Arama

Ortadoğu Dinleri - Musevilik - Sayfa 4

Güncelleme: 12 Ekim 2014 Gösterim: 47.107 Cevap: 62
kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
7 Ekim 2007       Mesaj #31
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

ROMA DÖNEMİ

Sponsorlu Bağlantılar
YERUŞALAYIM İÇİN SAVAŞ

Yahudi tarihine hızlı bir bakış – 34. bölüm – Yeruşalayim için Savaş Roma’nın gücüne karşı meydan okunamazdı. Yahudilerin M.S. 67 yılındaki isyanına karşı Roma, dört lejyonun başında imparatorluğun en deneyimli kumandanı Vespasianus’u gönderdi. Bu çok büyük bir kuvvetti. Her lejyonda 6.000 savaşçı artı eşit sayıda yardımcı, yani toplamda yaklaşık 50.000 Roma askeri bulunuyordu. (Bu dört lejyondan en ünlüsü 10. lejyondur. Vespasianus’un oğlu Titus tarafından komuta edilmekte olup simgesi bir yaban domuzudur.) Romalıların hedefi: Roma’ya karşı ayaklanmaya cüret eden ve bunu şimdiye kadar (inanılmaz bir şekilde) başaran Yahudileri yok etmek. Vespasianus kurnazca harekete kuzeyden başlar. Ona direnen şehir ya da kasaba yerle bir edilir, halkı katledilir ya da tutsak alınır, kadınların ırzına geçilir, mallar talan edilir. Sonra civardaki alan ağaçtan arındırılır, tarlalar artık hiçbir şeyin yetişmemesi için tuzla kaplanır. Savaşta her zaman vahşi olmalarına rağmen sıra Yahudilere gelince Romalılar kendilerini aşar. Amaçları bütün imparatorluğa mesaj yollamaktır: Roma’ya karşı herhangi bir direniş topyekun imha ile son bulacaktır. Vespasianus sıra Yeruşalayim’e gelinceye kadar Yahudilerin direnmenin boş olduğunu anlayacağını ve teslim olacağını ummaktadır. Ancak dört lejyon ile bile olsa, Vespasianus’un önünde zor bir savaş vardır. JOSEPHUS İlk direnenlerden biri Atzmon Dağı yamaçlarında kurulmuş olan Jotapata kalesidir. Galile’deki Yahudi kuvvetlerinin komutanı Yosef ben Mattityahu –daha çok Josephus Flavius olarak tanınır- kahramanca karşı koyar ama Roma saldırısına dayanamaz. Yenilginin kaçınılmaz olduğu anlaşılınca gruptaki Zilotlar tutsak düşmekten ya da ailelerinin Romalılar tarafından acımasızca katledilmesini seyretmektense kendilerini öldürmeye karar verirler. Eşlerini, çocuklarını sonra da kendilerini öldürmek üzere bir anlaşma yaparlar. Josephus hayatta kalan az kişiden biridir. Kendini öldürmektense Romalılara teslim olur. Vespasianus Josephus’un Romalılara yararlı olabileceğini hemen anlar ve onu rehber/çevirmen olarak, sonra da savaş tarihçisi olarak kullanır. Josephus’un eserleri günümüze kadar kalmıştır. En tanınmışları arasında Antiquities (Eski Zamanlar) ve M.S. 66 ile 70 yılları arasında, Büyük İsyan öncesinde, sırasında ve sonrasında yer alan bütün olayların öyküsü olan The Jewish War (Yahudi Savaşı) bulunur. Anlatıları tarihi anlatı açısından benzersizdir çünkü yazdığı birçok şeye tanık olmuştur. (Bu bakımdan daha sonra yaşamış olan ve resmi kayıtlarda okuduklarını tekrarlamakla yetinen Deo Cassius gibi diğer Romalı tarihçilerden farklıdır.) Tabii ki Josephus olayları kendi görüşüne göre anlatır. Örneğin Romalılar için yazmaktadır (eserlerinin dokunulmadan bugüne kadar kalmış olmasının nedeni muhtemelen budur) ama yaşamı boyunca Yahudiliğe sadık kalmıştır. Aynı zamanda herkesi memnun etmeye çalışır gibidir, bu yüzden onu çok dikkatli ve eleştirel bir şekilde okumak gerekir. Ancak onu eleştirenler bile İsrael toprağındaki yerlerin ve yapıların fiziksel tasvirlerinin çok doğru olduğunu kabul eder. Arkeoloji anlatılarından birçoğunu doğrulamıştır. GAMLA Vespasianus M.S. 67 yılının yazı ve sonbaharı boyunca Yahudi direnişini kırarak Yisrael’in kuzeyinde ilerler. Bazıları –Tiberia gibi- savaşmadan teslim olur. Bazıları ise sonuna kadar savaşır. En kahramanca öykülerden biri Golan Tepeleri’ndeki Gamla şehri ile ilgili olanıdır. Kısmen ortaya çıkarılmış, güzel bir doğa rezervinin merkezi olan Gamla bugün İsrail’de görülmesi gereken yerlerden biridir. Bu siti benzersiz kılan, Yisrael’de yıkılan birçok şehrin aksine Gamla’nın hiç kimse tarafından yeniden inşa edilmemiş olmasıdır. Bu yüzden dünyada en iyi korunmuş Roma savaş alanlarından biri olarak kabul edilmektedir. Kazılar şehri M.S. 67 yılında yıkıldığı günkü gibi göstermektedir. (Gamla, İsrail Golan Tepeleri’ni 1967 yılında geri alıncaya kadar tam 1900 yıl boyunca kumlar altında kalmıştır.) Romalıların gelişini öngören Gamla hemşehrileri üzerinde “Kutsal Yeruşalayim’in Kurtarılmasına” yazan paralar basmıştır. Yeruşalayim’in geleceğinin direnişlerinin sonucuna bağlı olduğunu düşünüyorlardı. Ne yazık ki haklıydılar. Romalılar 4.000 kadar Yahudi’yi öldürerek Gamla’yı yerle bir etti. Geriye kalan 5.000 Gamlalı Romalılar tarafından vahşice katledilmeyi beklemektense, şehri çevreleyen uçurumlardan ölüme uçtu. (Bu yüzden Gamla kuzeyin Masada’sı diye adlandırılır. Masada’yı gelecek bölümde ele alacağız.) YERUŞALAYİM M.S. 70 yılının yazında Romalılar Yeruşalayim’e gelir ve şehri kuşatır. Romalılar Yeruşalayim’ı yıkarlarsa Yahudi halkını yıkacaklarını bilmektedir çünkü Yeruşalayim ruhani yaşamlarının merkezidir. Büyük İsyan başlamadan önce Yeruşalayim’in nüfusu 100.000 ile 150.000 arasıdaydı ama şimdi, başka yerlerden gelen sığınmacılarla nüfus normalin iki ile üç katına çıkmıştır. Bunlar iki bölgede yoğunlaşmıştır: Aşağıda Şehir, Mabet Tepesi’nin güneyi (Yeruşalayim’in bu bölümü bugün şehrin surlarının dışındadır; günümüzde David’in Şehri ya da Arapça Silwan diye adlandırılmaktadır) Yukarı Şehir, Mabet Tepesi’nin batısı, zengin halkın ve koenler sınıfının oturduğu yer (şehrin bu kısmının kazıları Wohl Müzesi’nin yeraltında görülebilir) Şehir güçlü surlarla çevrilidir. Büyük yiyecek depoları da vardır. Su tedariki iyidir. Yeruşalayim Romalılara uzun bir süre boyunca dayanabilir. Dolayısıyla Romalılar çok kötü durumda gibidir. Eski dünyanın gayet iyi korunmuş, bol miktarda yiyeceği ve suyu ve ölmekten korkmayan çok sayıda insanı bulunan en büyük şehirlerinden birini kuşatmaya çalışmaktadırlar. Yeruşalayim tarihe Romalıların kuşatarak alamadığı tek şehir olarak geçebilirdi. Ama olmadı. Olmamasının nedeni sinat himan “Yahudiler arasındaki anlamsız kin”dir. İÇ SAVAŞ Romalılar şehri dışarıdan kuşatırken içeride Yahudiler arasında iç savaş hüküm sürmektedir. Çeşitli fraksiyonların güçleri şehrin çeşitli yerlerini işgal etmektedir. En önemlisi, Guş Halavlı Yohanan liderliğindeki Sicariiler ve Zilotlar Mabet Tepesi’nin kontrolünü ellerinde tutmaktadır. Sadusilerle Farisilerin kötü ittifakı, şehrin geri kalanını idare eden ılımlı güçleri oluşturmaktadır. Ilımlılar ekstremcileri Mabet Tepesi’nden çıkarmaya yeltenince Guş Halavlı Yohanan Yahudi olmayan paralı askerler, İdumeanları getirir ve ılımlı Yahudileri katlettirir. Bu yetmezmiş gibi Zilotlar büyük yiyecek depolarını imha eder ki insanların açlıktan ölmek ya da savaşmaktan başka seçeneği olmasın. Yiyecek depoları yok edilince şehirde açlık baş gösterir ve çaresiz insanlar yiyecek aramak için duvarların dışına sızmaya çalışır. Romalılar tarafından yakalananlar standart Roma infaz şekliyle, çarmıha gerilerek öldürülür. O kadar kişi ölür ki şehir çarmıha gerilmiş binlerce Yahudi ile çevrilidir. Bu arada Romalılar şehrin savunmalarını sistematik bir şekilde katman katman yok etmeyi sürdürür. Sonra ne olur? YOHANAN BEN ZAKAY Farisilerin lideri Yohanan ben Zakay Yeruşalayim’in dayanamayacağını görür. Artık çok geç kalınmıştır. Ama Zilotlar intihar çarpışmalarına devam etmektedir. Dolayısıyla bir plan kurar. Zilotlar bu sırada cenaze gömmek dışında kimsenin şehirden çıkmasına izin vermemektedir (sanki çarmıha gerilmek için kaçmak isteyen olacakmış gibi). Yaklaşmakta olan felakete karşı bir şeyler yapma çabasıyla Rabi Yohanan ben Zakay kendisini bir tabutun içine koydurur ve Vespasianus’a göndertir. Vespasianus’u imparatormuş gibi selamlar, Vespasianus cevaben bu tavrından dolayı öldürülmesi gerektiğini söyler. Pek dostça bir karşılama sayılmaz. Ama Rabi Yohanan ben Zakay ısrar eder ve Vespasianus’a Tanrı’nın ancak büyük bir hükümdarın Yeruşalayim’i almasına izin vereceğini söyler. Tam o sırada bir haberci Roma’dan gelir ve Vespasianus’a bir mesaj getirir: “Ayağa kalkın çünkü Sezar öldü ve Roma’nın ileri gelenleri sizi başlarına getirmeye karar verdiler. Sizi Sezar yaptılar.” Rabi Yohanan’ın geleceği öngörmesinden etkilenen Vespasianus, bir dileğini dile getirmesini ister. Rabi Yohanan Tora’yı kurtarmak der. Vespasianus o zamanın Tora bilgelerinin Yeruşalayim’den ayrılması ve Yavne’de bir Sanhedrin toplaması için Rabi Yohanan’a güvenli bir eşlik sağlar. Rabi Yohanan Vespasianus’tan Yeruşalayim’i esirgemesini isteyebilir miydi? Pek olası değil. Romalılar bir şeyi kanıtlamak zorundaydı. Yeruşalayim’i esirgemezlerdi. Ama Rabi Yohanan, hızlı düşünmesi sayesinde Yahudiliği esirgedi. Yahudi halkı fiziksel yıkımdan her zaman kurtulabilir. Ruhani yıkım çok daha büyük bir tehlikedir. Romalılar Rabi Yohanan’ın dileğini yerine getirdikleri için bilgeler hayatta kaldı, aktarma zinciri hayatta kaldı ve Yahudi halkı hayatta kaldı. Bu arada Vespasianus artık imparator olduğuna göre Roma’ya dönmek zorundadır. Kuşatmayı oğlu Titus’a devreder ve işi bitirmesini söyler.




Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ekim 2007       Mesaj #32
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ŞABAT

Sponsorlu Bağlantılar
Mistik anlamı
haftanın altı günü birşeyeri inşa ederek,bir şeyleri başarmak için çabalayarak dünya ile yarışırız. Şabat ise yaratıcı çabalardan dinlenmek anlamına gelen ‘’ Menuha’’ yı yaşarız.

İbranicede ruh için dinlenme anlamına gelen Şavat Vayinafaş , Yahudiler’in canlanacağı , Tora çalışacağı , ailesiyle , arkadaşlarıyla ve bir o kadar önemlisi de kendisi ile bir araya geleceği bir zamandır.

Neşama Yetera : Ribilere göre Şabatı koruyan bir kimse Neşama Yetera , yani bir ruh daha kazanır.Başka bir inanışa göre eğer her Yahudi üç Şabat korursa Maşiah gelecektir. Buna göre de Şabat , Yahudiler’e birey ve millet olarak gelişmeleri için güçlü ruhani bir fırsat tanımaktadır.

Bu ruhani güç hafta içinde yaşam mücadelesi verirken etkisini göstermez. Şabat günü melahaları ya da yaratıcı aktiviteleri bıraktığımızda ruhumuzun hakim olmasına izin veririz. Bu şekilde yeni bir şeyin yani yeni bir ruhun gelişmesi mümkün olur ve sonuç olarak daha güçlü ruhani bir duruma geçebiliriz. Bir bakıma her Şabat , insanın , evreni düzeltmesi için bir şansı olduğu küçük bir Kipurdur. Bu olduğunda , ruhani bir mutluluk yaşarız. Bu, sanki cuma akşamları evimize gelen ve Şabatın bitiminde de giden özel bir duygudur.

