Arama

Ortadoğu Dinleri - Musevilik - Sayfa 5

Güncelleme: 12 Ekim 2014 Gösterim: 47.095 Cevap: 62
kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
16 Ekim 2007       Mesaj #41
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

Sponsorlu Bağlantılar
HRİSTİYANLIK VE İSLAM'IN YAYILMASI


HAÇLI SEFERLERİ

Merkezi Konstantinopolis’te bulunan Bizans (Doğu) İmparatorluğu, Hıristiyan kilisesine hakim olduğu sürece, Konstantinopolis piskoposu ile Roma piskoposu arasındaki güç dengesini korudu. Bizans İmparatorluğu çöküşe geçtiğinde, Roma kendisini göstermeye başladı. Göreceğiniz gibi Haçlı Seferleri Roma ile doğdu. Ancak Haçlı Seferlerini ve Yahudileri nasıl etkilediklerini tartışmadan önce, sahneyi hazırlamalı ve tarihte geriye doğru gitmeliyiz. 4. yüzyıldan beri, merkezi Roma’da bulunan Batı Roma İmparatorluğu Gotların ve Frenklerin sayesinde önemli ölçüde küçülme göstermiş, 476 yılında da tamamıyla yok olmuştur. Bunun sonucunda ortaya çıkan ekonomik, hukuki ve idari altyapıdaki boşluk, bir kaos durumuna yol açmıştır. Frenklerin tarafına geçen kilise, düzeni sağlamaya girişir. Bürokratik çerçevesini eskiye göre şekillendiren kilise, insanların alışkın olduğu unvanlar ve idari konumlar geliştirdi. Papa’nın önceden Roma imparatoruna verilen unvanla piskopos (pontifex maximus yani baş rahip) diye adlandırılması rastlantı eseri değildir. Bugün kilisenin Batı Avrupa’yı demirden bir elle yönettiği zaman sürecini “Karanlık Çağlar” olarak hatırlarız. Daha merhametli tarihçiler buna “Ortaçağ” diyecektir. FEODALCİLİK İyi örgütlenmiş bürokrasisi ile kilise, feodalciliğin Avrupa toplumunda gelişmesinde son derece önemli bor rol oynamıştır. Feodalciliğin kökleri o dönemde süregiden savaşlara uzanır. Krallar süvari sınıfını desteklemek için askerlerine bağımlı işçiler tarafından işlenen çiftlik arazileri verir. Halkın çoğunluğunun dipte, serfler ya da başkaları için basbayağı köleler gibi çalıştığı dev bir piramit oluşturulmuştu. Feodal serfler gün doğumundan batımına kadar çok ağır şartlarda çalışıyordu. Tam bir pislik ve sefalet içinde yaşıyorlardı. Bugün, o zaman döneminin koşullarını ve yoksunluklarını hayal etmek bile bizim için zordur. Kilisenin feodal sistemdeki rolü oldukça tuhaftı. Haksızlığa karşı mücadele etmediği gibi, sistemi yaratmaya yardım etmiş ve bundan büyük yararlar sağlamıştı. Kilise feodal sistemin eşitsizliğini çeşitli dogmatik formüllerle desteklemiş, Tanrı’nın Kendisinin işlerin bu yönde gitmesini istediğini, yoksulluğun büyük bir ruhani değerinin olduğunu, kralın ilahi güçlerle atanmış otoritesi sorgulanamaz bir insan olduğunu kuvvetli bir şekilde ima etmişti. Neden? Çünkü kilise bu feodal oyunun “önemli bir oyuncusu” idi. Tarihinin başından itibaren kilise toprak elde etmeye başladı. Başlangıçta pagan tapınaklara ve tapınak rahiplerinin mülklerine el koydu. Sonra Avrupa’daki en büyük toprak sahibi oluncaya kadar varlığını genişletmeyi sürdürdü, zavallı köylülerden muazzam vergiler topladı. Oxford bilgini Henry Phelps-Brown Egalitarianism and the Generation of Inequality (Siyasal ve sosyal eşitlilik ve eşitsizliğin doğuşu) adlı eserinde kilisenin tektanrıcılığı temsil ederken kendisini eski Helenci pagan eğilimlerden kurtarması gerektiğini ileri sürer (sh.33): “Böylece Hıristiyanlığın kendisi ile varlık ve güç hakkındaki görüşleri, laik dünyanın eşitsizliğine karşı çıkmadı. Aksine bunu destekledi. Böylece pagan felsefelerin ana eğilimini takip etti. İnsan kapasitesinin eşitsizliği aşikardı, boyun eğme ihtiyacı kaçınılmazdı.” Kilisenin imparatorluğu boyca büyürken, para ihtiyacı da arttı. Haçlı Seferleri kısmen İslam İmparatorluğu’nun büyümesini durdurmak amacıyla başlatılırken, kilit bir motivasyon Avrupa’da artan nüfus için yeni topraklar ve zenginlikler elde etmekti. Toprak isteyen şövalye ve asilzadelerin hırslarını tatmin yoluydu. Ancak o zaman gösterilen neden kilisenin, Yeruşalayim’deki Kutsal Kabri Müslümanlardan geri almasıydı. Bu tapınak 4. yüzyılda Konstantin’in annesi İmparatoriçe Helena tarafından İsa’nın çarmıha gerildikten sonra gömüldüğü yer olarak tanımlanmıştı. (Haçlılar tarafından yeniden inşa edilmiş olan bu kilise bugün halen durmaktadır; Hıristiyan hacıların Yeruşalayim’deki odak noktasıdır ancak Protestan Hıristiyanlar buranın İsa’nın gömüldüğü yer olmadığını ileri sürmektedir.) “ASİL” ARAYIŞ Haçlı Seferleri denince tarihin Hollywood versiyonları ile yetişmiş Batılı kafalarımızda, zor durumda olan genç kızları kurtaran asil şövalyeler canlanır. Ne büyük palavra... Şövalyelerin, kralların ve şövalyelik idealinin olduğu doğrudur. Bir Haçlı Seferi’nin lideri Aslan Yürekli Rişar’ın (bu arada İngiltere’nin sahip olduğu en kötü krallardan biriydi) kesinlikle maço bir savaşçı olduğu da doğrudur. Ama hepsi bu. Haçlı Seferleri katliam, ırza geçme ve talan kampanyalarına, zavallı Yahudiler için de felakete dönüştü. Gerçekten de Haçlı Seferleri, ne yazık ki sonraki birkaç yüz yıl boyunca model olacak, Yahudilere karşı ilk büyük ölçekli kitle vahşetinin başlangıcını oluşturur. Daha ileriki pogromlar bu fikrin tekrarı olacaktır. Yahudiler Haçlıların tek –ve birincil- kurbanları değildi. Müslümanlarsa öyleydi. İslam tarihi öğrencisi iseniz, bugün Arap aleminin içinde bulunduğu durumun büyük ölçüde Haçlı Seferleri’nden kaynaklandığını bilirsiniz. Kendilerine karşı yöneltilen vahşet Arap halklarını ekonomik yıkıma uğratmış, Arap aleminin çok kapalı olmasına yol açmış ve Arapların Batı’ya karşı nefretine katkıda bulunmuştur. (Araplar neden bugün bile evlerinin kapılarını maviye boyar? Kem gözü uzaklaştırmak için. Neden mavi? Açıklamalardan biri, onları katletmeye gelen kuzey Avrupalıların gözlerinin mavi olmasıdır.) 11. ile 13. yüzyıllar arasında toplam on Haçlı Seferi yapıldı: Birinci Haçlı Seferi, 1095-1099, sırasında Yeruşalayim Müslümanlardan alındı, şehirdeki Müslüman ve Yahudi halk kılıçtan geçirildi ve Haçlı yönetimi altındaki Yeruşalayim Latin Krallığı kuruldu. İkinci Haçlı Seferi, 1147-1149, Hıristiyanların Türklerin eline geçen topraklarını geri almak için örgütlendi ama başarısızlıkla sonuçlandı. Üçüncü Haçlı Seferi, 1189-1192, Mısır Sultanı Selahaddin Yeruşalayim’i yeniden ele geçirdikten sonra örgütlendi. Kral Aslan Yürekli Rişar’ın katıldığı sefer budur. Başarısızlıkla sonuçlandı. Dördüncü Haçlı Seferi, 1202,1204, sırasında Romalı Papa’nın hakimiyetini kabul etmeyen Yunanca konuşan Doğu Ortodoks Hıristiyanlar tarafından işgal edişmiş olan Konstantinopolis fethedildi. Çocukların Haçlı Seferi, 1212, sırasında Kutsal Topraklara binlerce çocuk gönderildi. Bu çocuklar Müslümanlar tarafından esir alındı, köle olarak satıldılar ya da açlık ve hastalıktan öldüler. Beşinci Haçlı Seferi, 1217-1721, Mısır’a yönelikti ama başarısızlıkla sonuçlandı. 13. yüzyılda gerçekleştirilen sonraki dört Haçlı Seferi Müslümanların kazandıklarını geri almayı başaramadı. Acco’daki son Haçlı kalesi de düştü. Haçlı Seferlerinin çok kısaca özeti bu. Şimdi Haçlı Seferlerinin Yahudileri en çok etkileyen yönlerini ayrıntıları ile ele alabiliriz. KAFİRLERİN TEMİZLENMESİ Papa II. Urban ilk seferi kısmen Müslümanlar tarafından kuşatılmış olan Konstantinopolis’teki Hıristiyanların yardım çağrısına cevaben başlattı. Amacı “kafirleri” (Hıristiyanların diğer tektanrılıları adlandırdığı gibi) püskürtmek ve Kutsal Toprakları geri almaktı. Seferi cazip kılmak için Papa katılanlara bol miktarda ganimet olacağı, ayrıca da tüm günahlarının Tanrı tarafından affedileceği sözünü verdi. Papa hevesli bir yanıtla karşılaştı. 15.000 kişilik –5.000 şövalye, gerisi de piyade- bir ordu giysilerinin üzerine büyük bir kırmızı haç takarak yola koyuldu (Haçlılar ismi buradan gelir ama onlar kendilerini “hacı” diye adlandırıyordu). Orduya bir de köylü gücü katıldı. Bu köylüler Avrupa boyunca ilerlerken (şövalyelerin önünde) yemeğe ihtiyaçları vardı ve etrafı talan ederek karınlarını doyurdular. Yine ilerlerken akıllarına, kafirlerden de kurtulabilecekleri fikri geldi: yani Yahudilerden. İşte Mayıs 1096’da Mainz Yahudilerine karşı yapılan saldırının bir görgü tanığının anlatısı. Bu, August Krey’in The First Crusade (İlk Haçlı Seferi) adlı kitabından alınmış, hayatta kalan bir Yahudi tarafından yazılmış bir mektuptur. “Şehirdeki Yahudiler kardeşlerinin katledildiğini bildiğinden güvenlikte olma umuduyla Ruthard Piskoposuna sığındı. Korumasına çok değer veriyor, inanıyorlardı. Piskopos Yahudileri kendi evinin çok geniş bir holüne yerleştirdi. Bu şekilde çok güvenli ve dayanıklı bir yerde sağ salim kalacaklardı. “Ama... Takım görüş alışverişinde bulundu ve gün doğduktan sonra kapıların kilitlerini kırarak holdeki Yahudilere oklar ve mızraklarla saldırdı. Binlerce kişinin saldırısına karşı koymaya çalışan 700 kadar Yahudi’yi öldürdüler. Kadınları da öldürdüler ve kılıçlarıyla, yaşları ve cinsiyetleri ne olursa olsun körpe çocukları da delip geçtiler.” Avrupa’daki Yahudi cemaatinin %30 ile 50’si böyle can verdi. 20.000 ile 30.000 arasında tahmin edilen Yahudi nüfusunun 10.000’i Haçlılar tarafından katledildi. YERUŞALAYİM’İN DÜŞÜŞÜ Haçlılar Türkiye’de Antakya’yı fethettikten sonra Yeruşalayim’e gittiler. Aralarından çoğu yoldaki savaşlarda ölmüştü. Yeruşalayim kapılarında, ağır zırhlarını ısıtan kavurucu güneş altında çarpışırken birçoğu daha can verdi. 44. bölümde Raşi’yi tartışırken Fransız asilzade Godfrey du Boullion’dan söz etmiştik. O, ayrıca da Raymond of Guilles, Raymond of Flanders ve Robert of Normandy, o zamanlar önemli bir Yahudi nüfusuna sahip olan Yeruşalayim’in kapılarını kuşattı. Güçleri duvarları deldi ve şehre akın ettiler. (Haçlıların “Hep! Hep!” çığlıkları o zaman ortaya çıktı. Bu, Latince “Yeruşalayim Düştü”nün baş harfleriydi. Zamanla “Hip hip hurra!” oldu, Yahudilerin hiçbir zaman kullanmadığı bir selamlama şeklidir.) Haçlılar şehre girdikten sonra ne oldu? Müslüman tarihçi İbn Al Kalanisi, gereksiz vahşeti tüyleri diken eden bir şekilde tasvir eder. Zavallı Yahudiler bir sinagoga sığınır, Haçlılar onları burada bulur, sinagogu ateşe verir ve hepsini diri diri yakar. Haçlılar Yeruşalayim’i fethettikten sonra tüm Yisrael’de büyük bir inşa işine girişti. Kurdukları birçok kale ve kilisenin kalıntıları günümüzde ziyaret edilebilmektedir. (Bunların çoğu Müslümanlar tarafından ele geçirildikten sonra, Haçılar geri döner korkusuyla yıkılmıştır.) Haçlılar bu krallıkla ilgilenmek üzere özel şövalye örgütleri kurdu. Bizi özellikle ilgilendirenler Tapınak Şövalyeleri ve Hospitalier (Konuksever) Şövalyelerdir. Tapınak Şövalyeleri Tapınak (Mabet) Tepesi’ne yerleşmişti (adları buradan gelir). İlginç olan şudur ki Tapınak Şövalyeleri Kubbet-ül Sahra’yı yıkmadı (oysa Haçlılar kiliseye dönüştürmedikleri tüm camileri yıkmıştı). Neden mi? Oranın Şlomo’nun Mabedi” olduğunu ve yakındaki El Aksa camiinin Şlomo’nun Sarayı” olduğunu sandılar. Peki ne yaptılar? Kubbet-ül Sahra’nın tepesindeki hilali çıkarıp bir haç yerleştirdiler ve Templum Domini “Tanrı’nın Mabedi” diye adlandırdılar. El Aksa camiinin ve altındaki kemerli kabri manastıra dönüştürdüler. Diğer yanılgılarına uyumlu bir şekilde, Herod tarafından inşa edilmiş olan bu alana “Şlomo’nun Ahırları” ismini verdiler. (Bu sözde ahırlar son zamanlarda Müslüman Vakfı tarafından kazılmış ve İsrail hükümetinin durduramadığı devasa arkeolojik yıkım çerçevesinde başka bir camie dönüştürülmüştür.) Hospitalier Şövalyelerin, Hıristiyan kutsal mekanlarını ziyaret edecek çok sayıdaki Hıristiyan hacıya konukseverlik göstereceği ve aralarındaki hastaları tedavi edeceği farz ediliyordu. (Gördüğünüz gibi konukseverlik daha sonra hastaların bakıldığı yerle eşanlamlı oldu: hospital – hastane.) Hospitalier Şövalyeler ana binalarını Kutsal Kabir Kilisesi’nin yakınına, yani mantıklı bir yere inşa etti. Bir kilise, acizler yurdu ve hastaneden oluşan başka bir kompleksi ise bugün eski Yeruşalayim şehrindeki Yahudi mahallesinin kalbi olan yerde, Batı Duvarı’na giden ana merdivenin yakınlarında kurdular. Bu kalıntı korunmuş, turistleri çekmektedir. Yakınlarındaki Haçlı yapıları yenilenmiş ve apartman dairesi, okul ve dükkan olarak kullanılmaktadır. Hospitalier Şövalyelerin Yahudilere konukseverlik göstermediğini söylemeye gerek yok. Şehrin Hıristiyan nüfusunu artırmak için Hıristiyan Arap kabileleri getirdiler. Yahudiler ise her zaman kutsal şehrin parçası olmaya can atıyordu. Bu Yahudilerden biri, Kutsal Topraklardaki Haçlı istilasına meydan okudu. Bu Yahudi ünlü şair ve yazar Yeuda HaLevi’den başkası değildi (44. bölümde ele aldığımız Kuzari eserinin yazarı). Yeuda HaLevi şehre ulaşmayı başardı ama şehir kapılarının hemen dışında Hıristiyan bir Arap atlısı tarafından çiğnendi. Ölürken kendi şiirlerinden birini okuduğu söylenir: “Sion, seni görürsem... Taşlarını bağrıma basacak, onları öpeceğim ve toprağının tadı, bana baldan tatlı gelecek.” SULTAN SELAHADDİN Haçlıların Kutsal Topraklardaki hükümdarlığı kısa ömürlü oldu. Yüz yıldan kısa bir sürede, 1187 yılında Mısırlı Sultan Selahaddin tarafından fethedildiler (44. bölümde gördüğümüz gibi Maimonides, Sultan’ın ailesinin hekimi idi). Sultan Selahaddin Haçlıları Ortadoğu’nun ortaçağ tarihinin en önemli savaşlarından biri sırasında yendi: Galile Denizi’nin kuzeybatısında yer alan Hattin’de. Selahaddin orada Haçlıları açık alana sürmeyi başardı. Yazın ortasında, yakıcı sıcak altında kendilerini sayıca çok daha az, manevra yapma yeteneğinden yoksun buldular. Selahaddin onları bu şekilde yok etti. Yeruşalayim’i kaybettikleri halde Haçlılar vazgeçmedi. Kutsal Toprakları yeniden ele geçirmek üzere sefer üzerine sefer düzenlediler. Hiçbir zaman Yeruşalayim’i geri alamadılar (ama Müslümanlar oradaki Hıristiyan mekanlarına girmelerine izin verdi). Sonunda son haçlı kalesi Acco (Akka) 1291 yılında düştü. Bugün İsrail’in her yerinde Haçlı döneminden kalma şaşırtıcı kalıntılar vardır. En büyük ve etkileyici olanlarından bazıları Kesarya, Acco, Tiberya ve Belvoir’dadır (Hattin savaşının yer aldığı alanın yakınında). Bu yerleri ziyaret edecek olursanız, onlara hayranlıkla seyrederken Haçlıların Yahudilere neler yaptıklarını hatırlayın


kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
17 Ekim 2007       Mesaj #42
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

