile sâlih kimselere iftirâ etmeleri veya onları öldürmeleri.
8- Basit menfaatleri uğruna gerçeklere yüz çevirmeleri.
9- Allah'ın, Yahûdilere tavsiyeleri. Yahûdilerin tarihçesiyle ilgili olarak Kur'ân'da, Hz. Musâ'ya kadar olan dönem hakkında yer alan bilgiler şu şekilde özetlenebilir:
Hz. İbrahim, Ulu Allah'ın seçkin kıldığı peygamberlerden biridir (Alu İmrân, 33-34; Meryem, 58-59). O, ne Yahûdi ve ne de Hıristiyan'dır. O, müşriklerden de değildir. Allah'ı "bir" tanıyan gerçek müslümanlardandır (Alu İmrân, 67, 95; Meryem, 43, 47). Ulu Allah, onu dost edinmiştir (Nisâ, 125). O çok içli, yumuşak huylu, konuksever ve kendini Allah'a adamış, dosdoğru bir kimsedir (Hûd 75; Tevbe,114; Meryem, 41; Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IX,107). O, görevini tam olarak yapan (Bakara, 124) ve kendisine suhuf verilen (A'lâ, 19) bir peygamberdir. Ona, göklerin ve yerin sırları, yakînî bilgi bahşedilmiştir. Bununla ilgili olarak Kur'ân'da şöyle denir: "Biz İbrahim'e, yakînen bilenlerden olması için, göklerin ve yerin melekutunu şöylece gösteriyorduk"(En'âm, 7/75). Hz. İbrahim, Allah'dan başka putlara, ay, güneş ve yıldızlara tapınan babası (Âzer) ile kavmine karşı, görmeyen; batan, zevl bulan şeylere, Şeytana tapınılmayacağını anlatmaya çalışır. Kendicinin Ulu Allah'a tapındığını, O'na hiçbir şeyi ortak koşmadığını, onları ve yonttuklarını O'nun yaratığının, dolayısıyla o'na ibadet, şükür etmeleri gerektiğini, çünkü O'na döneceklerini bildirir. Onlar, hattâ babası, bu dâvete uymadılar. Ona, babalarını da böyle bulduklarını söylediler (En'âm, 74-80; Enbiyâ, 58-67; Sâffât, 85-95: Meryem, 44; Ankebût, 17; Şuarâ, 70-82). Hz. İbrahim, düşmanının putlar; dostunun da âlemlerin Rabb'i olduğunu belirterek şöyle diyor: "Beni yediren de, içiren de O'dur. Hasta olduğumda bana O şifâ verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O'dur. Âhiret gününde yanılmalarını bana bağışlamasını umduğum O'dur" (Şuarâ, 26/79-82). Hz. İbrahim, görevini yapmış, tebliğde bulunmuştur. Onu ateşe atarlar, fakat Ulu Allah onu ateşten kurtarır (Ankebût, 24; Enbiyâ, 70; Sâffat, 93).
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim ile ilgili olarak verdiği kıssalarda insanlara, Allah ve âhiret inancı konusunda yol göstermekte, ibret vermekte ve onları düşünmeye dâvet etmektedir (bkz. Bakara, 260; En'âm, 76-79; Sâffât, 85-94).
Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'i ve onun soyundan gelenleri peygamber kıldı. Onlara iyi işler işlemelerini, namaz kılmalarını, zekât vermelerini emretti (Enbiyâ, 73). Hz. İbrahim, Allah'dan, iyilerden olacak bir çocuk istedi (Sâffât,100-101). Allah da ona ihtiyarlığında İsmail ve İshâk'ı verdi (İbrahim, 39).
İsmail çocukken babası, rüyasında onu kurban ettiğini gördü ve bunu ona açtı. İsmail, babasına emrolunduğu şeyi yapmasını, kendisini sabredenlerden olacağını söyledi. Böylece Hz. İbrahim, oğlunu kurban etmek için yanı üzere yatırdı. Ulu Allah, rüyasındaki emre bağlılıkları sebebiyle bir kurban gönderdi (Sâffat, 102-107). Hz. İsmail doğru, uysal, sabırlı, sözünde sâdık bir kimse olarak Cebrâîl aracılığıyla kendisine vahyedilen, Allah'ın bir peygamberidir; çevresine zekâtı, namazı emretmiştir (Sâffat,101; Meryem, 54-55; Enbiyâ, 85; Sâd, 48; Bakara, 156; Âlu İmran, 84).
Hz. İshâk da doğru, sâlih, mübârek kılınmış, hidâyete erdirilmiş, âhiret yurdunu düşünen, gönülden Allah'a bağlı bir peygamberdi (Enbiyâ, 72; En'am, 84; Saffât, 113; Sâd, 45-47). İshâk, annesi çok yaşlıyken Allah'ın bir lütfu olarak bahşedilmiş ve annesi bu olaya çok sevinmiştir (Zâriyât, 29-30; Hd, 72-73; Meryem, 49; Sâffat 112). Hz. İshak da, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail gibi, kendisine vahyolunan peygamberlerden olmuştur (Nisâ, 163; Hd, 71).
Hz.Yakûb, Hz.İshâk'ın ardından müjdelenen, kendisine vahiy indirilen peygamberlerden, dinde kuvvetli, hâlis, sâlih, sabırlı, hidâyete erdirilmiş bir kimse idi (Bakara, 136; Âlu İmran, 84; Nisâ,163; Hûd, 71). Hz. Yakûb'un en sevgili oğlu Hz. Yusuf; ihlâslı, ilim ve hikmet sahibi, güzel bir yaratılışa sahip, Rüyâ tâbirini bilen, kendisine vahiy gelen peygamberlerdendi (Yûsuf, 4-8,15, 21-24; En'âm, 84; Mü'min, 34).
Hz. Yusuf, çocukluğunda bir gün babasına, "rüyamda on bir yıldız, güneş ve ay'ın sona secde ettiklerini gördüm" der (Yûsuf,12/4). Bu rüyâyı dinleyen babası ona, bunu kardeşlerine anlatmamasını söyler (Yûsuf, 5). Ayrıca Hz. Yakub, ona, Allah tarafından seçileceğini, kendisine rüyâ tâbiri öğretileceğini, daha öncekilere olduğu gibi, Allah'ın hem ona, hem Yakub âilesine nîmetini tamamlayacağını söyler (Yûsuf, 6). Kardeşleri, rüyâsında gördüğü gibi, Yûsuf'u kıskanırlar. Onu, ortadan kaldırmayı plânlarlar. Babalarının iknâ ederek onu yanlarında götürür ve kuyuya atarlar. Onu bir kurdun yediğini söyleyip, kanlı gömleğini babalarına gösterirler. Bir yolcu kafilesi, Yusuf'u kuyudan çıkarıp beraberlerinde Mısır'a götürerek bir vezîre satarlar. Vezirin karısı, Yusuf'a âşık olur ve kendisine sahip olmasını ister. Yusuf reddedince de kadın, ona iftirâ eder ve Yusuf zindana atılır. Zindanda, rüyâ tâbir eder. Mısır Melîki, bir rüyâ görür. Bu rüyâyı, kimse tâbir edemez. Yusuf'un iki hapishane arkadaşı, onu Melîke tavsiye ederler. Melîkin rüyâsını yorumlayan Yusuf, saraya alınır ve Mısır hazînesine memur yapılır. Bir süre sonra, zahîre almak üzere Mısır'a gelen kardeşleri, onun huzûruna çıkarlar. Yusuf, kardeşlerini tanır, bir vesileyle ailesini Mısır'a getirtir. İsrail oğulları, böylece Mısır'a yerleşirler (Yusuf, 7-100).
Hz. Yusuf zamanında Mısır'a yerleşmiş olan İsrailoğulları, daha sonra Firavun'un zulmüne uğrayarak, uzun bir esâret hayatı yaşamaya başlarlar. Onları bu sıkıntıdan Hz. Musa kurtarır.
Tevrât'a Göre Hz. Musa
Yusuf un ölümünden sonra Mısır'da Yahûdiler çoğalmaya başlayınca, yeni Firavun, Yusuf'un hizmetlerini unutup bundan endişelendi. ilerde ülkelerine yönelecek bir saldırıda düşmanla işbirliği yapmaları endişesiyle onlara eziyet etmeye başladı. Bu arada onların çoğalmalarını önlemek için, her doğan erkek çocuğun öldürülmesini emretti. Musa, işte böyle bir zamanda doğdu. Annesi onu, ancak üç ay gizleyebildi. Sonra onu ziftlenmiş bir sepete koyarak ırmağa bıraktı. Nil kıyısındaki sazlıklara bıraktığı sepetin durumunu, Musa'nın kız kardeşi Meryem gözlüyordu. Nil'de yıkanmakta olan Firavun'un kızı, onu buldu ve bir İbrânî çocuğu olduğunu anlayıp ona acıdı. Meryem, çocuğu emzirmesi için bir İbrânî kadın çağırabileceğini söyledi. Firavun'un kızının kabul etmesi üzerine gidip annesini çağırdı. Çocuk ona verildi ve "sulardan çekilmiş" anlamına gelen "Moşe" (Musa) adı verildi (Hurûc Çıkış, I/8-22; II/1-7). Musa, gençlik yıllarında Yahûdilerin yanına gider, şikâyetlerini dinlerdi. Yine bir gidişinde, Mısırlılardan birinin, bir Yahûdiyi dövdüğünü gördü. Yahudiyi koruyarak Mısırlıyı öldürdü. Olayın duyulması üzerine Musa, Midyan'a kaçtı. Orada Midyan kâhininin kızıyla evlendi. Kâhinin sürüsünü otlatırken, Tanrı'nın meleği, Horeb'de bir çalı ortasında, ateş alevinde ona göründü. Yanan çalının ateşi bir türlü bitmek bilmiyordu. Bunu merak edip geri dönen Musa'yı çalının ortasından Allah çağınp şöyle dedi: "... Ben, babanın Allah'ı, İbrahim'in Allah'ı, İshâk'ın Allah'ı ve Yakub'un Allah'ıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Allah'a bakmaya korkuyordu. Ve Rab dedi: Gerçekten Mısır'da olan kavminin sıkıntısını gördüm... Onların feryâdını işittim; çünkü onların acılarını bilirjm... Ve şimdi gel ve benim kavmimi, İsrailoğullarını Mısır'dan çıkarmak için seni Firavun'a göndereyim" (Hurûc-Çıkış, III/1-13).
Böylece Musa, Yahûdîleri Mısır'dan çıkarmak üzere görevlendirilmiş oldu. Kardeşi Hârun da ona yardımcı olarak verildi. Bu görevi yerine getirmek üzere Musa Mısır'a geri döndü. Kavmini Mısır'dan çıkarıp Ken'an diyarına götürmek istediğini, bunun Allah'ın emri olduğunu söyleyince Firavun, "Allah kimdir ki, ben ona itaat edeyim" diyerek onları saraydan kovdu. İkisi arasında mücâdele başladı. İş, mucize göstermeye kadar vardı. Firavun, bütün sihirbazlarnı topladı. Onlar da bütün hünerlerini ortaya koydular. Musa'nın asâ'sı (değneği) kocaman bir yılan olup, onların bütün sihirlerini yuttu. Bütün bunlara rağmen Firavun, İsrailoğullarının Mısır'dan çıkmalarına izin vermedi. Bunun üzerine Rab Yahve, "Mısırlılara belâ vereceğini, insandan hayvana kadar bütün ilk doğanları öldüreceğini" bildirdi. Allah, Musa aracılığıyla Mısır topraklarına "on felâket" verdi. Firavun, bu işlerin olduğunu görünce onların Mısır'dan çıkmalarına izin verdi.
İsrail oğulları, Kızıldeniz'e doğru yola çıktılar. Ancak Firavun, kararından pişman olarak onların peşlerine düştü. Kızıldeniz'e ulaştıklarında Musa elini denize uzattı, sular yarıldı, İsrail oğulları geçti. Sonra Musa tekrar elini uzattı, sular eski halini uldı ve Firavun ile ordusu boğuldu (Hurûc Çıkış, VII/9-12; XII/21-31).

kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
29 Eylül 2007       Mesaj #23
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

(500 YILLIK GERİLEME DÖNEMİ)
II. BET-AMİKDAŞ DÖNEMİ 420 YIL

YUNAN DÖNEMİ(180 YIL)

YUNAN İMPARATORLUĞU VE MUSEVİLER

M.Ö. 4. yüzyıl Yahudi halkı için olaylı geçer.


§ Babil’e sürülürler ve Persler’in işgal ettiği güçlü imparatorluğun gözlerinin önünde çöküşüne tanık olurlar.


* M.Ö. 370 yılında Pers İmparatoru Sirüs Yisrael ülkesine dönmelerine izin verir, teklifi isteksizce kabul ederler, sadece 42.000 kişi geri dönüş yapar.