Şabat Kala : Şabat genelde Şabat Kala - Şabat gelini ya da Şabat Amalka - Şabat kraliçesi olarak ifade edilir.Şabatın geline benzetilmesi , geleneksel cuma gecesi dualarında bulunmuştu. 16.yüzyıl Sfat mistikleri ibranicede Kabalat Şabat denilen ve Şabatı karşılama anlamına gelen cuma gecesi dualarını yaratmışlardır. Bu dualar arasında Leha Dodi isimli şarkı veya şiir vardır.

Şabatı karşılamaya gel sevgilim

Şabatın varlığını karşılayalım
Huzur içinde gel , sevinç içinde gel

Gel ey gelin , gel ey gelin

Günümüzde bile bu son mısra söylendiğinde cemaat gelin içeri girmek üzereymiş gibi Ehal Akodeş’ten ( Sefer Toraların bulunduğu dolap ) sinagogun kapısına doğru dönerek eğilir.

Şabat Amalka : Kala , Şabatın feminen ve duygusal yönünü temsil ederken , krallığa ait yönü ise Şabat Amalka yani Kraliçe Şabat olarak ifade edilir.

Malka ruh durumunu garanti ederek bir denge verir. Şabatın korunuşuna bir süreklilik katar. Ancak her ikisi de gereklidir. Kala’nın şefkati ve tutkusu olmadan ,Malka duygusuz bir gün , kurallar ve yasaklar anlamına gelebilir. Tıpkı zahor ( Şabatı sevgiyle hatırlamak ) ve şamor’un

( şabatı koruma ) birleşmesi gibi , kala ve malka da birleşerek iç duyguları ve dış dünyada korumayı temsil eder.
kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
8 Ekim 2007       Mesaj #33
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

II. BET-AMİKDAŞ'IN YIKILIŞI(M.S. 68)

Bir önceki bölümde Vespasianus imparator olmuş, Roma’ya dönmektedir. Yeruşalayim kuşatmasını oğlu Titus devralır. Titus M.S. 70 yılında Pesah’tan hemen sonra saldırarak, halkın üzerine taş, demir ve ateş yağdıran mancınıklarla şehri döver. Yeruşalayim’i savunanlar artık açıktan, belki açlıktan da çok, iç savaştan zayıf düşmüştür. Buna rağmen Titus şehrin surlarını, iki ay sürecek şiddetli çarpışmalar sonunda yarmayı başarır. Bu olay İbrani ayı Tamuz’un 17’sinde gerçekleşir. Yahudiler o günden beri 17 Tamuz’da bu olayı anmak için oruç tutar. Romalı tarihçi Deo Cassius şöyle aktarır: “Surda makineler yardımıyla bir yarık açıldığı halde şehir hemen ardından ele geçirilemedi. Aksine savunucular gedikten girmeye çalışan çok sayıda Romalıyı öldürdü, yakınlardaki binaları ateşe vererek Romalıların ilerlemesini durdurmaya çalıştı. Askerler batıl inançları yüzünden hemen içeri dalmadı ama sonunda Titus’un zorlamasıyla şehre girdi. O zaman Yahudiler kendilerini öncekinden çok daha canhıraşça savundu; Bet Amikdaş’ın yakınında çarpışmak ve savunması uğruna can vermek ender bir şansmışçasına.” Romalılar şehri adeta evleri birer birer alarak ele geçirirken korkunç bir kıyım gerçekleşir. Yıkımı kanıtlayan kazılardan biri, bugün eski Yeruşalayim’de ziyarete açık olan “Yanmış Ev”dir. Burada evinin girişinde ölmüş bir kadının, elinde hâlâ bir mızrak tutan kolunun iskelet halindeki kalıntısı bulunmuştur. Üç haftasını alır ama Titus yavaşça Mabet Tepesi’ne ilerler. Artık ölümüne düellolar gerçekleşmektedir. Romalılar saldırıyı başlattıktan dört ay sonra Titus İkinci Bet Akimdaş’ın yerle bir edilmesini emreder. Tarih 9 Av’dır, Birinci Bet Amikdaş’ın yıkıldığı aynı tarih. Yine Deo Cassius’a göre: “Halk aşağıda avluda, bilgeler merdivenlerde, koen’ler ise Bet Amikdaş’ın içinde toplanmıştı. Çok daha kuvvetli bir güce karşı dövüşen bir avuç insan oldukları halde, Bet Amikdaş’ın bir kısmı ateşe verilinceye kadar ele geçirilemediler. Ölümü isteyerek karşılıyor, kendilerini Romalıların kılıçlarının üzerine atıyor, bazıları birbirlerini öldürüyor, başkaları kendi hayatlarına son veriyor, başkaları ise alevlere atlıyordu. Herkese bu, özellikle de Bet Amikdaş’la birlikte can verenlere yıkım gibi değil, zafer ve kurtuluş gibi görünüyordu.” Çevrede kuşatmadan sonra ayakta kalan ne kadar ağaç varsa kesilir ve Bet Amikdaş yapılarını tamamıyla yakmak için dev bir ateş yakılır. Yangından çıkan yoğun sıcaklık kireçtaşının genleşmesine ve mısır gibi patlamasına yol açan rutubete neden olmakta, bir reaksiyon zinciri oluşturmaktadır. Muhteşem Bet Amikdaş bir gün içinde moloz yığını haline gelir. KADER OLARAK TARİH İkinci Bet Amikdaş’ın yıkılışı Yahudi halkının tarihindeki en önemli ve kuşkusuz en üzücü olaylarından biridir. Tanrı’nın Yahudilerden uzaklaştığının (ama onları kesinlikle terk etmediğinin) bir işaretidir. Yahudiler, “ebedi bir ulus” olacakları sözüne uygun olarak hayatta kalacaktır ama Bet Amikdaş ayakta iken Tanrı ile aralarında bulunan özel ilişki sona etmiştir. Ne yazık ki bu dönem, başka dönemlerden belki daha da çok, Yahudi geçmişinin Yahudi geleceği olduğu, Yahudi tarihinin Yahudi kaderi olduğu vecizesini yansıtır. Bugün İsrael’de ve dünyada Yahudi halkı arasında olanları daha iyi yansıtan başka bir dönem yoktur. İkinci Bet Amikdaş’ın yıkılışının sonuçlarını hâlâ ruhani ve fiziksel olarak yaşıyoruz. O zamanlar sahip olduğumuz sorunlar, bugün hâlâ sahip olduğumuz sorunlardır. Talmud (Yomah’da) şöyle der: “İkinci Bet Amikdaş niye yıkıldı? Sinat hinam, bir Yahudi’nin başka bir Yahudi’ye karşı duyduğu anlamsız nefret yüzünden.” Yahudi aleminde bugün böylesine yaygın olan bu sorunun panzehiri nedir? Yanıt ahavat himan’dır. Yahudilerin diğer Yahudileri sevmeyi öğrenmesi gerekir. Birbirimizle farklılıklara aldırmadan nasıl iletişim kuracağımızı, saygı duyacağımızı öğreninceye kadar Yahudi halkı için umut yoktur. Tanrı’nın birbirleriyle dövüşen Yahudilere gösterecek sabrı yok. Bu dönemi dikkatle incelemek son derece önemlidir çünkü kaçınılması gereken tuzaklar hakkında alacağımız birçok önemli ders vardır. “YUDEA ELE GEÇİRİLDİ” Romalılar Bet Amikdaş’ı ateşe vermeden önce değerli ne varsa aldı. Paha biçilmeyen sanat eserlerini Roma’ya götürmek için bir grup Yahudi tutsağı koşum takımlarına bağladılar. Roma’ya varışları Forum’un yakınında bulunan ve günümüzde hâlâ ayakta duran Titus Takı’nın üzerindeki oymalarda resmedilmiştir. Yahudilerin asla bu takın altından geçmemesi, Roma Yahudi cemaatinin geleneği idi. 14 Mayıs 1948 akşamı İsrael devlet ilan edildiğinde Roma Yahudileri görkemli bir geçit yaparak takın altından yürüdü. Mesajları: “Roma gitti, biz hâlâ buradayız. Zafer bizimdir.” Ama o dönemde korkunç bir felaket söz konusuydu. Yüz binlerce insan öldü, çok daha fazlası tutsak edildi. Büyük İsyan’dan sonra esir pazarında o kadar çok sayıda Yahudi vardı ki, bir at fiyatından daha ucuza Yahudi bir tutsak satın almak mümkündü. Yisrael umutsuzdu. MASADA Yeruşalayim fethedilmiş, Bet Amikdaş yıkılmıştı ama her şey daha bitmemişti. Yaklaşık 1.000 kişilik bir Zilot grubu kaçarak çöle, Masada adlı bir dağ platosunun tepesindeki büyük kaleye sığındı. Masada Büyük Herod tarafından sığınak olarak inşa edilmişti. Kendine yeten bir yerdi. Su toplama sistemi ve bir orduyu yıllar boyunca doyurabilecek ambarları vardı. Dahası, kaleye aşağıdan ulaşmak neredeyse imkansızdı. Korunması kolaydı. Gerçekten de Zilotlar orada üç yıl boyunca hayatta kalmayı başardı. Masada harabelerini ziyaret ederseniz kalenin ve Romalıların Masada’yı ele geçirmek üzere Yahudi tutsakları çalıştırarak inşa ettiği rampanın kalıntılarını görebilirsiniz. Josephus’un Masada’nın M.S. 73 yılında nasıl ele geçirildiği anlatısı bir bakıma Gamla’nınkine benzer. Burada da Zilotlar kendi ailelerini, sonra birbirlerini öldürdü, tek bir adam kalınca o da intihar etti. Modern İsrael devleti için Masada, Romalılar tarafından tutsak alınmak ya da öldürülmektense, özgür bir adam olarak ölmeyi tercih eden Yahudilerin simgesidir. Bir Siyonist ideali olarak görülür. Yakın zamanlara kadar İsrael askerleri yemin etmek için Masada’ya çıkar, dağdan “Masada bir daha düşmeyecek” diye bağırır ve yankıyı dinlerdi. M.S. 73 yılına geri dönecek olursak, son Yahudi kalesi de düşünce Romalılar sonunda isyanın sona erdiğini ilan etti. Başkaldıran Yahudilere Roma gücünü kanıtladıkları için kendilerini kutlayan Romalılar, ağlayan bir kadını resmeden ve Judea Capta “Yudea Ele Geçirildi” yazılı paralar bastırdı. Gerçekten öyle mi oldu? YAHUDİLERİN HAYATTA KALMASI Ülke artık Yahudi kontrolü altında değildi ama Haşmonayların zamanında beri değildi zaten. Bet Amikdaş, Yahudilerin tapınma merkezi ve Yahudiliğin tek Tanrı ile özel bağlantısının simgesi ortadan kalkmıştı. Ama Yahudilik –ve benzersiz değerler sistemi- canlı ve iyi durumdaydı. Rabi Yohanan ben Zakay’ın öngörüsü sayesinde Yavne’deki öğrenim merkezi başarılı olmuştu. Rabi’ler Yahudilerin, Yahudiliğin iskeleti olan normatif kurumlarının birçoğu olmadan (Bet Amikdaş ve ayinleri, Koen Gadol’luk, monarşi) hayatta kalmasına olanak tanıyacak yasal/ruhani altyapıyı orada kurdu. Rabi’ler orada Bet Amidaş ayininin yerine geçmek üzere toplu duayı kurumsallaştırdı ve sinagogu Yahudi cemaat hayatının merkezi haline getirdi. Daha da önemlisi rabi’ler Yahudiliğin her Yahudi evinde yaşamasını sağlayacak yöntemi orada tasarladı. Daha sonraki yıllarda Yahudiler dünyanın dört bir yanına dağılacak, iki bin yıl boyunca ortak bir ülkeleri, merkezi bir liderlikleri, İbranice kutsal yazılar dışında ortak bir dilleri olmadığı halde Yahudiliklerini hiçbir azalmaya maruz kalmadan yanlarında taşıyacaklardı.




kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
9 Ekim 2007       Mesaj #34
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