Sponsorlu Bağlantılar
HRİSTİYANLIK VE İSLAM'IN YAYILMASI


İFTİRALAR(1144_1215)


Yahudi tarihinin sürekli ve amansız Hıristiyan zulmü altında kalan acı verici bir dönemini tartışmaya başlamak üzereyiz. Bu dönem zarfında göreceklerimiz: İngiltere’den kovulan Yahudiler (1290) Fransa’dan kovulan Yahudiler (1306 ve 1394) Macaristan’dan kovulan Yahudiler (1349 ve 1360) Almanya’dan kovulan Yahudiler (1348 ve 1598) Avusturya’dan kovulan Yahudiler (1421) Litvanya’dan kovulan Yahudiler (1445 ve 1495) İspanya’dan kovulan Yahudiler (1492) Portekiz’den kovulan Yahudiler (1497) Bu sadece kısmi bir liste. (Çoğu zaman Yahudiler kovuluyor, ardından yokluklarında önemli bir ekonomik çöküş kaydedilince tekrar kabul ediliyor, sonra yine kovuluyorlardı. Klasik “ne onlarla, ne onlarsız” felsefesi. Bu zulümlerin hikayesi gerçekte 1.000 yılı –ilk milenyum- civarlarında başlar. İnsanların, özellikle de Vahiy kitapları bin yılın sonunda şeytanın hapisten çıkıp dünyayı alt üst edeceğini öngören Hıristiyanların, büyük tarihler konusunda huzursuz olduğu anlaşılmaktadır. Yaklaşan milenyum Hıristiyan aleminde, tarihçilerin “Yeni Dindarlık” diye adlandırdığı dini bir canlanmaya yol açtı. Yeni Dindarlık özellikler İsa’nın tarihselliğine odaklandı. İsa’nın hayatına odaklanmak, onun ölümüne odaklanmak demekti. Hıristiyanların “Yeni Ahit”i İsa’yı Romalıların öldürdüğünü söylese de, Yahudiler onun ölmesini istemekten dolayı suçlanıyordu. Böylece o dönemde, en başta 4. yüzyılda ortaya çıkan Yahudilerin “İsa’nın katilleri” olduğu kavramının popülerlik kazandığını görüyoruz. Yine de bu tek başına Hıristiyan zulümlerinin şiddetini açıklamaya yetmez. Bu konuyu tam manasıyla anlamak için başka, daha karmaşık nedenlere bakmamız gerekir. TEOLOJİ DEĞİŞİKLİĞİ Bir kere Yahudilerin varlığı bile birçok Hıristiyan’ı sinirlendiriyordu. İşte nedeni: Hıristiyan teolojisi İbranilerin Tevrat’ını kabul eder. İçinde yer alan, Yahudilerin Tanrı tarafından Tora’yı almak ve dünyaya kutsallık getirmek üzere seçilmiş özel bir halk olduğu beyanını tartışmaz. Ama Hıristiyan teolojisi Yahudilerin misyonlarını başaramadığını söyler. Bu nedenle Tanrı, işleri düzeltmek için “oğlunu” (İsa) gönderdi ama Yahudiler onu “tanrı” olarak tanımayı reddetti. Bunun sonucunda Tanrı Yahudileri terk etti ve onların yerine “yeni seçilmiş ulusu”, Hıristiyanları getirdi. (Tevrat’ın Hıristiyan bölümü bu yüzden “Yeni Ahit” adını taşır). Bu mantık yürütmenin sonucunda Yahudilerin dünyada var olması için hiçbir amaç kalmamıştır. Birçok güçlü ulus gibi, onlar da yok olmalıdır. Ne var ki ilk milenyumda –İsa’nın ölümünden 1.000 yıl sonra- Yahudiler hâlâ her tarafta varlık gösteriyordu. Hıristiyan teolojisi bu soruna bir tür çözüm getirmek zorundaydı ve getirdi. Yahudiler Tanrı tarafından “tanık ulus” olarak (Latince teste veritatis) dünyada dolaşmaya mahkum edilmiş olmalıydı. Tanık bir ulusun amacı, İsa’nın sözde “İkinci Geliş” için tekrar ortaya çıkacağı “günlerin sonuna” tanıklık etmek üzere tarih boyunca hayatta kalmaktır. Ancak Hıristiyan teolojisinin açıklamaları Yahudilerin –zaman zaman güçlü ve başarılı- varlığını ortadan kaldıramıyordu. Meselenin kalbinde, Hıristiyanların Yahudilerin insan ruhu için doğrudan bir rakip olduğu görüşü yer alıyordu. Hıristiyanların Yahudilere karşı husumeti Hıristiyan kilisesinin ilk atalarının yazılarında görülebilir. (Bkz. Alan Gould’un What Did They Think of the Jews? –Yahudiler Hakkında Ne Düşünüyorlardı- kitabı, sh.24-25): Konstantinopolis Patriği John Chysostom’dan bunları öğreniyoruz. “Yahudiler insanların en değersizleridir: şehvet düşkünü, açgözlü, zorbadırlar; Hain Hıristiyan katilleridirler. Şeytana taparlar. Dinleri bir illettir. Yahudiler İsa’nın iğrenç katilleridir ve tanrı öldürmenin kefareti, hoşgörüsü, affı yoktur. Hıristiyanlar intikamı hiçbir zaman bırakmamalıdır. Yahudiler sonsuza kadar köle olarak yaşamalıdır. Bütün Hıristiyanların görevi Yahudilerden nefret etmektir.” Nyssalı Greogry’den ise aynı bağlamda daha fazlasını öğreniyoruz: “Tanrımızın katilleri, peygamberlerimizin canileri, tanrının rakipleri, tanrıdan nefret edenler, kanunu hor görenler, merhamet düşmanları, babanın inancının hasımları, şeytanın avukatları, yılan yuvaları, iftiracılar, alaycılar, zihinleri karanlıkta olan adamlar, Farisilerin mayası, iblisler topluluğu, günahkarlar, kötü adamlar, doğruluğu taşa tutanlar ve ondan nefret edenler.” Böylesine iftiralar bazı yerlerde insanları şiddete sevk ediyordu. (Örneğin 45. bölümde Haçlıların Avrupa’da yaşayan Yahudilerin %30 ile 50’sini katlederek oradaki Yahudi nüfusunu nasıl mahvettiğini gördük. 1095 yılında ilk Haçlı Seferi başladığında yaklaşık 20.000-30.000 arasında tahmin edilen Yahudi nüfusunun 10.000 kadarı öldürüldü.) Bu iftiralar başka yerlerde farklı zulümleri doğurdu. TEFECİLER Makul bir Hıristiyan, kilise babalarının birinin Yahudiler hakkında böyle konuştuğunu duyunca doğal olarak, bu türden insanların temiz bir toplumda yerinin olmadığı sonucuna varabilirdi. Zamanla çıkarılan sonuç da bu oldu. İlk milenyum civarında Yahudilerin anlamlı bir şekilde dışında bırakıldığı Hıristiyan ticaret loncalarının yükselişini görürüz. Artık Yahudi altın ve gümüş işleyicileri ve cam üfleyicileri yoktur. Yahudiler toprak sahibi olamaz, işyeri açamaz, doktor ve avukat olamaz. Yahudiler onları ayıran “belirleyici bir elbise” –bir rozet, işaret ya da aptal görünüşlü bir şapka- giymeye zorlanıyordu. Bunun amacı onların yalnızca farklı görünmesini sağlamak değil, aynı zamanda aşağılamaktı. Sonra 1123 yılından başlayarak kilise piskoposları politikalarını belirmek üzere Lateran Konsilleri diye adlandırılan bir dizi toplantı başlatınca, Yahudilere Hıristiyan toplumunda yeni bir görev verildi. Papazların bekar kalması gerektiğini ilan eden bir kararnamenin yanı sıra, piskoposlar Hıristiyanların birbirlerine para borç vermesine izin verilmediğini kararlaştırdı. (Bu, kişinin kardeşine borç verirken faiz uygulamasını yasaklayan Tora emrinin yanlış anlaşılmasından doğdu.) Yahudilere gelince, piskoposlar onları Hıristiyanların hizmetkarları ilan eden bir doktrin yayınladı ve onlara küçük düşürücü para borç verme –tefecilik diye adlandırılan ve Hıristiyanların bu şekilde ellerini kirletmesine izin verilmeyen- görevini verdi. Piskoposlar aptal değildi. Bankacılığın olması için faiz uygulanması gerektiğini ve ekonomik gelişmenin olması için bankacılığın şart olduğunu, aksi takdirde büyümenin olamayacağını ve ekonominin durgunluğa gireceğini biliyorlardı. Birisinin para borç vermesi lazımdı. Bu birisi de Yahudiler olacaktı diye karar verdi piskoposlar. Daha sonra olan şu ki Yahudilerin, belirli sayıda tefeci çıkarmadıkları takdirde Avrupa’nın çeşitli kentlerinde yaşamasına izin verilmiyordu. Ne var ki para borç vermek tehlikeli bir işti. Bir kere çok düşmanlığa yol açıyordu. Kim borç aldığı parayı geri ödemek ister ki? Yerel asilzade ya da piskopos borcunu geri ödememeye karar verdiyse ne olurdu? Yahudi’yi korkunç bir şey yapmış olmakta suçlardı, örneğin Hıristiyan bir bebeği öldürmek gibi. Bu şekilde borçlarının üstüne yatar, Yahudilerin tüm mallarına el koyar, sonra kovar, hatta öldürürdü. Bu defalarca tekrarlandı. Bazıları Yahudilerin tefecilik uygulamalarının bu tür eylemlere yol açtığını ve Antisemitizm’den önemli ölçüde sorumlu olduğunu iddia etmiştir. Bu tamamıyla uydurmadır. O dönemde Yahudiler ortalama %45’lik bir faiz oranı uyguluyordu. Bugünün standartlarına göre yüksek görünse de, Vatikan’ın burnunun dibinde yaşayan İtalyan bankerler Lombardlar’ın %250’ye kadar varan faizler uyguladığını düşünün. Böylece görüyoruz ki Lombardlar’ın para borç verme uygulamaları çok daha kötüydü, kimse de gidip Lombard bankerlere zulüm etmiyordu. Diğer yandan Yahudilere yapılan zulümlerin sınırı yoktu. KAN İFTİRASI Yahudilere bu zaman zarfında yapılan suçlamaları açıklamak neredeyse imkansızdır. Yahudiler yalnızca “İsa katilleri” değil “bebek katilleri” oldukları için de zulüm gördü. Bu türden ilk suçlama –kan iftirası olarak bilinir- 1144 yılında İngiltere’de Norwich’te yapıldı. Yahudiler Hıristiyan bir bebeği kaçırmak ve bebeğin kanını boşaltmakla suçlandı. Bu suçlama o kadar popüler oldu ki, çeşitli şekillerde Avrupa’ya yayıldı, oradan da dünyanın diğer kısımlarına sıçradı. Hıristiyanlara göre Yahudiler neden Hıristiyan kanına ihtiyaç duyuyordu? Bu çok seçenekli bir sorudur: a. Yahudiler İsa’yı öldürmenin cezası olarak hemoroitten çekiyordu ve kan içmek o dönemde hemoroitin en iyi tedavisiydi. b. Tüm Yahudi erkekler adet görüyordu ve aylık bir kan nakline ihtiyaçları vardı. c. Yahudi erkekler sünnet edildiğinde cerrahi işlem yüzünden o kadar çok kan kaybeder ki Hıristiyan bebeklerinin kanını içmeye gereksinim duyar. d. Kan matsanın ana malzemesidir, dolayısıyla her Pesah Yahudilerin bol miktarda kana ihtiyacı vardı. e. Yukarıdakilerin hepsi. Doğru yanıt hangisi sizce? Şoke edici de olsa, (e), yukarıdakilerin hepsi. Bu Antisemitizm’de çok önemli bir derstir. Yahudiler hakkında herhangi bir şey söyleyebilirsiniz, insanlar da buna inanır. Yahudi kanunu ile her ne şekilde olursa olsun kan tüketmeleri yasak olan (kaşer et tüm kan kalıntılarını yok etmek için dikkatle yıkanır ve tuzlanır) Yahudilerin, kan içmekle suçlanması kaderin garip bir cilvesidir. Kan iftirası kilisenin 13. yüzyılda ekmek ve şarabın İsa’nın et ve kanına dönüşmesi doktrinini benimsemesi karşısında daha da anlamsızlaşır. Bu mistik fikre göre papaz ekmek ve şarap hakkında bir ayin yaptıktan sonra bu nesneler mistik bir şekilde İsa’nın bedenine ve kanına dönüşür. Ekmeği yiyen ve şarabı içen Hıristiyanların mistik olarak İsa’nın etini yiyip, kanını içtiği söylenmektedir. “İsa’nın kanını içme” ritüeli ile meşgul olan Hıristiyan aleminin, kan içmesi yasak olan Yahudileri bu tamamıyla uydurma cürümle suçlaması komiktir. Ama suçlamalar daha da azdı. 13. yüzyılda İsviçre ve Almanya’da Yahudiler kiliselerdeki ayin ekmeklerini kaçırmakla suçlandı. Hıristiyanların görüşüne göre Yahudiler bunları ne yapacaktı? İşkence edeceklerdi. Ortaçağ belgeleri bir Yahudi’nin (genellikle Abraham adında) bir kiliseden nasıl ekmek çaldığını, içine bıçağını batırdığını ve ekmekten kan akmaya başladığını tarif eden hikayeler anlatır. Sonra ekmeği parçalara böler ve işkence etmeleri için başka Yahudilere gönderir. Binlerce Yahudi bu türden hikayelerin sonucunda katledilmeseydi bu hikayeler komik olabilirdi. Örneğin Berlin yakınlarındaki Berlitz Yahudi cemaatinin tamamı bir ekmek parçasına işkence etme suçlamasıyla diri diri yakıldı. YAHUDİ VERGİLERİ Bütün bu zaman zarfında Yahudiler fiziksel olarak zulüm görüyor, dövülüyor, yakılıyor, ırzlarına geçiliyor; ekonomik açıdan zulüm görüyor, talan ediliyor, soyuluyor, ölümüne vergilendiriliyordu. Aslında onlara tahammül edilmesinin nedenlerinden biri paralarıydı. Yahudiler krallık için iyi bir gelir kaynağı idi. Onlara ceza niteliğinde özel “Yahudi vergileri” kesiliyordu. Almanya’da daha sonra Yahudilere 38 özel verginin dayatıldığını göreceğiz. Doğum, ölüm, kipa takma, evlenme, sünnet, Şabat mumları yakma, Yahudi oldukları için her durumda hizmet etmelerine izin verilmeyen Alman ordusundan muaf tutulma vergileri... Yahudilerin vergiden kaçınmada neden bu kadar becerikli olduğunu, neden bu kadar çok Yahudi muhasebeci olduğunu öğrenmek isterseniz, bu düşmanları tarafından ölümüne vergilendirilmeleri karşısında sağ kalmaya çalıştıkları 1.500 yıllık deneyimden kaynaklanmaktadır. Sonunca olacak olan da, paraları tükendiğinde Yahudilerin kovulmasıdır. İngiltere’de 5.000 kişilik Yahudi nüfusun krallığa gelirinin %20’sini sağladığı İngiltere’de olan budur. 1290 yılının 9 Av günü –Yeruşalayim’deki Bet Amikdaş’ın iki kez yıkıldığı gün, dolayısıyla Yahudi tarihindeki en kötü gün- Yahudiler İngiltere’den kovuldu ve neredeyse dört yüz yıl boyunca geri dönmelerine izin verilmesi. Başka ülkeler kısa zamanda onları izleyecekti. Ama önce Yahudilere yapılan zulümlere bir değişim olacaktı.



kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
18 Ekim 2007       Mesaj #43
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

HRİSTİYANLIK VE İSLAM'IN YAYILMASI


KARA VEBA (1368/9)