* Geri dönenlerin Yeruşalayim’de Bet-Amikdaş’ı yeniden inşa girişimleri, öfkeli komşuları Samiriyeliler’in imparatora şikayeti üzerine kısa zamanda son bulur.

* İran’da Kral Ahaşveroş’un veziri Aman Yahudileri yok etmek için bir plan kurar ama Yahudi olan ve bunu gizli tutan Kraliçe Ester M.Ö. 355 yılında yardıma koşar.

* Bir sonraki Pers hükümdarı olan Ester’in oğlu II. Darius M.Ö. 347 yılında Bet-Amikdaş’ın yeniden inşa edilmesine izin verir.

* Yisrael topraklarında yaşayan Yahudi halkı Ezra’nın liderliği ve Sanhedrin üyelerinin sayesinde ruhani bir güç kazanır.

Şimdi M.Ö. 312 yılındayız ve Sanhedrin üyelerinin sonuncusu Şimon Atsadik Koen Gadol olur. Akdeniz’in öbür yanında yeni bir tehdit oluşmaktadır. Adı Yunanistan’dır.


YUNAN İMPARATORLUĞUNUN YÜKSELİŞİ

Yunanistan’ın kökeni esrarengiz olup Avraam’ın zamanına, M.Ö. 18. yüzyıla, belki de daha öncesine uzanır. Tarihçiler Yunanlılar’ın nereden geldiği konuşunda aynı fikirde değildir. Asya’dan Avrupa’ya göç etmiş ve Yunan Adaları’na yerleşmiş bir halk ya da sahil boyunca yerleşmiş, denizcilikle uğraşan bir halk olabilirler.

Her kim idiyseler (Misen’de bulunan kalıntılara dayanarak Misenliler adı verilen) Yunanistan anakarasının ilk oturanları ileri bir kültür geliştirdi. Ancak M.Ö. 1100 yılı civarında Misenliler, Dorlar adı verilen barbarların işgaline uğradı ve yok oldular. Yunanistan karanlık bir döneme girdi ve yüzlerce yıl sonra yeniden ortaya çıktı.

Klasik Yunan dönemi M.Ö. 7. yüzyılda başlarsa da tarihiyle, Yunanistan’ın en ünlüleri Atina ve Sparta olan, sürekli savaşan şehir devletlerden oluştuğu 5. yüzyılda daha aşina oluruz. Birbirleriyle savaştıkları halde Persleri kovacak kadar güçlüdürler ama 4. yüzyılda Makedonyalı II. Philip’e yenik düşerler ve onun oğlu Büyük İskender Yunan medeniyetini dünyaya yayar.

4. yüzyıl Yahudiler için olduğu kadar Yunanlılar için de olaylıdır. Bu klasik Yunan kültürünün altın çağıdır: demokrasinin doğuşu, Aristo, Sokrat ve Plato’nun zamanı...



YUNAN VAHŞETİ

Yunanlıların medeniyete katkılarına –politika ve felsefe- hayran olurken Yunan toplumunun gerçekte ne olduğunu unutmak kolaydır.

Örneğin “Spartalı yaşam tarzı”nı duymuşuzdur da uygulamada bu ne anlama geliyordu? En başta Spartalı kız ve erkek çocuklar ailelerinden koparılıyordu. Askeri barakalarda yaşıyor, dövülüyorlardı. Çalmayı öğrenmeleri için yemek verilmiyordu. Spartalı olmak, sert olmak demekti.

Atinalılar Spartalılar kadar sert olmasa da, “yumuşak” olarak da tanımlanamazdı. Örneğin çocuk öldürmek onlar için sorun değildi (bu tüm eski medeniyetlerde, “yüksek” olanlarda bile, yaygın bir uygulamaydı). Batı entelektüel tarihindeki en etkili düşünürlerden biri, Aristo’nun kendisi, Politikalar’ında (VII.16) çocuk öldürmenin toplumun işleyişi için esas olduğunu savunur. Şöyle yazmıştır:

“Kusurlu ya da sakat çocuk yetiştirilmemesi için bir kanun olmalıdır. Nüfus fazlalığını önlemek için bazı çocuklar bırakılmalıdır (yani ölsün diye çöp yığınının üzerinde). Devletin nüfusu için bir sınır belirlenmelidir.”

Bu beyanın ifadesine dikkat edin. Aristo “bebek öldürmeyi severim” demiyor ama soğuk, rasyonel bir hesaplama yapıyor: fazla nüfus tehlikelidir, bu nüfusu kontrol altında tutmanın en uygun yoludur.

Yunanlılar meydan savaşını icat etmiştir: binlerce yaya asker düşmanla çarpışır, ilerledikçe ölür ya da öldürülür. Bugün Yunanlıları kültürlü ve asil olarak düşünsek de fetih sırasında nasıl davrandıklarını öğrenmek insanı sarsar.

Yunan fetihlerini yeni doruklara taşıyan Büyük İskender olmuştur.



BÜYÜK İSKENDER

Aristo’nun öğrencisi ve Homeros’un büyük etkisinde olan İskender 20 yaşında iktidara çıkar ve savaşmaya başlar.

Askerlik tarihinde en büyük başarı olarak kabul edilen bir işe girişir. 45.000 kişilik bir orduyla on iki yıl boyunca durmaksızın çarpışır ve bilinen dünyanın büyük bir kısmını ele geçirir. Kendisi ön saflarda olmak üzere Yunan ordusuna önderlik eder.

Askeri bir dehadır. Çoğu zaman ordusundan on kat büyük güçlere karşı savaşlar kazanır. Ana taktiği düşman hattının en güçlü noktasını (en zayıf değil) hedef almaktır. Örneğin Perslerle savaşırken, liderliği yok etmek amacıyla Pers ordusunun en çok korunan noktasına saldırır. Pers İmparatoru Darius Galgamel Savaşı’nda kaçınca , Pers ordusu yıkılır.

33 yaşında ateşlenip ölmeden önce İskender Asya ve Ortadoğu’nun neredeyse tamamını, Kuzey Afrika’nın bir kısmını fetheder, bütün Pers İmparatorluğu’nu parçalar ve gittiği her yere Helenizm’i –Yunan yaşam tarzı ve kültürünü- yayar.



HELENİZM

Helenizm tam olarak neydi? Çok kısaca, tamamıyla insana odaklanan bir hayat yaklaşımıydı.

Yunanlılar bütün insani yetenekleri sergilerdi: edebiyat, tiyatro, şiir, mimarlık, heykel, vb. İnsan vücudunun güzelliğini yüceltir, Olimpiyatlarda atletik yiğitlikler gösterirlerdi. İnsan bedeni ile ilgili hiçbir şey utanç verici, gizli ya da özel sayılmazdı. Ortalıkta çıplak koşmak Yunanistan’da normal sayılırdı. Umumi tuvaletler ana caddede, delikleri olan bir banktan oluşurdu; insanlar oturur ve başkaları yoldan geçerken ihtiyaçlarını giderirdi.

Doğal olarak insani tutkular saygı görürdü, bu yüzden de çok az seksüel tabu vardı: pedofili ve homoseksüellik bile kabul görürdü. Hatta genç bir erkeğin cinselliği daha yaşlı bir erkekle tanıması aşkın en yüce şekli olarak görülürdü. Plato Sempozyum’unda bu konuda şöyle yazar (178C):

“Ben şahsen bir erkeğin ilk gençliğinde saygıdeğer (daha yaşlı) bir aşığa sahip olmasından daha büyük hangi kutsamaya sahip olabileceğini söyleyemiyorum...”

Yunan tanrıları bile insani ifadelerle tanımlanıyor ve Yunan mitolojisinde çoğu zaman insanlar tarafından yenilgiye uğratılıyorlardı. Zamanla entelektüel Yunanlılar tanrılarını hor görmeye ve onlardan alaycı bir şekilde ve saygısızlıkla söz etmeye başladı.

Kısacası Yunanlılar insan bilincinde çağdaş tarihte en kuvvetli entelektüel güçlerin biri haline gelecek olan bir fikri uyandırdı: hümanizm. İnsan her şeyin merkezindedir. İnsan zihni ve olayları rasyonel bir şekilde anlama, gözlemleme ve algılama yeteneği her şeyin başı ve sonudur. Bu Yunanlılardan gelen bir düşüncedir.

Yunanlılar her şeyin ötesinde, bunun bir aydınlanma, medeniyetin en yüksek seviyesi olduğunu düşünüyordu. Güçlü bir kader anlayışları vardı ve kültürlerinin, insanlığın evrensel kültürü olmaya mahkum olduğuna inanıyorlardı.

Yahudiler, gayet tabii, farklı bir görüşe sahipti. Onlar bir Tanrı inancı ile birleşmiş ve yaşama, barışa adalete saygı ile zayıfla yoksula karşı sosyal sorumlulukla dahil olmak üzere, mutlak ahlaki değerlere sahip bir dünyanın insan ırkının en son geleceği olduğuna inanıyordu.

Bu Yahudi ideolojisi tapınmada ödün vermiyor (tek Tanrı’ya inancın gerektirdiği gibi), çoktanrılı inanç ve uygulamalara tam bir hoşgörüsüzlük gösteriyordu. Sadece bir Tanrı vardı, dolayısıyla sadece bir Tanrı’ya tapılabilirdi, nokta.

Yahudilikte insan Tanrı’nın görüntüsünde yaratılmıştı. Yunanlılarda tanrılar insanın görüntüsünde yapılmıştı. Yahudiler için fiziksel dünya mükemmelleştirilmesi ve ruhani olarak yükseltilmesi gereken bir şeydi. Yunanlılara göre fiziksel dünya mükemmeldi. Dennis Prager’in söylediği gibi “Yunanlılar için güzel olan kutsaldı; Yahudiler için kutsal olan güzeldi.”

Böylesine farklı görüşler eninde sonunda çarpışmaya mahkumdu.



YUNANLILAR VE YAHUDİLER

Yunanlılar M.Ö. 312 yılında Pers İmparatorluğu’nu fethettiğinde, Yisrael’i de işgal eder.

Talmud (Yumoh 69a’da) İskender’in Yeruşalayim’e gelişini ve Sanhedrin üyelerinin sonuncusu Şimon Atsadik ile karşılaşmasını aktarır. İskender, Yahudilerden nefret eden Samiriyelilerin kışkırtmasıyla, Bet-Amikdaş’ı yıkmayı planlamaktadır. Ne var ki Şimon Atsadik’le karşılaştığında derinden sarsılır ve Yahudi bilgenin önünde eğilir.

Hatırlayın ki bu Büyük İskender’dir, tüm zamanların en büyük askeri dehası. İsmine uygun büyük bir egosu vardır ve kimsenin önünde eğilmez. Dolayısıyla bu davranış herkesi şaşkına çevirir. Generalleri korkuya kapılır: ne oluyor?

Herkese şunu açıklar: Her çarpışmadan önce –hiçbir çarpışmayı kaybetmemiştir- rüyasında tuhaf bir adam görür. Bu rüyayı zafer işareti olarak yorumlar. Onları az önce karşılayan yaşlı adam, Şimon Atsadik, rüyalarındaki adamdır!

Böylece Büyük İskender Bet-Amikdaş’ı yıkmaz. Şimon Atsadik Yahudilerin değil ama Samiriyelilerin Yunanlıların düşmanları olduğunu söylediğinde onu dinler. Bunun sonucunda Yahudiler Samiriyelilerin hakkından gelmesi için yeşil ışık yakılır, bunu da kısa zamanda yaparlar. Yisrael ve Yeruşalayim barışçı bir şekilde Yunan İmparatorluğu’nun içine girer.

O kuşağın rabileri şükranlarını göstermek için ilk doğan erkek çocuklara Alexander adının verilmesini buyurur. Günümüzde Alexander halen bir Yahudi ismi olmakla birlikte bazı çevrelerde Sender olarak kısaltılmıştır.

Başta Yunan mercileri yerel Yahudi nüfusun haklarını muhafaza eder ve Yahudi dini ibadetine karışmaya yeltenmez. Yahudiler 165 yıl boyunca ayrı ve belirgin bir varlık olarak gelişmeye devam eder. Bu, Helen dünyasında nadir görülen bir olgudur.

Büyük İskender tarafından fethedilen halkların büyük bir çoğunluğu kendi istekleriyle Helenleşmiştir. Yahudilerin, küçük bir azınlık dışında, Helenizm’i reddetmesi Yahudiliğin hep var olan misyon dürtü ve anlayışının güçlü bir göstergesidir.

Ünlü klasik tarihçi Michael Grant, From Alexander to Cleopatra adlı eserinde (sh.75) şöyle açıklar:

Yahudiler sadece asimile olmamakla kalmadı, asimile edilemeyeceklerini de kanıtladılar ve dinlerinin çağlar boyunca yaptığı devasa etki sayesinde bu, Yunan tarihinin en önemli dönemeçlerinden biri oldu.

Ne var ki zamanla Yahudilik yola getirilemeyen inançları ve tuhaf ibadet şekilleriyle Helen dünya üstünlüğü kavramına karşı açık bir meydan okuma gibi durmaya başlar.