BAR KOHBA İSYANI

Bet-Amikdaş artık yoktu. Yeruşalayim ele geçirilmişti. Roma gücünü göstermiş ve Yahudilerin Büyük İsyanı’nı bastırmıştı. Sükunet geri gelebilirdi. Öyle olmadı. Kendi hallerine bırakılmakla yetinmeyen ve Yahudilerin yaralarına tuz ekmeye kararlı olan Helenistlerin ürettiği şiddetli Antisemitizm Roma İmparatorluğu’nda hiçbir azalma göstermeden devam etti. (Bu aşırı öldürme ihtiyacı Yahudilerin daha ileriki düşmanlarında da görülecekti. Yahudi cemaatlerinin tümünü ortadan kaldırdıktan sonra, katledecek Yahudi kalmayınca Yahudi mezarlarını kirletecekler ve Yahudilerin cesetlerine saldıracaklardı.) Yahudilere karşı düşmanlığın ve kötü muamelenin düzeyi Roma İmparatorluğu’nun tamamında artarak dayanılmaz hale geldi. Buna yanıt olarak Yahudiler birçok kez daha başkaldırdı. Her seferinde binlercesi öldürüldü. Bunun sonucunda ortalama Romalı her Yahudi’ye Roma’ya düşman gözüyle bakmaya başladı. Yahudiler resmi olarak “düşman statüsü”ne (Latince dediticci) konuldu. Yisrael toprağındaki Yahudiler Büyük İsyan sırasında tamamıyla ezilmişti tabii ve –en azından Bet-Amikdaş’ın yıkılışından hemen sonra- dövüşmeye güçleri yoktu. Ama hatırlamamız gereken bir şey var: o dönemde önemli sayıda Yahudi Yisrael dışında yaşıyordu. Tarihçiler Roma İmparatorluğu’nda yaşayan Yahudilerin sayısının 6-7 milyon olduğunu tahmin ediyor. Bu sayının en az %60’ı Yisrael toprağı dışında bulunuyordu. Mısır’da İskenderiye gibi yerlerde (dönemin en kozmopolit kentlerinden biri) Yahudi nüfusu yaklaşık 250.000 idi. Dünyadaki en büyük sinagoga sahip olmakla övünüyorlardı. Bu diaspora Yahudileri (ve Yudea’da yaşayanlar da) Trajan’ın hükümdarlığı sırasında M.S. 116 yılında Partiyalıların Romalılara indirdiği darbelerden cesaret alarak ayaklandı. Roma’nın yanıtı, bölgedeki Antisemitlerin yardımıyla Yahudileri katletmek oldu. Dikkatinizi çekmek istediğimiz nokta: Romalılar savaşırken kesinlikle vahşi ve kaba oldukları halde Yahudi halkı tamamıyla yok etmeye yönelik hiçbir politika gütmüyordu. Bunu, 20. yüzyılda sadece Hitler ve Nazilerde görürsünüz. (Gerçekten de “jenosit” terimi İngilizce’ye ancak 1940-1945’lerde girmiştir.) O dönemde Yahudilerin topyekun katletmek Romalıların çıkarına görünmüyordu. Fethettikleri diğer halklar sıranın kendilerinde olduğunu düşünüp başkaldırabilirdi. Romalılar çok pratik kişilerdi. İstedikleri bu değildi. ADRIANUS Adrianus M.S. 117 yılında güç dizginlerini eline geçirdiğinde bir tolerans havası başlattı, en azından başlangıçta... Yahudilerin Bet-Amikdaş’ı yeniden inşa etmesine izin vermekten bile söz etti. Helenistler bu teklife şiddetle karşı koydu. Adrianus’un bu tutumunu neden değiştirerek Yahudilere düşman olduğu bilinmiyor ama tarihçi Paul Johnson History of the Jews (Yahudilerin tarihi) adlı eserinde, o sıralarda Yunanlıların Yahudilere karşı iftiralarını yaymakla meşgul olan Romalı tarihçi Tacitus’tan etkilendiğini düşünüyor. Tacitus ve çevresi kendilerini Yunan kültürünün mirasçıları olarak gören bir grup Romalı entelektüel arasında yer alıyordu. (Bazı Romalı asiller kendilerini Yunanlıların gerçek mirasçıları olarak addediyordu ancak bu iddia tarihi bir temele dayanmaz.) Bu grupta Yunan kültürünün bütün özelliklerini benimsemek moda idi. Helenizm’in antitezini temsil eden Yahudilerden nefret etmek de buna dahildi. Böylece etkilenen Adrianus 180 derecelik bir dönüş yaptı. Yahudilerin yeniden inşa etmesine izin vermek yerine Yeruşalayim’i Yunan polis modeline göre bir pagan şehir devletine dönüştürmek ve Yahudi mabedin alanına, Jüpiter için bir tapınak kurmak üzere bir plan oluşturdu. Yahudilerin gözünde hiçbir şey Yahudi aleminin en kutsal yerine bir Roma tanrısına adanmış bir tapınak oturtulması kadar kötü görünemezdi. Bu yapılabilecek en büyük hakaretti. BAR KOHBA Yahudilerin zulümlere karşı tepkisi Roma dönemindeki en büyük başkaldırıyla sonuçlandı. Şimon Bar Kosiba M.S. 132 yılında tam gücüyle başlayan ayaklanmayı yönetti. Tarihçiler uzun yıllar boyunca Şimon Bar Kosiba hakkında pek bir şey yazmadı. Derken arkeologlar Ölüdeniz yakınlarında Nahal Hever’de mektuplarından bazılarını ortaya çıkardı. İsrail Müzesi’ne giderseniz son derece ilginç olan bu mektupları görebilirsiniz. Ordusu tamamıyla dini bir ordu olduğundan mektupların bir kısmı dini konularla ilgilidir. Ancak geniş tarihi olaylar da içerirler. İsyana katılan Yahudilerin mağaralarda saklandığını öğreniriz. (Bu mağaralar da bulundu, Bar Kosiba’nın adamlarına ait eşyalarla doludurlar. Bunlar –çömlekler, ayakkabılar, vb.- İsrael Müzesi’nde sergilenmektedir. Mağaralar, boş olmakla birlikte, turistlerin ziyaretine açıktır.) Mektuplardan ve diğer tarihi verilerden M.S. 132 yılında Bar Kosiba’nın geniş bir gerilla ordusu örgütlediğini, Romalıları Yeruşalayim ve Yisrael’den kovmayı başardığını ve çok kısa bir süre için de olsa, bağımsız bir Yahudi devleti kurduğunu öğreniyoruz. Bar Kosiba’nın başarısı birçoklarının –aralarında Yisrael rabi’lerinin en bilge ve kutsallarından biri olan Rabi Akiva da olmak üzere- onun Mesih olduğuna inanmasına yol açtı. Bamidbar kitabındaki bir pasuk’tan (24:17) esinlenerek “Bar Kohba” ya da “bir yıldızın oğlu” diye adlandırıldı: “Yaakov’dan bir yıldız gelecek.” Bu yıldız Mesih’e atıf yapmaktadır. Bar Kohba’nın Mesih olmadığı anlaşıldı ve daha sonraları rabi’ler gerçek adının Bar Kosiva, yanı “bir yalanın oğlu” olduğunu yazdı ve sahte bir Mesih olduğunu vurguladılar. Ne var ki o dönemde Bar Kohba –liderlik yeteneği çok yüksekti- bütün Yahudi halkını etrafında birleştirmeyi başardı. Yahudi kaynakları onu, at sürerken bir ağacı kökünden sökebilen, son derece kuvvetli bir adam olarak tanımlar. Bu muhtemelen bir abartma da olsa, çok özel bir lider ve Rabi Akiva’nın onda gördüğü mesihsel potansiyele sahip olduğu kuşku götürmez. Yahudi kaynaklar Bar Kohba’nın ordusunun 100.000 kişiden oluştuğunu bildirir; bunun abartılı olduğunu ve gerçek sayının yarısı kadar olduğunu varsaysak bile, hâlâ büyük bir güçten söz ediyoruz (dört Roma lejyonuna eşit). Birleştiklerinde Yahudiler ciddiye alınması gereken bir kuvvet oluşturuyordu. Romalıları yendiler, Yisrael toprağından kovdular, bağımsızlık ilan ettiler, hatta para bastılar. Bu Roma İmparatorluğu’nun tarihinde benzersiz bir olaydır. ROMA’NIN YANITI Roma buna izin veremezdi. Böyle bir cüret ezilmeli ve sorumluları sert ve kesin bir şekilde cezalandırılmalıydı. Ne var ki Yahudileri bastırmak kolay değildi. Adrianus Bar Kohba ile dövüşmek üzere Yisrael’e birbiri ardına birlikler gönderdi. Sonunda Roma ordusunun neredeyse yarısı, tam on iki lejyon Yisrael’e gelmişti (65 yıl önceki Büyük İsyan’ı bastırmak için gönderdiklerinin üç misli). Bu devasa gücün başında Roma’nın en iyi generali Julius Severus vardı. Ancak arkasındaki bütün kuvvete karşın Julius Severius Yahudilerle meydan savaşına girişmekten çekiniyordu. Bu bile çok manidardır çünkü Romalılar meydan savaşında ustaydı. Yahudilerden korkuyorlardı çünkü onların inançları uğruna ölmeye istekli olduklarını görüyorlardı. Romalılar bu zihniyeti intiharla bir tutuyordu. O halde ne oldu? Bunu bize Romalı tarihçi Dio Cassius anlatıyor: “Severus sayıları ve umutsuzlukları yüzünden düşmanlarına hiçbir zaman açıkta saldırmaya girişmedi, yalnızca küçük grupların yolunu kesti. Asker ve subaylarının sayısı sayesinde ve düşmanlarını yiyeceksiz bırakıp kıstırarak, yavaş ama emin adımlarla ve nispeten az tehlikeye girerek, onları ezmeyi, yıpratmayı ve yok etmeyi başardı. Pek azı hayatta kalabildi. En önemli karakollarından ellisi ve en ünlü köylerinden 985’i yerle bir edildi. 580.000 adam çeşitli baskın ve çarpışmalar sonucunda öldürüldü. Açlık, hastalık ve yangın sonucu ölenlerin sayısı bilinmiyor. “Böylece Yudea’nın neredeyse tamamı harap edildi. Halk savaştan önce sonucun böyle olacağı konusunda uyarılmıştı. Yahudilerin saygı duyduğu Şlomo’nun mezarı kendiliğinden parçalanıp yıkıldı. Çok sayıda kurt ve çakal uluyarak şehirlere akın etti. Ancak bu savaşta çok Romalı da can verdi. Bu yüzden senatoya yazarken Adrianus imparatorların genelde yeğlediği açılış cümlesini kullanmadı: “Siz ve çocuklarınızın sağlığı yerinde ise iyi, ben ile lejyonlarım da sağlıklı.” Deo Cassius’un bu anlatısı –sayıları abartıyorsa bile- çok ilginç. İsyanın çok kanlı olduğunu ve çok pahalıya mal olduğunu söylüyor. Gerçekten de Romalılar savaşta bütün bir lejyonu kaybetti. 22. Roma lejyonu pusuya düşürüldü ve öldürüldü. Başkaldırının sonunda Romalılar Yahudileri bastırmak için tüm Roma ordusunun yarısını Yisrael’e getirmek zorunda kaldı. YAHUDİLER NEDEN KAYBETTİ? Görünürde Yahudiler savaşı kazanmaya çok yaklaştı. Bir ara kazandı da. Öyle ise sonunda neden kaybettiler? Bilgelere göre fazla küstah oldukları için. Zaferi tadınca kohi v’otsem yadea asiti et a hayal aze “bunu gücüm ve değerimle yaptım” tavrı takındılar. Bar Kohba da çok küstahlaştı. Kazandığını gördü. Halkın onu Mesih çağırdığını duydu. Rabi Akiva öyle düşündüyse, o halde Yisrael’in en yüce lideri olma potansiyeline sahipti. Bütün bunlar başını döndürdü ve çarpışmaları kaybetmeye başladı. Yahudilikte halk çaba sarf ederken, savaşları Tanrı’nın kazandığı öğretilir. Bunu yapan insan kuvveti ya da gücü değildir. BETAR’IN DÜŞÜŞÜ Bar Kohba’nın son durağı Yeruşalayim’in güneybatısındaki Betar kenti oldu. Eski Betar kazısı yapılmadığı halde orayı bugün gezebilirsiniz. Talmud (Gittin 57a’da) Betar’da olanları şöyle anlatıyor. “Betar’da erkek bebek doğduğunda bir sedir ağacı, kız bebek doğduğunda ise çam ağacı dikme geleneği vardı. Evlendiklerinde ağacı keser, dallarından düğün kubbesini yaparlardı. Bir gün Sezar’ın kızı oradan geçerken tahtırevanının şaftı kırıldı. Bir sedir ağacını keserek ona getirdiler. Betar Yahudileri üstlerine yürüdü ve onları dövdü. Sezar’a Yahudilerin ayaklandığını ve onlara saldırdığını haber verdiler... Kanları Akdeniz’e akıncaya kadar (Yahudi) erkek, kadın ve çocuk öldürdüler... Yahudi olmayanların yedi yıl boyunca gübreye gereksinim duymadan, Yisrael’i kanıyla bağlarını yetiştirdiği öğretildi.” Şehir Yahudi takviminin en acı gününde düştü: 135 yılının 9 Av’ı. Birinci ve İkinci Bet-Amikdaş’ın düştüğü aynı günde. Öfkeli Romalılar Yahudilerin cesetlerinin gömülmesine izin vermek istemedi; açıkta çürümelerini istiyorlardı. Geleneğe göre cesetler aylarca açıkta kaldı ama çürümedi. Bugün Yahudiler yemekten sonra şükrettiğinde, Birkat Amazon, Tanrı’ya Betar’daki bu merhamet eylemi için özel bir şükran (a tov u’mativ) ekler. Bitkin düşen Romalılar imparatorluk tarihindeki tüm diğer halklardan daha fazla insan gücü ve malzeme kaybına yol açan Yahudilerden bıkmıştı. Adrianus Bar Kohba isyanının sonunda bunun bir daha tekrarlanmamasının yolunun,Yahudileri sevgili ülkelerinden ayırmak olduğuna karar verdi.

kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
10 Ekim 2007       Mesaj #35
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