14. yüzyılda “Kara Ölüm” olarak bilinen hıyarcıklı veba Avrupa’yı vurdu. O zamanlarda insanların hastalıklara nelerin sebep olduğu ve hijyen yokluğunun bakterinin yayılmasına neden olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Bazı tarihçiler alaycı bir şekilde, Klasik Çağ ile Karanlık Çağlar arasındaki farkın yıkanmak olduğuna işaret eder. Yunanlılar ve Romalılar çok temiz insanlardı. Her yerde halka açık banyolar vardı. Diğer yandan Ortaçağ Avrupalıları hiç yıkanmazdı. Bazen bütün bir yıl boyunca giysilerini değiştirmezlerdi. Terziler bir tek Paskalya dolaylarında insanların doğrudan üzerine yeni giysiler dikerdi. Pencerelerini kapalı tutarlardı çünkü hastalıkların havada hareket ettiğini zannederlerdi. Buna “kötü gökyüzü” derlerdi. Herhangi bir yeni hastalık Avrupa’ya ulaştığında sağlıksız koşulların hastalığın yayılmasına neden olduğunu belirtmeye gerek yok. Pireli fareler tarafından taşınan “Kara Ölüm” için de aynı şey söz konusu oldu. Hıyarcıklı vebanın Avrupa nüfusunun yarısını, yaklaşık 25 milyon insanı öldürdüğü tahmin ediliyor. Hastalığın nedenini bilmedikleri halde Avrupalılar bunu bulmakta zorlanmadı: Neden Yahudiler olmalıydı! Yahudiler şeytandan zehir elde ediyor ve Hıristiyanların tümünü öldürmek için kuyularına döküyordu (ya da havaya atıyorlardı). Adil olmak gerekirse, Kilise bunun öyle olmadığını söyledi ama kitleler dinlemedi. Kilisenin Yahudilerin “tanrıyı” öldürdüğü ama Hıristiyan alemine kötülük yapmak niyetinde olmadığı mesajları birbirleriyle bağdaşmıyordu. Hıyarcıklı veba süresince (başlıca olarak 1348-1349) çeşitli Avrupa cemaatlerinde Yahudiler katledildi. Örneğin Strasbourg Yahudileri diri diri yakıldı. Yahudi tarihi belgeleri koleksiyonu “Uluslar Arasında Dağılmış” (Alexis Rubin tarafından derlenmiş) bu olayı da içerir: “Aziz Valentine günü olan Cumartesi, Yahudileri mezarlıklarında tahta bir platformun üzerinde yaktılar. Yaklaşık 2.000 kişiydiler. Vaftiz olmayı isteyenler esirgendi. Çok sayıda küçük çocuk ateşten çıkarıldı ve anne ve babalarının isteği dışında vaftiz edildi. Yahudilere olan bütün borçlar iptal edildi...” (Özellikte bu son cümleye dikkat ediniz.) Yahudilere karşı yapılan bu gülünç suçlamaların Karanlık Çağlar ile sınırlı olmadığını hatırlamalıyız. Bunlara inananlar bir tek Ortaçağ Avrupa’sının cahil ve batıl inançlı kitleleri değildi. 20. yüzyıl dahil her çağda bu tür olaylara rastlıyoruz. Örneğin Chicago Belediye Başkanı’nın bir yardımcısı 1990 yılında zenci toplumunda o kadar çok AIDS vakasına rastlanmasının nedeninin Yahudi doktorların kan tedariklerine hastalığı bilerek koyması olduğunu söyledi. Filistin yetkilileri aynı şeyi defalarca tekrarladı. Filistin yetkilileri, İsrail hükümetinin tüm Arap kadınları ******ye dönüştürmek için Gazze’ye satılan tüm tahıllara hormonlar, Arap çocuklara satılan sakızlara da zehir koyduğu gibi çirkin başka suçlamalarda da bulundu. Yaser Arafat’ın karısı Hilary Clinton’un yanında Yahudilerin Filistin’in su tedarikini zehirlediğini söyledi. Rutgers Üniversitesi’nden Profesör Michael Curtis bunu mükemmel bir şekilde özetledi: “Herhangi bir şey ve her şey Yahudi’den nefret etmek için bir nedendir. Nefret ettiğiniz her ne ise, Yahudi odur.” GETTO Bir halkın kuyularınızı zehirleyebildiğini düşünürseniz, onun yanınızda olmasını istememeniz doğaldır. Gerçekten de 11. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar Yahudilerin fiziksel ve ekonomik genel tecridinin parçası olarak, Yahudilerin yaşaması için özel alanlar oluşturuldu. Bunlara İtalyan kökenli bir sözcük olan “getto” dendi. Getto İtalyanca “dökümhane” veya “demirhane” demektir ve metalin eritildiği, gerçekten çok kötü kokan, duman dolu, suyun kirli olduğunu bir yeri tanımlar. Başka bir deyişle, istenmeyen kişiler için mükemmel bir yer. Getto terimi Yahudiler için bir yer olarak ilk kez 1516 yılında Venedik’te kullanıldıysa da, Yahudilerin onlar için özel olarak tasarlanmış yerlere konulması yüzyıllarca önce başladı. Bu alanlar genellikle sınırlarını belirlemek için bir hendek ya da çitle çevriliydi. Yahudilerin gündüz saatlerinde dışarı çıkmasına izin verilirdi ama gece içeride kalmak zorundaydılar. Getto Yahudiler için karma bir kutsamaydı. Bir yandan toplumun geri kalanından ayrı tutuluyorlardı ki bu aşağılayıcı idi, diğer yandan da bir arada bulunuyorlardı. Birlikte yaşamak toplum ruhunu muhafaza ediyor, Yahudi olmayanlarla yakınlaşmadıklarından, asimilasyona karşı koruyordu. Gettoda yaşamanın en kötü yanı, kitleler kafalarına Yahudileri öldürmeyi koyduğunda –Paskalya dolaylarında sık sık yaptıkları gibi- onları nerede bulacaklarını bilmeleriydi. Hıristiyanlar Yahudilere gettodan çıkış yolunu her zaman sundu: Hıristiyanlığı seçmek. NAHMANİDES Büyük Kabalacı ve Tora-Talmud bilgini Nahmanides, Yahudileri Hıristiyan’a dönüştürme çabalarının biri sırasında öne çıktı. Nahmanides, Rabi Moşe ben Nahman, daha çok Ramban olarak bilinir (Rambam ya da Maimonides ile karıştırılmamalı), Hıristiyan Barselona’da 1194 yılında doğdu. Hıristiyanların Yahudilerin din değiştirmesini sağlamak için dinlerinin yanlış olduğunu kanıtlamaya yeltendiği tartışmaların en ünlüsü olan 1263 yılındaki büyük Münakaşa sırasında Yahudilerin savunmacısı oldu. Yahudiler bu tartışmalardan, vebadan kaçar gibi kaçınmaya çalıştı. Yahudilerin Hıristiyanlığı hiçbir şekilde kötü göstermesine, yani Yahudilerin kazanmasına izin verilmediği için, her tartışma bir “kaybet” durumuydu. 1263 yılında İspanya Kralı Aragonlu James huzurunda bir tartışma yapıldı ve kral, Nahmanides’in cezalandırılma korkusu olmadan konuşmasına izin verdi. Nahmanides bundan tam olarak yararlandı ve sözlerini sakınmadı. Rakibi Hıristiyanlığı seçen Pablo Christiani adında (bu ismi din değiştirdikten sonra almış) bir Yahudi idi. Tarihte daha ileride göreceğimiz gibi, Hıristiyanlardan daha Hıristiyan olmak isteyen Yahudilerden büyük Antisemit yoktur. Aslında büyük bilgini bu tartışmaya çekmek Pablo’nun fikriydi, bu da bir lisenin fizik öğretmeninin Einstein’a meydan okuması gibi bir şeydi. Pablo’nun yardıma ihtiyacı olacağını düşünen Kilise, danışman olarak Dominiken ve Fransisken tarikatlarının ileri gelenlerini gönderdi. Ancak onlar bile Nahmanides’in karşısında tutunamadı. Tartışma üç konunun etrafında döndü: 1. Mesih, Hıristiyanların dediği gibi geldi mi, yoksa Yahudilerin dediği gibi daha gelmedi mi? 2. Mesih, Hıristiyanların dediği gibi ilah mıdır, yoksa Yahudilerin dediği gibi insan mıdır? 3. Yahudiler mi gerçek kanunu uygular, Hıristiyanlar mı? Nahmanides, Mesih gelseydi Tora’daki kehanetler yerine gelirdi diye cevap verdi. Aslan kuzu ile yatmadığına, barış dünyaya egemen olmadığına göre Mesih’in gelmediği açıktı. “İsa’nın zamanından şimdiye kadar dünya şiddet ve haksızlık dolu oldu ve Hıristiyanlar diğer halklardan daha çok kan döktü” diye belirtti Nahmanides. İsa’nın ilahlığına gelince, Nahmanides bir Yahudi’nin “Yeryüzünün ve gökyüzünün Yaradan’ının bir Yahudi kadının rahmine başvurduğunu... ve çocuğun doğduğunu... sonra da düşmanlarının ihanetine uğrayıp ölüme mahkum edildiğini... Yahudi zihninin ya da başka herhangi bir kişinin zihninin bunu kabul edeceğini” inanmasının imkansız olduğunu söyledi. Kilise’nin zararı en aza indirmek için çabalarken yarıda kalan tartışmanın sonunda kral şöyle dedi: “Bir insanın yanlış bir davayı bu kadar iyi savunduğunu hiç görmedim.” Nahmanides’e 300 solidos (altın para) ve dokunulmazlığının devam edeceği sözünü verdi. Ne yazık ki bu söz tutulmadı. Kilise Nahmanides’in hakaretten yargılanmasını emretti. Nahmanides İspanya’yı terk etmeye zorlandı. 1267’de Yeruşalayim’e geldiğinde orada o kadar az sayıda Yahudi vardı ki, dua etmek için “minyan” oluşturacak on erkek bile bulamadı. Bir sinagog kurmaya kararlıydı. Hebron’dan bir çift Yahudi getirtti. İlk sinagogu Siyon Dağı’nda, şehir duvarlarının dışındaydı ana ölümünden sonra duvarların içine alındı. (1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra –arada mezbeleliğe dönen- sinagog restore edildi ve günümüzde etkileyici bir ibadet yeri haline geldi. Ramban Sinagogu bir yer altı sinagogudur çünkü o zamanlar İslam kanunu Yahudi ibadet yerlerinin Müslüman ibadet yerlerinden daha yüksek olmasını yasaklıyordu.) Bu arada Avrupa’da Kilise hâlâ Nahmanides’in maharetinin verdiği zararları düzeltmeye çalışıyordu. Sonuçları ne yazık ki Yahudiler için iyi olmadı. Kilise Hıristiyan karşıtı bölümler içeren bütün kitapları sansür edilmesini emretti. Sayfaları yırtılmamış ya da bölümleri herhangi bir şekilde silinmemiş olan bu tür kitaplar yakıldı. Ayrıca Papa IV Clement, papalık bülteni adı verilen Turbato Corde başlıklı özel bir belge yayınladı. Bu belge daha sonra, “Yahudileşenlere” zulmetmek için engizisyon politikasının temelini oluşturdu.


kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
19 Ekim 2007       Mesaj #44
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

HRİSTİYANLIK VE İSLAM'IN YAYILMASI

ENGİZİSYON (1480)