Genelde hoşgörülü olan Yunanlılar için bu meydan okuma giderek hoş görülemez hale gelir. Çatışmanın başlaması zaman meselesidir.
kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
30 Eylül 2007       Mesaj #24
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

YUNAN ZULMÜ

Büyük İskender’in ölümünden sonra büyük Yunan İmparatorluğu üçe ayrıldı: » Selevki ya da Asur Yunanistan’ı » Ptolemya ya da Mısır Yunanistan’ı » Makedonya ya da Atina, Sparta vb. bağımsız şehir devletlerini içeren asıl Yunanistan Başta Yisrael Mısır Ptolemyalıları tarafından yönetilen kısmın egemenliğine girdi. Ptolemyalılar genellikle liberal ve açık fikirli kişilerdi. Dünyanın kültürel merkezi olan başkentleri İskenderiye’nin görüşünü sürdürüyorlardı. Ancak bu durum M.Ö. 198 yılında Panyas (ya da Banyas, İsrail’in kuzeyinde, bugün de ziyaret edebileceğiniz bir belde) Savaşı’ndan sonra değişir ve Asur Selevkileri Yisrael’in kontrolünü ellerine geçirir. Artık durum istikrarsızdır. Yeni Selevki imparatoru Antiohos Epifanes kendini büyük baskı altında hisseder. Bir yandan Ptolemyalıları sindirmeye çalışmakta, diğer yandan Roma’nın artan gücünün endişesini yaşamaktadır. Savunmasındaki zayıf noktanın Yisrael olduğuna karar verir. Yisrael’in Mısır ve Akdeniz’e (Romalılar oradan gelecektir) sınırları vardır. En kötüsü de Yahudiler Yunan kültürünü benimsememiştir. Bunun çaresine bakacaktır. DÜNYALAR ÇARPIŞINCA Yıllar önce bilinen bütün dünyayı fetheden Yunanlılar Yahudilerle ilk karşılaştıklarında şaşırır. Daha önce hiç böyle bir halkla karşılaşmamışlardır. O zamanlar Yahudiler dünyadaki yegane tektanrıcılardır ve herkesinkinden tamamıyla farklı bir dünya görüşüne sahiptirler: var olan her şey sonsuz, görülmez ve şefkatli bir Tanrı tarafından yaratılmış ve sürdürülmektedir. Yunanlılar bu görüşü, özellikle de ölümlülerin yaşamlarıyla ilgilenen bu şefkatli Varlık fikrini anlaşılamaz bulmaktadır. Üstüne üstlük Yunanlılar Yahudilerin Tora görüşünü anlayamaz. Yahudilerin Tanrı’dan aldıklarını ileri sürdüğü ve barış, kardeşlik, sosyal sorumluluk, hayata saygıya dair garip öğretiler içeren eski bir kitap... Bütün bu değerler Yunanlıların mükemmel bir dünya fikrinden olabildiğince uzaktır. Kısacası Yunanlılar Yahudilerle ne yapacaklarını bilemez Yahudilerin de kafası karışmıştır. Yunanlılar eğitime ve entelektüel arayışlara – Yahudilerin de çok değer verdiği ve hayranlık duyduğu unsurlar- değer veren ulustur. Yunanlılar Yahudilerin çok hoşuna giden güzel bir dil konuşmaktadır. (Talmud Rumca’nın dünyadaki en güzel lisan olduğunu ve İbranice dışında kaşer bir Tora rulosunu yazabileceğiniz tek lisan olduğunu söyler). Gerçekten de Tora kısa zamanda Rumca’ya çevrilmiştir (M.Ö. 3. yüzyılda) ve bu, Yahudi tarihindeki ilk çeviridir. Bu çeviri, yapan 70 rabi’den esinlenerek “Septagent” diye adlandırılmıştır. (Bu çeviri Yahudi halkı için ulusal bir felaket olarak kabul edilir. Yahudi olmayan bir ulusun elinde artık erişilir olan İbrani Tora’sı sık sık Yahudilere karşı kullanılmış ve kasten yanlış yorumlanmıştır. Günümüzde Hıristiyan Tevratlarının çoğu Roma İmparatorluğu’nun dili olan Latince’ye, ondan da İngilizce’ye çevrilen Rumca versiyona dayanır. Bu süreçte ne kadar yanlış yorumlama ve hata yapıldığını tahmin edebilirsiniz.) Ne var ki İbrani Tora’sının Rumca’ya çevrilmesi kaçınılmazdı çünkü Rumca eski Akdeniz aleminin dili oldu. Şimdi İngilizce’nin olduğu gibi her yerde kullanılıyordu! Böylece çoğu Babil sürgünü sayesinde Aramice konuşan Yahudiler Rumca da konuşmaya başladı. (O zaman İbranice esas olarak dua ve öğrenim diliydi.) Karşılıklı beğeniye rağmen –ki bu birçok Yahudi’yi çekti- büyük farklılıklar hakim kültür tarafından daha fazla hoş görülemedi. ZORUNLU HELENLEŞTİRME Antiohos Epifanes M.Ö. 169 ile M.Ö. 167 yılları arasında Yahudiliği yok etmeye yeltenerek Yisrael Yahudilerini Helenleştirmek için kasti önlemler alınca balayı dönemi sona erer. Antiokos’un ilk yaptığı şey Yahudilerin güç makamını ele geçirmek olur. Koen Gadol’ü görevden alır ve yerine, kendisine bağlı olan bir Yahudi’yi getirir. Koen Gadol’luk o andan itibaren büyük ölçüde yoldan çıkmış bir kurum haline gelir (25. bölümde açıkladığımız gibi). Böylece Yahudi tarihinin ileriki dönemlerde bütün temel kurumlarında bozulmaya yol açacak bir değişim gerçekleşti: monarşi, koenlik, Bet-Amikdaş ayinleri. Nispeten temiz kalacak olanlar Sanhedrin, Yahudi Yüce Mahkemesi ve göreceğimiz gibi Talmud’u yazacak olan rabi’lerdir. Kendi Koen Gadol’unu yerleştirdikten sonra Antiohos Yahudi takvimini ortadan kaldırmaya çalışır. Antiohos artık Yahudileri çok iyi anlamaktadır. Ona göre zaman bu insanlarda sabit fikir haline gelmiştir. Zamanı kutsallaştırmaya çalışmaktadırlar. Zamanı yok ederseniz, Yahudilerin Yahudiliği uygulama yeteneğini de yok edersiniz. Dolayısıyla Antiohos Şabat’a ve Yeni Ay’a uymayı (Roş Hodeş), bayramları kutlamayı –Pesah, Şavuot, Roş Aşana, Yom Kipur, Sukot- yasaklar. Ardından Antiohos kaşerut kurallarına uymayı ve Tora öğrenmeyi de yasaklar. Tora ruloları herkesin gözü önünde yakılır ve kutsal kitapları kirletmek için üzerlerinde domuzlar kurban edilir. Antiohos domuzun Yahudiler için özellikle tiksindirici olduğunu bildiğinden, aklını bu hayvana takmış gibidir. Koen Gadol’u Yeruşalayim’deki Bet-Amikdaş’ta domuz kurban etmeye ve Yunan tanrılarına tapmaya izin vermeye bile zorlar. En sonunda Antiohos sünneti de yasaklar. Yahudiler için bu, Tanrı ile antlaşmalarının fiziksel, elle tutulur işaretidir. İnsan vücudunun mükemmelliğine tapan Yunanlılar ise bu son derece tiksindiricidir. Onlara göre sünnet etmek, kötürüm etmektir. Yahudiler direnir, Antiohos ve yandaşları vahşete başvurur. Yahudi tarihçi Rabi Berel Wein “Echoes of Glory” (İhtişamın Yankıları) adlı kitabında bunları anlatır: Oğullarının sünnet edilmesine izin veren kadınlar, oğulları boyunlarına bağlanmış şekilde öldürülüyordu. Yisrael’in bilginleri kovalanıyor, yakalanıyor ve öldürülüyordu. Domuz yemeyi ya da kurban etmeyi reddeden Yahudiler ölünceye kadar işkence görüyordu. Yeuda’daki en küçük köy bile Helenistlerin baskısından kurtulamıyordu. Her kasabada Zeus ve diğer pagan tanrılar için sunaklar kuruluyor ve her bölgeden Yahudiler kurban törenlerine katılmaya zorlanıyordu. Bu türde bir dini zulüm insanlık tarihinde o ana kadar görülmemişti. O zamana kadar eski dünyada hiç kimse başka bir ulusun dinine karşı savaş ilan etmemişti çünkü çoktanrıcılığın görüşü şuydu: “Ben senin tanrına tapacağım, sen de benim tanrıma tapacaksın. Ne kadar çok tanrı varsa o kadar iyi.” (Daha ileride Yunan ve Roma mitolojilerinin karıştığını ve Zeus’un Jüpiter olduğunu, vb. göreceğiz. Çokçulukta en son nokta: herkesin dini başkasınınki kadar iyidir.) Çoktanrılı alemde kimse dini için ölmedi. Hiç kimse. Yahudiler hariç. Yahudiler bu hayatta, uğruna ölmeye değer şeyler olduğu görüşünü savunur; hayatın kendisinden de önemli şeyler... Yahudiler, Yahudilik için hayatlarından vazgeçmeye hazırdır. Tanrı’nın insanların O’nun için ölmesine ihtiyacı duyduğundan değil, Tora’nın ideolojisi, o olmadığı takdirde insanlık yok olmasına yol açacak bir şey olduğu için. “Ulusların üzerindeki ışık” olması gereken Yahudiler misyonlarını terk edemez, hayatları tehdit altında olsa bile. Tabii ki Yahudilerin kesime giden kuzular gibi olması gerekmez. Böyle bir zulme karşı koyabilirler, koyarlar da. Ancak bu mücadelenin en korkunç yönü Yahudiliği savunan Yahudilerin, Yunanlıların yanı sıra Helenizmi kabul eden Yahudi kardeşleri ile de savaşmaları gerektiğidir. YAHUDİLER YAHUDİLERİN KARŞISINDA Yunanlılar Yahudiliğe saldırdığında bunu Yahudi halkının belli bir hizip mezhebinin yardımıyla yapar: Helenleşmiş Yahudiler. Yunan kültürüne girmiş olan Yahudiler vardı. Bunda şaşacak bir şey yok. Yunan kültürü eski dünyanın en önemli kültürel ortamıydı. Yahudi tarihinde bunun örneklerini görürüz. Aydınlanmış, gelişimci ve dünyayı değiştiren bir dünya kültürü gelir ve bazı üst sınıf Yahudiler bu kültürü benimser. Neden? Çünkü zengin ve sofistikeler, çok boş zamanları vardır. O zaman diğer Yahudilere derler ki: “Modernleşelim. Bu eski Yahudi saçmalıklarını unutun.” (İspanya’da, Almanya’da ve hatta günümüzde Amerika’da bu örnek tekrarlanmıştır.) O dönemde Yunan yetkililerinin isteklerine uyan ve Helenleşen küçük ama çok yerel ve güçlü bir Yahudi grubu vardır. Yunanlıların yaptığı her şeyi yaparlar. Çocuklarını beden eğitimi okullarına yollarlar ve birçok Yunan faaliyeti çıplak yapıldığından, Yunanlılar onları sakat addetmesin diye sünnetlerini çok acı veren bir operasyonla düzelttirirler. İşleri daha da zorlaştıran, Helenleşmiş ve ana görüşü savunan Yahudiler arasındaki ayrılmaya paralel başka bir ayrılma daha olmasıdır: dindar Yahudilerin iki fraksiyonu arasında. Bu ayrılma Zadok ile Bysos adlı iki öğretmenin Sözlü Tora’nın ilahi özelliğinden yoksun yeni bir Yahudilik şeklini vaaz etmesiyle başlar (26. bölümde açıklamıştık). Yandaşlarına Sadusiler ve Bysosimler denir ama tarihte devamlılıklarını sürdürenler Sadusilerdir. Ana görüşü savunan ve Yahudi kanununu her zaman uygulandığı şekliyle koruyan Yahudiler ne tuhaftır ki, “Farisiler” yani “ayrımcılar” diye adlandırılır. Sadusiler Sözlü Tora’nın Tanrı’dan geldiğine inanmadığından sadece Yazılı Tora’nın kanunlarına uymak zorunda olduklarını savunurlar, Yazılı Tora’yı da harfi harfine okurlar. Ama Yazılı Tora’nın çok sayıda kuralı Sözlü Tora olmadan anlaşılamaz. Yanıtları mı? Her koyun kendi bacağından asılır. Herkes ne anlama geldiğine kendi karar verecek ve buna göre hareket edecek. Sadusiler, Rabi Berel Wein’in açıkladığı gibi, Helenleşmiş Yahudiler arasında doğal müttefikler bulur: Sadusiler, Helenist Yahudilerin gözünde rabinik düşmanlarından her zaman daha çok kabul gördü. Helenistlerle Sadusiler arasındaki geleneksel Yahudiliğe karşı birleşme, İkinci Bet -Amikdaş ve sonrasında Yahudi yaşamında sürekli bir karmaşa sağladı. (Echoes of Glory, sh.38) (Sadusileri daha ayrıntılı bir şekilde gelecek bölümlerde, Roma İmparatorluğu ve Yahudiler üzerindeki hakimiyetine geldiğimizde işleyeceğiz. Eski tarihçi Josephus Contra Apion adlı eserinde o zamanlar Yahudilerin inançlarını söyle açıklar: (Kanunlarının tam olarak açıklanmasında en yetenekliler olarak kabul edilen ve öncü ekol olan) Farisiler her şeyi kadere ve Tanrı’ya atfeder, kader her eyleme eşlik ettiği halde yine de doğru olanı ya da aksini yapmanın başlıca olarak insanın elinde olduğunu kabul eder. Bütün ruhların ölümsüz olduğuna ama sadece iyi insanların ruhunun başka bedenlere geçtiğini, kötü insanların ruhununsa ebedi cezaya tabi tutulduğunu söylerler. İkinci örgütü meydana getiren Sadusiler kaderi tamamıyla devre dışı bırakır ve Tanrı’nın bizim kötü olanı yapıp yapmamamızla ilgilenmediğini varsayar. İyi ve kötü olanı yapmanın insanın seçimi olduğunu ve bu seçimin, istediği gibi hareket etmekte özgür olan her bir insana ait olduğunu söyler. Ruhun ölümsüzlüğüne ve öbür dünyada cezaya ve ödüle inanmazlar. Dahası Farisiler birbirlerine karşı dostça hareket eder, cemaatle ahenkli ilişkiler geliştirir ama Sadusilerin birbirlerine karşı davranışı kabaca, kendi taraflarından olanlarla konuşmaları sanki yabancı imişler gibi barbarcadır. Sadusilerin Yunan düşüncesinin nasıl etkisinde kaldığını görebilirsiniz. Koen Gadol’luğun ve Bet-Amikdaş ayinlerinin neden öylesine yoldan çıktığının (o zamanlar üst sınıf sayılan koen sınıflarının birçoğu Sadusiliği seçtiğinden) nedenlerinden biridirler. Talmud’un o kadar çok Koen Gadol’un Yom Kipur ayini sırasında öldüğünü söylemesi de bu yüzdendir. (Bkz. 25. bölüm) Bet -Amikdaş’ın bozulması, zorunlu Helenleştirme ve zulüm sonunda ana görüşü savunan Yahudilerin sabrını taşırır. Yunanlılara karşı ayaklandıklarında Yahudiler arasındaki işbirlikçilere de saldırırlar. Makabilerin başkaldırısı –bugün Hanuka olarak kutladığımız- Yunanistan’a karşı bir savaş olduğu kadar Yahudiler arasında da bir iç savaştır. Ulusal özgürlük ya da fiziksel özgürlük savaşı değil, bir fikirler çarpışmasıdır.