SÜRGÜNDEKİ İLK 300 YIL

SÜRGÜN HAYATI

Hiçbir halk Romalılara karşı Yahudilerden daha fazla başkaldırmadı ve onları daha çok insan gücü ve maddi kayba uğratmadı. Ancak bunu yaparken kendileri de çok büyük bir bedel ödedi. Romalı tarihçi Dio Cassius çarpışmada yarım milyonun üzerinde Yahudi’nin öldüğünü yazar. Bu rakam abartılı da olsa, yüz binlerce Yahudi’nin öldüğü ve ülkenin yerle bir edildiği kuşku götürmez. Yahudilerin Roma’ya karşı meydan okuması M.S. 66 yılında başladı ve yaklaşık 70 yıl sürdü. Nispeten böylesine küçük bir grubun Roma’yı defalarca ve bu kadar uzun bir süre boyunca nasıl alt edebildiğini hayal etmek zordur. Ancak yanıt belki de çatışmanın arkasındaki nedende yatmaktadır. Yaşam tarzının kendisi için savaşmak, toprak ya da mülkiyet için çarpışmaya benzemez. Tektanrıcılık ve Tora kanunları Yahudilerde öylesine derin bir yer etmişti ki, halkı Yahudiliğin özünden ayırmaya yeltenmek, ulusun ruhunun ölümü gibi görünüyordu. Yahudiler kendilerinde normal insan sınırlarının ötesinde bir güç buldu. Tıpkı çocuğunun hayatını kurtarmak için insanüstü bir kuvvet gösterme yeteneği olan bir anne gibi. Yahudiler sonunda ezildi. Ve Romalılar ezik durumda kalmaları için ellerinden gelen her şeyi yaptı. Hiçbir Yahudi’nin bir daha kardeşi ile bir araya gelecek durumda olmamasını sağlamak istiyorlardı. Çözümleri: Yahudileri ülkelerinden ayırmak. AELİA CAPİTOLİNA Adrianus, Yahudi varlığını Yisrael’den silmek politikasının parçası olarak Yeruşalayim’i yerle bir etti ve molozların üstüne planladığı ve Aelia Capitolina diye adlandırdığı pagan kenti kurdu. Şehrin kalbine Cardo adlı sütunlu bir meydan inşa etti. (Bugün Yeruşalayim eski şehrinde kazısı bulunan Cardo o zamanları hatırlatan bir simgedir. Cardo İngilizce “kalp” demektir ve “kalbin durması” tıbbi terimi ile ilgilidir. Tur rehberleri “Adrianus bugün yaşasaydı, Cardo’daki tüm Yahudi dükkanlarını ve Yeruşalayim ile İsrail’in canlı ve iyi durumda olduğunu görseydi kalbi dururdu” demekten keyif alır.) Bölgede kalmış olan Yahudilerin Aelia Capitalona’ya girmesi kesinlikle yasaklanmıştı. Yahudilerin şehre girmesine izin verilen tek gün, en büyük felaketlerini hatırladıkları ve Mabet Tepesi’ni çevreleyen duvarların bir kısmı dışında geriye hiçbir şeyin kalmadığı Bet-Amikdaş’ın yıkıntıları için ağladıkları 9 Av günüydü. (Kotel –Batı Duvar’nın “Ağlama Duvarı” diye adlandırılan bölümü- Yahudilerin yüzlerce yıl boyunca ulaşabildiği tek duvar parçasıydı. Buraya gelir, ağlar ve dua ederlerdi.) Kral David’in bin yıl önce başkent yaptığından beri ilk kez Yeruşalayim Yahudilerden arınmıştı. Tarihte kasıtlı olarak ve tamamen Juden rein “Yahudi’den arınmış” (Naziler tarafından daha sonra kullanılan terimi ödünç alırsak) yapılan ilk şehrin, kendi Yeruşalayim’leri olması kaderin garip bir cilvesidir. Hepsi bu değil. Herhangi bir başka milliyetçi duyguyu bastırmak için Adrianus ülkeyi, bir zamanlar Akdeniz kıyı bölgesini işgal etmiş ve Tora’da Yahudilerin en amansız düşmanlarından biri olarak tanımlanan, nesli tükenmiş bir halk olan Filistinlilerden esinlenerek Philistia (Filistin) diye adlandırdı. Bu isim Hıristiyan yazılarında yaşamaya devam etti ve 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Britanyalılar Ortadoğu’yu Osmanlı İmparatorluğu’ndan aldıktan sonra 1917 yılında yine doğdu. Yarden Nehri’nin doğu ve batısındaki toprakları –Britanyalıların 1923 yılında yarattığı Ürdün ülkesi dahil olmak üzere- Filistin Mandası diye adlandırdılar. (Tabii ki o zamanlar Filistin Mandası altında yaşayan Yahudiler de Filistinli diye adlandırılıyordu.) RABİ AKİVA Roma planı sadece Yahudileri Yisrael toprağından değil, onları Yahudilikten de ayırmayı amaçlıyordu. Tarihçi Rabi Berel Wein Echoes of Glory adlı kitabında (sh.217) şöyle yazar: “Planları (Romalıların) Yahudilerin gerçek liderleri olan Yisrael’in bilgin ve bilgelerini ortadan kaldırmak, Yisrael’in yaşam kanı olan Yahudiliğin uygulanmasını yasaklamak ve böylece Yahudilerin Roma kültürü ve hegemonyası altına girmesini garanti etmekti. Şabat, sünnet, Tora’nın halka açık bir şekilde öğrenilmesi ve öğretilmesi ve tüm Yahudi ritüel ve geleneklerine uyulması yasaklanmıştı.” Bu emirlere uymayı reddedenlerden ve zamanın en büyük rabi’lerinden biri, Rabi Akiva idi. Birçok rabi aynı şeyi yaptığı ve itaatsizliklerinden ötürü Romalılar tarafından öldürüldüğü halde Rabi Akiva Yahudi alemindeki yeri ve ölümle buluşma şekli yüzünden özel bir ilgi gerektirir. Rabi Akiva’nın 40 yaşına gelinceye kadar Tora öğrenmeye başlamadığını belirtmek bile büyüleyicidir. O zamana kadar cahil bir çobandı. Derken aşık oldu ve sevgili Rahel’i onunla ancak Tora’yı öğrenmesi şartıyla evleneceğini söyledi. Başta bunun imkansız olduğunu düşündü ama akan suyun oyduğu bir taş gördü. Şöyle dedi: “Yumuşak olan su, sert olan taşı oyabiliyorsa, Tora’nın sert olan sözcükleri, yumuşak olan kalbime işleyemez mi?” Böylece çalışmalarına başladı ve kısa zamanda Yisrael’in en bilge adamlarından biri halime geldi. Her yerden öğrenciler ona akın ediyordu. Bir ara 24.000 öğrenciye ulaşan bir okullar zincirinin başında bulunduğu bildirilir. Talmud Rabi Akiva hakkında öykülerle doludur. En ünlü öykülerden biri pardes’e -meyve bahçesi- giren, yani mistik meditasyon tekniklerine girişen ve ilahi bilincin ülkesine çıkan dört büyük bilge ile ilgilidir. Bu dört bilgeden üçü mistik akınlar sonucunda korkunç akıbetlerle karşılaşmış, biri ölmüş, bir başkası aklını kaçırmış, üçüncüsü de sapkın olmuştur. Sadece Rabi Akiva “huzurla girmiş ve huzurla çıkmıştır.” Ancak öylesine yüksek bir ruhani seviyede yaşayan ve Tora’ya şaşmaz bir bağlılığa sahip olan Rabi Akiva gibi biri Roma kararları tarafından susturulamazdı. Romalılar Rabi Akiva’nın açıkça Tora’yı öğrettiğini haber alınca onu halkın önünde cezalandırmaya karar verdi. Onu tutukladılar ve M.S. 136 yılında Yom Kipur’da (ya da o güne yakın bir günde) Kesarya’daki hipodroma götürdüler, uzun bir işkenceye tabi tuttular. Korkunç gösteri, Rabi Akiva’nın derisinin demirden taraklarla yüzülmesini de içeriyordu. Rabi Akiva ölüme Tanrı’nın ismini kutsayarak, dudaklarında Şema’nın sözcükleri ile gitti: “Dinle Yisrael, Ad.. Tanrı’mızdır, Ad... tektir. Rabi Akiva’nın ruhu, en büyük tehlikeler karşısında Yahudiliği canlı tutmaya çalışan bilgelerin ruhuna örnek oldu. Gelecek bölümlerde nasıl başardıklarını göreceğiz.

kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
11 Ekim 2007       Mesaj #36
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