Haçlı Seferleri’ni tartıştığımızda, Kilise’nin Ortadoğu’da Müslümanlara karşı savaşını ele almıştık. Şimdi ise Kilise’nin Avrupa’da Müslümanlara karşı savaşını ele alacağız. Bu savaş Müslüman Mağribilerin 711 yılında İspanya’ya gelmesi ile başladı ve düzensiz bir şekilde, yıllar boyunca sürdü. Hıristiyanların onları alt etmesi uzun zaman aldı. İlk düşen Müslüman kalesi 1085’te Toledo, sonuncusu ise 1492’de Granada idi. Hıristiyan fethi başlar başlamaz Yahudilerin durumu çok zorlaştı. İspanyol Hıristiyanlar Müslümanlara karşı kanlı intikamlarına, kâfir sınıfına koydukları Yahudileri de dahil ettiler. Örneğin Barselona’da Yahudi cemaatinin tümü, ayaklanan kalabalık tarafından katledildi. Başta bazı Hıristiyanlar tarafından korunan Yahudiler, din değiştirmeye zorlandı. Kabul etmeyenler korunmadı. Profesör B. Netanyahu 1.400 sayfalık The Origins of the Inquisition (Engizisyonun Menşei) adlı eserinde zamanın görgü tanıklarının anlattıklarını şöyle yazar: “Vaftiz olmayı reddedenler hemen öldürülüyor, cesetleri sokak ve meydanlarda sergileniyor, korkunç bir görüntü oluşturuyordu.” (sh.159) Hıristiyanların İspanya’yı fethi sırasında kitle halinde din değiştirmeye zorlanan Yahudilerin sayısı neydi? Tahminler on binlerce ile 600.000 arasında değişmektedir (The Origins of the Inquisition, sh.1095). Din değiştirenlerden çoğu bunu görünürde yaptı ve gizlice Yahudiliği uygulamaya devam etti. Hıristiyanlar zamanla bu sahte dönmeleri yakaladı ve sapkınların kökünü kazımaya karar verdi. İSPANYOL ENGİZİSYONU Burada ele alacağımız, resmi olarak 1 Kasım 1478 yılında Papa IV. Sixtus tarafından çıkarılan kararname ile başlayan İspanyol Engizisyonudur. (Ancak ilk engizisyonun Papa IX. Gregory’nin emriyle, “Albigenses” adı verilen bir grup Fransız-Hıristiyan sapkınla mücadele etmek için 1233 yılında gerçekleştiğini belirtmeliyiz. İlk engizisyon nispeten daha yumuşaktı ve kural olarak insanları ölüme mahkum etmiyordu. Yahudi sapkınlara yönelik İspanyol Engizisyonu için aynı şeyi söylemek mümkün değildir). Daha önceki versiyonunun aksine İspanyol Engizisyonu, Hıristiyanlığı seçen ama bunda gerçekten “samimi” olmayan Yahudileri cezalandırmanın peşindeydi. Burada garip bir çelişki vardır. İnsanlara ya din değiştirmeleri, ya da ölmeleri gerektiğini söylüyorsunuz, din değiştirince de “samimi” olmadıkları için onları her halükarda öldürmeye karar veriyorsunuz. Engizisyonun din değiştirmenin içtenliği ile pek alakası olmayan başka bir nedeni de bulunmaktadır. Hıristiyanlığı seçtikten sonra Yahudiler ekonomi ve politika alanına serbestçe girebiliyordu. Tabii ki büyük başarı gösteriyorlardı. Bu da Hıristiyanların onlara düşman olmasına yol açıyordu: İbranilerin Mısırlılar tarafından tutsak edilmesinden itibaren Yahudi tarihinde sürekli görülen olgu... Hıristiyanlar din değiştiren Yahudileri “Eski Hıristiyanlar”dan, yani kendilerinden ayırt etmek için “Yeni Hıristiyanlar” diye çağırmaya başladı. Hıristiyanlığı seçen Yahudiler küçültücü bir şekilde converses, yani “dönme”, ya da daha kötüsü marranos, yani “domuz” diye adlandırılıyordu. Bu Yahudilere karşı yöneltilen ana suçlama, gerçekten Hıristiyanlığı benimsememeleri idi. Gizlice Yahudiliği uygulamaya devam ediyorlardı. Bu gerçekten de böyleydi. Görünürde Hıristiyan olan ama gizlice Yahudiliği uygulayan Yahudilerin sayısı çoktu. Bugün bile Yahudi kökleri açıkça o döneme uzanan Hıristiyan cemaatler vardır. A.B.D.de (New England, New Mexico ve Arizona’da), aynı zamanda Güney ve Orta Amerika’da İspanyol ya da Portekizli yerleşimcilerin soyundan gelen ve açıklayamadıkları garip gelenekleri olan insanlar bulunur. Örneğin Katolik oldukları halde Cuma akşamı mahzene iner ve mum yakarlar. Geleneğin kökenini bilmezler ama bunu yaparlar. Bu insanların Hıristiyan olduklarını ileri süren ama gizlice Yahudi ritüellerini uygulayan Yahudilerden geldikleri açıktır. Engizisyonun işi bu insanları bulmak, onlara “suçlarını” itiraf edinceye kadar işkence etmek ve onları öldürmekti. FERDİNAND VE İZABEL Herkes Kral Ferdinand ve Kraliçe İzabel’i bilir: Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfini destekleyen hükümdarlar. Ancak çoğu kişinin haklarında bilmediği başka şeyler de vardır. Ferdinand ile İzabel’in 1469 yılındaki evliliği İspanya’yı birleştirmiş, bu da bir yerde Müslümanlara karşı zaferi mümkün kılmıştır. Hükümdarlıklarından önce İspanya, başlıca ikisi Aragon ve Kastilya olan bir dizi eyaletten oluşuyordu. Aragonlu Ferdinand Kastilyalı İzabel ile evlenince bu iki eyalet güçlü bir krallık oluşturacak şekilde birleşti. İzabel “ateşli” bir Hıristiyan’dı. 1478 yılında Papa’dan Hıristiyan dünyasındaki sapkınlığı ortadan kaldırmak için bir engizisyon başlatmak için izin istedi. Papa kabul etti ve 1 Kasım 1478’de Exigit Sincere Devotionis adlı bir kararname çıkardı. Arkasından Ferdinand ile İzabel 27 Eylül 1480’de bir kraliyet kararnamesi yayınladı. Hıristiyanlığı sapkınlardan kurtarmanın yalnızca din değiştiren Yahudileri değil, başka grupları da hedef aldığı düşünebilir. Ancak kraliyet kararnamesi başka hiç kimseden söz etmiyordu. Profesör B. Netanyahu şöyle yazmaktadır (sh.3): “Kraliyet kararnamesi engizisyonun gizlice Yahudi inançlarına bağlı olan ve Yahudilerin ayin ve törenlerini uygulayarak Hıristiyanlığa karşı gelen, din değiştirmiş Yahudileri aramak ve cezalandırmak için kurulduğunu özellikle belirtiyordu. Başka hiçbir grup ve amaçtan söz edilmiyordu. Bu da engizisyonun oluşturulması ile İspanya’daki Yahudi yaşamı arasındaki yakın ilişkiyi gösteriyordu. Bu ilişkiyi gösteren başka olaylar da vardır.” İlk engizisyoncular kararnameden birkaç ay sonra işe giriştiyse de engizisyonun kanlı ününü kazanması 1487’de, İspanyol bir Dominiken keşişi olan Tomas de Torquemada’nın Baş Engizisyoncu atanması ile olmuştur. Bir süre önce Hıristiyanlığı seçen Yahudi bir aileden gelen Torquemada (ama kesinlikte Yahudi bir anneden gelmiyordu) vahşeti ile en kötü Antisemitleri yaya bıraktı. Engizisyon nasıl işliyordu? Din değiştiren Yahudiler tutuklanıyor ve gerçek Hıristiyanlar olmamakla suçlanıyordu. Onları kimin suçladığını bile bilmiyorlardı. Onlara karşı deliller gizlice sunuluyordu. Sapkın olduklarını itiraf edinceye kadar işkence görüyorlardı. İtiraf edince de öldürülüyorlardı. Genellikle yakılarak öldürülüyorlardı ama haçı öpmeyi kabul ederlerse yakılmak yerine boğuluyorlardı. Kilit nokta, pişman olmalarının bir önem taşımamasıydı. Her durumda ölüyorlardı. İnsanlar işkence altında bile itiraf etmeyi reddedince ne oluyordu? Ya da daha kötüsü, bazıları gizlice Yahudiliği uyguladığını hemen itiraf edip, işkenceye rağmen Hıristiyanlığı kabul etmeyince ne oluyordu? Korkunç işkencelerden sonra sağ kalmayı başarırlarsa auto-da-fe, yani “inanç eylemi” adlı bir törenle yakılıyorlardı. Bu durum 1834 yılında engizisyonun nihayet kaldırılmasıyla sona erdi. Artık her İspanyol gücünden korkar olmuştu. Engizisyonun çalışma alanı Hıristiyan sapkınlara, Protestan mezheplere, cadılara, hatta yanlış kitapları okuyan insanlara kadar yayılmıştı. İspanyol engizisyonu yegane engizisyon değildi çünkü din değiştiren Yahudiler daha dost ülkelere kaçtığında engizisyon onları takip etti. Son yakılarak ölümün 19. yüzyılda gerçekleştiği Brezilya’ya kadar... KOVULMA İberya Yarımadası’ndaki son Müslüman kalesi olan Granada’nın düştüğü 1492 yılında yaklaşık 800 yıl süren İspanya’daki Müslüman hakimiyeti sona erdi. İspanya tamamıyla Hıristiyan bir ülke oldu. Kısa zaman sonra Ferdinand ve İzabel Yahudileri İspanya’dan kovmaya karar verdi. Bu kez kararnameleri Hıristiyanlığı seçen Yahudileri değil, hiçbir zaman din değiştirmeyenleri hedef alıyordu. Neden? Antisemitizm dışında büyük rol oynayan bir faktör, Yahudi parasının Müslümanlara karşı masraflı savaştan sonra krallığı yeniden inşa etmek için gerekiyor olmasıydı. Yahudilerden vergilerle yavaşça para sızdırmaktansa hepsini kovmak ve geride bırakacakları para ve mülke el koymak daha kolaydı. Yahudiler kararnamenin iptaline çalıştı tabii. Dramın kilit oyuncusu büyük bir Tora bilgini ve rabi olan Don İsaac Abranavel idi. Döneminin büyük Yahudi kişiliklerinden biriydi, İspanya’nın hazinecisi, dolayısıyla İspanya’daki en güçlü Yahudi idi. Kovulma emrini kaldırmak için çok uğraştı, hatta hükümdarlara 300.000 ducat bile teklif etti. Kararın ertelenmesini başardı ama bu başarısı Baş Engizisyoncu Tomas de Torquemada’nın öfkesini uyandırdı. Torquemada Kraliçe İzabel’in günah çıkardığı rahip olduğu için üzerinde büyük etkiye sahipti. Abravanel davasını savunurken içeri girdi. Haçını kraliçenin kafasına fırlattı ve şöyle bağırdı: “Judas Yahuda) efendisini (İsa) 30 gümüşe sattı. Şimdi onu yeniden satıyorsun!” Böylece Don Isaac Abravanel kaybetti. Ancak önemi o kadar büyüktü ki hükümdarlar kalması için ona özel bir izin verdi. Hatta bir minyan ile dua edebilmesi için dokuz başka Yahudi’nin kalmasını da kabul ettiler. Abravanel reddetti. Sürgüne giderlerken İspanya Yahudilerinin lideri oldu. Şimdi... Yahudi cemaati hangi tarihte sürgüne gönderildi? 2 Ağustos 1492. Yani 9 Av, Yeruşalayim’deki birinci ve ikinci Bet Amikdaş’ın yıkıldığı tarih (ve birçok başka felaketin meydana geldiği tarih). O gün İspanya Yahudileri (150.000-200.000 kadar kişi) büyük varlıklarını arkada bırakarak gitmeye zorlandı. Diğerleri (sayıları tam olarak bilinmese de 60.000 kadarı) kaldı ve din değiştirmeyi kabul etti. KRİSTOF KOLOMB Kovulmanın ertesi günü, 3 Ağustos 1492’de Kristof Kolomb ünlü keşif yolculuğuna çıktı. Günlüğü şöyle başlar: “Majestelerinin bütün Yahudilerin krallık ve topraklarından kovulması hakkında kararnamelerini çıkardığı ay. Hindistan’ı keşif yolculuğum için yanıma yeterli sayıda insan almam için emir verdikleri ay.” Birçok kişi Kolomb’un Yahudi olduğunu düşünmekten hoşlanır, aslında yeterince neden de vardır. İşte birkaç örnek:  Cenova, İtalya’da doğduğu halde ilk lisanı Kastilya İspanyolca’sıdır. Çok sayıda Yahudi doğumundan yaklaşık yüz yıl kadar önce Kastilya’yı terk etmeye zorlanmıştır. Bunlardan bazıları Cenova’ya gitmiştir. (14. yüzyıl Kastilya İspanyolca’sı, “Ladino” olarak bilinen Yahudi İspanyolcası’dır.)  Kolomb yazarken sayfanın üzerine, dindar Yahudilerin bugün bile yazdıkları sayfanın tepesine koydukları küçük tuhaf işaretleri koyuyordu: Aramice “Tanrı’nın yardımı ile” anlamına gelen besiyata d’işmaya sözcüklerinin kısaltılmışı.  Yazılarında Sion’dan çok söz etmiştir.  Mürettebatı arasında doktoru, usta gemicisi ve tercümanı dahil olmak üzere bilinen beş Yahudi vardı.  Kolomb, İbranice dahil on iki dil konuştuğu için Luis de Torres’i (bir gün önce Hıristiyanlılığı seçen) tercüman olarak tutmuştu. Kolomb Uzakdoğu’ya gittiğini sanıyor, orada kayıp on kavimden en az birini bulmayı umuyor, bu yüzden İbranice konuşan birine ihtiyaç duyuyordu. Dahası, Kolomb’un Amerika’ya yolculuğunun kovulma ile tinsel olarak bağlantılı olduğu kuşku götürmez. Ortaçağ Avrupa’sının en büyük Yahudi cemaatlerinden biri yok olurken, Tanrı tarihte Yahudiler için en büyük barınak olacak olan yerin kapılarını aralıyordu: Amerika. Bu tarihte gördüğümüz bir başka ilginç şekildir: Tanrı hastalıktan önce tedaviyi verir. Kolomb’un yolculuğu sık sık söylendiği gibi İzabel’ın mücevherlerini satmasıyla finanse edilmemişti. Başlıca finansmancılar iki saray yetkilisiydi –ikisi de din değiştirmiş Yahudi- kraliyet ailesinin kâtibi Luis de Santagel, ve Aragon’un hazinecisi Gabriel Sanchez. Kolomb’un Yeni Dünya’dan yolladığı ilk mektup Ferdinand ve İzabel’e değil, Santagel ve Sanchez’e destekleri için teşekkür eden ve bulduklarını anlatan mektuptu. Kolomb’un yolculuğu, çok sayıda kaşifin Yeni Dünya’nın yolunu açtığı Keşif Çağı’nın kilometre taşıdır. Diğerlerinden hiçbirinin Yahudi olduğu düşünülmese de, Yahudi icatları ya da Yahudilerin mevcut icatlarda yaptığı gelişmeler keşiflerinde önemli oranda rol oynamıştır. Örneğin denizcilerin kilit araçları kadran ve usturlap Yahudiler tarafından yapılmıştır. Aslında o zamanlar kullanılan kadran Gerşonides olarak da bilinen Rabi Levi ben Gerşon tarafından icat edilmişti. Kolomb ve diğer kaşiflerin kullandığı ünlü atlas, Catalon Atlası olarak tanınırdı. Mayorkalı Yahudi Crasca ailesi tarafından hazırlanmıştı. Catalon Atlası dönemin en büyük ve önemli haritalar koleksiyonu olmanın yanı sıra, rakipsizdi. O zamanlar Yahudiler haritacılığı tekellerinde tutuyor, bilgiler bilinen dünyanın dört bir yanından Yahudi tacirlerden elde ediliyordu. BİR KUTSAMA Kolomb Amerika’yı keşfederken İspanya’dan kovulan Yahudiler ne yapıyordu peki? Birçoğu sınırı geçerek Portekiz’de gitti ama kalışları kısa süreli oldu. Beş yıl sonra Portekiz İspanya gibi aynı seçeneği sundu: “din değiştir, git ya da öl.” Binlercesi, tarihi olarak Yahudilere çok iyi davranmış olan Türkiye’ye gitti. Osmanlı İmparatorluğu’nun Sultanı II. Bayezid onlara kapılarını açarken şöyle dedi: “İspanya Kralı Ferdinand’ın akıllı bir adam olduğunu söylüyorlar ama aslında aptal. Hazinesini bana gönderiyor.” Yahudilerin yolculukları bu ülkeleri nasıl etkiledi? İspanya birkaç iyi yıldan sonra korkunç bir çöküşe geçti. Türkiye ise gelişti. Osmanlı İmparatorluğu dünyanın en büyük güçlerinden biri haline geldi. Sonraki iki sultan I. Selim ve I. Süleyman imparatorluğu Viyana’ya kadar genişletti. (Bu arada Yeruşalayim’in surlarını yeniden inşa eden, Muhteşem Süleyman olarak bilinen I. Süleyman’dır. Bu duvarlar halen ayakta olup Eski Şehri belirlemektedir.) Hatırlayacağımız gibi Tanrı Avraam’a ve onun soyundan gelenlere özel bir kutsama verdi: “Seni kutsayanları kutsayacak, seni lanetleyenleri lanetleyeceğim ve senin aracılığınla yeryüzünün bütün aileleri kutsanacak.” (Bereşit 12:3) Tanrı Avraam’a dedi ki o ve soyundan gelenler –Yahudiler- Tanrı’nın koruması altında olacak. Yahudilere iyi davranan ulus ve halklar iyi durumda olacak. Yahudilere kötü davranan imparatorluk ve halklar kötü durumda olacak. Bu, tarihin şimdiye kadar gördüğümüz ve gelecek bölümlerde görmeye devam edeceğimiz büyük şekillerinden biridir. Ortadoğu ve Batı dünyasındaki ülkelerin yükseliş ve düşüş grafiklerini, Yahudilere nasıl davrandıklarına göre çizebilirsiniz. Bu ülkelerden biri de Polonya idi.


kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
20 Ekim 2007       Mesaj #45
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

HRİSTİYANLIK VE İSLAM'IN YAYILMASI

REFORM VE YAHUDİLER

Yahudi tarihinin vakum ortamında gerçekleşmediğini ve geniş anlamda dünyada olup biten her şeyin Yahudileri önemli bir şekilde etkilediğini her zaman aklımızda tutmalıyız. Avrupa’yı sarsan önemli olaylardan biri de Proteston Reformu oldu. Buna ne yol açtı? Basitçe söylemek gerekire Roma’daki Kilise’nin yoldan çıkması. 45. bölümde gördüğümüz gibi Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile birlikte Kilise Avrupa’nın ekonomik sisteminde büyük feodal oyuncu haline geldi. Bu, bir yandan büyük insan kitlelerini neredeyse köle haline getirirken Kilise’yi çok zengin ve güçlü –hem politik, hem de siyasi olarak- kıldı. “Güç yoldan çıkarır ve mutlak güç mutlaka yoldan çıkarır” demişti Lord Acton. O zamanlar Kilise için bu kesinlikle doğruydu. Para içinde yüzen Kilise büyük yapılar inşa etti, kendi ordularını kurdu ve ahlaksızlık, maddiyatçılık ve çöküş batağına saplandıkça saplandı. Papalık işlerinin ve siyasi entrikaların listesi çok uzundu. Örneğin Papa VI. Alexander Yahudilerin İspanya’dan kovulduğu 1492 yılında seçilmeyi garanti etmek için kardinaller heyetinin bazı üyelerine rüşvet verdi. (History of Christianity – Hıristiyanlığın Tarihi – Paul Johnson, sh.280, 363). Göreve geldikten sonra da papalığı ruhani gevşekliğin zirvesine taşıdı. Ondan önceki birkaç papa bekâretten vazgeçmişti ama VI. Alexander büyük bir aşık olmakla açıkça böbürlendi. Yatak odasının kapısının üzerinde metresinin, İsa’nın annesi Meryem gibi giyinmiş bir portresi yer alıyordu ve sonradan meşhur olacak gayrı meşru çocuklarını kamu önünde kabul ediyordu: Cesare ve Lucrezia Borgia. (Chronicle of the World – Dünya Tarihi, Derrik Mercer ed., DK Yayınları, sh.391). 14. yüzyılın büyük İtalyan hümanist yazarı Giovanni Boccaccio gününün Kilisesi’nin yoldan çıkmışlığı ve çöküşü hakkında bize mizahi bir anlatıda bulunur. Klasik eseri Decameron’da Abraham adlı bir Yahudi, çok etkilenerek Hıristiyanlığı seçeceği umuduyla bir arkadaşı tarafından Roma’yı ziyarete ikna edilir. Abraham oradan tiksinmiş halde döner ve şöyle der: “Doğru görebildimse, kilise adamlarının hiçbirinde dindarlık yok, sofuluk yok, iyi iş yok. Gördüğümde şehvet, haset, aç gözlülük ve beteri... Bana öyle geliyor ki baş papazınız ve dolayısıyla tüm diğerleri Hıristiyan dininin değerlerini sıfıra indirmek ve dünyadan yok etmek için bütün becerilerini, zekalarını ve sanatlarını kullanıyor...” Abraham her şeye rağmen samimiyetsiz bir şekilde din değiştirmeyi kabul eder çünkü yoldan çıkmışlığına rağmen Hıristiyanlık gelişmektedir, bu da onun aklına göre Tanrı’nın zulüm gören Yahudilerin değil, Hıristiyanlığın tarafında olduğu anlamına gelmektedir. TEHLİKELİ KİTAP Kilise’nin ahlaki yapısında reform isteyenler güçsüzdü. Durumun riyakarlığı dayanılmaz hale gelirken, Kilise gücünü karşı koyma işaretlerini bastırmak için kullanıyordu. Meydan okuma 14. yüzyılda Kilise doktrinine karşı koyma ve İncil’i Latince’den (Roma İmparatorluğu’nun az sayıda kimsenin konuştuğu dili) başka dillere çevirme girişimleriyle başladı. Bu girişimler sertçe engellendi. Kilise sıradan insanların İncil’i okumasını neden istemiyordu? Serfler İncil’i ele geçirip de her kişinin (“Lord hazretleri” ve “Kardinalleri” bile) zorunlulukları hakkında gerçekte neler söylediğini öğrense ne olurdu, hayal edebilir misiniz? Bütün insanlar Tanrı’nın görüntüsünde yaratıldığına göre insanın komşusunu sevmesi ve ona eşit olarak davranması gerektiğini?... Kilise’nin İncil’i gündelik dile çevirmekten kaçınmasının nedeni tam olarak buydu. Henry Phelps-Brown Egalitarianism and the Generation of Inequality (Siyasal ve sosyal eşitlik ile eşitsizliğin doğuşu) adlı eserinde şöyle yazar (sh.68): “İnsanın ruhunu ölümden sonra kurtuluşa hazır tutmak için, dünyevi arayışların mahvından kurtarma isteğine rağmen ortaçağ kilisesi öğrencilerini kutsal yazıların tehlikeli bulaşıcılığından tecrit ediyordu. Yalnızca papaz olanların teoloji okumasına izin veriliyordu. İncil’in gözetimsiz, bağımsız bir şekilde incelenmesi sapkınlığa eşitti ve sadece yüksek konumdaki rahiplerin anlaşılmaz Latince metinleri Hıristiyan kitlelere açıklamasına müsaade ediliyordu.” MARTIN LUTHER 1506 yılında Roma Kilisesi en büyük ve pahalı projelerinden birine girişti: Vatikan’ın ortasında yeni St. Peter bazilikasının inşası. Kilise o kadar şaşalı ve devasa olacaktı ki, 150 yıl sonra tamamlandığında, o zamana kadar inşa edilmiş en büyük kilise oldu ve 1989 yılına kadar öyle kaldı. Böylesine astronomik bir proje astronomik paralar gerektiriyordu ve para kaynağı olarak Kilise günah affetme satışına yöneldi. Günahların affolunması uygulaması o zaman bile uzun geçmişe sahipti. Ancak önceden af, bir günahkarın Kilise için tehlikeli bir görevi yerine getirmesi durumunda veriliyordu. Haçlı seferine gitmek gibi... Kutsal topraklara bir haçlı seferi ve işlediğiniz bütün günahlar affolunuyordu. Daha sonra affı ölüm döşeğinde satın almak mümkün oldu. (Böylece Araf –geçici olarak günah cezası çekilen yer- pas geçilerek doğrudan cennete gidiliyordu). Kilise büyük paralar toplama işine girişince af satışları da yeni bir anlam kazandı. Papa IV. Sixtus insanların ölmüş sevdiklerini Araf’tan kurtaracak aflar satmaya başladı. Kilise’nin yolladığı kişiler, kutsal arındırıcı alevlerde acı çeken anne babaları taklit ederek çocuklarından azaplarına son vermeleri için onları af satın almaya ikna ediyordu. Johann Tetzel adlı yaratıcı bir Dominiken keşişi bunu basit bir şiire çevirmişti: “Para kutuya girdiği an, ruh kurtulur Araf’tan”. Af satışları zirveye ulaştığında Almanya’dan bir Ogüsten freri olan Martin Luther Roma’ya seyahat etti ve gördükleri karşısında sarsıldı. Kilise Tanrı’nın armağanlarını en fazla parayı verene nasıl satabilirdi? Piskopos ve kardinaller nasıl böyle ahlaki bir çöküş ve dünyevilik içinde olabilirdi? Luther ülkesine döndüğünde bir tür inanç krizine girdi. İkilemini, daha sonra Protestan teorisini parçası olacak olan lütuf teorisini bularak çözdü. Bu teoriye göre kurtuluş Tanrı’nın lütfüyle gelir, ya da Tanrı’nın merhametiyle. Tanrı’nın bir armağanının Kilise tarafından satılamayacağı açıktı. Gençliğin verdiği idealist hevesle (o zamanlar yalnızca 34 yaşındaydı) Luther protestosunu –ünlü “Doksan Beş Tez”- 31 Ekim 1517’de Wittenberg’deki All Saints Kilisesi’nin kapısına astı. Uzun lafın kısası, protestosu Roma’ya ulaştı ve sert bir şekilde sözünü geri alması istendi. Ünlü savunmasını ilan ederek bunu reddetti: “Burada duruyorum, başka türlüsünü yapamam.” Dört yıl sonra aforoz edildi. Ancak onu susturmak için çok geç olmuştu çünkü tarihi sonsuza kadar değiştirecek teknolojik bir icat yapılmıştı: Gütemberg matbaası. Luther’in protestosundan sadece elli yıl önce Johann Gutenberg kalıplar içinde metalden harfler yapan, onları sıralara dizen, böylece bir belgenin birçok kopyasını dakikalar içinde basan bir sistem geliştirdi. Bu inanılmaz matbaa makinesi Luther’in “Doksan Beş Tez”ine uygulanınca kıyamet koptu. Yerel olan bir kavga, halk mücadelesine dönüştü ve iyice yayıldı. Martin Luther’in Protestanlık adı verilen yeni dini, topraklarından Kilise’yi kovmak ve zenginliğine el koymaktan fazlasıyla memnun olan kuzey Avrupalı asilzadelerden büyük destek gördü. Kilise’nin de müttefikleri vardı ve Avrupa Otuz Yıl Savaşı’na (1618-1648) girdi. Protestanlar ve Katolikler arasındaki bu savaş çok kan dökülmesine, can kaybına ve yıkıma yol açtı. Ve Yahudiler üzerinde büyük bir etki yaptı. LUTHER VE YAHUDİLER Luther Kilise’nin Yahudilere ne kadar kötü davrandığını görmüş, bunu değiştirmek için bir plan yapmıştı. Yahudilerin Hıristiyan olmamasının nedeninin Kilise’nin yoldan çıkmışlığını hazmedememeleri olduğundan emindi. Artık Yahudiler Protestanların farklı olduğunu görecekti. Yahudilere iyi davranacaklardı. O zaman da Yahudilerin tümü Hıristiyan olacaktı. That Jesus Christ Was A Jew (İsa bir Yahudi idi) adlı eserinde şöyle yazdı: “Çünkü onlar (papaz sınıfı) Yahudilere insan değil köpekmiş gibi davrandılar. Onları sadece lanetlediler ve mallarına el koydular... Umuyorum ki Yahudilere dostça davranılırsa ve İncil öğretilirse aralarından birçoğu gerçek Hıristiyanlar olacak ve peygamberlerle atalarının dinine dönecek.” Tabii Yahudiler Protestanlığı da kabul etmedi. Yahudilik ve Tora’ya olan bağlılıklarının Hıristiyanlara onlara kötü davranmasıyla bir alakası yoktu. Yahudilere göre Hıristiyanlık baştan beri sahte bir dindi, Hıristiyanların davranışları da bunu kanıtlıyordu. Artık Martin Luther de bunun yeni bir kanıtı olacaktı. Yahudiler çağrısını reddedip de kitleler halinde din değiştirmeyince Luther tarihin en tehlikeli Antisemitlerinden birine dönüştü. Birkaç yıl sonra Concerning the Jews and Their Lies (Yahudiler ve yalanları hakkında) adlı kitabında şöyle yazdı: “Aramızda yaşadıklarına ve yalanları, küfürleri ve lanetleri hakkında her şeyi bildiğimize göre bu reddedilmiş, kahrolası Yahudi ırkına karşı ne yapacağız? Yaşamlarını, lanetlerini ve küfürlerini paylaşmasak da onlara tahammül edemeyiz. Belki aralarından birkaç tanesini ateş ve alevlerden kurtarabiliriz. Size dürüst fikrimi söyleyeyim...” Luther’in “dürüst fikri” Yahudilerle baş etmek için bir plandı ve şunları kapsıyordu: 1. Bütün sinagogları yakmak 2. Yahudilerin kutsal kitaplarını yok etmek 3. Rabi’lerin öğretmesini yasaklamak 4. Yahudi evlerini yıkmak 5. Yahudilere yolları ve pazar yerlerini yasaklamak 6. Yahudilerin borç vermesini yasaklamak 7. Yahudi mülklerine el koymak 8. Yahudileri ağır işler yapmaya zorlamak 9. Yahudileri Hıristiyan şehirlerinden kovmak (Luther’in planı hakkında daha fazla bilgiye sahip olmak için bkz. Paul Johnson’un A History of the Jews –Yahudilerin Tarihi- sh.242, ayrıca Why the Jews? –Neden Yahudiler?- Dennis Prager ve Joseph Telushkin, sh.107) Dört yüz yıl sonra Hitler ve Naziler Yahudi karşıtı propagandalarında Luther’in yazılarından yararlanarak bu planı gerçekleştirecekti.

kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
22 Ekim 2007       Mesaj #46
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ


YAHUDİ DÜNYASINDAKİ DEĞİŞMELER
DOĞU AVRUPA 1700'LER


HASİDİZM (POLONYA)
BAAL ŞEM-TOV


Hasidik hareket –“dindarların” hareketi ya da İbranice adıyla Hasidut, 18. yüzyılda Doğu Avrupa’da, “İyi İsimli Usta” anlamına gelen Baal Şem Tov olarak bilinen Rabi İsrael ben Eliezer tarafından başlatıldı. Baal Şem Tov (Beşt olarak da tanınıyordu) 1698 yılında Dinyester Nehri yakınında Podolya eyaletinde (şimdi Ukrayna olan) Okup’da doğmuştu. Karpat Dağları’nda işçi olarak çalışan yoksul bir yetimdi. Gizli bir Yahudi mistikler örgütü olan Nestarim’de öğrenim görmüş, saygıdeğer bir rabi olmuştu. Cemaatten cemaate seyahat etti, gittiği her yerde ruhani bir kutsal kişi, mistik bir iyileştirici olarak ün yaptı, büyük bir izleyici kitlesi çekti. Öğretileri Doğu Avrupa’nın morali bozuk, zulüm gören Yahudileri arasında devrim yaptı. Pogrom ve katliamlardan sonra Doğu Avrupa Yahudileri büyük bir yoksulluk içerisine düşmüştü. Bu durumun kurbanlarından biri de Yahudi bilginliği idi. Sadece birkaç elit yeşivalarda okuyor, gerisi güçlükle geçiniyordu. Bilginlikteki azalışın sonucunda Yahudi dini yaşamı sıkıntıya düşmüştü. Ortalama Yahudi Tanrı ile ne entelektüel, ne de ruhani olarak bağlantı kurabiliyordu. Baal Şem Tov’un değiştirmeye çalıştığı buydu. Öğretileri Tanrı’yı yaşamın her yönüne getirme fikrini vurgulayan bir hareket başlattı. Özellikle yoğun dua ve neşeli şarkılarla. Hasidik düşünce devekut’un, “Tanrı’ya tutunma”nın önemini vurguladı. Bunun anlamı kişinin varlığının her anında Tanrı’nın varlığını hissetmesidir. Kişinin yaşamını her yönden ruhanilikle doldurmaya çalışmak özellikle sıradan Yahudiler arasında büyük hızla yayıldı. Özellikle de Doğu Avrupa’da binlerce ve binlerce Yahudi büyük hızla Hasidik harekete katıldı. HASİDİK HANEDANLAR Baal Şem Tov 1760 yılında ölünce öğrencileri Hasidik hareketin içinde özel akımlar geliştirdi ve kendi hanedanlarını kurdular. Bu grubun içinde birçok önemli şahsiyet vardı. (Bu konuda okumak isteyenler için Chassidic Masters: History, Biography and Thought – Hasidik Ustalar: Tarih, Biyografi ve Düşünce- Aryeh Kaplan). Biz yalnızca birkaçından söz edeceğiz:  Rabi Dov Ber (1704-1772). Mezritch Maggid’i olarak bilinir. Hasidik hareketin başı olarak Baal Şem Tov’un yerine geçti ve hareketin felsefelerinden birçoğunu daha da geliştirdi. Büyük psikolog Carl G. Jung ölümüne yaklaşırken, psikolojideki bütün ilerlemelerini Rabi Dov Ber’e borçlu olduğunu söyledi, bu da Maggid’in entelektüel yararlıkları hakkında bize bir fikir vermektedir. (Bkz. C.G. Jung Speaking –C.G. Jung Konuşuyor – sh.271-272.)  Liadili Rabi Shneur Zalman (1745-1812(. Alter Rebbe ve Baal HaTanya olarak tanınıyordu. Ünlü eseri Tanya’yı yazdı ve Hasidizm’in Lubaviç mezhebini kurdu. Lubaviç Hasidleri, hohma (“bilgelik), bina (“anlayış”) ve da’at (“bilgi”) sözcüklerinin baş harflerinden oluşan Habad olarak bilinir. Kabala’ya göre bunlar on sefirot’un –İlahi enerji kanalları- entelektüel olan üçüdür. Bu Hasidik mezhebin ismi, öğretilerinin Kabala’ya ne kadar çok girdiğini göstermektedir.  Breslavlı Rabi Nahman (1772-1811) Baal Şem Tov’un torununun oğluydu. Çöküntüye uğrayanlara yoğunlaşan ve içten dua ile onları Tanrı’ya geri dönmeye teşvik eden eseri Likutei Moharan’ı yazdı. Ancak daha çok, sıradan insanlara derin düşünceleri aşılamaya çalıştığı dilenciler ve prensler hakkındaki alegorik öyküleriyle bilinir. Hasidizm’in Breslaver mezhebini kurdu. Birçok Hasidik mezhebin Kotzk, Sanz, Belz, Satmar, Skvar gibi isimleri vardır. Bütün bunlar Polonya, Litvanya, Ukrayna, vb. yerlerdeki cemaatlerin adlarıdır. Bu Hasidik hareketler göç ettiğinde, isimlerini de yanlarında götürdü. Bugün İsrail’de Kiryat Sanz, Kiryat Belz vardır. New York’ta ise New Square Hasidim vardır – bunlar orijinal isimleri Square olarak İngilizceleştirilen Skvar Hasidim’dir. Satmar Hasidim, Romanya’daki Saint Mary şehrinden gelmiştir; Ge’er Hasidim, Polonya’daki Gur Calvaria (“Calvary Tepesi”) şehrinden gelmiştir. Hareket Yahudi aleminin ruhani canlanışı üzerinde çok büyük bir etki yaptı. Büyük sayıda Yahudi’yi Yahudilikte muhafaza etti ve Yahudiliğe büyük bir coşku getirdi. Aryeh Kaplan “Chassidic Masters:History, Biography and Thought kitabının “A World Beyond” (İleri bir Dünya) denemesinde şöyle yazar (sh.4): “Hasidizm kitleleri ayağa kaldırdı ama öğretilerinin kişinin hasta olduğu zamanlara yönelik bir tür ruhani ilaç ama sağlıklı olan için yararsız olduğunu düşünmek hatalı olur. Hasidizm’in başlıca bir öğretisi, kapsamının her Yahudi’nin ruhani iyiliği için önemli olduğudur. Ustalarının enerjilerinin çoğunu yoksul, cahil Yahudilere odaklamasına karşın, bunun Hasidizm’in ana özellikleri olduğunu söylemek yanlış olur çünkü hareket, bütün Yahudi düşüncesine yeni bir vizyon ve derinlik kazandırmıştır.” MUHALEFET Hasidik hareket yayıldıkça, daha entelektüel fikirli olanların büyük muhalefetini çekti. Hasidik harekete karşı olan en önemli şahsiyet Vilna Gaon (“Vilna Dahisi”) olarak bilinen Rabi Şlomo Zalman, aynı zamanda da aynı zaman döneminde (1720-1797) yaşamış olan Gra (“Gaon Rabi Eliya”nin ilk harfleri) oldu. Vilna Gaon Yahudi öğrenimi üzerinde çok büyük bir etkide bulunmuş olan parlak bir bilgindi. Farklı ilgi alanlarına sahip, çeşitli konularda 70 kadar kitabın yazarı olan Vilna Gaon bilginliğin her yönünde mükemmelliğe ulaşmış gibidir. Yahudi kanununu, Kabala’yı, matematiği, astronomiyi, fiziği, anatomiyi biliyordu. Neredeyse hiç uyumazdı; günde dört kez bir saat kadar uyuklar, geriye kalan zamanda okurdu. Yorulduğunda canlanmak için ayaklarını soğuk suyla dolu bir kovaya sokardı. Bir dakika bile kaybetmek istemezdi. Hiç Yisrael’e gitmediği halde öğrencilerinin birçoğunu yeşivalar kurmak üzere oraya yolladı. Vilna Gaon Hasidik hareketin tehlikeli olduğunu düşünüyordu. Fikirleri öylesine kuvvetliydi ki Hasidik temsilcilerle karşılaşmayı bile istemedi. İki kez kendisine heyetler gönderildi ama onları dinlemeyi reddetti. Vilna Gaon’u endişelendiren Hasidizm’in Kabalacı yönleri değil (ne de olsa kendisi de Kabala okumuştu), yeni bir sahte Mesih (51. bölümde ele aldığımız Sabetay Sevi gibi) üretme potansiyeli idi. Hareketin sonunda Baal Şem Tov’u Mesih ilan edeceğini düşünüyordu (öyle bir şey hiç olmadı). Rebbe (her Hasidik mezhebin lideri böyle adlandırılıyordu) kavramı da canını sıkıyordu çünkü her cemaati bir kişinin Yahudilik yorumuna son derece bağımlı kılıyordu. Bu kişi “yoldan çıktığı” ve Yahudiliğin doğru düşünce ve uygulamalarından saptığı takdirde, bütün cemaati beraberinde götürecekti. Vilna Gaon’un ikinci büyük endişesi Tora’nın entelektüellikten arındırılmasıydı. Hasidik hareket büyük ölçüde, basit, cahil Yahudilerin hareketiydi ve Yahudi bilgeliğinin yerini dans edip şarkı söylemenin alacağından korkuyordu. Yürek ve aklın sentezi olan bir din, akılsız kocaman bir yüreğe dönüşecekti. Vilna Gaon Hasidik harekete öylesine karşıydı ki kendisi ve onun gibiler misnagdim, yani “karşı olanlar” diye adlandırıldı. Misnagdim 1772 yılında Hasidim’i aforoz etti ama bu geçerli olmadı. Sonunda Hasidik hareket ayrı bir din oluşturmadı ve kendi geleneklerini geliştirdiği halde önemli bir bölünmeye yol açmadı. Günümüzde bilginliğe oldukça yönelmiş, kendi yeşivalarını açan ve Talmud’u yoğun bir şekilde öğrenen Hasidik mezhepler görürüz. Hasidik hareketin sonradan anlaşılan özellikleri Doğu Avrupa Yahudiliğinin yeniden canlanmasına büyük katkıda bulunmuştur. Öğrenmeye zamanları olmadığı için kaybedilebilecek çok sayıda insanı Yahudiliğe geri getirmiştir. Ama misnagdim tarafından uygulanan baskı, hasidim’in fazla ileri gitmesini muhtemelen önlemiştir. Hasidik katkı sayesinde Yahudilik daha güçlü ve Batı’da “Aydınlanma” diye adlandırılan yeni laik hareketin, yakında karşılaşacağı saldırısına hazır duruma geldi.



kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
22 Ekim 2007       Mesaj #47
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
YAHUDİLİK VE MUSEVİ TARİHİ

YAHUDİ DÜNYASINDAKİ DEĞİŞİMLER

BATI AVRUPA 1800'LER

REFORM HAREKETİ (1818-ALMANYA)