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Ekim 2007       Mesaj #25
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sinagoglar
Ahrida Sinagogu
1400'lü yıllarda Makedonya'nın Ohri kasabasından gelen Yahudiler İstanbul Balat'ta bir Sinagog inşa ettiler. Teva'sını da (dua okuma kürsüsü) bir rivayete göre Nuh'un Gemisi'ni, bir başka rivayete göre de Sefarad'ları (İspanya'dan göç eden Yahudilere verilen ad) İspanya'dan Osmanlı topraklarına getiren kadırgaları simgelemek için gemi pruvası şeklinde yaptılar. 550 yıldır aralıksız hizmet veren bu sinagog tarih boyunca hem dini hem de sosyal açıdan pek çok önemli olaya mekan oldu.
spacer
1yahudi sin17.yy.da kendisini Mesih ilan eden Sabetay Sevi'nin İstanbul'a geldiğinde vaaz verdiği iddia edilen Ahrida Sinagogu'nda, Osmanlı-Rus savaşına (93 seferi) katılan Osmanlı Ordusu'nun zaferi için 18 Mayıs 1877'de düzenlenen ve Sadrazam İbrahim Edhem Paşa ile üst düzey görevlilerin de katıldığı bir dua töreni yapıldı. 2. Dünya Savaşı'nda da, seferberlik döneminde bir süvari müfrezesi Ahrida Sinagog'unda barındı.
spacer


Yıllar boyunca sayısız Bar-Mitzva (13 yaşına gelen Musevi erkek çocuğun ibadet topluluğuna kabulü ve ergenlik töreni) töreninin yapıldığı Sinagog'taki düğünler bütün Balatlılar'ın unutamayacakları anlara sahne olurdu. Gelinin denizdeki balıklar gibi doğurgan olması için, sinagog içindeki görkemli düğün töreninden sonra kapı dışına serilen bir halı üzerine, içinde levrek balığı olan bir tepsi konur, gelin bunun üzerinden atlayarak dışarı çıkardı. İsrail'e karsı olan ve hatta yahudilere karşı olan bir terorist grubun, Karaköy'deki Neve Şalom'a düzenlediği kanlı baskından sonra, İstanbul'daki bütün sinagoglarda olduğu gibi Ahrida Sinagogu da sadece hafta içi ve randevu alınarak geziliyor. Bütün sinagoglarda her Cumartesi sabahı ayin var. Çünkü her Cumartesi Museviler için Şabat yani en kutsal gün. Cumartesi günleri Museviler çalışmıyor, günü ibadetle geçiriyor, akşam da bütün aile toplanıp dua ediyor ve birlikte yemek yiyor. Ahrida Sinagogu'nu gezmek için 22 Aralık'ı seçerseniz, Hanuka (Işık) Bayramı kutlamalarını da görürsünüz. Hanuka Bayramı, Kislev ayının 25. gününden başlayarak (bu yıl 22 Aralık) sekiz gün boyunca kutlanır. Hanuka Bayramı'nda yakılan Hanukiya'daki (dokuz kollu şamdan) ilk mum Şamaş adını taşıyor. Dualar eşliğinde yakılan Şamaş'ın yanısıra sekiz gün boyunca her gün bir mum yakılır ve Hanukiya ışıl ışıl olur. Birinci mum Tanrı'nın "ışık olsun" deyişini anımsatır, 2. mum Tora'yı (Kutsal kitap) simgeler, 3. mum "Adalet", 4. mum "Merhamet", 5. mum "Kutsallık", 6. mum "Sevgi", 7. mum "Sabır", 8. mum da "Cesaret" ışığıdır.
spacer

kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
1 Ekim 2007       Mesaj #26
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

HAŞMONAİM DÖNEMİ(103YIL)

MAKABİLER'İN İSYANI VE HANUKA MUCİZESİ(M.Ö.138)

Yahudilerin Yunanlılara ve Helenizm’e karşı mücadelesinin ayrıntılarını Makabilerin iki kitabından biliyoruz. (Bu kitaplar Tevrat’ta yer almaz çünkü 26. bölümde öğrendiğimiz gibi Sanhedrin üyeleri o dönemden yıllarca önce Tevrat’ın neleri içermesi gerektiğine karar vermiş, bu olaylar ise çok daha ileriki bir zamanda gerçekleşmiştir. Muhtemelen Haşmoni ve kesinlikle peygamber olmayan bir tarihçi tarafından yazılmış olan Makabilerin kitapları, Tevrat’ın dışında bırakılmış ve Talmud’da sözü geçen başka yazıları da içeren Sefer HaChitzonim adlı bir derlemede bulunur.) Yahudilerin isyanı insanlık tarihinde bir örnektir. Dünyadaki ilk ideolojik/dini savaştır. Eski dünyada hiç kimse tanrıları için ölmemiştir. Sadece Yahudiler dinlerinin –o zamanın yegane tektanrılı dini- uğruna can vermeye değer olduğunu düşünüyordu. Ancak (28. bölümde gördüğümüz gibi) bu sadece Yunanlılara karşı bir savaş değil, aynı zamanda bir iç savaştır. Yahudiliğe sadık olan Yahudiler, Helenleşen ve Yunanlıların tarafını tutan diğer Yahudilere karşı çarpıştı. M.Ö. 167 yılındayız ve Yunanlıların Yahudiliğe karşı zulmü doruk noktasındadır. Yunan birlikleri Modiin şehrine (günümüzde de ziyaret edebileceğiniz Yeruşalayim-Tel Aviv yolu üzerinde, Yeruşalayim’in batısında bir belde) varır ve Yahudilerin Yunan tanrılarına bir domuz kurban etmesini talep eder. Şehrin büyüğü, bir koen olan Matatya bunu reddeder. Ama orada, Yahudilere sözü bile edilmeyecek olanı yapmaya istekli Helenleşmiş bir Yahudi bulunmaktadır. Domuzu kurban etmek üzereyken Matatya onu bıçaklar ve yanındaki Yunanlı yetkiliyi öldürür. Ardından kalabalığa doğru döner ve şöyle der: “Tanrı’nın kanunundan yana ve antlaşmaya sadık olan herkes beni izlesin.” (I Makabiler 2:27) Matatya ve beş oğluna –adları Yeuda, Elazar, Yohanan, Yonatan ve Şimon olan- katılanlar tepelere doğru yol alırken Yunan tanrılarının gelip intikam olarak bütün köyü yerle bir etmesini beklemektedir. Tepelerde bir gerilla ordusu örgütlerler. Başlarında lakabı “çekiç” anlamına gelen Makabi olan en büyük oğul Yeuda vardır. Makabi aynı zamanda Yahudi halkının savaş çığlığı mi kamoha baalim Aşem (Tanrı’nın güçleri arasında senin gibi olan) sözcüklerinin baş harfleridir. Bu Makabi ordusunun tam olarak ne kadar büyük olduğunu bilmiyoruz ama en iyimser tahmin bile 12.000 kişinin üzerine çıkmaz. Bu minik güç 40.000 kişilik Yunan ordusuna karşı çarpışmaya başlar. Yunanlıların üstünlüğü sadece sayısal değildir. Profesyonel askerleri, teçhizatları, eğitimleri ve eski dünyanın tankları olan savaş filleri vardır. Yahudiler ise sayı, eğitim ve teçhizat açısından (fillerinin olmadığını söylemeye gerek bile yoktur) çok daha zayıftır ama bu eksiklikleri cesaretleriyle kapatırlar. Çarpışmaların çoğu sahildeki ovalık bölgeden (Tel Aviv) Yeruşalayim’e uzanan bayırlarda gerçekleşir. Yunanlılar ordularını doğal kanyonlardan, Yahudilerin en iyi korudukları yerler olan dağlık yörelere çıkarmaya çalışmaktadır. Ulaşabilecekleri birkaç yer vardır, Makabiler de onları buralarda kıstırır. Makabilerin hikayesini okuduğunuzda birkaç hafta içinde olup biten bir olaymış izlenimine kapılırsınız. Savaşılır, Yahudiler kazanır, Yunanlılar da evlerine gider. Aslında çarpışmalar 25 yıl sürer ve her iki taraf da büyük zararlara uğrar. HANUKA İlk iki yılın sonunda Yahudiler Yeruşalayim’i yeniden fetheder. Bet-Amikdaş’ın kirletildiğini ve putperest bir mabede dönüştürüldüğünü, sunakta domuzların kurban edildiğini görürler. Bet-Amikdaş’a girer girmez ilk yaptıkları uydurma bir menora’yı (altından olanı Yunanlılar tarafından eritilmiştir) yakmaya çalışmaktır. Ne var ki özel mühürlü sadece bir tane saf lamba yağı şişesi bulabilirler. Bu şişeyi menora’yı yakmak için kullanırlar ve mucize eseri sekiz gün boyunca yanar. Bu arada taze saf yağ üretilir ve Bet-Amikdaş’a ulaştırılır. Makabiler ardından Bet-Amikdaş’ı temizler ve İbrani takviminde Hanuka’nın sekiz gününü kutlamaya başladığımız 25 Kislev’de yeniden adarlar. (İbranice Hanuka sözcüğü “adamak” ya da “açılış töreni” anlamına gelir.) Hanuka –Yahudi takvimine rabiler tarafından eklenen iki bayramdan biri- iki ayrı mucizeyi kutlar: 1) Yahudilerin çok daha kalabalık olan Yunanlılara karşı askeri zaferini; ve 2) Yahudi değerlerinin Yunan değerlerine karşı ruhani zaferini. Hanuka ışıklarının simgelediği, bu ruhani zaferdir. Bet-Amikdaş’ın yeniden adanması çarpışmalara son vermez. Ne yazık ki Helenleşmiş Yahudilerden bazıları Makabilerin Yeruşalayim’i almasından memnun olmaz ve Yunanlılarla güç birliği eder, savaş da sürer gider. Yunanlılar ancak M.Ö. 142 yılında Selevki hükümdarı Demitrius zamanında savaşmaktan usanır ve Matatya’nın beş oğlundan tek hayatta kalanı Şimon’la barış anlaşması imzalar. Bu yıl Yisrael putperest boyunduruğundan kurtuldu; insanlar sözleşmelerine ve anlaşmalarına şöyle yazmaya başladı: “Birinci Şimon yılında, büyük Koen Gadol, Yahudilerin general ve lideri.” (I Makabiler 13:41-42) Böylece Yahudiler Yisrael ülkesine resmi olarak yeniden egemen olur. HAŞMONAYLARIN SALTANATI Yukarıda belirttiğimiz gibi Matatya bir koen’di, dolayısıyla oğlu Şimon’un da Koen Gadol olması şaşırtıcı değildir. Ancak Şimon “prens/başkan/lider” anlamına gelen nasi unvanını alır. Kendisini kral olarak adlandırmaz çünkü Yahudi bir kralın ancak David soyundan gelebileceğini gayet iyi bilmektedir. (David’in soyu –kralların soyu- Yeuda kavminden gelir. Koen’lerin soyu ise Yaakov’un on iki oğlunu -Yisrael’in on iki kavmi- kutsaması uyarınca Levi kavminden gelir.) Şimon’un yaptığı kötü bir seçimdir çünkü onun soyundan gelenler bu farklılığa saygı göstermedi. Yisrael’de yeni bir hükümdarlık hanedanı başlatırlar: 103 yıl boyunca sürecek olan ve korkunç bir ahlaki ve dini çöküşe neden olacak Haşmonay hanedanı. Bir kere kral olmamaları gerekirdi, üstelik kendi güçlerinin esiri olarak yoldan çıktılar. Bir sonraki hükümdar Yohanan Hyrcanus’tur. İsminden Yunan etkisinin nasıl yer ettiğini görüyoruz. Haşmonaylar Helenleşmektedir. Bu feci bir trajedidir çünkü ataları Helenizm’in boyunduruğundan kurtulmak için canlarını vermişti. Yisrael’in sınırlarını genişletme çabalarının parçası olarak yeni fethettiği halkları din değiştirmeye zorlar. Bu, Yahudiliğin ne önce, ne de sonrasında hiç yapmadığı bir şeydir: Yahudiler aksine, din değiştirerek Yahudi olmayı desteklemez. O sırada zorla dini değiştirilen halklardan biri İdumeanlardır. Bu hata, Yahudilere çok pahalıya mal olur. İsrail’de, Bet Şemeş yakınlarında turistlere açık olan Bet Guvrin Mareşa adında, büyüleyici bir arkeolojik sit vardır. Çoğu kireçtaşından yapılmış 2000 kadar mağaradan oluşur. Burası İdumeanların önemli şehirlerinden biriydi. Kendiniz bile arkeologluğa soyunup bir günlüğüne kazı yapabilirsiniz. Hasmonaylar burayı fethetmiş ve halka bir seçenek vermiştir: din değiştirmek ya da gitmek. Zorla dini değiştirilen İdumean ailelerden biri, birkaç yıl sonra Romalılar saldırdığında yer alacak olan dramda çok önemli bir rol oynayacaktır. Bu aileden gelen Herod Yahudi kral atanacak ve şizofren bir hükümdar olacaktır. Koen Gadol’u, Yahudi Yüce Mahkemesi’nin 45 üyesini ve ailesinden birçok kişiyi katledecek, Kesarya şehrini, Masada’daki kaleyi ve Bet-Amikdaş’ın tamamıyla baştan yapımını da içeren bir fantastik inşaatlar dizisine girişecektir. Göreceğiniz gibi Herod (sadece ismen Yahudi olan) Yahudilerle son derece şizofrence bir ilişki kuracaktır. YAHUDİ HÜKÜMDARLIĞININ ÇÖKÜŞÜ Yohanan Hyrcanus’un oğlu Alexander Yanai bütünüyle yoldan çıkmış klasik bir Hasmonay hükümdar örneğidir. Tamamen Helenleşmiştir, Sadusilerin (sadece Yazılı Tora’yı izleyen ve kendi yorumlamalarını yapan Yahudiler) yandaşıdır ve Farisilere (ana görüşü savunan Yahudiler) karşıdır. Bazı Farisiler ona karşı çıktığında, önce ailelerinin katledilmesini izlemeye zorladıktan sonra aralarından 800’ünü öldürür. Bu katliamlar sırasında Alexander Yannai Yunan tarzı bir ziyafet vermektedir. Bu, öylesine şanlı bir başlangıç yaptıktan sonra feci bir sona giden ve Yahudi halkının mahvına yol açan büyük ailelerin klasik bir örneğidir. Son iki Haşmonay hükümdarı Hyrcanus ve Aristobolus adında iki kardeştir. Her ikisi de tamamıyla Helenleşmiştir. Hyrcanus daha zayıftır ama Yahudi olan İdumeanlardan gelen Antipater adında (tam o sırada doğmuş Herod isminde bir erkek bebeği bulunmaktadır) güçlü bir danışmanı vardır. İki erkek kardeş kimin kral olacağı konusunda birbirleriyle savaşmaktadır. Aşikar yanıt, hiçbiridir. Ama gelin de bunu ahlaktan uzaklaşmış, güce susamış insanlara anlatın. Akıllarına Roma’nın kavgalarına hakemlik yapması fikri gelir. Romalıları davet etmek, çok uluslu bir barış gücünü ya da uluslararası bir aracı kuruluşu davet etmeye benzemez. İnanılmaz bir fetih enerjisine sahip, ele geçirebilecekleri her yeri fethetmek isteyen bir halktan söz ediyoruz. M.Ö. 63 yılındayız. Romalı büyük general Pompeii Yunan İmparatorluğu’ndan geride kalanları temizlemekle meşguldür. Davete memnuniyetle icabet eder ve ordularını Yisrael’e yollar.


kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
2 Ekim 2007       Mesaj #27
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

YAHUDİLER VE ROMA DÖNEMİ

ROMALILAR

Yisrael’in İkinci Milletler Topluluğu’nun Roma İmparatorluğu’nun elinde acıklı sona ulaşmasının hikayesini anlatmadan önce zamanda geriye bir yolculuk yapalım ve Roma’nın ne olduğuna, güçlü Yunanlılara nasıl meydan okuyabilecek bir kuvvet haline geldiğine değinelim. Roma’nın tarihi M.Ö. 753 yılında bir şehir devlet olarak başlar. Şehrin kuruluşu ünlü bir efsaneye dayanır. Tiber Nehri kıyılarına yerleşenlerin, akıbetlerinin bağlı olduğuna inandıkları “Vesta’ya, yani ocak tanrıçasına bağlı bakireler” tutmaları yaygın bir uygulamaydı. Bu genç kadınların saf ve temiz kalması gerekiyordu. Bir ocak tanrıçası bakiresi yanlış yola saptığında canlı gömülerek öldürülüyordu. M.Ö. 8. yüzyılda Rhea Silvia adlı bir ocak tanrıçası bakiresi hamile kaldı. Hata onun değildi, tanrı Mars tarafından iğfal edilmişti! Silvia Rhea ikiz oğlanlar doğurdu: Romulus ve Romus. Ne var ki yerel kral onları yarı-tanrı olarak kabul etmedi ve Tiber Nehri’ne attırdı. Mucizevi bir şekilde kıyıya yüzdüler, bir dişi kurt tarafından bakıldılar sonra da bir çoban tarafından büyütüldüler. Oğlanlar büyüdüklerinde, boğulmaktan kurtuldukları yerin yakınında, Tiber’e bakan yedi tepe üzerinde Roma şehrini kurdular. (Daha sonra Romulus Romus’u öldürdü ve tanrı Quirinus oldu.) İlginç olan şudur ki Yahudi geleneği Romalıların, Yaakov’un ikiz kardeşi, kızıl saçlı ve kana susamış Esav’ın soyundan geldiğini ileri sürer. Yahudilik Roma’ya hem “kırmızı” hem de “kan” anlamına gelen İbrani kökten yola çıkarak “Edom” der (Bereşit 36:1’de Esav’a verilen başka bir isim). Daha sonraki Yahudi-Romalı ilişkisine baktığımızda, Romalıların Esav’ın hayat görüşünün ruhani mirasçıları olduğunu anlarız. ROMA CUMHURİYETİ Romulus’un zamanından birkaç yüz yıl ileriye gittiğimizde, yaklaşık M.Ö. 500 yıllarında Roma halkının ona hükmeden monarşiyi devirdiğini ve bir senato tarafından yönetilen bir cumhuriyet kurduğunu görürüz. Senatonun yüksek sınıflardan oluştuğu, toprak sahibi erkek vatandaşların “patrisyen-soylu” adlandırıldığı bir oligarşi... Sağlıklı ve güçlü her eski medeniyet gibi Romalılar da hakimiyet alanlarını genişletmek için savaşmaya koyulur. Hırslı Romalılar karşılarında kendi görüşlerinde olan Kartacalıları bulur ve M.Ö. 264 yılında M.Ö. 146 yılına kadar sürecek olan ve Roma’nın zaferle çıkacağı, Pun Savaşları olarak bilinen muazzam bir mücadeleye girişirler. Romalılar Yunan sömürgelerini, ardından Yunanistan’ın kendisini fetheder ve Akdeniz’deki büyük güç haline gelirler. Büyük ölçüde Yunan hayat görüşünü miras almışlardır. Kültürlerine Greko-Romen deriz çünkü Yunanistan’la Roma iki farklı halk, medeniyet ve kültür oldukları halde Romalılar kendilerini çok büyük oranda Yunanlıların kültürel mirasçıları olarak görüyordu. Daha ileride Roma tarihinde çok sayıda Romalı kendilerini Yunanlıların reenkarnasyonu addedecektir. Yunanlılar Roma mimarisini ve Roma hayat görüşünü birçok açıdan etkilemiştir. Ancak Romalıların kendi benzersiz katkıları da olmuştur. Roma, Yunanistan’dan çok daha muhafazakar, ataerkil bir toplumdu. Ayrıca çok çalışkan, son derece iyi örgütlenmiş kişilerdi, bu da onları imparatorluk kurma ustası haline getirdi. Örgütleme yeteneklerini her alanda görürüz: Mühendislikte: Romalıların hakim olduğu nereye baksak, halen ayakta duran Roma su kemerleri, yolları, kaleleri, duvarları buluruz. İnanılmaz inşaatçılardı. İnşaat bilgileri şaşırtıcıydı. Hükümet ve kanunlarında: Bütün Akdeniz havzasında kullanılan bir kanun sistemi kurdular. Yönetim, vergi toplama yetenekleri. Her şeyin ötesinde sistematik bir şekilde savaşma ve fethetme yetenekleri. Fetih ve imparatorluk kurmak, Roma organizasyonunun en büyük özelliklerindendi. ROMALILARIN FETHİ Romalılar savaşmada devrim yaptı. Yunanlıların aksine, vatandaşları askere almaz, profesyonel bir ordu kullanırlardı. Askerler savaşmak için para alır, bunu hayat boyu sürecek bir kariyer haline getirirdi. Romalı için askerlik sadece bir iş değildi, bir yaşam biçimiydi. Romalıların görüşü tartışmasız en büyük Romalı general olan Jül Sezar’ın ünlü deyişinde saklıydı: Veni, vidi, vici – “Geldim, gördüm, yendim.” Hızlı hareket edemeyen Yunanlı mızraklı ve kalkanlı asker alayları yerine Romalılar, her biri 10 tane daha küçük ve daha hareketli piyade taburuna bölünmüş lejyonları oluşturdu. Lejyon Roma ordusunun temel birimi oldu. Roma, her biri yaklaşık 5.000 kişilik 24 ile 28 arasında, çoğu piyade, birazı süvari lejyonuna sahipti. Bu lejyonların örgütlenme şekli Romalılara savaş alanında inanılmaz bir esneklik kazandırıyordu. Aynı anda yüz kişiyle savaşabilecek daha küçük birimlere ayrılabiliyorlardı. Yunanlıların hiçbir zaman başaramayacağı şekillerde manevra yapabiliyorlardı. Romalılar Yunanlıları işte böyle ezdi. Karşılarına çıkan herkesi katlettikleri gibi onları da katlettiler. Bu bizi Roma kültürünün bir başka kilit özelliğine götürüyor. Romalılar çok sofistike insanlar oldukları halde, çok da vahşiydiler. Belki de tarihteki en vahşi medeniyet... Vahşetleri savaşta görülebilir tabii. İnanılmaz derecede saldırgan insanlardı. Her şeyi fethetmek için kontrol edilemez bir hırsa sahip insanlar... (Bu, Yahudilerin Esav’ın soyundan gelenler hakkındaki görüşlerine uymaktadır. Esav fiziksel olarak hakimiyet kurma gücüne sahipti. İkiz kardeşi Yaakov ise ruhani açıdan hakimiyet kurma gücüne sahipti.) Daha da çarpıcı olanı, vahşetlerinin eğlence şekillerinde de ortaya çıkmasıdır. Romalılar imparatorluğun 200 farklı yerinde, günlerini yiyip içerek ve insanların tuhaf bir şekilde boğazlanarak öldürülmesini seyrederek rahatlayarak geçirdikleri anfitiyatrolar kurdular. (Bu uygulama son derece popülerdi. İmparator Avgustus hükümdarlığı sırasında 10.000 kişinin dövüştüğü ve 3.500 vahşi hayvanın öldürüldüğü oyunları başlatmakla övünmektedir.) Bu nokta insanlık tarihinde çok ilginç bir ders oluşturmaktadır. En sofistike kültürlerin, aynı zamanda en vahşileri olduğunu da sıklıkla görüyoruz. Bunu Roma’da (daha sonraları birçok başkasında, en yakın zamanda da Almanya’da) gördük. ROMA İMPARATORLUĞU Roma orduları dışarıda zaferler elde ederken, ülkede cumhuriyetin hali pek iyi değildi. M.Ö. 1. yüzyılda Roma iç çekişme ve sınıf mücadelesi ile uğraşmak zorundaydı. Bunların arasında Spartaküs’ün başını çektiği tutsakların ayaklanması (M.Ö.72) belki de en ünlüleridir. Bu sözde “sosyal savaş” Roma’yı vatandaşlığı geniş ölçüde yaygınlaştırmaya zorladı ama cumhuriyet yine de ortadan kalktı. General Pompeii popüler bir galip olarak ortaya çıktı, Krasus ve Jül Sezar ile M.Ö. 60 yılında Birinci Triumvirlik’i kurdu. Ancak Pompeii ile Sezar’ın arası bozuldu ve Sezar Roma’ya hakim olarak Roma İmparatorluğu’nun temellerini attı. Yisrael ülkesindeki hikayeyi bu noktada bırakmıştık. Son iki Hoşmanay hükümdar (Makabilerin soyundan) iki erkek kardeşti: Hyrcanus ve Aristobolus. Birbirleriyle kimin kral olacağı konusunda kavga ederken akıllarına Roma’nın aracılık yapması fikri geldi. Böylece M.Ö. 63 yılında Pompeii, ordularını Yisrael’e hareket ettirmeye davet edildi. Eski tarihçi Josefus daha sonra neler olduğunu ayrıntılarıyla açıklar. Romalılar gelir, birçok Yahudiyi katleder ve iki kardeşten zayıf olanı, Hyrcanus’u ülkenin kukla hükümdarı yaparlar. Bu Roma sisteminin bir parçasıydı. Vekâletle hükmetmeyi severlerdi. Roma’nın vergileri ödendikçe ve Roma kanunlarına uyuldukça yerel vali ya da kralın, ülkeyi yönetmek için gündelik sorunlarla uğraşmasına izin verirlerdi. Roma’nın Yisrael’e müdahalesi Yahudi bağımsızlığına son verdi ve Yahudi tarihinin en karanlık dönemlerinin birini başlattı. Hükmeden Hyrcanus veya herhangi bir başka Yahudi değil, Roma idi. (Sanhedrin’in nüfuzu Pompeii’nin fethinden altı yıl sonra bir Roma kararnamesiyle iptal edilmişti.) Bağımsız Yisrael devleti artık yoktu. Roma’nın Judea eyaleti olmuştu. Pompeii savaştaki yararlılıkları karşılığında ödül olarak askerlerine geniş toprak parçaları vererek ülkenin büyük kısmını böldü. Gaza, Yafa, Aşdod ve diğer Yahudi şehirleri artık Roma İmparatorluğu haritasında yer alıyordu. Kendisine kral deme hakkı bulunsa da Hyrcanus sadece Yeruşalayim’e ve kuzeyi ile güneyinde birkaç parçaya sahipti ama bu küçük alanı bile Şam’daki Roma konsülüne danışmadan yönetemiyordu. 29. bölümde sözünü ettiğimiz gibi Yisrael’in Roma tarafından alınışında kilit rolü Hyrcanus’un baş danışmanı, İdumean generali Antipater oynuyordu. Idumeanlar Yahudilerin benzeri görülmemiş bir hatasının tanıklarıydı: Yohanan Hyrcanus’un zorla Yahudi yaptığı kişilerdi. Zayıf Hyrcanus’un arkasındaki gerçek kuvvet olan Antipater, fırsatı eline geçirmişken kendi ailesini güçlü konumlara getirmeyi ihmal etmedi. Hyrcanus’a rehberlik etmeyi sürdürdü ve M.Ö. 49 yılında Pompeii ile Jül Sezar iç çatışmaya girişince, kazanan tarafı seçmesine yardım etti. Antipater kısa zaman sonra iktidardaki adam oldu. Romalılar bu zorla Yahudi olmuş adamın, Yahudi değerleriyle veya milliyetçiliği ile özdeşleşmediği konusunda doğru tahminlerde bulundu. Antipater iktidarda olduğu sürece “militan tektanrıcılık” yeniden tehlikeli bir biçimde ortaya çıkmayacaktı. Antipater tarihe adını yazdırmadı ama oğlu Herod, dini zorla değiştirilmiş bir aileden gelmesine ve sadece ismen Yahudi olmasına rağmen Yahudilerin en ünlü krallarından biri oldu. Tarihe Büyük Herod olarak adını yazdırdı.

kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
4 Ekim 2007       Mesaj #28
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

YAHUDİLER VE ROMA DÖNEMİ

YUHUDA KRALI HEROD
BÜYÜK HEROD

Büyük Herod (daha sonra gelen Herod Antipas ile karıştırılmamalı) Yahudi tarihindeki en önemli karakterlerden biridir. Kuşkusuz kötü biriydi ama Yahudi üzerindeki Roma egemenliğinin bu dönemini anlamak açısından çok önemli bir kişi olarak kalmaya devam etmektedir. Herod Yehuda kralı olarak (Romalılar tarafından atanarak) M.Ö. 37 yılında M.Ö. 4 yılında ölümüne kadar 33 yıl süren çok uzun bir süre boyunca iktidarda kaldı. Bu, ekonomik bolluk ve sosyal istikrar açısından altın bir çağdır. Bolluk ve istikrarın nedeninin bir kısmı, Romalıların bu zaman boyunca Yahudilerin gündelik yaşamında arka planda rol oynamasıdır. Romalıların genel tutumu hoşgörülüydü, yani Yahudiler resmi Roma devlet dininden muaf tutuluyordu. Hatırlanması gereken çok önemli bir nokta, eski dünyadaki tüm imparatorluklarda din ve devletin birlikte gittiği, Roma’nın imparatorlara tapması–yani imparatorun ölümünden sonra ilahlaştırılması- yüzünden bunun Roma’da her yerden daha çok uygulandığıdır. Devlet ve dini birleştirmek tabii ki hükümdarlarla fazladan bir yasallık kazandırıyordu. Cismani ve ruhani güç arasındaki bağlantı, tebaalarının fiziksel ve ruhani varoluşu üzerinde tam bir kontrol sağlıyordu. (Daha ileride Katolik kilisesinin Ortaçağ Avrupa’sında aynı şeyi yaptığını göreceğiz.) Devlet dinini kabul etmek Romalı kimliği ve devlete sadakatin çok önemli bir parçası olduğu halde Romalılar aynı zamanda pragmacıydı. Yunan deneyiminden Yahudilerin putlara tapmaya zorlanamayacaklarını öğrenmişlerdi. Ayrıca Yahudilerin diğer pagan halklar gibi olmadıklarını, boyun eğmeyeceklerini kendi gözleriyle görmüşlerdi. Dolayısıyla Romalılar Yahudilere, Roma devlet dininden muaf resmi bir statü verdi. Bu bir yandan çok akıllıca ve hoşgörülü bir politikaydı. Diğer yandan ise bu politikaya fiscus Judaicus adlı cezai bir vergi eşlik ediyordu. Devlet dininden muaf mı olmak istiyorsunuz? Bu ayrıcalık için para ödediğiniz sürece kabul. Yahudilerin vergiyi ödeyip kendi yollarına gitmesi mümkün olabilirdi ama bu kadar kolay olmadı (göreceğimiz gibi). EKONOMİK BOLLUK Yahudiler, büyük ölçüde Herod’un Roma ile dostane ilişkisi sayesinde şimdilik iyi durumdaydı... En azından ekonomik açıdan (ruhani açıdan değilse bile). Herod, birçok başlıca ticaret yolunu da içeren çok önemli bir alanı yönetmede Roma’nın tam desteğine sahipti. Her şey, Yemen’den Akdeniz’e giden tütsü ticaretinin bir tür büyük istasyonu olan Yehuda’dan geçiyordu. Ayrıca burası, zeytinyağı (sadece yemek pişirmede değil, başlıca aydınlanma kaynağı olarak da kullanılan) ve hurmaları (şekerden önceki ana tatlandırıcı) ile ünlü Ortadoğu’nun en bereketli tarım topraklarından biriydi. Herod ticaretten elde ettiği kârları, bazıları dünyada en harikuladeleri olan bir dizi devasa inşa projesini gerçekleştirmede kullandı. Gerçekten de, eğer eski dünyanın harikaları onun zamanından önce belirlenmiş olmasaydı muhtemelen listenin yarısını onun yaptıkları oluştururdu. Eski dünya mimarisinin hemen tüm arkeolog ve öğrencileri, insanlık tarihinin en büyük inşaatçılarından olduğunu kabul eder. Durmaksızın inşa etti: kentler, saraylar ve kaleler. Bazıları hâlâ ayaktadır. Masada, Antonia ve Herodium kaleleri Kesarya şehrinin limanı Hebron’da Atalar Mağarası’nın (Mearat Hamahpela) tepesindeki devasa yapı Yeruşalayim’in etrafındaki muazzam duvarlar ve şehrin girişindeki üç kule (kalıntıları günümüzde hatalı olarak David’in Kulesi diye adlandırılan) ve çok daha fazlası... Herod, inanılmaz bir mühendislik harikası olan Herodium’da yapay bir dağ inşa etmiş ve tepesine çok büyük bir saray oturtmuştur. Ne yazık ki bu saray M.Ö. 70 yılında Büyük İsyan sırasında yıkılmıştır. Çölde, kayadan bir platonun üzerinde başka bir kale olan Masada’yı inşa etmiştir. İnsanın gereksinim duyacağı tüm konforu ile Masada, tarım ürünlerinin yetiştirildiği bahçeleri besleyen inanılmaz bir su tedariki sistemine sahipti. (Masada günümüzde turistler açık olup görülmeğe değer bir yerdir.) Kesarya şehrindeki limanın özellikle belirtilmesi gerekir. Sadece bir ticaret ve Yehuda’nın Roma idari merkezi olduğu için değil, Yahudiliğin gözünde pagan, Roma’nın ve ahlak dışı olan her şeyin simgesi haline geldiği için. Herod burada şaşırtıcı bir yapay liman oluşturdu (İmparatorluklaki en büyük iki limanın biri), harika bir amfitiyatro, at arabası yarışları için bir hipodrom (Ben Hur filmindeki gibi), banyolar ve Romalı tanrı-imparatoru Augustus Sezar’a adanan dev bir tapınak inşa etti. (günümüzde, son derece etkileyici olan Kesarya Maritina kazılarını ziyaret edebilirsiniz.) HEROD’UN TAPINAĞI Herod’un projeleri arasında en iddialı olanı Bet-Amikdaş’ı yeniden inşa etmekti. Bu hareket onu hor gören tebaaları arasında sempati kazanma girişimiydi kuşkusuz. Mabet Tepesi’nın (günümüzde Müslümanların türbesi Kubbet-ül Sahra’nın bulunduğu tepe) etrafındaki istinat duvarlarını inşa etmek için bile 10.000 kişi ve on yıl gerekti. Batı Duvarı (eskiden ağlama Duvarı olarak bilinen) on iki futbol sahası büyüklüğünde insan yapımı dev bir platformu içerecek 500 metre uzunluğundaki istinat duvarının ancak bir parçasıdır. Tapınak Tepesi’ni niye bu kadar büyük yaptı? Tarihçiler Roma İmparatorluğu’nda yaşayan 6-7 milyon Yahudi olduğunu (ayrıca İran’da bir milyon) ve bunların çoğunun üç hac bayramı için Yeruşalayim’e geldiğini tahmin eder: Pesah, Şavuot ve Sukot. Bu kadar çok sayıda insanı barındırmak için dev bir alana gereksinim vardır. Bu platformun üzerinde Bet-Amikdaş’ı inşa etmeye gelince, Herod gerçekten kendisini aştı. Talmud bile son sonucun harikulade olduğunu kabul eder. Kodeş Hakodaşim altınla kaplıydı; diğer yapıların duvar ve sütunları beyaz mermerden, zeminler karara mermerindendi; mavi rengi insana denizin üzerinde hareket ediyormuş durgusunu veriyordu; perdeler mavi, beyaz, kızıl ve eflatun iplikten dokunmuş olup Jesephus’a göre gökyüzünün tüm manzarasını resimliyordu. Jesophus ne denli inanılmaz göründüğünü şöyle tanımlar: Dışarıdan bakıldığında mabet zihni ve gözleri büyüleyecek her şeye sahipti. Her taraf kalın altın tabakalarıyla kaplanmıştı. Güneşin ilk ışınları öyle kuvvetli bir ateşle yansıyordu ki bakmaya çalışanlar doğrudan güneşe bakmışçasına başlarını çevirmeye mecbur kalıyordu. Yaklaştıkça karla örtülü bir dağa benziyordu çünkü altınla kaplı olmayan her şey göz alıcı beyazlıktaydı. (Yahudi Savaşı, sh.304) Herod ana girişe, dindar Yahudilerin saygısızlık olarak gördüğü devasa bir Roma kartalı koymayı uygun görmüştü. Bir grup Tora öğrencisi bu putperestlik ve baskı simgesini kısa zaman sonra parçaladı ama Herod onları yakalattı, zincirleterek Yeriho’daki malikanesine getirtti ve canlı canlı yaktırdı. Bet- Amikdaş’ı inşa ettikten sonra Herod bu türden sorunlar olmadan yönetilmesi için çaba sarfetti. Sanhedrin’in önde gelen kırk altı üyesini ölüme gönderdikten sonra kendi Koen Gadol’unu atadı. HEROD’UN ZULÜMLERİ Herod’un zulmü kendi ailesine bile uzanıyordu. Yahudi kökenlerinin kuşkulu olduğunu bildiğinden, Yahudi halkı arasında yasallık kazanmak için Hyrcanus’un torunu, dolayısıyla bir Haşmonay prensesi olan Miryam ile evlenmişti. Ama aynı zamanda Miryam’ı delicesine seviyordu. Josephus’un aktardığı gibi: Herod’un Miryam’dan olan beş çocuğundan ikisi kız, üçü oğlandı. Bu oğulların en küçüğü Roma’da eğitim gördü ve orada öldü. En büyük ikisini annelerinin asaletinden ötürü ve Herod kral olduktan sonra doğduğu için onlara kraliyet kanı taşıyormuş gibi davranıyordu. Ama bütün bunlardan daha güçlü olan, Miyram’a karşı duyduğu ve gün geçtikçe alevlenen aşktı... Miryam ise Herod’dan nefret ediyordu. Buna büyük ölçüde neden, kardeşi Aristobulus’a yaptıklarıydı. Herod Aristobulus’u on yedi yaşındayken Koen Gadol yapmıştı. Genç adam popülarite kazandıkça onu endişeyle izliyordu. Aristobulus’un popüler olması şaşırtıcı değildi çünkü Koen Gadol olmak için yasal hakkı olan bir Haşmonay, gerçek bir Yahudi ve gerçek bir koen idi. Bu Herod’u öylesine ürküttü ki onu boğdurdu. Herod daha sonra kendi oğullarını kıskanmaya başladı, onları da öldürttü. Hatta bir kıskançlık krizi sırasında karısını da öldürttü. Yine Josephus’a göre: Hiddeti onu çılgına çevirdi ve yatağından fırlayarak sarayda deli gibi koşmaya başladı. Kızkardeşi Salome Miryam’a iftira etme fırsatını kaçırmadı ve Herod’un Yosef (Miryam’ın aşığı olduğu iddia edilen) hakkındaki kuşkularını doğruladı. Kontrol edemediği kıskançlık ve öfkesiyle her ikisinin derhal öldürülmesini emretti. Ama hiddeti diner dinmez pişmanlığa kapılıyor, öfkesi sönünce duyguları yeniden alevleniyordu... Miryam’a karşı duyduğu arzu öylesine güçlüydü ki ölmüş olduğunu düşünemiyor, hâlâ yaşıyormuş gibi onunla konuşuyordu... En hafifinden istikrarlı bir kişi değildi. Avgustus bile onun hakkında şöyle demişti: “Herod’un çocuklarından biri olmaktansa, köpeği olmak daha iyidir.” Herod’un paranoyası, Bet-Amikdaş hiyerarşisine müdahale etmesi, Yahudi halkının Helenleşmesine çalışması, artan ve ölümünden 70 yıl kadar sonra Roma’ya karşı bir başkaldırıyla sonuçlanacak bir hoşnutsuzluğa yol açtı. RUHANİ ÇATIŞMA Yüzeydeki olayların altında büyük bir ruhani çarpışma vardı: paganlık ve Yahudilik arasında. Dahası Yahudilerin milliyetçi duyguları yüzeye çıkıyordu. Helenizm’in Yehuda’ya hakim olması işleri daha da karıştırdı. Orada Yunan İmparatorluğu hakimiyetinden beri yaşayan önemli sayıda Yunanlı ile Yunan yaşam tarzını benimseyen diğer Yahudi olmayanların yanı sıra Romalıların teşvik ettiği başka Helenistler de ülkeye yerleşti. Ayrıca azınlıkta olsalar da, Yahudi üst sınıfları da bu “yüksek” kültürü kabul etti. Ve tabii kral onaylı bir Helenist idi. Geri kalmış halkını çağdaş dünyaya getirecek aydınlanmış bir lider olarak gören Herod “idealist” amaçlarına ulaşmak için gerekeni yaptı. Buna, sadece otoritesine karşı tehdit olarak değil, Yahudilerin kütle halinde Helenleşmesine karşı engeller olarak da gördüğü tüm rabi’lere zulmetmek ve onları öldürmek de dahildi. Herod’un müdahaleleri ve Yahudi üst sınıfları arasında yayılan Helen etkilerinin sonucunda Bet-Amikdaş hiyerarşisi yoldan çıktı. Güçlerini korumak için Romalılarla işbirliği yapan varlıklı bir dini grup olan Sadusiler, ana görüşü savunan Yahudi çoğunluk Farasilerin ve ekstrem dini azınlık Zilotları devreden çıkararak Bet-Amikdaş’ın kontrolünü ellerine geçirmişlerdi. (Bu gruplar hakkında daha fazla bilgi edinmek için 28. bölüme bakınız.) Kazan kaynamaya başlıyordu. Yakında patlayacaktı...




kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
5 Ekim 2007       Mesaj #29
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

YAHUDİLER VE ROMA DÖNEMİ

HİLLEL VE ŞAMAY

28. bölümde Farisiler (ana görüşü savunan Yahudiler) ile Sadusiler (sadece Yazılı Tora’yı izleyen ve kendi yorumlamalarını yapan Yahudiler) arasındaki bölünmeyi tartışmıştık. 31. bölümde ise Herod’un rabi’leri katletmesinin ve Bet-Amikdaş hiyerarşisine müdahalesinin (ayrıca da Yahudileri Helenleştirme çabalarının) koenlerin yoldan çıkmasına nasıl etki yaptığını açıklamıştık. Ama Yahudilikte neyi yolunda gittiğine değinmemiştik. Bir kere bütün normatif kurumlar –yeşivalar, sinagoglar, vb.- ana görüşü savunan Yahudiler tarafından yönetiliyor ve işliyordu. Yetkileri ciddi bir şekilde kısıtlanmış olsa da hâlâ bir Sanhedrin (Yahudi Yüce Mahkemesi) vardı. Daha da önemlisi, rabi’lerin öğretileri ve “aktarma” zinciri bozulmamıştı. Pirke Avot’un (“Ataların Etikleri”) açılış cümleleri aktarma zincirinin nasıl korunduğunu kaydeder: Moşe ile başlar, Yeoşua’ya, peygamberlere, Sanhedrin Üyeleri’ne vb. uzanır... Sanhedrin’in son üyesi Şimon Hatsadik (26. bölüme bakınız) M.Ö. 273 yılında ölünce Zugot, yani “çiftler” olarak bilinen bir dönem başladı. Bundan sonra Yahudi geleneğinin yönetiminde hep iki rabi oldu. Birine Av Bet Din (Sanhedrin’in başı), diğerine Nasi (başkan) denirdi. Bu çiftlerin hepsi Pirke Avot’ta sıralanmıştır. En son çift belki de en ünlüsüydü: İlel ve Şamay. Yisrael’e Babil’den gelmiş olan İlel çok yoksuldu. Talmud ne kadar yoksul olduğu ve Tora’yı öğrenmeyi ne kadar çok sevdiği hakkında bazı ilginç hikâyeler anlatır. Örneğin o kadar yoksuldu ki Bet Hamidraş’a (Öğrenim Evi) girmek için gerekli olan birkaç gruşim’i bile ödeyemezdi. Dolayısıyla öğrenebilmek için damın üzerine oturur, aydınlatma penceresinden gelen sesleri dinlerdi. Bir gün hava öylesine soğuktu ve o kadar üşümüştü ki kendinden geçti. Aşağıdaki öğrenciler bir şeyin ışığı engellediğini fark etti, dama çıktı, onu buldu ve hayata döndürdü. İnsanların bilgeliğine saygı duymasına engel olmayan yoksulluğuna rağmen İlel Nasi konumuna geldi. O sıralarda Şamay Av Bet Din konumundaydı. İlel ve Şamay ekolleri Yahudi kanunu konusundaki tartışmalarıyla ünlüdür. Bunlardan biri, birinin geline düğün gününde, gerçek olmadığı halde güzel olduğunu söyleyip söylememekle ilgiliydi. Şamay ekolü yalan söylemenin yanlış olduğunu savunuyordu. İlel ekolü ise gelinin düğün gününde her zaman güzel olduğunu. (Talmud, Ketubot 16b-17a). Tartışmayı İlel ekolü kazandı. Günümüzde Yahudi kanunu genellikle İlel ekolüyle hemfikirdir. Talmud (Eruvin 13b) nedenini açıklar: Semavi bir ses bildirdi: “Her iki ekolün de sözleri yaşayan Tanrı’nın sözleridir ama kanun İlel ekolünün yargısını izler.” Peki neden kanun İlel ekolünün yargısını izler? Talmud İlel’in öğrencilerinin nazik ve alçakgönüllü olduğunu, hem kendi görüşlerini, hem de diğer ekollerin fikirlerini incelediklerini ve kendi sözlerinden önce diğer ekolün sözlerini dile getirdiklerini açıklar. TEHLİKELİ ZAMANLAR İlk Bet-Amikdaş günlerinde rabi’lerin Yahudi kanunu ile ilgili noktaları tartışırken uzun münakaşalara girmediklerini hatırlayabilirsiniz. Öyle ise Herod’un Bet-Amikdaş’ının günlerinde farklı olan neydi? Artık Sinay’dan beri yaklaşık 1.300 yıl geçmişti. Yahudi halkı Yisrael toprağından sürülmüş ve geri döndüğünde birçok mücadele ile karşı karşıya kalmıştı. Yunanlıların etkisi, Yunan hakimiyetine karşı verilen mücadele, Haşmonay hükümdarlarının yoldan çıkması, bunların hepsi izlerini bırakmıştı. Daha yakın zamanlarda ise Roma işgali, Herod ile gelen bozulma vardı. Bu huzursuzluğun sonucunda Yahudi halkı içinde bilginlikte gerileme, dolayısıyla zihin açıklığında azalma görüldü. Gerçekten de sözlü aktarma yavaş yavaş yıpranmaya başlamıştı (Talmud henüz yazılmamıştı ama rabi’lerin kaybolur korkusuyla Sözlü Tora’nın yazılmasına karar vereceği günler yaklaşmaktadır). Bugün Talmud’daki bu tartışmaları okursanız –Talmud binlercesini içerir- rabi’lerin “Yahudiler domuz yiyebilir mi?” türünden önemli konuları tartışmadığını görürsünüz. Kavgalar genellikle küçük şeyler hakkındaydı. Bazıları Yahudi kanununun uygulanması üzerinde etkisi olmayacak nitelikteydi. Birçoğu gerçek durumlarda hiçbir zaman geçerli olmayacak teorik prensiplerdi. Anlaşılması gereken çok önemli bir nokta, kavgalar olduğu halde, ana görüşü savunan, geleneksel, Ortodoks hiçbir Yahudi’nin aşmadığı kırmızı hatların olmasıydı. Bütün bu tartışmalar küçük ayrıntılar hakkındaydı, yani büyük ayrıntılar hakkında herkes aynı fikirdeydi. RUHANİ GERİLEME Bu tartışmalar küçük bile olsa onları kötü bir işaret olarak görmeliyiz çünkü sadece bilginlikte bir gerileme değil, daha önemlisi Yahudi halkının ruhani durumunda bir gerileme anlamına geliyorlardı. Buna yeridot hadarot yani “nesillerin gerilemesi” denir. Kronolojik olarak Yahudiler Sinay Dağı’na ne kadar yakınsa, her şeyin anlamı o kadar açıktı. Yahudi halkının aktarma sürecine geleneksel olarak nasıl baktığını anlamak önemlidir. Modern insan tarihte ne kadar ilerlersek, o kadar teknolojiye sahip olduğumuzu, dolayısıyla daha iyi durumda olduğumuzu düşünür. Bu Yahudiliğin ne tarih, ne ruhanilik, ne de Yahudi kanunu hakkındaki görüşüdür. Yahudi düşüncesine göre eski adamlar ruhani açıdan daha sofistike idi. Aynı şey aktarma süreci için de geçerlidir. Her şey, kronolojik olarak Sinay Dağı’na yakın olduğumuz oranda daha açıktı. Yahudi halkının bütün aktarma süreci Yahudi tarihinin en şaşırtıcı yönlerinden biridir. Sözlü Tora’nın binlerce yıl boyunca aktarılmış ve her türden yeni senaryolara uygulanmış olması, buna rağmen Yahudi kanununun temel gövdesinin değişmemiş olması şaşırtıcıdır. Ama Yahudiler Sinay’a yakın oldukları oradan ruhani idi ve Tanrı’nın iradesini daha açık bir şekilde anlıyordu. Bugün en uzak noktadayız ve her şey çok daha belirsiz. Bu yüzden bizden önceki bilgeler tarafından belirlenmiş olan Yahudi kanununu yok etme yetkisine sahip değiliz. Bu, bütün aktarma süreci için temel niteliktedir. Tartışmalar Yahudiliği çok daha karmaşık hale getirecek olan bir sürecin başlangıcı oldu. Sırada daha çok tartışma var. Bu dönem Yahudi halkının başına bela olacak çok önemli bir sorunun belirtilerini gösterir: fikir ayrılığı. Sadusiler, Farisiler ve Zilotlar arasındaki fikir ayrılığı, Yahudi halkı tam da Roma’ya karşı ayaklanmaya karar verdiğinde, birliğini zayıflatan bir “donuk nefret” atmosferi yarattı.



kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
6 Ekim 2007       Mesaj #30
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

ROMA DÖNEMİ

BÜYÜK İSYAN

M.S. 1. yüzyılda Roma’ya karşı bir başkaldırı, günümüzde İsrail’in Doğu ve Batı Avrupa’ya aynı anda savaş ilan etmesi ile eşdeğerdir. Roma işte bu kadar güçlüydü. Öyle ise Yahudiler intihar anlamına gelen bu girişime nasıl karar verdi? Bu sorunun çeşitli yanıtları vardır. Denkleme girenler: » Pagan Greko-Romen alemi ile tektanrılı Yahudi alemi arasındaki ideolojik farklılıklar » Yahudilerin, çeşitli fraksiyonları arasında bölünmeye yol açan Roma hakimiyetine tepkisi: Farisiler, Sadusiler ve Zilotlar » Vergi ile başlayıp kıyıma kadar uzanan Roma zulmü Bunların her birine ayrı ayrı eğileceğiz. İDEOLOJİK FARKLILIKLAR Romalılar, Yunanlılar gibi birçok tanrıya tapıyordu. Sadece bununla yetinmiyor, bir karış toprak fethettiklerinde ele geçirdikleri halkın tanrılarını da Roma panteonuna ekliyorlardı. Romalı tarihçi Vero, M.Ö. 1. yüzyılda 30.000’in üzerinde tanrıya sahip olduklarını yazar. Yahudilerin gözle görülmez, bir tek kendisine tapılmasını talep eden ve diğer tanrılar havuzuna eklenemeyen bir Tanrı fikri Romalılara tamamıyla anlaşılmaz geliyordu. Daha da önemlisi, Yahudilerin inanışları yanlarında, Roma hayat görüşüne ters olan bir emirler dizisine itaati gerektiren bir yaşam tarzı getiriyordu. Örneğin Yahudilerin yaşama olan saygılarının, halkın diğer insanlar katledilirken eğlenmesi için amfitiyatrolar inşa eden bir ulusu eninde sonunda bıktırması kaçınılmazdı. Talmud (Megilla 6a) farklılığı çok ilginç bir saptama ile belirtir: Kesarya ve Yeruşalayim: biri size “her ikisi de yıkıldı” derse inanmayın; biri “her ikisi de duruyor” derse inanmayın; Ama biri size “Kesarya yıkıldı, Yeruşalayim duruyor” ya da “Yeruşalayim yıkıldı, Kesarya duruyor” derse inanabilirsiniz. Kesarya ve Yeruşalayim’in aynı anda var olduğunu tarihi olarak biliyoruz. Herod hayatta iken Kesarya şehrini inşa etti ama kesinlikle Yeruşalayim’i yok etmedi. Öyle ise bu ne anlama geliyor? Rabi’ler bu saptamayı yaparken Yisrael ile Roma, Yaakov ve Esav’ın soyundan gelenler arasında teolojik, tarihi ve siyasi bir noktaya parmak basmaktadır. Kastettikleri, kozmik mücadele açısından birinin üstte olup da diğerinin altta olmamasının mümkün olmadığıdır. Yahudiler üstte ve Yahudi değerleri güçlü olduğunda, Roma değerleri altta kalacaktır, ya da tersi. Bu, insanlığın ruhunun kozmik mücadelesidir. YAHUDİLİĞİN BÖLÜNMESİ Yahudilerin kutsal toprağa hakim olan ve putlara tapan Romalılara karşı tepkisi çok yönlüydü. Helenleşmiş ve asimile olmuş Yahudiler. Roma varlığını memnuniyetle kabul ediyor, ondan yararlanıyorlardı. Roma hakimiyetine direnen Yahudilere kızıyorlardı. Sadusiler. Bunların çoğu Sözlü Kanun’un tanrısal kökenini inkar eden, varlıklı Yahudilerdi. Bet-Amikdaş hiyerarşisine hakimdiler (ve onu yoldan çıkarıyorlardı), gücü ellerinde tutabilmek için Romalılarla işbirliğine istekliydiler. Diğer Yahudi fraksiyonlarını sorun çıkarıcılar olarak görüyorlardı. Farisiler. Bunlar Romalılarla hiçbir işleri olmasını istemeyen, ana görüşü savunan Yahudilerdi ama pragmacıydılar. Yahudiliğin ayakta kalmasını istiyorlar ve dini ilkelerinden sapmamak şartıyla Roma hakimiyetini kabulleniyorlardı. Romalılara yaranmak isteyen ya da başkaldırıyı açıkça destekleyen diğer Yahudi fraksiyonlara hoşnutsuzlukla bakıyorlardı. Zilotlar. Birçok farklı milliyetçi ekstremci gruplardan oluşmuşlardı. Roma varlığına içerliyor, Romalılarla aktif bir şekilde ya da sessizce işbirliği yaptıklarını düşündükleri diğer Yahudilere kızıyorlardı. Sicariiler (anlamı “hançer”) Çoğu zaman milliyetçilik maskesi arkasında gizlenen suç örgütü. Zilotların yanında yer alıyorlardı. Hizip mezhepler. Bu dini gruplar (Essenler gibi) uç görüşlere sahip olup hem Sadusilerin, hem de Farisilerin karşısındaydı. Örneğin Ölüdeniz Mezhebi (Ölüdeniz rulolarıyla ünlü) dünyanın kısa zamanda sona ermesini bekliyordu. Kent yaşamının ahlaksızlığından ve bozulmasından uzaklaşmak ve Günlerin Sonu’na hazırlanmak için çölde yaşamaya gittiler. Yahudi kaynakları 24 ayrı fraksiyon sıralamaktadır. Çelişen görüşleri Yahudi halkını o zamanlar etkisi altına alan bir hastalığın belirtileriydi. Rabi’ler bu hastalığı bir Yahudi’nin diğer bir Yahudi’ye karşı duyduğu “anlamsız nefret” sinat hinam diye adlandırır. Ne yazık ki günümüzde de benzer bir durumu görüyoruz. İsrail’de ve bir bütün olarak Yahudi aleminde en büyük sorunun Yahudilerin birbirlerine karşı duydukları nefret olduğunu anlamak için siyasal bilimler alimi olmak gerekmez. Aşkenaz, Sefarad, laik, dini fraksiyonlar var. Dindarlar arasında Hasidim, Mitnagdim ve dindar Siyonistler var. Zayıf düşmüş, bölünmüş bir Yahudi ulusu hem Antisemitler, hem de İsrail’in düşmanlarının karşısında kolay bir avdır. Bugün olan her şeyin paradigmasına Roma döneminde rastlamak mümkündür. ROMA ZULMÜ İdeolojik ateşe körükle giden başka bir konu, Romalıların yerel halktan vergiler veya düpedüz gaspla para koparmaya çalışmasıydı. Bu, olağanüstü gaddar ve hırslı olan birçok Yudea valisi için geçerliydi. Tarihçi Paul Johnson History of the Jews (Yahudilerin Tarihi) adlı kitabında (sh.136) bu noktanın anlaşmazlıktaki rolünü şöyle açıklar: “Yerel sivil hizmetlileri ve vergi toplayıcıları oluşturan Helenleşmiş, Yahudi olmayan kitle antisemitizmi ile ünlüydü. Roma aptalca bir şekilde Yudea’daki maliye memurlarını Yunanca konuşan Yahudi olmayan bölgelerden seçmekte ısrar ediyordu. Bunların sonuncusu ve en duygusuzu Gessius Florus, Yunan Küçük Asya’sından geldi.” Florus Neron’u Kesarya Yahudilerini vatandaşlıktan çıkarmaya ikna etti, böylece onları şehrin yabancısı yaparak tamamıyla Greko-Romen halkın insafına terk etti. Yahudiler başkaldırdı, protestoları şiddetle bastırıldı, aralarından birçoğu öldürüldü, sinagogları kirletildi. Pogrom diğer şehirlere yayıldı. Helenleşmiş halk Yahudilerden kurtulma fırsatını kaçırmadı, evlerine el koydu, yağmaladı, yaktı. İntikam yemini eden Yahudi sığınmacılar Yeruşalayim’e akın etmeye başladı. Ancak Florus, Roma askerlerine kendisiyle alay eden 3.600’den fazla Yahudi’yi katletme, ardından Yahudi bilgeleri tutuklama, herkesin önünde kamçılama sonra da çarmıha germe izni vererek çatışmayı daha da kızıştırdı. Artık dönüşü olmayan noktaya gelinmişti. Yahudiler silahlandı. Güçlü Roma İmparatorluğu’na başkaldırmak intihardan başka bir şey değildi; gerçekten de Yahudi Savaşı büyük bir trajedi ile sona erecekti ama M.S. 66 yılında başladığında bazı şaşırtıcı başarılar elde etti. Florus canını kurtarmak için Yeruşalayim’den kaçtı, Roma garnizonu tek başına, zor durumda kaldı. Güçlü Roma’nın böyle hakaretlere tahammülü yoktu. Yahudi tarihçi Rabbi Berel Wein Echoes of Glory (İhtişamın Yankıları) adlı kitabında (sh.155) daha sonra neler olduğunu yazar: Yahudilerin Roma’yı Yeruşalayim’den kovması Roma İmparatorluğu’nda şok dalgalarına neden oldu. Aynı zamanda başta Kesarya, İskenderiye ve Şam olmak üzere Yahudilere karşı kanlı pogrom dalgaları da başlattı. Bu ayaklanmalarda binlerce Yahudi katledildi ve binlercesi Roma’nın esir pazarlarına satıldı. Bilgeler ve rabi’ler, daha fazla kızdırılırsa Roma’nın daha da şiddetle cevap vereceğini, sonunda bütün ülkeyi yok edeceğini ve Yahudi halkını katledeceğini anlayarak Romalılarla anlaşma yoluna gidilmesini önerdi. Sadusilerin zaten Roma yandaşı olduğu ve Farisilerin genellikle ılımlı görüşlere sahip olduğu göz önüne alınırsa sağduyu galip gelebilirdi ama ekstremci Zilotlar’a söz geçirmek mümkün değildi. Ölüme kadar savaşmaya ant içerek Yeruşalayim’e giden yeni bir Roma birliğine saldırdılar ve 6.000 Roma askerini öldürdüler. Rastlantı eseri zaferleri Makabiler’in Yunanlıları yendiği aynı yerde gerçekleşti. İlahi bir elin onlara yardım ettiğini düşünen Zilotlar daha da cesaretlendi. Roma’nın cevabı, imparatorluğun en deneyimli kumandanı Vespasyanus’un emrinde dört tümen yollamak oldu. Vespasyanus’un stratejisi önce bölgedeki çalkantıyı bastırmak, ardından son ödülü almaktı: Yeruşalayim.



Benzer Konular

24 Şubat 2012 / Misafir Din/İlahiyat
23 Ağustos 2016 / Misafir Din/İlahiyat
27 Haziran 2012 / GusinapsE Din/İlahiyat
12 Mayıs 2014 / Mystic@L Din/İlahiyat
18 Ağustos 2013 / Mira Din/İlahiyat