SÜRGÜNDEKİ İLK 300 YIL

MİŞNA(M.S. 200) VE TALMUD'UN
(M.S. 500) TAMAMLANMASI

Adrianus’un zulümleri sırasında çeşitli zamanlarda bilgeler saklanmak zorunda kaldı, buna rağmen M.S. 122 yılında Uşa’da yeniden toplanmayı başardılar ve bir sessizlik döneminde, M.S. 158 yılında Yavne’ye yerleştiler. Rabiler bu kadar çok zulüm ve huzursuzluğun ortasında, Yahudi halkı Yisrael ülkesinden kaçarken rabinik gücün merkezini daha uzun süre canlı tutamayacaklarını biliyordu. Yine de bu büyük kaos dönemlerinde rabilerin en mükemmel olanlarından bazıları şöhrete ulaşmayı başardı. Aralarında sayabileceklerimiz: Rabi Akiva (bir önceki bölümde ele almıştık) Rabi Akiva’nın baş öğrencisi Rabi Meir, aynı zamanda efsanevi Bruria’nın kocası Rabi Şimon Bar Yohay, Kabala’nın merkezi metni Zohar’ın yazarı Rabi Şimon Bar Yohay’ın oğlu Rabi Eliezer Rabi Şimon Ben Gamliel II, Hilel hanedanından ve Kral David’in direkt olarak soyundan gelen. YEUDA HA NASİ Yükselecek ve şöhrete kavuşacak bir kişi daha vardı. Rabi Şimon Ben Gamliel II’nin oğlu Rabi Yeuda HaNasi (yani “Prens” Yeuda). Kaos zamanında rabiler daha önce yapılmamış bir şeyi yapmak zorunda olduklarına karar verdi: Sözlü Kanunu yazmak. Bu zaman dönemini anlamada kesinlikle temel bir şahsiyet ve Yahudi tarihinin en büyük kişilerinden biridir. Öylesine büyüktü ki Yahudi bilginler şimdi onu şefkatle sadece Ribi diye anar. Benzersiz bir yetenekler kombinasyonuna sahipti: hem büyük bir Tora bilgini, hem de kuvvetli bir liderdi. Bu da ona bu kaotik zamanda Yahudi halkına öncülük etme gücünü verdi. Ayrıca son derece varlıklı bir kişiydi, bu sayede sadece Yisrael ülkesindeki Yahudilere karşı değil, Romalı makamlar nezdinde de yapılması gerekenleri yapacak konuma geliyordu. Nispeten sessiz bir dönemde Rabi Yeuda HaNasi Adrianus’u izleyen Roma imparatorları ile, özellikle de Markus Aurelius ile dost olmayı başardı. Tarihçi Rabi Berel Wein Echoes of Glory (sh.224) adlı kitabında şöyle yazar: “Parta savaşı sırasında, büyük şans eseri, Markus Aurelius Rabi (Yeuda HaNasi) ile karşılaştı; dost, hatta sırdaş oldular... Markus Aurelius Yehuda’da dostuna devlet politikası konularında olduğu kadar, kişisel konularda da danıştı... “Markus Aurelius’un, M.S. 180 yılında ölümü ile sona eren hükümdarlığı sırasında Roma ile Yahudiler arasındaki ilişki doruğa ulaştı. Rabi’nin (Yeuda HaNasi) liderliğindeki Yahudiler bu mutlu huzur dönemini köşede bekleyen karanlık günlerin mücadelesine hazırlanmak için kullanacaktı.” Mişna bu zamanda –M.S. yaklaşık 177-200 yıllarında- doğdu. MİŞNA Mişna Nedir? Geçen bölümlerde Yahudi halkının Sinay Dağı’nda Yazılı ve Sözlü Tora’yı aldığını anlatmıştık. Sözlü Tora, yazılı kanunların nasıl uygulanacağının ve takip edileceğinin sözlü açıklamasıydı. Sözlü Tora nesilden nesle geçti ama hiçbir zaman yazılmadı. Neden? Çünkü Sözlü Tora’nın akışkan olması gerekiyordu. Prensipler aynı kalıyordu ama uygulamanın her türden yeni koşula uyarlanması lazımdı. Bu sistem olağanüstü iyi çalıştı, merkezi otorite –Sanhedrin- de öyle, aktarma zinciri ise hiç kesintiye uğramadı (yani öğretmenler bilgeliklerini gelecek kuşak öğrencilere aktarmakta özgürdü). Ne var ki Bet-Amikdaş’ın yıkılmasından sonra Sanhedrin defalarca yok edilmeye çalışıldı, öğretmenler de gizlenmek zorunda kaldı. Rabi Yeuda HaNasi işlerin kısa zamanda düzelmeyeceğini anladı. Bet-Amikdaş’ın kendi döneminde, hatta gelecek birçok nesil sırasında da yeniden inşa edilmeyeceğini gördü. Sürekli zulümler ve çok zor yaşama koşulları yüzünden Yahudilerin ülkeden kaçtığını gördü. Merkezi otoritenin her zamankinden zayıf olduğunu ve bütünüyle sona erebileceğini (ki 4. yüzyılda olan budur) de gördü. Aktarma zincirinin hiçbir zaman kırılmaması için Sözlü Tora’yı yazma zamanının geldiğine karar verdi. Bu devasa bir işti . Rabi Yeuda HaNasi bütün anılarını toplamak için mümkün olduğunda çok rabi’ye başvurdu. Sinay Dağı’nda Moşe’ye kadar izlenebilecek kanuni geleneklerle ilgili bütün bildiklerini sordu. Bütün bu hatırlananları derledi, düzenledi, sonucunda da Mişna ortaya çıktı. (Mişna sözcüğü “tekrar” demek çünkü tekrarlayarak öğrenilirdi; mişna genişletildiğinde “öğrenmek” anlamına gelir.) YAHUDİ KANUNUNUN ALTI KATEGORISI Mişna, Yahudi kanununun altı temel alanını ele alan altı temel bölüme ayrılmıştı: Zeraim, sözcük anlamı “tohum”, bütün zirai kuralları, yiyecekle ilgili kanunları ve kutsamaları kapsar. Moed, sözcük anlamı “bayram” Şabat ve diğer Yahudi bayramlarının ritüellerini ele alır. Naşim, sözcük anlamı “kadınlar”, erkekle kadın arasındaki bütün konuları, evlilik, boşanma, vb. inceler. Nezikin, sözcük anlamı “zararlar”, medeni kanunu ve ceza kanununu kapsar. Kodaşim, sözcük anlamı “kutsal şeyler”, Bet-Amikdaş kanunları ile ilgilidir. Taarot, sözcük anlamı “saf şeyler”, ruhani temizlik ve kirlilik kanunlarını konu alır. Rabi Yeuda HaNasi Mişna’yı, M.S. 219 yılında Galile’deki Tsipori şehrinde tamamladı. Arkeolojik açıdan çok ilginç olan bu siti bugün hâlâ ziyaret edebilirsiniz. Bet Şearim adlı yerde arkeologlar bir dağın eteğinde bir dizi yeraltı mezarı buldu. Hatta dönemin birçok büyük bilgininin mezarının yanı sıra, üzerinde ismini taşıyan onun mezarını da buldular. TALMUD’UN YAZILMASI Rabi Yeuda HaNasi Mişna’yı bitirir bitirmez rabiler bunun yeterli olmadığını fark etti. Steno tarzında, yer yer de şifreli yazılmıştı çünkü okuyacak kişinin konuyu çok iyi bildiği varsayılmıştı. Böylece Mişna hakkında tartışmaya başladılar ve bu tartışmaların özünü yazmaya koyuldular. O zamanlar Yahudi nüfusun önemli bir kısmı Roma İmparatorluğu’nun sınırları dışında bulunan Babil’de yaşadığından, oradaki rabiler tartışmalarını bir araya topladı ve ortaya Talmud Bavli, ya da Babil Talmud’u çıktı. Yisrael toprağında ayrı tartışmalar yer aldı, bunların da sonucu Talmud Yeruşalmi, ya da Yeruşalayim Tamud’u idi. (Aslında Yeruşalayim Talmud’u Yeruşalayim’de değil, Sanhedrin’in bulunduğu Tiberya’da yazılmıştı ama Sanhedrin’in asıl yuvasına saygı göstergesi olarak Yeruşalayim Talmud’u diye adlandırıldı). Yeruşalayim Talmud’u Babil Talmud’undan çok daha kısa, anlaşılması çok daha zordu çünkü düzenlenmesi çok daha aceleye gelmişti. Yisrael’deki durum, çok daha istikrarlı olan Babil’dekinden çok daha kötüydü. (Günümüzde yeşiva’da Talmud’u öğrenen Yahudi öğrenciler başlıca olarak Babil Talmud’unu kullanır). Talmud, Mişna’da yorumlanan Yahudi kanunu ayrıntılarının yalnızca bir uygulanışından fazlasıdır. Tüm Yahudi varlığının ansiklopedisidir. Talmud aynı zamanda çok sayıda agadata da içerir, bunlar Yahudi dünya görüşündeki birçok konuyu resmetmeye yönelik öykülerdir. Bu öyküler birçok konuda zengin bilgiler içerir. Ne arasanız bulabilirsiniz. Bu bilgiler Yahudi halkı için hayati önem taşıyordu çünkü Yahudi kanunu Tora’daki bir cümleyi okuyup onu kelimesi kelimesine hiçbir zaman uygulamamıştı. Örneğin “göze göz, dişe diş.” Yahudi kanunu eğer biri seni kör ettiyse, sen de gidip onu kör etmelisin demiyordu. İki kör kişinin ortaya çıkmasının kime ne yararı olacaktı? Bu her zaman iki seviyede anlaşılıyordu: 1) adaletin orantılı olması gerektiği (bir göz için bir hayat değil) ve 2) bir gözün değerine karşılık bir gözün değeri, yani maddi hasarlar için. Böylece Talmud hem yazılı, hem de sözlü geleneği bir arada sunuyordu. Talmud’u okumak çok sayıda argümanı okumak demektir. Her sayfada rabiler tartışır gibidir. Bu tür bir tartışmaya –amacı gerçeğin özüne ulaşmak olan- pilput denir. Bu sözcük yeşiva dünyasının dışında olumsuz bir çağrışıma sahiptir çünkü bu tartışmaları okuyan eğitimsiz kişinin gözünde rabiler sadece kılı kırk yarmaktadır. Bazı argümanlar ise gerçek yaşamda hiçbir temele dayanmamaktadır. Ama öyle değil. Rabilerin gündelik yaşamda hiçbir uygulaması olmayacak konular hakkında tartışmasının nedeni gerçeğe soyut bir şekilde ulaşmak, prensibi ortaya çıkarmaya çalışmaktı. Bu rabiler gerçeğin ne olduğunu anlamak ve doğru olanı yapmakla ilgileniyordu. Gerçek Yahudiliğin özüdür, en yüce gerçek de Tanrı’dır. Dikkat çekilmesi gereken bir başka önemli nokta da rabilerin hiçbir zaman büyük konular hakkında tartışmadıklarıdır. Domuz yemek ya da yememek, Şabat günü ateş yakılabilir mi yakılamaz mı gibi tek bir tartışma dahi bulamazsınız. Bu konu verilmiş ve tamamıyla kabul edilmiştir. Sadece küçük hususlar tartışma konusudur. Bu rabiler gerçeğin özüne ulaşarak belirlenen prensiplerin günün birinde çok daha ileri düzeyde anlamlar kazanacağını bilecek kadar bilge idi. GEMARA Bugün Talmud sayfasına bakacak olursanız, Mişna’nın İbranice metninin sayfanın ortasında yer aldığını görürsünüz. Mişna’nın İbranicesinin arasına Aramica açıklamalar serpiştirilmiştir. Buna Gemara denir. Aramice Gemara sözcüğü “gelenek” demektir. İbranice ise “tamamlamak” anlamına gelir. Gerçekten de Gemara, Mişna konusundaki çeşitli rabinik tartışmaların derlenmesi olup Mişna’yı tamamlar. Mişna ve Gemara metinleri, daha ileriki bir dönemin metin ve yorumları katmanları ile örtülüdür. Mişna metni yaklaşık M.Ö. 100 ile M.S.200 yıllarında yaşamış rabilerin deyişlerini içermektedir. Bu rabilere Tanaim, “öğretmenler” denir. Bu gruba Rabi Şimon Ben Zakay, Şimon Bar Yohay, Rabi Akiva ve tabii Rabi Yauda HaNasi gibi büyükler dahildir. (Gemara’da hepsi isimlerinden önce Ribi unvanını taşır). Gemara metni ise yaklaşık M.S. 200 ile M.S. 500 yılına kadar yaşamış olan rabilerin deyişlerini içerir. Bu rabilere Amoraim, “açıklayıcılar, ya da “yorumcular” denir. Bu gruba Rav Aşi, Rav Yohanan, vb. dahildir. (Amoraim’lerin isimleri o kadar ünlü değildir ama hepsi Rav ile başlar). Bugünkü Talmud’un çevre metni Rişonim’i, yani “ilkleri” de içerir: Şulhan Aruh olarak bilinen Yahudi kanunun 16. yüzyıldaki yazarı Rabi Yosef Caro’dan önce gelen rabinik otoriler. Rişonim’lerin en önde gelenleri arasında Raşi, öğrencileri ve soyundan gelenler, Tosafos’un baş yazarları olan Maimonides ve Nahmanides de yer alır. Bu rabilerin katkılarını ileride tartışacağız. Rabi Yeuda HaNasi ve onu izleyenlerin eserinin ne kadar önemli olduğu, bir sonraki yüz yıl içinde, Yahudi halkının dini bir başka tehditle karşı karşıya kaldığında çok daha açıklık kazanacaktır. Roma İmparatorluğu’nun, bütün halkının Hıristiyan dinini kabul etmesine karar verdiği zaman..

kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
12 Ekim 2007       Mesaj #37
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