Daha önceki bölümde gördüğümüz gibi Aydınlanma Yahudilere daha önce hiç sahip olmadıkları yeni haklar kazandırdı: insan hakları ve vatandaşlık hakları. Yeni geniş fikirlilik o kadar ileri gitti ki, Yahudiler “fazla Yahudi” olmadıkları, fazla farklı giyinmedikleri, fazla farklı davranmadıkları, farklı beslenmedikleri ve “demode” dinlerini takınmakta ısrar etmedikleri takdirde topluma kabul edilmeye başlandı. Bazı Yahudilerin buna karşı tepkisi, işbirliğini ısrarla reddetmek oldu: tarz ve şeklen. Hasidim’in günümüzde hâlâ 18. yüzyıl Doğu Avrupa kıyafetlerini giymesi bu yüzdendir. Ancak başkalarında tam tersi tepkiler de oldu. Bu Yahudiler özgürleşme ve çağdaşlaşma ruhuna katıldı; kaşerut kurallarına, Şabat’a uymak gibi onları diğer insanlarda farklı kılan şeylerden vazgeçti. Tabii Yahudiler dinlerinden vazgeçer geçmez, asimile olmaya başladı. Bu da büyük sayılarda oldu. Tam sayısını bilmiyoruz. Bildiğimiz, bu dönemde tahmini bir çeyrek milyon Yahudi’nin Hıristiyanlığı seçtiği ve sayısız başkasının da Avrupa kültürüne asimile olduğudur. İlginç olanı asimilasyon oranının, daha az sayıda Yahudi’nin yaşadığı yerlerde daha yüksek olmasıdır. Yahudi nüfusunun yaklaşık 5 milyon olduğu Doğu Avrupa’da 90.000’i (yani %2’si bile değil) daha kolay bir hayata sahip olmak ve toplumun ana kesimine karışmak için Hıristiyanlığı seçti. Ancak daha az sayıda Yahudi’nin bulunduğu Batı Avrupa’da, oranlar çok daha yüksekti. Fransa, İtalya ve Almanya Yahudilerinin çoğunluğu asimile oldu. Neden? Çünkü Batı Avrupa’da Yahudi olmayanlar Yahudilere karşı çok daha iyi davranıyor ve toplumun ana kesimine katılmak onlara çok daha cazip geliyordu. Hıristiyanlığı seçen Yahudilerden bazıları çok ünlüydü. Önceki bölümde Viktorya emperyalizminin büyük mimarı olan Britanya Başbakanı Benjamin Disraeli’den söz etmiştik. Ama komünizmin babası Karl Marx’tan da söz etmeliyiz. Marx’ın dini babası tarafından altı yaşında iken değiştirilmişti. Babası kanun adamı olabilmek için birkaç yıl öncesinden din değiştirmişti. Sonunda ateist olan Marx, kaderin cilvesi sonucunda “İşçinin İncili” diye adlandırılan “Komünist Manifestosu”nun ve “Das Kapital”ın yazarıdır. Dini, “kitlelerin uyuşturucusu” diye adlandırmakla da ünlüdür. Korkunç bir “kendinden nefret eden Yahudi” örneği olan Marx, öfke dolu “Yahudisiz bir Dünya” eserinde dünyanın bütün sorunlarının suçunu Yahudilere yükler. Yahudilikten ve diğer Yahudilerden büyük nefret, bu türden din değiştirenlerin ortak bir özelliğidir. Bu nefret başkalarının yanı sıra 19. yüzyıl Alman edebiyatının büyük isimlerinden Heinrich Heine’da da bulaşmıştır. Heine birçok başkası gibi pragmacı nedenlerden din değiştirmiş olup şöyle bir açıklama getirmektedir: “Düşünce tarzımdan vaftizin beni ilgisiz bıraktığını ve simgesel bir önem bile taşımadığını saptayabilirsiniz. Hıristiyan oluşum Avrupa kültürüne giriş biletimdir.” Yahudilik hakkında da aynı derecede alaycı görüşlere sahipti. Yahudiliği dünyanın üç büyük kötülüğünden (yoksulluk ve acı ile birlikte) biri ilan etti. ALMAN REFORMU Bu zaman döneminin değişimlerine en farklı tepki belki de, “Reform Hareketi” olarak bilinecek olan akımı oluşturan bir grup Alman Yahudi’sinden geldi. 1800’lü yılların başında Reform Hareketi’ni başlatan Alman Yahudileri, Yahudi kalmak istiyor ama aynı zamanda kişinin Avrupa toplumunun tam üyesi olduğu takdirde sahip olabileceği yeni kazanılmış haklardan yararlanmak istiyordu. Geleneksel Yahudi yaşam tarzı ve ulusal kimliği buna engeldi. Dolayısıyla bu Alman Yahudileri geleneksel Yahudiliğin bazı kilit yönlerinden vazgeçmeye koyuldu. Bunların arasında en dramatik olanı, Tora’nın Yahudilere Tanrı tarafından Sinay Dağı’nda verildiği inancı idi. 3.000 yıl boyunca Yahudiler Tora’nın Tanrı’dan geldiği konusunu hiç sorgulamamıştı. Ortaya çıkan çeşitli mezhepler –Sadusiler ve Karaylar gibi- sözlü ve rabinik kanunu sorgulamıştı ama Tora’nın ilahi menşeini, asla. Bu, dünyayı sarsan bir ilkti. İlk çatlak, “kambur filozof” olarak tanınan parlak düşünür Moses Mendelssohn’dan (1724-1804) kaynakladı. “Judaism as Revealed Legislation” (İlham Edilmiş Yasa Olarak Yahudilik) eserinde yazdığı gibi dine “rasyonel” yaklaşımı savunuyordu: “Dini doktrin ve öneriler... bir ulusun inancına ebedi veya geçici ceza tehdidi altında değil, rasyonel onaya kabul ettirilen ebedi doğruların cinsine ve gerçekliğine göre dayatılır. En Yüce Varlık bunları rasyonel yaratıkların hepsine ilham etmiştir.” Aslında Mendelssohn “Akıl Çağı” Aydınlanma düşünürlerinin izinden gidiyordu. Din rasyonel olmalıydı. Eğer Tanrı’nın kanunu akılcı gelmiyorsa, o zaman insan aklın peşine düşmeli. Yahudilikte böyle bir rasyonel kuşkuculuk kapısını açan Mendelssohn, başkalarının da içeri dalacağı kapıyı açmış oldu. Bu ondan önce Yahudiliğin kuşkuculuğa kapalı olduğu anlamına gelmez. Gerçekten de kuşkucu olmak her zaman Yahudiliğin büyük bir parçası olmuştur ama Reform Hareketi’nin kuşkuculuğu bazı inanç ve varsayımlara dayanıyordu. İlk Reformcu ayin Israel Jacobson tarafından 1810 yılında Almanya’ya Seesen’de okul şapelinde yönetildi ve 1818 yılında Hamburg’da açılan ilk Reformcu sinagog tarafından benimsendi. Reformcu ayinde bir koro, cüppeler ve bir org vardı. Milliyetçi sadakat ve kimliği vurgulamaya yönelik Alman şarkıları ve Alman duaları eşliğinde Almanca yapılmıştı. Yahudilik açısından bu büyük bir başlangıçtı. O zamanda kadar Yahudiler İbranice dua eder, iki bin yıl kadar önce Sanhedrin üyeleri tarafından yazılan duaları okurlardı. Yahudiler hiçbir zaman Şabat ayini sırasında bir müzik aleti, üstüne üstlük Hıristiyan kiliselerine özgü bir enstrüman olan org çalmamış, koro ve cüppe kullanmamıştı. Kısa zaman sonra Reform Hareketi Şabat’ı Yahudi Cumartesi’sinden Hıristiyan Pazar’ına çevirdi ve Reformcu Yahudilerin Yeruşalayim’deki “Bet Amikdaş”ı yeniden inşa etmeyi artık beklemediğinin altını çizmek için sinagoglarına “temple” diye adlandırmaya başladı. Berlin’deki Reformcu cemaatin başı olan Samuel Holdheim (1806-1860) ayinler sırasında Yeruşalayim, Sion ya da Yisrael toprağından söz etmeye itiraz etti. Sünnete, kipa ve tallet giymeye, şofar çalmaya, kısaca geleneksel olarak Yahudi olan her şeye karşı çıktı. Breslau, Frankfurt ve Berlin’de reformcu gruplara başkanlık eden bir başka Reformcu lider Abraham Geiger (1810-1874) sünnete “barbarca ve kanlı ritüel” dedi ve “her yerdeki Yahudilerle otomatik dayanışmaya” karşı geldi. Bunlar geleneklerden büyük ayrılmalardı. Avraam’dan beri sünnet Yahudilerin Tanrı ile anlaşmasını simgeliyordu. Yahudilerin sıkıntı zamanlarında birbirlerine yardım etmesi –hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için- Tanrı tarafından tanımlandığı şekliyle Yahudi doğasının ayrılmaz bir parçası olarak görülüyordu. Almanya Reformcuları Yisrael ulusunun üyeleri değil, “Mozaik mezhep Almanları” olduklarını ilan etti. Alman Reform Hareketi’nin felsefesi 1844 yılında Brunswick’te ve 1845 yılında Frankfurt’ta yapılan konferanslarla daha da ilerledi. İşte Alman Yahudilerinin yaşadıkları ülkeye bağlılıklarını göstermeyi ne kadar istediklerini –ki bu Yisrael toprağı ve İbrani diline herhangi bir bağlılığı inkar etme anlamına geliyordu- kanıtlayan bazı alıntılar:  Yahudilik için insan onuru ilkesi kozmopolittir ama aralarında yaşadığımız halka ve bireylerine sevgiyi vurgulamak istiyorum. İnsan olarak bütün insanlığı seviyoruz ama Alman olarak Almanları baba yurdunun çocukları olarak seviyoruz. Yalnızca kozmopolit değil, vatanseveriz ve öyle olmalıyız.”  “Ulusal geri dönüş (Yisrael’e) umudu, baba yurduna (Almanya) karşı duygularımızla çatışmaktadır.”  “Siyasi imparatorluklarını kurmak üzere Filistin’e dönme arzusu gereksizdir.”  İbranice’nin Yahudilik için merkezi bir önemi olduğunu düşünen, bunu ulusal bir din olarak tanımlar demektir. Çünkü ayrı bir dil, ayrı bir milliyetin karakteristik bir unsurudur. Ama bu konferansın hiçbir üyesi Yahudiliği belli bir ulusa bağlamayı istemeyecektir. ORTODOKSLAR Reform Hareketi’nin üyeleri geleneksel Yahudiliğe bağlı kalanları tanımlamak için yeni bir terim yarattı: onlara “Ortodoks” dediler. Reform Hareketi’nin Yahudilerin çoğunluğunu çekmeyi başardığı yerlerde, gündemini azınlığa dayatmak için elinden geleni yapmaya çalıştı. Örneğin Frankfurt’ta mikve kapatıldı, kaşer kesim durduruldu, Tora öğretimi yasaklandı. Ortodoks Yahudiler bir anlamda, şehirden kovuluyordu. Neden? Alman Reformcular, Yahudi gibi davranan ve öyle oldukları açıkça belli olan Yahudiler olduğu sürece –yani Almanları bıktıracak kişiler- Almanların herkesi bir görmesinden ve Alman kültürüne asimile oldukları halde onlara da düşman olmayı sürdüreceklerinden korkuyordu. Reform Hareketi’ne katılmayan Yahudiler, bunu oturdukları yerden yapmıyordu. Reform Hareketi’ne karşı saldırının Ortodoks lideri Samson Raphael Hirsh (1808-1888) adlı bir rabi idi. Hamburg’da doğmuş, Bonn Üniversitesi’nde öğrenmiş görmüş, 50.000 Yahudilik bir cemaat olan Moravia’nın hahambaşısıydı. Reform’a karşı felsefi savaşı başlatmak üzere 1851 yılında Frankfurt’a taşındı (orada sadece 100 Ortodoks aile kalmıştı). Mücadelesinin bir parçası olarak Frankfurt’ta Kahal Hadas Yeşurin adlı kendi Ortodoks kurumunu kurmayı başardı ve kendi dini okul sistemini oluşturdu. Amacı modern olmak isteyen Yahudilere bunun geleneksel Yahudilik koşulları içinde mümkün olduğunu göstermekti. Gelişen bir dünyaya ayak uydurmak için Tora’dan vazgeçmeye gerek yoktu çünkü Tora bütün bunları öngörüyordu. 1854 yılında “Religion Allied to Progress” (İlerleme ile Müttefik bir Din ) başlıklı bir makalesinde şöyle yazdı: “İstediğimiz nedir? Yegane alternatifler ya dini terk etmek ya da ilerlemeden vazgeçmek midir? Dinimiz medeniyet ve ilerleme denilenlerden vazgeçmemizi isteseydi, gökyüzünün ve yeryüzünün huzurunda beyan ediyoruz ki soru sormadan itaat ederdik çünkü dinimiz bizim için her şeyden önce Tanrı’nın sözüdür. Ama böyle bir ikilem söz konusu değil. Yahudilik hiçbir zaman gerçek medeniyet ve ilerlemeye karşı ilgisiz kalmadı. Üyeleri hemen her alanda çağdaş öğrenim seviyesindeydi ve çoğu zaman da çağdaşlarından daha başarılı oldular. Tora öğrenimi ile dünya işlerinin birleştirilmesi mükemmel bir şey.” Rabi Hirsch’in vurguladığı, normal Yahudi tarzının dünyanın tam anlamıyla içinde olmak, aynı zamanda da kendisini Tora’ya tam olarak kaptırmak olduğu idi. “Ya Tora ya da Dünya” diye bir şey söz konusu değildir. Bu bir öncelik meselesidir. İlk önceliğin Tora olduğunu gayet açıkça ortaya koyuyordu. Mendelssohn’a tezatla, Tora’nın bir kısmını anlamasanız bile uymanız gerektiğini çünkü Tanrı’nın sözü olduğunu söylüyordu. Rabi Samson Hirsch ve diğerlerinin çabalarına rağmen Reform Hareketi sadece Almanya’nın içinde değil, başka ülkelerde de yayıldı. Örneğin İngiltere’deki Reformcu Yahudiler Batı Londra sinagogunda neredeyse Karaycı bir konum benimsedi. Tanrı’nın sözü olarak Tora’ya bağlandılar ama Talmud’un öğretilerini reddettiler. Amerika’da da Reform Hareketi 19. yüzyılın ortasında oraya göç eden yüz binlerce Alman’ın beraberinde özel bir kimlik kazandı. Amerika’daki Yahudi yaşamını ele aldığımızda bu konuya da göz atacağız.

kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
23 Ekim 2007       Mesaj #48
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