SÜRGÜNDEKİ İLK 300 YIL

HRİSTİYANLIĞIN TOHUMLARI


Geçen bölümü tamamlarken 3. yüzyılda, Talmud’un oluşturan Mişna ile Germara’nın yazılışında kalmıştık. Şimdi Roma İmparatorluğu’nun Yahudiliği kabul etmek üzere olduğu dönemdeyiz... Yahudilerin üzerinde çok kötü bir etkisi olacak olan bir hamle. Yine de bu öyküyü anlatmadan önce 1. yüzyıla, Bet-Amikdaş’ı hâlâ ayakta olduğu zamanda geri dönmeliyiz. Hatırlayacağınız gibi Roma’nın istilasından, özellikle de bilgelerin Kral Büyük Herod tarafından zulme uğratılmasından ardından Yahudi halkı karmaşa içerisine girmişti. Kısa zaman sonra milliyetçi duygular uyanacak, Büyük İsyan başlayacak ve Yahudiler hem Romalılara, hem de birbirlerine karşı savaşacaktı. Bu gergin ortamda Yahudiler, Roma boyunduruğunu atmalarına yardım edecek bir liderin özlemini çekerken, daha sonra Hıristiyanlığa dönüşecek olanın tohumları atılmaya başlanmıştı. MESİH Yahudiler bir kurtarıcının özlemi çekerken, Mesih’in özlemini çekerler. Mesihlik kavramının Hıristiyanlık tarafından icat edilmediğini bilmeliyiz. Bu eski bir Yahudi fikridir: Yahudiliğin içindeki “inancın 13 prensibi”nden biri. İşaya, Miha, Zefanya ve Ezekyel dahil, peygamberlerin çeşitli kitaplarından defalarca kaydedilmiştir. (Gerçekten de Yahudi tarihi boyunca güçlü liderler ortaya çıktı ve bir süreliğine Mesih sanıldılar. Ama Mesihsel kehanetleri yerine getirmeyince –dünyaya barışı getirmek, vb.- Mesih olmadıkları açıkça anlaşıldı.) Mesih sözcüğü, İbranice “meshetmek” anlamına gelen maşhah sözcüğünden gelir. Dolayısıyla Maşiah, Tanrı’nın “Meshedilmiş Olan’ıdır. Örneğin Şemuel’in Kitabı David’in kral meshedilişini böyle anlatır: Şemuel boynuz şeklindeki yağ kabını aldı ve ağabeylerinin arasında onu (David) meshetti ve o günden itibaren Tanrı’nın ruhu David’in üzerinde kaldı. (1 Şemuel 16:13) Yahudiliğin Mesih tanımı, Kral David’in soyundan gelen, Tora bilgisi olan, tüm Yahudi halkını sürgünden Yisrael toprağına geri getirebilecek liderlik yeteneği olan Yahudi bir liderdir (hiç kuşkusuz bir insan). Bet-Amikdaş’ı yeniden inşa edecek, dünyaya barış getirecek ve bütün dünyayı tek Tanrı fikrine yükseltecek. (Bu noktaların yukarıdaki sıralama ile Yahudi kaynaklarında nasıl yer aldığı için bakınız: Devarim 17:15; Bamidbar 24:17; Bereşit 49:10; Chronicles 17:11; Mezmurlar 89:29-39; Yeremya 33:17; 2 Şemuel 7:12-16; İşaya 27:12-13; İşaya 11:12; Miha 4:1; İşaya 2:4; İşaya 11:6; Miha 4:3; İşaya 11:9; İşaya 40:5; Zefanya 3:9; Ezekyel 37:24-28). Bu konudaki kehaneti belki de en tanınmış olanı Peygamber İşaya, Yahudiliğin Mesihsel Vizyonunu bu sözcüklerle tanımlar: Gelecek günlerde Tanrı’nın Evi’nin Tepesi dağların üzerinde sağlam duracak ve tepelerin üzerinde yükselecek. Ve bütün uluslar oraya akacak. Ve birçok halk gidip diyecek ki: “Gelin, Tanrı’nın Tepesi’ne çıkalım, Yaakov’un Tanrısının evine ki bize Kendi tarzlarını öğretsin ve O’nun yolunda yürüyebilelim .” (İşaya 2:3) Ve kılıçlarını sabanlara, mızraklarını oraklara dönüştürecekler; ulus ulusa karşı kılıcını kaldırmayacak. Kimse bir daha savaşmayı öğrenmeyecek... (İşaya 2:4) (O zaman) kurt kuzu ile, leopar oğlakla beraber yaşayacak, buzağı ile yırtıcı hayvanlar birlikte olacak ve küçük bir çocuk onları güdecek. (İşaya 11:6) Yahudi halkını kurtaracak bir kişi kavramı, Yahudi dünya görüşünün temel, felsefi bir parçası olduğundan, kurtarılma beklentisinin her zaman kriz zamanlarında ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Gerçekten de bilgeler Mesih’in 9 Av’da doğacağını söyler: Yahudi halkının başına en büyük felaketlerin geldiği, Yahudi takvimindeki en kötü tarihte. Ezekyel Kitabı örneğin, Gog ile Magog’un Savaşı’nda (tüm ulusların Yahudilere karşı birleştiği korkunç bir savaş) nihai bir sonuçtan söz eder. Olası bir senaryoya göre bu, Mesih’in gelip son kurtuluşu getireceği zamandır. Bu yüzden zaman çok kötüleşince Yahudi halkı nihai sonucun geldiğini düşünme eğilimindedir. İşler bundan kötüye gidemez. O halde Mesih köşede bekliyor olmalı. KARANLIK ZAMANLAR Roma işgali Yahudi tarihinde böylesine karanlık bir zamandı. Rabinik bilgelerin en parlakları Herod tarafından öldürülmüştü. Bet-Amikdaş hiyerarşisi yoldan çıkmıştı. Yahudiler üç büyük gruba bölünmüştü: 1. Varlıklı Sadusiler; Sözlü Kanunu reddediyor, Roma’ya sadakat yemini ediyorlardı; 2. Fanatik Zilotlar: Roma’ya karşı intihar savaşı yapmaya hazırlardı; ve 3. Ana görüşü savunan Farisi çoğunluk: hâlâ Tora’ya ve Sözlü Kanuna sadık, arada sıkışmışlardı. Şiddetli bir Antisemitizm ile Yahudilere karşı acımasız bir zulmün görüldüğü bu kaotik zamanda, üyeleri Apokalips’in (kıyametin) yakın olduğuna inanan birtakım hizip mezhepler ortaya çıktı. Vatandaşlık haklarından mahrum edilenler arasında taraftar bulan bu mezhepler, iyi ile kötü arasındaki nihai savaşın yakında yer alacağını, ardından da insanlığın Mesih tarafından kurtarılacağını vaaz etti. Ölüdeniz Kültü (modern zamanlarda Ölüdeniz rulolarının bulunmasıyla ün kazanan ve Essenler ile bir ilişkisinin olması muhtemel olan) bu mezheplerden biriydi ama birçoğu daha vardı. Bu mezheplerin öğretileri Yahudiler arasında önemli bir yer edinmedi. Yahudiler yabancı dinleri reddettiği gibi, Yahudiliğin içsel çalışmaları ile oynanmasını de reddetti. Ne var ki bu karışık zamanda Yahudiler her zamankinden hassastı. Ülke karizmatik iyileştirici ve vaizlerle doluydu, insanlar da bölünme ve acı dolu yılların sona erdiğini duyma umuduyla onları izliyordu. Bunların en efsanevi olanı Yeoşua idi ki daha sonra tarihte Christ -Mesih’in Yunanca’sı- diye adlandırıldı. Erken Hıristiyanlığı İsa ile başlatmak bu yazı dizisinin kapsamı dışındadır. Halen bu konuda yayımlanmış yaklaşık 2.700 kitap vardır. Son yıllarda yazılmış olanlarından birçoğu tarihi İsa ile efsanevi İsa konusu ile, neyi söyleyip neyi söylemediğini ve onun hakkında kesin olarak neyin söylenebileceğini tartışır. Tarihi olarak konuşacak olursak bilinen çok az şey var. Talmud’da rabilerin tasvip etmediği çeşitli kişiler hakkında birçok atıf vardır. Bazıları bu atıfların İsa ile ilgili olduğunu düşünür. En yakın olasılık Yeşu HaNotsri’dir ama Yahudi kronolojisine göre bu şahıs Yeşua Ben Perahya’nın Sanhedrin’in başında olduğu (M.Ö. yaklaşık 150) zamanda yaşamıştır, dolayısıyla Hıristiyan kronolojisine göre İsa’dan 200 yıl öncesine dayanmaktadır. Eğer İsa yaşadığı zamanda öylesine etkili olsaydı, çağdaşı tarihçi Josephus’un ona önemli yer ayırması gerekirdi. Ne var ki Josephus bu konuda sessiz kalmaktadır. Neredeyse tüm bilginler İsa ile ilgili oldukları düşünülen birkaç atfın, metinleri kilise kütüphaneleri için kopya eden Hıristiyan keşişler tarafından daha sonra eklendiği fikrindedir. Kesinlikle söyleyebileceğimiz en iyi şey, Hıristiyan aleminin İsa’nın Tora’yı bilen, “Moşe’nin Kanunlarına” uyan, emirlerinden birçoğunu öğreten ama bazılarından sapan bir Yahudi olduğu kabul ettiğidir. En ünlü öğretilerinden biri Yahudiliğin ürünü olan ve Tora’da yer alan iki deyişten ibaret olup, döneminin rabinik öğretilerini yansıtır. En büyük emrin hangisi olduğu sorulduğunda İsa, Matta İncili’nde yazıldığı gibi, şöyle yanıt verir: “Tanrı’nı bütün kalbi ve bütün ruhun ve bütün zihninle sev. Bu ilk ve en büyük emirdir. İkincisi de buna benzer. Komşunu kendin gibi sev. Bütün kanun ve peygamberler bu iki emre bağlıdır.” “Tanrı’nın bütün kalbin, ve bütün ruhun ve bütün gücünle sev” Devarim 6:5’te yer alır. “Komşunu kendin gibi sev” ise Vayikra 19:18’dedir. Bu öğretiler İsa’dan 1.300 yıl kadar öncesine dayanır. İsa’nın öğretilerini kaydettiği söylenen İnciller, ölümünden (ki Hıristiyan kaynaklar M.S. 35 yılını, ya da Bet-Amikdaş’ın yıkılmasından 35 yıl öncesi olarak vermektedir) uzun yıllar sonra Yunanca yazılmıştır. İSA’NIN YAHUDİ TAKİPÇİLERİ İsa mezhebinin üyeleri, İsa’nın Mesih olduğuna inanan dindar Yahudilerdi. Hem Yahudi olup, hem de İsa’nın “tanrı” olduğuna inanmaları mümkün değildi çünkü bu inanç Yahudilerin gözünde tam bir putperestlik olurdu. Bu, tanrıların insan şekli aldığı ve insanlarla ilişkiye girdiği Greko-Romen putperest inanışlarına daha yakın gelirdi. (Gerçekten de “Tanrı’nın oğlu” kavramı Hıristiyan teolojisinde daha sonra ortaya çıkar ama İnciller peygamberlerin yazılarından alınan ve Mesih’i kasteden “İnsan oğlu” terimini çok kullanır.) Her durumda İsa’nın Yisrael ülkesindeki mezhebi kısa ömürlü oldu. Bar Kohba İsyanı’nın başarısızlığa uğramasını takiben Yahudilerin Romalılar tarafından kovulmasından sonra İsa’nın Yahudi takipçileri Essenler, Sadusiler ve Zilotlar gibi ortadan kayboldu. (Farisiler kısmen liderleri Rabi Yohanan ben Zakay’ın vizyonu sayesinde hayatta kaldı.) O halde bütün Hıristiyanlar nereden geldi? Hıristiyanlık nereden çıktı? Yanıtı için sahneye İsa’nın ölümünden sonra çıkan ve İsa’nın mesajını dünyaya yaydığı, -hatta Hıristiyanlığı pagan dünya için şekillendirdiği- neredeyse her tarihçi tarafından kabul edilen bir başka renkli kişiliğe bakmalıyız. Bu kişi bir Yahudi idi. Başta Şaul olarak biliniyordu. Hıristiyanlıkla “Aziz Paul” olarak ünlü oldu.


kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
13 Ekim 2007       Mesaj #38
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

SÜRGÜNDEKİ İLK 300 YIL

PAUL'DEN KONSTANTİN'E


Yeruşalayim’deki İsa mezhebi ufak kalmayı sürdürdü. Yahudiler arasında bir türlü yayılmıyordu. Gerçekten de Yahudilerin gözüne itici görünüyor, İsa’nın takipçileri ise sapkın olarak nitelendiriliyordu. Rabi’lerin tutumu, bu kişiler her ne kadar Yahudi olsa da, Yahudi yolunun dışında bir ideoloji izledikleri ve çarpık inançlarının Yahudi halkını kirleteceği yönünde idi. Bu, Yahudilikte yeri olmayan hizip bir mezheptir, dolayısıyla onları kovmalıyız. Bu kovma işini ciddiye alanlardan biri Şaul adlı, Tarsus kökenli bir Yahudi idi. Ne var ki “mektuplarında” daha sonra yazdığı gibi, İsa’nın mezhebine yapılan zulümlere katıldıktan sonra aniden görüş değiştirdi. İsa’nın hayalinde ona göründüğünü ve takipçilerine zulmetmekten vazgeçmeye ikna ettiğini yazdı. Bu mistik karşılaşmadan sonra Şaul sahneden kayboldu ve 13 yıl kadar sonra (M.S. yaklaşık 47-60 yıllarında) misyoner Paul olarak ortaya çıktı. Dünya sahnesine yeniden çıktığında Paul, en deneyimli İsa takipçilerinde bile başta öfkeye yol açan bazı devrimci fikirler ortaya attı. Yeruşalayim’de İsa’nın mezhebi ile dramatik bir toplantının sonunda görüşleri galip geldi: yeni din Yahudilikten ayrılacaktı. Paul bir dizi misyonerlik gezisine çıktı ve dönmeleri yeni dine çekmekte çok başarılı oldu: Hıristiyanlığa. Paul kuşkusuz tektanrıcılığı vaaz ediyordu ama genellikle Yahudi kanununu inkar ediyordu. Kurtuluş, Tora’nın emirlerine uymakta değil, çok daha basitti: İsa’ya “Tanrı’nın oğluna” inançta. Paul çabaları ve ilk müritlerinin hevesi sayesinde Hıristiyanlık büyük popülerlik kazandı. Baştaki başarıları Yahudi olmayan nüfusun Yahudi fikirlerine önemli derecede maruz kaldığı yerlerde gerçekleşti. ROMA’NIN YAHUDİLİĞE KARŞI DUYDUĞU ÇEKİM Daha önce Greko-Romen aleminde Helenizmi Yahudiliğe karşı kışkırtan gerilimden söz etmiştik. Ancak Romalıların Yahudiliğe karşı büyük bir çekim hissettiğini belirtmeyi ihmal ettik. Bu özellikle Neron’un imparatorluğunda Roma’nın çöküşünün başladığı ve düşünceli, akıllı insanların imparatorluğun kokuşma, şiddet ve topyekun ahlaksızlık uçurumuna düştüğünü gördüğü M.S. 1. yüzyıl için geçerlidir. Bu insanlar istikrar, evrensel manevi bir dünya görüşünü aramaya başladı. Gözlerini resmi devlet dininden daha egzotik tapınma şekillerine çevirdiler. Arayışları Roma’ya birçok yabancı dini mezhebi getirdi, özellikle Yunan güneş tanrısı Helios ve Roma güneş tanrısı Sol ile özdeşleştirilen Pers ışık ve bilgelik tanrısı Mitra’ya tapınmayı. Bu mezhep o kadar popüler oldu ki Romalılar haftanın bir gününü Mitra’nın onuruna “Sunday” diye adlandırdı ve güneş tanrısının doğum gününü, Kış Gündönümü ile bağlantılı olarak Aralık sonlarında kutladılar. Devlet tanrılarına sadakat, Roma’nın fethettiği halkların tanrılarını çalma politikasıyla daha da zayıfladı. “Ele geçirilen tanrılar” Roma’ya “ait” oluyor ve resmi panteona dahil ediliyordu. İmparatorluk büyüdükçe tanrıların sayısı çılgınca arttı. Romalı yazar Varro’ya göre Roma’nın 30.000’den fazla tanrısı ve yılda 157 bayramı vardı. Bu tanrıları kim ciddiye alabilirdi ki? Bir başka önemli faktör sürekli yaşadıkları iç başkaldırı ve dış istila tehdidi idi. Onları acımasız bir akıbetin ve vahşice bir ölümün beklediği düşüncesi endişeli ve korkak kılıyordu. Karanlık atmosferi siyasi entrikalar, genel kokuşma ve belirgin ahlaki çöküş daha da karartıyordu. İnsanlar tıka basa yiyor, sonra daha da fazla yiyebilmek için kusuyordu. Bu arada halka açık banyolarda esirler ve ******lerin de katıldığı bitmek bilmeyen seks partileri yer alıyordu. Tarihçi Michael Grant The World of Rome (Roma Dünyası) adlı kitabında (sh.129) durumu şöyle özetlemektedir: “Roma dönemi yalnızca kana karşı kontrolsüz bir şehvet değil, insanın kendi geleceğini şekillendirme gücü ile ilgili olarak kötümserlik ve sinir bozukluğu zamanıydı. Eski tanrıların desteğini talep eden imparatorluk hükümetinin varlığı ve propagandası, her insanın başıboş, her şeyin de tesadüfi olduğu duygusunu ortadan kaldıramıyordu. Sinir bozukluğunun tanrısı Fortune (talih) idi. “Dünyanın her yerinde” der Büyük Pliny, “her saatte, her ses Fortune’u çağırır ve adını söyler... Talihin merhametine o kadar bağımlıyız ki talih bizim tanrımız.” Böyle bir ortamda kişinin rastlantısal ve düşman bir evrende kaybolmadığı, dünyayı düzenleyen ve yöneten tek, güçlü ve sevecen bir Tanrı tarafından korunduğu Yahudi görüşünün ilgi uyandıracağı olasıydı. Ancak Yahudiliğe geçiş her zaman uzun ve zor bir süreç olmuştur. Din değiştirmek isteyen, Yahudi halkına katılmaya duyduğu samimi arzuyu kanıtlamak zorundadır... Bu da kolay bir şey değildir. Buna rağmen tarihi Roma kayıtları Yahudiliğin tutulduğunu -özellikle de Roma ve İskenderiye gibi önemli kültürel merkezlerde- göstermektedir. Melez Yahudi ideolojisinin en iyi tanınan ihracatçısı M.Ö. 20 ile M.S. 50 yılları arasında yaşadığı sanılan Philo Judeas idi. Helenizm tarafından kuvvetle etkilenmiş, Yunan felsefesi ile Yahudiliği birleştirmeye ve bu karışımı dünyaya ihraç etmeye çalışmıştır. Philo çok takipçisi olan verimli bir yazardı. O sırada din değiştirenlerden biri Neron’un yeğeni olduğu söylenen ve sonradan İbranice Tora’yı Aramice’ye tercüme eden Onkelos idi. Tarihçiler Neron’un karısı Pompeia’nın da Yahudiliği seçtiğini ve Marcus Aurelius’un bunu ciddi olarak düşündüğünü söyler. Tarihçi Howard Sachar History of Israel (İsrail Tarihi) adlı kitabının 111. sayfasında nedenler için şöyle bir öneri getirir: “Koşullar son derece uygundu. Eski paganlık çöküyordu ve duyarlı zihinler bunu itici buluyordu. Düzgün hatlı tektanrıcılık ve İbranilerin rasyonel uygulamaları, Helenleşmiş Yahudi yazarlar tarafından dile getirildiğinde büyük etki bırakıyordu. Çok sayıda din değiştiren vardı. Resmi olarak Yahudiliğe değilse bile, en azından Yahudi uygulamaları ve ideallerine doğru.” İmparatorluğun bazı vatandaşları din değiştirdi, çok daha fazlası da Yahudilere karşı sempati duydu diye Moşe’nin dini Roma’yı kasıp kavurdu anlamına gelmez. Nedeni basittir: Yahudi kanunları, kısıtlamaları ve ritüelleri karmaşık ve zordu. Şabat günleri dinlenmek ve kaşerut kuralları gibi bazı emirler çok popüler ve uygulanmaları nispeten kolay olsa da, Yahudiliğin diğer ritüelleri çok uç ve fazla zor görülüyordu. Örneğin sünnet ve her ayın belirli bir döneminde cinsel perhiz. Buna ilaveten birçoğu Yahudiliği belirli bir halkın ulusal dini olarak görüyordu. Yani Yahudi olmak sadece dini bir inanca sahip olmak değil, ayrıca farklı bir ulusal kimliği benimsemekti. Tabii Roma’da doğmuşsanız, Roma vatandaşlığından vazgeçmeyi arzu etmezdiniz. Yudea’nın imparatorluğun en isyankar ve belalı eyaletlerinden biri olması, Yahudilere de genelde kuşku ve düşmanlıkla bakılması işleri kolaylaştırmıyordu. Kuşkusuz bu, Romalıların Yahudi saflarına katılmadan önce iki kere düşünmesine yol açtı. Paul’un sahneye çıkması bu ana denk gelir. PAUL’UN DEVRİMİ Paul’un başarısı Yahudiliğin en çekici yanlarını ve Tora ile yakın ilişkiyi muhafaza etmesi, buna karşı “itiraza açık” bileşkeleri atmasıydı. Paul, İsa’ya inancın Tora kanunlarının yerine geçtiğini vaaz ediyordu, yani Yahudiliğin çektiği Romalıların pek zahmetli bulduklarının. Hıristiyanlığı seçecek Romalılar sevecen bir Tanrı, Tora’nın manevi barış, adalet ve komşusunu sevme görüşlerini benimseyebilecekti. Bir Romalı bu fikirleri, Yahudilerin olduğu gibi “farklı” olmadan benimseyebilirdi. Böylece Paul bu engelleri kaldırdı ve kapakları açtı. John G. Gager Kingdom and Community: The Social World of Early Christianity (Krallık ve Toplum: İlk Hıristiyanlığın Sosyal Dünyası) adlı eserinde şöyle yazar (sh.140): “... Hıristiyanlık Yahudi mirasının bütün avantajlarını koruyordu ama büyümesini engelleyecek yegane iki unsur dışında: ritüel kanun zorunluluğu ve din ile ulusal kimlik arasındaki yakın ilişki. Helen Hıristiyanlık, İsa’nın “kanunun sonu” olduğunu ilan ederek ve kendisini dünyaya “yeni ruhani Yisrael” olarak tanıtarak, Helen Yahudiliğin üç yüzyıl boyunca ektiği siyasi ve sosyal meyveleri toplamayı başarmıştı.” Dindar Yahudilerin, en kötü cinsten bir sapkın Yahudi olarak gördüğü Paul’e karşı çıktığını söylemeye gerek yok. Gerçekten de ona karşı Yahudilerin şikayetleri nedeniyle Paul Roma yetkilileri tarafından tutuklandı, bir süre bir tutuk evinde kaldı ve sonunda M.S. 67 yılında ya da civarında infaz edildi (Yisrael’de Roma’ya karşı Büyük İsyan’ın başladığı yıl). Hıristiyan geleneğine göre Paul ile İsa’nın baş havarisi Peter, Roma Katolik Kilisesi’nin şimdiki merkezi olan Vatikan Tepesi’nde gömülmüştür. Paul’un ölümünden sonra Hıristiyanlık ilerlemeye ve büyümeye devam etti. Yeni din çekirdek teolojisini geliştirmeye çabalarken birçok tartışma ortaya çıktı. Konumuz Yahudi tarihi olduğu için Teslis (Trinity), bakire doğum, diriliş gibi Hıristiyan dogmalarını tartışmayacağız. İlk Hıristiyan Kilisesi’nin çekirdek dogmasını oluşturmasının 300 yıl aldığını ve Yahudi, Yunan ve diğer pagan fikirlerin bir sentezi olduğunu söylemekle yetineceğiz. Hıristiyanlığın büyümesi resmi Roma tarafından direnişle karşılandı. Yeni din fazlasıyla ilgi görüyor, devlet dinini, dolayısıyla da devletin istikrarını tehdit ediyordu. Hıristiyanlık Roma’da kanun dışıydı, uygularken yakalananlar düzenli olarak çarmıha geriliyor ya da Coliseum’da aslanlara yem ediliyordu. Dalgalar halinde gelen bu zulümler (iktidardaki roma imparatorunun hoşgörü seviyesine göre) Hıristiyanlığın daha da güçlenmesine yol açtı. Bu açıdan Hıristiyanlar Yahudilerin Yunan İmparatorluğu’ndaki davranışlarını izliyordu. O zamana kadar kimse- Yahudiler hariç- dini için ölmemişti. Derken aniden M.S. 312 yılında Hıristiyanlığın kaderini değiştiren olağanüstü bir olay gerçekleşti ve Hıristiyanlık bir düzine yıl içinde Roma İmparatorluğu’nun devlet dini haline geldi. Bu olağanüstü olay, Roma imparatoru olacak olan Konstantin’in din değiştirmesiydi. KONSTANTİN Roma tahtı için rakibi ile savaşın gecesinde Konstantin rüyasında İsa’yı ve güneşin üzerinde duran bir haç gördüğünü söyledi. Konstantin hayallere eğilimliydi. Birkaç yıl öncesinde güneş tanrısı Sol’u Galya’da bir korulukta gördüğünü ileri sürmüştü. Bu ikisinin yan yana gelmesi –haç ve güneş- zafer belirtisiydi, Konstantin savaşı kazanınca başarıyı yeni bulunmuş tanrısına atfetti ve Hıristiyan oldu. Oxford bilgini David L. Edwards, Londra Southwark Katedrali Dekanı ve Christianity:The First Two Thousand Years (Hıristiyanlık: İlk İki Bin Yıl) kitabının yazarı, başka bazı Hıristiyan bilginler gibi Konstantin’in din değiştirmedeki samimiyetinden kuşku duymaktadır. Ama bunlar tarihin cilveleridir. Konstantin kısa zaman sonra imparator oldu, başkentini doğuda, Bizans’ta kurmayı seçti ve adına Konstantinopolis dendi. İmparatorluk ikiye bölünecekti. Batı imparatorluğu 5. yüzyılda yıkılacak ama Doğu imparatorluğu bin yıl kadar daha ayakta kalacaktı. Hıristiyanlık böylece yeni teşkilatın, Bizans İmparatorluğu’nun resmi devlet dini oldu. Konstantin Hıristiyanlığa bakışta benzersiz bir tarz başlatmıştı: pagan ve Hıristiyan simgelerini (güneş ve haç) birleştirerek. Sonraki birkaç yüz yılda bu türden başka sentezler ortaya çıktı. Hıristiyanlar Hıristiyanlığı “sevgi dini” ve Yahudiliği “kanun dini” olarak görmekten hoşlansa da, Konstantin’in siciline bakan bir Yahudi şöyle sorabilir: “Sevginin burada işi ne?” Johnson History of Christianity (Hıristiyanlığın Tarihi) adlı kitabında şöyle yazar (sh.68): “Onun (Konstantin) insan hayatına karşı hiçbir saygısı yoktu. İmparator olarak büyük oğlunu, ikinci karısını, en sevdiği kızkardeşinin kocasını ve birçok kişiyi kuşku götüren suçlamalarla öldürdü... Savaş tutsaklarını Trier ve Comar’da vahşi hayvanlara dövüşmeye mahkum ettiği için ve Kuzey Afrika’daki katliamları yüzünden çok eleştirildi.” Kısa zaman sonra zenginlik ve güç için acı bir mücadelenin başlaması işleri değiştirmedi. Hıristiyan kalabalıklar paganlığı kökünden yok etmek için ülkeyi alt üst etti, putları parçaladı, mabetleri yaktı. Johnson şöyle yazıyor (sh.76): “(Kilise) acı çeken, kurban edilen, hoşgörü dilenen bir varlıktan, baskı uygulayıcı, tekel talep eden bir varlığa dönüştü...” Alaycı kişiler devlet gücü haline geldiğinde Hıristiyan Kilisesi’nin haçı kılıca dönüştürdüğünü ve batı dünyasının dinini değiştirme becerisinin mesajlarda değil, yöntemlerde yattığını ileri sürer. M.S. 4. yüzyılın sonlarına doğru resmi hükümetin kanun ve yönetmeliklerle çekingenlik uyandırma çabaları –kalabalıkların terörünün de yardımıyla- Hıristiyanlığı imparatorluğun çoğunluğuna yaymayı başardı. Paganlığın ortadan kaybolmasıyla Yahudilik göze batmaya başladı. Her zamanki gibi yabancı ve ayrı idi ve boyun eğmiyordu. Daha önce inanç sistemlerine saldıran diğer bütün dinlere karşı yaptıkları gibi, yeni teşkilata karşı da inatla direniyorlardı. Bu, William Nicholls’un Christian Antisemitism: A History of Hate (Hıristiyan Antisemitizmi: Bir Nefret Tarihi) adlı kitabında açıkladığı gibi özel bir sorun oluşturuyordu. (sh.90): “... Tanrı’nın ilksel antlaşmaya sadakatine inanmaya devam eden Yahudi halkının dünyadaki varlığı, Hıristiyanlığın İsa aracılığı ile yapılan yeni antlaşmaya inancın yanına büyük bir soru işareti koyuyor. Çoğunlukla Hıristiyan zihninin derinliklerine gömülmüş olan bu soru işareti büyük bir endişe yaratmazlık edemezdi. Endişe çoğu zaman düşmanlığa yol açar.” Kısa bir zaman içinde imparatorlukla yaşayan Yahudiler medeni haklarından çoğunu kaybetti (örneğin bir Yahudi’nin bir Hıristiyan’la evlenmesi ölümle cezalandırılabilecek bir suçtu). Yahudi Yüce Mahkemesi Sanhedrin’in toplanması yasaklanmıştı. Yahudilere karşı çoğu zaman şiddete yol açan vaazlar düzenli olarak veriliyordu. Yahudileri İsa’nın katilleri olarak tanıtma fikri o zamanlar doğdu ama birkaç yüzyıl sonrasında popülerlik kazandı. 7. yüzyılın başında Bizans sendelemeye başladığında –büyük toprak parçaları, hatta Yeruşalayim’i de ele geçiren Pers saldırıları karşısında- imparatorlukla yaşayan Yahudiler çok istikrarsız bir durumdaydı. Yahudi karşıtı yasalar, ağır vergiler, şiddet gösterileri ve zorla din değiştirmeler halkı bezdirmişti. Bazıları Hıristiyanlardan kurtulmak umuduyla evlerine, güvenceye geri döndü. Ama Bizans İmparatoru Heraklius M.S. 629 yılında Yeruşalayim’i geri alınca zavallı Yahudiler vahşice katledildi. Kurtuluş için dua eden bu Yahudiler, kurtuluşun en beklenmedik yerden, Suudi Arabistan’dan “karma bir lütuf” şeklinde geleceğini hayal bile edemezdi. Orada, Mekke’de –Kâbe’deki ünlü Siyah Taş’ın uzun süredir pagan tapınma merkezi olduğu- Muhammed adlı olağandışı bir adam, olağandışı bir mesaj vaaz ediyordu.
kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
14 Ekim 2007       Mesaj #39
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

1000 YILLIK SÜRE

DİNSEL AÇIDAN : PUTPERESTLİKTEN TEK TANRI'YA
EKONOMİK AÇIDAN:İMPARATORLUKTAN FEODALİTEYE...