YAHUDİ DÜNYASINDAKİ DEĞİŞMELER

BATI AVRUPA 1800'LER

YAHUDİLER VE AMERİKA'NIN KURULUŞU


Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşu dünya tarihinde benzersiz bir olaydır: başlangıçtan beri bir demokrasiydi, kökünü İncil’den alıyordu ve ilk ilkelerinden biri dini toleranstı. Bunun nedeni 17. yüzyılın başında Amerika’da “New England”a yerleşen ilk göçmenlerin Avrupa’daki dini zulümlerden kaçan Püriten sığınmacılar olmasıdır. Bu Püritenler İngiltere’den göçlerine, Yahudilerin Mısır’dan Çıkış’ı gözüyle bakıyordu. Onlar için İngiltere Mısır, kral firavun, Atlantik Okyanusu Kızıldeniz, Kızılderililer ise eski Kenaanlılar idi. Onlar yeni bir Vaat Edilen Toprak’ta Tanrı ile yeni bir anlaşmaya giren yeni Yisraelliler idi. İlk kez 1621 yılında, Mayflower gemisinin yanaştığı yılın ertesi yıl kutlanan şükran yortusu başta Yahudi Yom Kipur’una paralel olarak tasarlanmıştı; bir oruç, içe dönme ve dua günü olacaktı. Gabriel Sivan The Bible and Civilization (İncil ve Medeniyet) adlı eserinde şöyle yazar (sh.236): “Tarihteki hiçbir Hıristiyan cemaati, hayatını İbrani ulusunun Tevratsal dramının tekrarı olarak gören Massachusetts Bay Colony’ye ilk yerleşenler kadar kendilerini Kitabın Ulusu ile özdeşleştirmemiştir... Bu göçmen Püritenler durumlarını, “Babil felaketi” ile yoldan çıkmış Kilise’nin haklı artıkları şeklinde dramatize ediyor, kendilerini ilahi takdirin aletleri, Sinay Dağı’nda yapılan antlaşma uyarınca yeni uluslarını kurmak üzere seçilmiş bir halk olarak görüyorlardı.” İngiltere’deki Püriten İsyanı (1642-1648) sırasında Püriten ekstremciler İngiliz hukukunu Eski Ahit ile değiştirmeye çalışmış ancak engellenmişlerdi. Amerika’da kolonilerin yasalarında Tevrat kanununu uygulamayı deneme özgürlükleri çok daha fazlaydı; ilk yerleşimcilerin yapmaya koyulduğu da tam olarak bu oldu. New England’daki kolonilerin ilk yasaları kutsal yazıları temel aldı. New Haven’da 1639 yılındaki ilk mecliste John Davenport koloninin yasal ve manevi temeli olarak İncil’in önceliğini açıkça belirtti. “Kutsal yazılar bütün insanların Tanrı’ya ve insanlara karşı bütün görevleri ile ailelerin ve ulusun Kilise konularında yönetimi için mükemmel kurallar içermektedir... Tanrı’nın sözü burada hükümet işlerini organize etmede göz önüne alınacak tek kural olacaktır.” New Haven meclis üyeleri daha sonra 79 kadar hüküm içeren ve yarısı İncil’den alıntılar –hemen hepsi Tevrat’tan- olan 1655 Yasası’nı benimsedi. Plymouth kolonisi 1641 yılında neredeyse tamamıyla Moşe kanununa dayanan “New England Ana Kanunu”nu benimseyen Massachusetts meclisininkine benzer kanunlara sahipti. Yahudilerin Tora’yı anlamasına yardım eden Sözlü Gelenek olmadan, Püritenler kendine hallerine bırakılmış oluyor ve kelimesi kelimesine yorumlamaya eğilim gösteriyordu. Bu bazı durumlarda Yahudiliğin hiç tanık olmadığı daha katı ve köktendinci bir uygulamaya yol açtı. YAHUDİLERİN EĞİTİM ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Harvard, Yale, William and Mary, Rutgers, Princeton, Brown, King’s College (daha sonra Columbia olarak bilinecek), Johns Hopkins, Dartmouth, vb. dahil çeşitli eğitim kurumunun kuruluşunda Tevrat merkezi bir yol oynadı. Bu okulların birçoğu resmi amblem veya mühürlerinde İbranice bir sözcük ya da cümleyi benimsemiştir. Yale mührü Latince “Lux et Veritas”ı içeren bayrağın altında, Koen Gadol’ün Bet Amikdaş zamanında göğüs levhasının üzerinde bulunan İbranice “Urim ve Timum” sözcüklerinin yer aldığı açık bir kitap vardır. Columbia’nın mühründe üstte ortada Tanrı’nın İbranice adı, ortadaki bayrakta ise meleklerden birinin İbranice ismi yer alır. Dartmouth’un mührünün üst ortasında bulunan bir üçgenin içinde “Her şeye kadir Tanrı” anlamına gelen İbranice sözcükler yazılıdır. İbranice 16. yüzyılın sonunda ve 17. yüzyılın başında öylesine popülerdi ki Yale’deki öğrencilerden çoğu ilk söylevlerini İbranice yapardı. Harvard, Yale, Columbia, Brown, Princeton, Johns Hopkins ve Pennsylvania Üniversitesi’nde İbranice dil kursları vardı. Bu çok dikkat çekiciydi çünkü o zamanlar İngiltere’deki hiçbir üniversitede böyle bir uygulama yoktu. (Amerika’da İncil ve İbranice öğrenimi bu okulların hemen hepsinde gerekli olup öğrenciler ilk söylevlerini İbranice, Latince ya da Yunanca yapma seçeneğine sahipti.) Nüfusun büyük kısmı, Amerika’nın kurucu atalarının önemli kısmı dahil, bu Amerikan Üniversiteleri’nden mezundu. Örneğin Thomas Jefferson, William and Mary’ye; Alexander Hamilton ise King’s College’e (yani Columbia’ya) gitmişti. Dolayısıyla bu siyasi liderlerin çoğunluğunun yalnızca Eski ve Yeni Ahitlerin içeriğini değil, bir miktar İbranice de bildiğinden emin olabiliriz. Abraham Katsch The Biblical Heritage of American Democracy (Amerikan Demokrasisinin İncilsel Mirası) adlı eserinde şöyle yazar (sh.70): “Amerikan Devrimi sırasında İbranice öğrenmeye ilgi öylesine yaygındı ki meclisin bazı üyelerinin Birleşik Devletler’de İngilizce kullanımının resmen yasaklanmasını ve yerine İbranice’nin geçmesini önerdiği söylentileri dolaşır.” AMERİKA’DA YAHUDİ SEMBOLİZMİ İncil eğitimleri Amerika’nın kurucularının yalnızca din ve etik konularındaki tutumunu değil, politika alanındaki tutumlarını da etkilemiştir. Püritenlerin İncilsel görüşlerini siyasi nedenlerden de benimsediklerini görürüz. Örneğin eski İbranilerin kötü firavuna karşı mücadelesi, yerleşimcilerin İngiliz tiranlara karşı mücadelesini temsil eder. Kolonilerin siyasi mücadelelerinin nasıl eski İbranilerle özdeşleştirildiğini açıkça gösteren çok sayıda örnek bulunabilir. • Birleşik Devletler’in Benjamin Franklin, John Adams ve Thomas tarafından 1776 yılında önerilen resmi mührünün ilk şekli, Kızıldeniz’i geçen İbranileri resmetmektedir. Mührün etrafındaki slogan ise “Tiranlara direnmek Tanrı’ya itaattir” şeklindedir. • Philadelphia’daki Independence Hall’daki Liberty Bell’in üzerindeki yazı Levililer’den (25:10) doğrudan bir alıntıdır: “Ülkede bütün yaşayanlar için özgürlük ilan edeceksiniz.” Bağımsızlık mücadelesi dönemindeki vatansever söylev ve yayınlar çoğu zaman İncil’den bölüm ve alıntılarla doluydu. Amerika’nın temel anayasası bile Amerika’nın siyasi şekillenmesine İncil’in etkisi ile Yahudi fikirlerinin gücünü yansıtır. Bağımsızlık Bildirisi’nin açılış cümlelerinde bu gayet açıktır: “Bütün insanların eşit yaratıldığı, Yaradanları tarafından, aralarında hayat, özgürlük ve mutluluk arayışı da bulunan, ellerinden alınamayan bazı haklarla donatıldıkları aşikar gerçeklerdir.” Bu sözcükler kuşkusuz Aydınlatma Dönemi’nin fikirlerini yansıtsa da, bu hakların Tanrı’dan geldiği kavramı Tevrat kökenlidir. Amerika’nın ilk dönemlerine ait bu ve diğer belgeler, Tanrı tarafından verilen bir ahlak standardının Amerikan demokrasisinin merkezi sütunu olduğunu açıkça gösterir. Yeni demokrasinin parası bile “Tanrı’ya inanıyoruz” diye ilan eder. Amerika’nın değerleri üzerindeki Yahudi etkisi konusunda daha çok şey söylenebilir. Biz Yahudilere dönelim. İLK AMERİKAN YAHUDİLERİ Yahudilerin Amerika’daki tarihi Birleşik Devletler bağımsız bir ülke olmadan öncesinde başlar. İlk Yahudiler Amerika’ya Kristof Colomb ile 1492 yılında gelmiştir. Hıristiyanlığı yeni seçen Yahudilerin da Conquistador (Fatih) Hernando Cortez ile 1519 yılında Mexico’ya gelen ilk İspanyolların arasında bulunduğunu da biliyoruz. Aslında o kadar çok sayıda Yahudi dönme Mexico’ya geldi ki İspanyollar dört nesil öncesine kadar Katolik atalara sahip olduğunu kanıtlayamayanların göçünü engellemeyi kural haline getirdi. Engizisyonun bu Yahudi dönmelerin aslında sapkın olmadığından emin olmak için onları izlediğini ve yakılarak öldürülmenin Mexico City’de yaygın hale geldiğini belirtmeye gerek yok. Kuzey Amerika’da kayıt edilen Yahudi tarihi 1654 yılında, 23 Yahudi sığınmacının Recife, Brezilya’dan (Hollandalılar orada sahip oldukları her şeyi Portekizlilere kaptırmıştı) New Amsterdam’a (daha sonra New York olarak bilinecek) gelmesiyle başlar. New Amsterdam da Hollandalılara aitti ancak vali Peter Stuyvesant Yahudileri istemiyordu. Arthur Hertberg The Jews in America (Amerika’daki Yahudiler) adlı eserinde şöyle yazar (sh.21): “Geldiklerinden iki hafta sonra Stuyvesant yerel tacirlerden ve Kilise’den ‘gelen Yahudilerin hemen hepsinin orada kalmak isteyeceği’ konusunda şikayetler duydu. Stuyvesant onları kovmaya karar verdi. Dini hakaret formüllerini kullanarak Yahudilere “iğrenç, hileci ve İsa’nın düşmanları ve ona küfredenler’ dedi. Stuyvesant yöneticilerine ‘dostça bir şekilde gitmelerini istemelerini’ tavsiye etti.” Yahudilerin kovulmamasının tek sebebi, Yahudi yatırımlarına çok bağımlı olan Dutch West Indian Company’nın (Hollanda Batı Hindistan Şirketi) buna engel olmasıdır. YAHUDİLER VE AMERİKAN DEVRİMİ 1776 yılında ve Bağımsızlık Savaşı sırasında Amerika’da tahmini 2.000 Yahudi (erkek, kadın ve çocuk) vardı, buna rağmen davaya katkıları önemliydi. Örneğin Charleston, South Carolina’da yetişkin hemen her Yahudi erkek bağımsızlık için savaştı. Georgia’da öldürülen ilk vatansever bir Yahudi (Francis Salvador) idi. Ayrıca Yahudiler vatanseverlere önemli finansman sağlıyordu. Finansmancıların en önemlisi Continental Congress’e büyük miktarda para borç veren Haym Salomon idi. Savaşın son günlerinde Salomon Amerikan hükümetine 200.000 Dolar verdi. Parası hiçbir zaman geri ödenmedi; öldüğünde iflas etmişti. Başkan George Washington ilk sinagog (adı Turo Sinagog olup Sefarad sinagogu idi) Newport, Rhode İsland’a 1790 yılında açıldığında Yahudilerin katkılarını hatırladı. 17 Ağustos 1790 tarihli bu mektubu gönderdi: “Ülkede yaşayan Abraham’ın çocukları diğer yaşayanların iyi niyetini hak eder ve yararlanır umarım. Herkes kendi bağının ve incir ağacının altında güvenle oturduğu sürece onu korkutacak hiç kimse olmayacaktır.” “Bağ ve incir ağacı” sözcüklerine dikkat edin. Bu cümle Peygamber Michah’ın Mesihsel ütopya kehanetinde yer alır: Ama son günlerde, Tanrı’nın evinin dağı, dağların tepesinde kurulacak ve tepelerin üzerinde yükselecek; insanlar oraya akın edecek. Ve birçok ulus gelecek ve şöyle diyecek: ‘Gelin, Tanrı’nın dağına ve Yaakov’un Tanrı’sının evine gidelim; bize tarzını öğretecek ve O’nun yollarında yürüyeceğiz; çünkü Tora Sion’dan çıkacak ve Tanrı’nın sözü Yerulaşayim’den çıkacak. Ve birçok halkı yargılayacak ve uzaklardaki güçlü uluslar hakkında karar verecek; kılıçları tırpana ve mızrakları budama çengellerine dönüşecek; ulus ulusa karşı kılıç kaldırmayacak ve artık savaşmayı öğrenmeyecek. Ama her zaman kendi bağının ve kendi incir ağacının altında oturacak; ve hiç kimse onları korkutmayacak; çünkü Tanrı’nın ağzı böyle dedi. Washington’un bu sözcükleri seçmesi ilginçti ama yukarıda belirtildiği gibi Tevrat’ın seyyahlar ve yeni ulusun kurucu babaları üzerindeki büyük etkisinin ışığında, bu şaşırtıcı değildir. AMERİKA’NIN YAHUDİLERE KARŞI KARIŞIK DUYGULARI Diğer kurucu atalardan bazılarının Yahudilere karşı Washington’dan biraz daha kararsız olduğunu belirtmek gerekir. Yahudiler hakkında çok iltifatçı sözler söyleyen John Adams aynı zamanda “onların (Yahudiler) birçoğunu sevmenin çok zor iş” olduğunu da belirtmiştir. “Karakterlerinin pürüzlerinin ve tuhaflıklarının” aşınacağı ve “liberal ünitaryen (teslis –üçleme- doktrinini kabul etmeyen) Hıristiyanlar” olacakları günü bekliyordu. Thomas Jefferson Yahudilerin daha laik öğrenim görmesi gerektiğini düşünüyordu. Böylece “eşit saygı ve himaye görecekler” ki bu da böyle bir öğrenimin saygı görmesinin beklenmediğini ima etmektedir. Arthur Hertzberg The Jews in America adlı eserinde şöyle yazar (sh.87): “Jefferson Aydınlanma’nın ana görüşünü dile getiriyordu: her insan toplamda eşit bir yere sahip olabilirdi ama ‘giriş bileti’, ‘aydınlanmışın tarzını ve görünümünü benimsemesiydi. Jefferson, Yidiş konuşan ve Talmud’u bilen Yahudi’nin topluma kendisi gibi klasik öğrenim görmüş bir düşünür kadar yararlı olmadığını düşünüyordu Amerika’da “fazla Yahudi” olmadığınız sürece sizin için Amerika’da özgürlük var fikri, Yahudilerin büyük kısmını oradan uzak tuttu. 1820 yılına kadar Amerika’daki Yahudi nüfusu sadece 6.000 idi. Geleneksel Yahudiliği bir yana atan ve “fazla Yahudi” olmayan Reformcu Alman Yahudiler 1830’lu yıllarda gelmeye başlayınca durum değişti. Doğru Avrupa’dan yoksul, zulüm görmüş Yahudilerin gelişi ise sonraki yüzyılın başında gerçekleşti. Ancak devam etmeden önce Avrupa Yahudilerine ne olduğuna bakmalıyız.

kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
24 Ekim 2007       Mesaj #49
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

YAHUDİ DÜNYASINDAKİ DEĞİŞMELER

AVRUPA 1800'LER

PALE YERLEŞİMİ

Batı Avrupa Yahudilerini özgürleştiren Napoleon Aydınlanma’sı, 18. ve 19. yüzyıllarda Yahudilerin çoğunluğunun yaşadığı Doğu Avrupa’ya ulaşmadı. Yahudiler en çok oralarda yoğunlaşmıştı: yaklaşık 5 milyon kişi; bu da dünyadaki Yahudi nüfusunun %40’ını temsil ediyordu. Doğu Avrupa’da yaşayan Yahudiler 1791 yılından 1915 yılına kadar Çarlık Rusyası tarafından –Büyük Katerina ile başlayarak- Pale Yerleşimi (yani yerleşimin sınırları ) olarak bilinen bir alana kapatılmıştı. Pale, Ukrayna, Litvanya, Belarus, Kırım ve Polonya’nın (1772 yılında Rusya, Prusya ve Avusturya arasında bölüştürülmüştü) bir kısmını da içeren 25 eyaletten oluşuyordu. Yahudiler özellikle Moskova ve St. Petersburg’dan kovulmuş, Pale’de yaşamaya zorlanmıştı. Daha sonra Pale içindeki kentsel alanlardan da kovulmuş ve yalnızca ştetl’lerde yaşanmaya mecbur edilmişlerdi. Zulme rağmen Pale’de bazı şaşırtıcı şeyler oldu. Bir kere yardımseverlik –İbranice “adalet” anlamına gelen tsedaka- hüküm sürüyor, Yahudiler birbirlerine yardım ediyordu. Tarihçi Martin Gilbert Atlas of Jewish History (Yahudi Tarihi Atlası) adlı eserinde Pale’deki tüm eyaletlerde Yahudilerin en az %14’ünün yardıma ihtiyacının olduğunu ve Litvanya ve Ukrayna Yahudilerinin %22 oranındaki yoksul halka destek verdiğini yazar: “Yahudiler tarafından örgütlenen yardım kuruluşları arasında yoksul öğrencilere giyecek, askerlere kaşer yiyecek, fakirlere bedava tıbbi tedavi, yoksul gelinlere drahoma, yetimlere teknik eğitim verenleri vardı.” Bu inanılmaz derecede sofistike bir sosyal refah sistemiydi. Büyük zorluk döneminde, hiçbir Yahudi terk edilmiyordu. Yahudilerin birbirlerine karşı duyarlı olmaları, Yahudi olmayanların gözünden kaçmadı. Gerçekten de bu dönemde rabi’ler yerel Slav nüfustan olanların Yahudiliğe kabulünü yasaklayan bir kararname çıkarmak zorunda kaldı. Hıristiyan Slavlar neden Yahudi olmak istesin? Hiçbir Yahudi’nin sokakta açlıktan ölmeye bırakılmadığını anlamışlardı. Oysa Hıristiyan bir köylü olduğunuz takdirde kolaylıkla sokakta açlıktan ölebilirdiniz çünkü kimse sizinle ilgilenmeyecekti. Ne hükümet size yadım edecekti, ne de Kilise. Dolayısıyla rabi’ler binlerce samimiyetsiz dönmenin hayatını kurtarmak için Yahudiliğe akın etmesini ve Yahudi sosyal refah sisteminden yararlanmasını istemiyordu. TORA ÖĞRENİMİ Zulme karşın Pale’de olan bir başka şaşırtıcı şey, Tora öğreniminin yeniden doğuşu oldu. Daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi Tora öğrenimi 18. yüzyılda kenara atılmış, elitlerin konusu olmuştu. 1803 yılında Vilna Gaon’un bir öğrencisi Volozhinli Rabi Chaim ben Isaac (1749-1821) durumu düzeltmeye koyuldu. Bu dönemde yeşivaların çoğu, bulundukları bireysel kasabalar tarafından desteklenen küçük kurumlardı. Rabi Chaim herkese açık ve birçok cemaat tarafından desteklenen büyük bir kurum oluşturmayı önerdi. Avrupa şehirlerinin hahambaşlarına mektuplar göndererek Volozhin’deki yeşivasına en iyi öğrencilerini göndermelerini istedi. Onlara maddi destek, en iyi öğretmenler ve yüksek seviyeli standart bir müfredat sözü verdi. Bu mektuba gayet olumlu şekilde yanıt verdiler. Çok sayıda öğrenci Volozhin Yeşivası’na gönderildi. Okulun 450 öğrencisi oldu. Ne yazık ki Volozhin Yeşivası çok uzun süre ayakta kalamadı çünkü Rusya’daki Çar hükümeti olup bitenleri fark etti ve onları daha az Yahudi yapacak daha laik bir müfredat benimsemeye zorladı. Volozhin Yeşivası bazı laik öğrenimlere müsaade etmeye istekliydi ama tüm fakülte üyelerinin “Rus dili ve kültürü” öğretmek üzere Rus eğitim kurumlarınca tanınmış bir diplomaya sahip olması talebi kabul göremezdi. Yeşiva böylece 1892 yılında Rus denetçiler tarafından kapatıldı ve öğrencileri dört bir yana dağıldı. 100 yıldan az bir süre boyunca işlemesine rağmen modern yeşiva modeli oldu. Volozhin kapanıncaya kadar onun örneğine dayanan ve çoğu Volozhin öğrencileri tarafından başlatılan başka yeşivalar hayata geçmişti bile. MUSSAR HAREKETİ Tora öğreniminin yeniden doğduğu dönem zarfında, Pale’de bu öğrenimlerin ana odağı olacak yeni bir düşünce ortaya çıktı. Tetikleme, Yahudilikte çok önemli bir hareket olan Mussar Hareketi’nden (“Ahlak Hareketi”) geldi. Kurucusu daha çok Rabi Israel Salanter olarak tanınan çok değişik bir kişi, Salantlı Rabi Israel Lipkin (1810-1833) idi. İyi kalpliliği hakkında çok hikaye anlatılır. En ünlü hikaye bir Yom Kipur’da sinagogundan kaybolmasıyla ilgilidir. Topluluk güvenliği için endişe eder, duayı geciktirirken genç bir anne tek başına bıraktığı bebeğine bakmak üzere evine koşar. Rabi’yi orada beşiği sallarken bulur. Bebeğin ağladığını duymuş, sakinleştirmek için durmuş, başka bir insanın gereksinimlerini kendi kişisel ruhani tatmininin önünde tutmuştu. İyilik timsali olan Rabi Salanter etik ve ahlak söz konusu olduğunda canavar kesilebilirdi. Zengin bir adam, oğlunun askere alınmaması için yetkililere rüşvet verdiği için zavallı bir dulun iki oğlunun Rus ordusuna alınacağını öğrendiğinde öyle yaptı. Dulun hakkını korumak için sinagogdaki bütün cemaati karşısına aldı. Rabi Salanter Tora öğreniminde, ahlak ve etik öğrenimini yeniden merkezi yerine yerleştirmek istiyordu. Talmud öğreniminin fazla yasacı, entelektüel hale geldiğini ve Tanrı ile kişisel bir ilişki geliştirme ya da diğer insanlarla ilişkilerde nasıl daha iyi bir kişi olunacağı konusunda öneriden yoksun kaldığını düşünüyordu. Mussar Hareketi’nin kitabı Kabalacı Moşe Hayim Luzatto’nun 18. yüzyıldaki eseri oldu: Doğrunun Yolu. Rabi Salanter Mussar öğrenimlerini başlattığında, sistemi yeni olduğu için çekişmelere yol açtı. Ortodoks Yahudiler başka bir “reform” türü olacağından endişeleniyordu. Ancak Mussar Hareketi kaygılarını yok etmeyi başardı. Öğretileri şimdi birçok yeşiva’nın merkezi müfredatıdır. Mussar öğreniminde uzman yeşivaların en ünlüsü, Rabi Salanter’in bir öğrencisi olan Navaradoklu Rabi Joseph tarafından kurulan Navaradok Yeşivası idi. Burası aynı zamanda kadının eğitim sistemi Bet Yaakov’u başlatan yerdir. Çoğu Volozhin Yeşivası mezunları tarafından kurulmuş olan ve Rabi Salanter’in öğretileri ile Mussar Hareketi’ni öğreten diğer yeşivalar şunlardır: • Mir (Holokost sırasında Şangay’a göç eden ve sonunda Yeruşalayim ile Brooklyn’e yerleşen büyük yeşiva) • Slobodka (Hebron – İsrail’e göç eden ve Araplar tarafından yıkıldığında Yeruşalayim ve Bnei Brak’a taşınan) • Telshe (şimdi Clevand, Ohio’da) • Slutzk (şimdi Lakewood, New Jersey’de). ZORUNLU LAİKLEŞME Ortodoks Yahudiler baştaki tereddütten sonra Mussar Hareketi’ni kabul edip kucakladığı halde, Ortodoks olmayanlar karşı çıkmayı sürdürdü. Karşıtlar arasında başı çeken Maskilim (Aydınlanmışlar) adlı ve her tür ve şekilden geleneksel Yahudiliğe karşı çıkan gruptu. Volozhin Yeşivası’nın kapatırken Çar hükümetine yardım eden bu gruptu. Neden? Çünkü Maskilim Yahudi kardeşlerinin Yahudiliği bırakmasını ve Rus kültürüne katılmasını istiyordu. Şunu ileri sürüyorlardı: “Rus kültürünü öğrenelim... Rusça konuşup Rusça yazalım... onlar gibi olalım, o zaman bizi kabul edecekler, toplumla daha etkin bir şekilde bütünleşebileceğiz. Çoğumuzun mücadele ettiği korkunç yoksulluk son bulacak.” Maskilim’in önemli bir şahsiyeti Rusya’ya Riga “aydınlanmış” Yahudi okulunun müdürü olarak gelen bir Alman olan Dr. Max Lilienthal (1813-1882) idi. Çar I. Nikola’nın hükümeti tarafından Yahudi Eğitimi Bakanı atandı ve Pale Yahudilerini, Çarın onlar için yeni bir eğitim sistemi kurma konusundaki “iyi niyeti” hakkında ikna etmeye yeltendi. Bunlar Çarın Rusya’da Yahudi toplumunu “yeniden yapılandırmaya” çalıştığı zamanda oldu: geleneksel elbiselerin giyilmesinin yasaklanması, Talmud öğrenimine karşı kararname ve Yahudilerin “yararlı” (çiftçi, zanaatçı, kalifiye işçi) ve “yararsız” (niteliksiz işçiler, rabi’ler, yetimler, hastalar ve işsizler) olarak bölünmesi. 1843 yılında bu ilklim hüküm sürerken Lilienthal’ı Volozkinli Rabi Yitshak, Rabi Menahem Mendel Schneersohn ve Tzemach Tzedek olarak bilinen Chabad Lubavitch Rebbe’si ile karşı karşıya getiren Yahudi eğitimi konusunda bir konferans toplandı. Lilienthal bu rabi’lerin argümanlarına karşı duramadı. Rabi’ler Lilienthal’in yeni okul sistemi ile geleneksel okul sistemi rekabetinde, Yahudilerin geleneksel okullarını koruma hakkını kazanmayı başardı. Lilienthal’ın okulları on yıl içinde öğrenci yokluğundan kapandı. Lilienthal’ın savunmacıları onun Çarın “iyi niyetinin” Yahudileri Hıristiyan’a dönüştürmek olduğunu anladığı için gittiğini ileri sürer. Cincinnati, Ohio’ya göç etti ve bir reform cemaatinin başı oldu.


kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
26 Ekim 2007       Mesaj #50
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

YAHUDİLİK DÜNYASINDAKİ DEĞİŞİMLER

BATI AVRUPA 1800'LER

ÇARLAR VE YAHUDİLER


Rus çarlarının hangisinin Yahudilere karşı daha kötü olduğu tartışılabilir. 1825 ile 1855 yılları arasında tahtta olan Çar I. Nikola ile başlayacak ve devam edeceğiz. Çar I. Nikola 1827 yılında Kanton Kararnameleri olarak bilinen kararları çıkardı. (Kanton sözcüğü “askeri kamp” demekti.) Bu kararnameler Yahudi erkek çocuklarının Rus Ordusu’na katılmasını şart koşuyordu. Bu oğlanlar 12 ile 18 yaşları arasındaydı ve 25 yıl boyunca hizmet etmeye zorlanıyordu! Askerlikleri sırasında Hıristiyanlığı seçmeleri için her türlü çaba sarf ediliyordu. Hizmet koşulları çok zor olduğundan askere giden çocukların pek azı sağ kalıyor, sağ kalanlar ise kendilerini artık Yahudi olarak tanımlamıyordu. Bu, Yahudi cemaati açısından bir ölüm emri idi. Bazı Yahudi anne babalar öylesine umutsuz duruma düşüyordu ki oğullarının sağ başparmağını kasap bıçağı ile kesiyorlardı ki tüfek kullanamasınlar ve askerlikten muaf tutulsunlar. Başkaları oğullarını rüşvet vererek kurtarmaya çalışıyordu. Kanton Kararnameleri Yahudi cemaati üzerindeki baskıları yeni uçlara taşıdı. Bu yetmezmiş gibi, hükümet destekli bir Antisemitizm vardı. SİON YAŞLILARININ PROTOKOLLERİ Rus gizli polisi yüzyılın sonuna doğru, tarihteki en ünlü Antisemit “belge” olan sahte dokümanlar yaymaya başladı: Sion Yaşlılarının Protokolleri. Bu protokollerin dünya Yahudi liderlerinin her yüz yılda bir yaptığı ve amacı gelecek yüzyılda dünyayı nasıl idare ve kontrol edeceklerini planlamak olan gizli toplantının notları olduğu ileri sürülüyordu. Günümüzde bu oldukça komik gelse de, Protokoller dünyanın bütün sorunlarından sorumlu tutulan Yahudilerin hakimiyeti altında olduğunun “kanıtı” olarak gösterildi. Protokollerin meraklıları ve savunucuları arasında, sayacağımız Antisemitlerin yanı sıra başkaları da vardı: Ford Motor Company’nin kurucusu Henry Ford; tahmin edileceği gibi Adolf Hitler; Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdül Nasır; ve Suudi Arabistan Kralı Faysal. Protokollerin sahte olduğunun kanıtlanması, içeriklerinin tamamıyla gülünç olmasına ve en kötü cinsten Antisemitizm örneği olarak görülmelerine rağmen günümüzde satışları canlılığını korumakta ve Barnes and Noble ve amazon.com gibi dev kitapçı zincirleri tarafından konuşma özgürlüğü adına pazarlanmaktadır. POGROMLAR Pogromlardan –Yahudilere karşı kitle halinde şiddet- Ukraynalı Kazak Bogdan Chmielnicki’nin 17. yüzyıl Polonya’sındaki ölümcül saldırılarını anlatırken söz etmiştik. Çarlık Rusya’sında Yahudilere karşı o kadar çok pogrom yapıldı ki hepsini sıralamak mümkün değildir. (Örneğin dört yıllık bir dönemde 284 pogrom yapılmıştı.) Bu pogromlar rasgele bir şekilde değil, Hıristiyan bayramları sırasında Hıristiyan papazların kitleleri çılgınca kışkırtması sonucunda meydana geliyordu. Ancak Çarlık Rusya’sında pogromların çoğu hükümet tarafından örgütleniyordu. Çarlık hükümeti neden kalabalıkları Yahudilere karşı örgütlesin? Çünkü Yahudiler Rusya’nın (ve tarihte birçok başka ülkenin) ekonomik problemlerinin klasik günah keçileriydi. Tabii ki Rusya’nın sorunlarının Yahudilerle hiçbir alakası yoktu. Rusya’nın sorunları tamamıyla geri kalmış, feodal ve yoldan çıkmış bir rejimle ilgiliydi. Dikkati yolsuzluktan dağıtmanın yollarından biri, suçu Yahudilere atmak ve kitlelerin Yahudilere saldırarak rahatlamasına izin vermekti. Rusya’nın sorunları Çar II. Alexander’in (en yetkin çarlardan biri olan ve Yahudilere karşı nispeten iyi davranan) 1881 yılında arabasına bir bomba aran bir anarşist tarafından katledilmesinden sonra daha da kötüleşti. Rusya’nın sorunları kötüleşince, Yahudilerin de sorunları kötüleşti. Yeni Çar III. Alexander’in (1881-1894 yılları arasında tahtta kaldı) hükümeti, kitlelerin öfkesini Yahudilere odaklamak için pogrom üstüne pogrom düzenledi. III. Alexander pogromlara ilaveten Yahudilere karşı bir dizi kanun çıkardı. Bu kanunlar Mayıs Kanunları olarak adlandırılıyor ve aşağıdaki türden yasaklamalar içeriyordu: 1. “Yahudilerin şehir ve kasabaların dışına yerleşmesi yasaktır.” 2. “Mülk ve ipoteklerin Yahudilerin adına kaydı geçici olarak durdurulacaktır. Yahudilerin bu türden mülkleri yönetmesi yasaklanmıştır.” 3. “Yahudilerin pazar günleri ve Hıristiyan bayramlarında ticaret yapması yasaktır.” Berel Wein Triumph of Survival (Hayatta Kalmanın Zaferi) adli eserinde III. Alexander’in saltanatı hakkında şöyle yazar (sh.173): “Kovulmalar, sürgünler, tutuklamalar ve dayak Yahudilerin gündelik kaderi olmuştu. Sadece aşağı sınıfın değil, orta sınıfın, hatta Yahudi aydınların. III. Alexander’in hükümeti Yahudi nüfusa karşı savaş başlattı... Yahudilerin peşine düşüldü. Romanofların korkunç tiranlığından kaçmanın tek yolu göç gibi görünüyordu.” III. Alexander’ın saltanatı sırasında Rusya’yı korkunç bir açlığın vurması ve 400.000 köylünün ölmesi işleri hiçbir şekilde kolaylaştırmadı. Sağ kalanlar acılıydı, öfkeleri artmıştı (bu öfke 1905 yılında bir devrim girişimi ve 1917 yılında Komünist rejimini getiren başarılı Rus Devrimi ile ifade buldu.) SON ROMANOF III. Alexander ölünce, yerine Romanofların sonuncusu II. Nikola geçti. Yeni Çar babasının geride bıraktığı karışıklıkla baş etmek zorundaydı, bunu da çok kötü bir şekilde yaptı. Saltanatı sırasında en ünlü pogromlardan biri gerçekleşti: 1903 Paskalyası’nda (6-7 Nisan), Kishinev’de. Kishinev pogromu Rusya’da gerilimin çok olduğu bir anda meydana geldi (birinci başarısız devrimden iki yıl önce yine başarısız bir devrim girişimi olmuştu). Gerilimi dağıtmak isteyen Çarcı hükümet bir kez daha Yahudilere karşı bir pogrom düzenledi. Tuhaf gelse de, Kishinev pogromu uluslararası kamuoyunun dikkatini çok çekti. Nedeni, “aydınlanmış” batı dünyasının artık pogromları kabul edilemez bulmasıydı. (40 yıl sonra kendilerinin Yahudilere neler yapacaklarını bilselerdi!) İşte New York Times gazetesinde pogrom hakkında çıkan yazıdan bir alıntı: “Birkaç saatte yok edilen mal miktarını anlatmak mümkün değil. Ayaklananların naralarını... Kurbanların acıklı çığlıkları etrafta yankılanıyordu. Ne zaman bir Yahudi görseler kendinden geçinceye kadar vahşice dövüyorlardı. Bir Yahudi kalabalık tarafından tramvaydan çekilerek çıkarıldı ve ölünceye dövüldü. Parçalanmış şilteler ve tüyler havada uçuşuyordu. Her Yahudi evine girilmişti; zavallı Yahudiler dehşet içinde kilerlere, tavan aralarına gizlenmeye çalışıyordu. Kalabalık sinagoga girdi, en büyük ibadet evini ve Sefer Tora’ları kirletti. Aydın Hıristiyanların davranışları utanç vericiydi. Ayaklanmayı durdurmak için hiçbir girişimde bulunmadılar. Sadece etrafta dolaştılar ve ürkütücü sporun tadını çıkardılar. Salı günü, yani üçüncü gün askerlerin ateş etme emri aldığı öğrenilince ayaklanma durdu.” İki günlük kargaşanın ardından Çar “Pekala” dedi, “görev tamamlandı. Şimdi durma zamanı.” Ve durdu. Bir dahaki sefere kadar. Rusya’da büyük bir iç huzursuzluk dönemi olan 1903 ile 1907 yılları arasında, 50.000’i aşkın kişinin öldüğü 284 pogrom oldu. Vahşetin seviyesi inanılmazdı. İnsanların artık tahammülü kalmamıştı. Yahudi cemaati yıkıma uğramış, halk kurtuluş yolu arıyordu. Shtetl’lerden kaçıyor, Rusya’daki durumu değiştirebilecekleri umuduyla bulabildikleri anarşist, komünist, sosyalist hareketlere katılıyorlardı. Yahudiler tarihin en büyük idealistleri olmuştur. O sırada umutsuzca, işleri düzeltebilecek bir yolun peşine düşmüşlerdi. (I. Dünya Savaşı’nın etrafındaki olayları incelerken, aktivizmlerini de tartışacağız.) Bu dönemde gerçekleşen başka bir şey de göç idi. Rusya’dan Yahudilerin kitle halinde göç ettiğini görüyoruz. 1881 ile 1914 yılları arasında her yıl 50.000 kadar, toplamda 2,5 milyon Yahudi Rusya’yı terk etti. Bu göçlere rağmen Rusya’daki Yahudi nüfusu, çok yüksek doğum oranı yüzünden değişmedi: yaklaşık 5 milyon. Rusya’dan gidenler olmasaydı 7-8 milyon olacaktı. Bu zaman döneminde Yahudi göçmenlerin büyük kısmını alan Amerika oldu. ALTIN TOPRAK Yahudilerin Babilliler tarafından sürgüne götürüldüğünde, göçün iki aşamada olduğunu hatırlayacaksınız. Babilliler önce en iyi ve en akıllı 10.000 kişiyi aldı. Bu bir kutsamaya dönüştü çünkü Yahudiler Babil’e vardığında orada oluşmuş bir Yahudi altyapısı buldu. Yeşivalar kurulmuş, sinagoglar inşa edilmişti. Kaşer bir kasap ve mikve vardı. Yahudi yaşamı devam edebilirdi. Bunun sonucunda Babil sürgünü sırasında neredeyse hiç asimilasyon olmadı. Ancak zavallı Rusya Yahudileri 19. yüzyılın sonunda kitle halinde Amerika’ya vardığında –ünlü Ellis Adası’ndan geçerek- orada yerleşmiş bir Yahudi altyapısı bulmadılar. 1830’ların göçü sırasında onlardan önce gelenler Alman Yahudileri idi (yaklaşık 280.000 kişi). Daha yoksul olan Rus Yahudilerine içerleyen bu Alman Yahudileri ya Reformcuydu (ne Tora’nın Tanrı tarafından verildiğine inanıyorlardı, ne de Yahudilerin uymak zorunda olduğu, Tanrı tarafından verilmiş belli kanunlara) ya da Yahudi geleneğinden tamamıyla kaçınan laik Yahudiler idi. Böylece zavallı Rus Yahudileri Altın Asimilasyon Toprağı’na ayak basmış oldu.


Benzer Konular

24 Şubat 2012 / Misafir Din/İlahiyat
23 Ağustos 2016 / Misafir Din/İlahiyat
27 Haziran 2012 / GusinapsE Din/İlahiyat
12 Mayıs 2014 / Mystic@L Din/İlahiyat
18 Ağustos 2013 / Mira Din/İlahiyat