MEZOPOTAMYADAKİ TORA MERKEZLERİ'NİN 500 YILI


BABİL YAHUDİLERİ

Babil Yahudilerinin öyküsü, Babillilerin eski Asur İmparatorluğu’na karşı seferlerinin parçası olarak Yisrael’e ilk saldırılarının yer aldığı M.S. 434 yılında başlar. Babilliler bu ilk akın sırasında ne Bet-Amikdaş’ı yıktı, ne de Yahudileri sürgüne yolladı. Ancak en iyi ve başarılı Yahudilerin 10.000’ini tutsak almayı başardılar. Bu o sırada her ne kadar bir felaket gibi görünse de hepsi Tora bilgini olan bu parlak adamlar Babil’e varır varmaz bir Yahudi altyapısı oluşturdu. Bir düzine yıl kadar sonra Bet-Amikdaş yıkıldığında, Babil’e sürgün edilen Yahudiler orada bir Yahudi yaşamı sürdürmek için esas olan yeşivalar, sinagoglar, kaşer kasaplar, vb. buldu. Yetmiş yıl sonra Babilliler Perslere yenildiğinde ve Yahudilerin geri dönmesine izin verildiğinde, sadece az sayıda Yahudi geri döndü. Pers İmparatorluğu’nda yaşayan tahmini bir milyon Yahudi’den yalnızca 42.000’i gitti, yani %95’i Pers hakimiyeti altındaki Babil’de kaldı. İkinci Bet-Amikdaş döneminde, M.S. 70 yılında yıkılışına kadar Babil’deki Yahudi cemaati –Yisrael ülkesinde hüküm süren kasırgadan uzakta- gelişmeye devam etti. Gerçekten de burası Yahudi rabinik makamının, Bizans İmparatorluğu Sanhedrin’i M.S. 363 yılında kapattıktan sonra yerleştiği yerdir. Pers makamlarınca resmen tanınan Babil’deki Yahudi cemaatinin başına, Aramice Reş Galusa adı verilmişti. Bunun anlamı İbranice Roş Galut, yani “Diasporanın Başı”dır. Reş Galusa, Kral David hanedanının doğrudan soyundan gelen bir kişi değildi. Yisrael toprağında kral olmadığı halde, hem Babil’deki Yahudi cemaatinin temsilcisi, hem de asil bir statüye sahip biri olarak tanınıyordu. Yahudi cemaatinin Babil’de 1.500 yıldan fazla süren tarihi boyunca yaklaşık 40 kişi bu unvana sahip oldu ve bunların hepsinin ataları Kral David’e kadar uzanıyordu. Bu, Yahudi tarihinde her zaman korunmuş olan asil bir soy çizgisiydi. Sasani Hanedanı Babil’deki Yahudi cemaatinin istikrarı kısmen o bölgenin M.S. 3. yüzyıldan itibaren Pers Sasanileri’nin hakimiyeti altında bulunmasından kaynaklanıyordu. Sasaniler önce Romalıları, sonra da Bizanslıları krallıklarının dışında tutmayı başardı. Böylece Babil Yahudileri Bizans Hıristiyanlarının başka yerlerde verdiği zararlardan korundu. Yahudi bilginliği bu ortamda Sura (Rav olarak bilinen Rabi Abba Ben İbo tarafından kurulmuş olan) ve Nehardea’daki (Babilli bilge Rav Şmuel tarafından kurulmuş ve sonradan Pumbedita’ya taşınmış olan) büyük yeşivalarda gelişmeyi başardı. Babil Talmud’u burada yazılmış, başta Abbaye ve Rava olmak üzere Babil’in büyük rabi’lerini ölümsüzlüğe kavuşturmuştur. Tarihçi Berel Wein, Echoes of Glory (Görkemin Yankıları) adlı kitabında şöyle belirtir (sh.267): “Tahlil ve tartışmalarının etkisi kendini Talmud’u oluşturan sayısız müzakere ve tartışmada gösterir. Gerçekten de Talmud’un bir adı da “Abbaye ve Rava’nın tartışmaları”dır.” (Babil’deki bir başka büyük rabinik bilgin, 5. yüzyılın başında Babil Talmud’unun baş editörü olan Rav Aşi idi.) Bu rabi’ler Yahudi bilginliğinde Amoraim, yani “açıklayıcılar” ya da “yorumlayıcılar” olarak bilinir. Amoraim M.S. 200 yılından yaklaşık 500 yılına kadar yaşamıştır. Onları Gaonim, yani “büyükler” ya da “dahiler” izlemiştir. Gaonim, Yahudi bilginliğinin Babil’de başarının zirvesine ulaştığı bir zamanda yeşivaların başlarıydı. Ama bu tarihten sonra durum değişti. 5. yüzyılın ortasında Pers rahiplerin saldırgan Hıristiyan misyonerlere karşı mücadelesi sırasında Hıristiyanlara karşı zulümler başlatıp Yahudileri de buna dahil ettiğinde işler kötüye gitmeye başladı. Wein şöyle yazar (sh.277): “Babil’de durumunun kötüleşmesi Yahudi cemaati için bir şok oldu çünkü neredeyse bin yıl boyunca Babil’de böyle bir şey resmi olarak yapılmamıştı. Yahudilerin güveni sarsılmıştı.” Bizanslılar saldırılarını sürdürürken Babil bir iç savaşla çalkalanmaya başladı; Reş Galusa’nın infazıyla durum daha da kötüledi. Bu kaosun ortasında Müslümanların 7. yüzyılda Ortadoğu’yu fethetmesi Babil’deki Yahudi cemaatine beklenmedik yararlar sağladı. HALİFE ÖMER Hazreti Muhammed 632 yılında, yerine geçecek kimse bırakmadan ölünce gelişme halindeki Müslüman alemi bölünmeye uğradı. Halifeliğin iki adayı vardı: 1) Muhammed’in kızı Fatma ile evlenmiş olan kuzeni Ali; 2) Müslümanlığı ilk kabul eden kişi olan kayınpederi Ebu Bekir. Bu mücadele iki Müslüman mezhebinin doğmasına neden oldu: 1) Ali’yi Muhammed’in meşru varisi olarak kabul eden Şiiler; 2) Ebu Bekir’i meşru varisi olarak kabul eden Sünniler. Ebu Bekir ve onun yerine geçen Ömer’in takipçileri ilk büyük İslam hanedanı Umayyad’ın kurucuları oldu. Halife Ömer birliğe giden yolun ortak bir düşmana sahip olmaktan geçtiğini anladı ve Müslümanların son derece başarılı olduğu bir dizi fethe başladı. Bu fetihlerin parçası olarak 638 yılında Yeruşalayim’i Bizanslıların elinden aldı. Bu dönemden kalan Bizans evlerinin kalıntılarını görmek için eski Yeruşalayim şehrinde Mabet Tepesi’nin güney ucundaki arkeolojik kazıları ziyaret edebilirsiniz. Hazreti Ömer, fethi takiben 70 Yahudi aileye bu bölgede yer verdi. (O zamanda kadar Bizanslılar Yahudilerin Yeruşalayim’de yaşamasını tamamıyla yasaklamıştı.) Hazreti Ömer Mabet Tepesi’nin tamamıyla çöple kaplanmış durumda buldu. Bizanslılar Yahudileri küçük düşürmek için çöplerin oraya boşaltılması için bir kararname çıkarmıştı. Hazreti Ömer alanı temizletti; güney ucunda (Mekke’ye doğru dönerek) dua etmiş olabileceği ve orada ilk olarak küçük bir caminin inşa edildiği tahmin ediliyor ancak tarihçiler bundan emin değildir. Yeruşalayim’in ele geçirilmesi Hıristiyanlar için büyük bir darbe oldu. Yahudiler ise bunu daha olumlu bir şekilde karşıladı çünkü Hıristiyanlar onlara karşı insafsızca davranmıştı. Hazreti Ömer Persleri yenip de Babil’i alınca Reş Galusa’nın Yahudi cemaatinin başı olmasına hemen izin verdi. Hazreti Ömer Reş Galusa’dan (Bustenay Ben Haninay) öylesine hoşnuttu ki kendisi Pers kralının kızı ile evlenmeye karar verdiğinde Bustenay’ın prensesin kızkardeşi ile evlenmesi için ısrar etti. Böylece kaderin garip bir cilvesinin eseri, Reş Galusa halifenin kayınbiraderi oldu. (Bustenay’ın ölümünden sonra önceki bir karısından olan oğulları Pers prensesi Yahudiliği seçmediğini ileri sürerek ondan doğan oğullarının gayrı meşru sayılması için çalıştı. Bu pek olası değildir çünkü Reş Galusa’nın Yahudiliği kabul etmeyen bir kadında evlenmesi kamuoyunda isyan yaratırdı. Nitekim dönemin Gaonim’i tüm çocuklarının meşru Yahudiler olduğunu kabul etti.) KARAYLAR Babil Yahudiliğinin uzun tarihi boyunca bazen Reş Galusa, bazen de Gaonim daha fazla güce sahip oldu. Her şey siyasi ortama ve kişilere bağlıydı. Ancak genellikle Gaon’un konumu bilgeliğe, Reş Galusa’nınki ise soya (Reş Galusa geleneksel olarak Kral David’in soyundan geldiği için) dayanıyordu. 8. yüzyılda Bağdat’ta Karaylar adlı hizip bir mezhebin doğmasına neden olan, bu soy hakkındaki bir mücadeledir. Reş Galusa Şlomo 760 yılında geride çocuk bırakmadan ölünce yeğenlerinden ikisi, Hananya ve Anan makama göz dikti. Görevi Hananya aldı, Anan ise kendi dinini başlattı. Bu, daha önce görmüş olduğumuz, bir ego probleminin sonucunda doğan bir bölünme örneğidir (mesela Rehoboam ile Yeroboam arasındaki). Anan’ın mezhebi bazı yönlerden Sadusilere benzer bir şekilde başladı. Karaylar tıpkı onlar gibi Sözlü Tora’yı kabul etmiyor, Yazılı Tora’yı kelimesi kelimesine okuyordu (Karay adı İbranice kara fiilinden, yani ”okumak”tan gelir). Daha önce gördüğümüz gibi Yazılı Tora yeterince açık olmadığından Sözlü Tora olmadan bir Yahudi hayatı yaşamak mümkün değildir. Tora “bu sözcükleri evinin kapısının kenarına yazacaksın” diye emrettiğinde, Tora’nın hangi sözcüklerini ya da bütün Tora’yı mı kapının kenarına yazacağınızı nasıl bilebilirsiniz? Bu bölümün Şema duası ile ilgili olduğunu, bir parşömen rulosuna yazılacağını ve kapı kenarına belli bir şekilde iliştirileceğini -mezuza!- açıklayan Sözlü Tora’dır. Tora’yı kelimesi kelimesine okumanın sonucunda Karaylar Şabat’ı tamamıyla karanlıkta geçirmeye ve sinagoga gitme dışında evlerinden ayrılmamaya başladı. Hanuka’yı kutlamadılar çünkü Yazılı Tora’da sözü edilmiyordu. Aynı nedenden etli ile sütlüyü de ayırmadılar. Bu mezhebin pek ilgi çekmediği düşünülebilir. Başta çekmedi de. Ama zamanla Karaylık rabi’lerin fikirlerini gözardı etmek isteyen Yahudileri cezbetmeye başladı, bu da büyük bir kalabalık oluşturdu. Büyük bilge Sa’adiah Gaon devreye girinceye kadar. SA’ADİAH GAON Sa’adiah Gaon başta İnanç ve Görüşler Kitabı olmak üzere yazıları ve Karayları inançları yüzünden yerden yere vuran eleştirileri ile ünlüdür. Argümanları bütün Yahudi alemini ele geçirebilecek olan Karaylığın yayılmasını durdurdu. Karaylık bir an öylesine popülerdi ki 10. yüzyılda Yisrael toprağındaki Yahudilerin çoğunluğu Karay idi. Ancak Karaylar Sa’adiah Gaon’un inançlarının mantığına karşı saldırısından sonra hiçbir zaman toparlanamadı. Sayıları zamanla azaldı ama Sadusilerin aksine hiçbir zaman tamamıyla yok olmadılar. (2. Dünya Savaşı’na kadar Kırım’da geniş Karay cemaatleri vardı. Kendilerini Nazilerden kurtarmaya çalışırken gerçekte Yahudi olmadıklarını ileri dürdüler. Tabii ki onlar da katledildi.) Günümüzde başlıca olarak İsrail’de yaşayan az sayıda Karay vardır ancak sayıma kaçının katılmadığından kimse emin değildir. Nüfusları 7.000 ile 40.000 arasında tahmin edilmektedir. Karaylar çok sofu insanlar olarak bilinir. Dıştan bakıldığında Ortodoks Yahudilerden ayırt edilemezler ama başka Yahudilerle evlenmeleri yasaktır, yalnızca birbirleriyle evlenirler. Sa’adiah Gaon 942 yılında öldüğünde Babil Gaonim dönemi neredeyse sona ermiştir. Resmi olarak son bulması 1038 yılında Hai Gaon’un ölümü ile olur. O zamana kadar çok sayıda Yahudi Babil’i terk etmiş, dünyanın Müslümanlar tarafından fethedilen başka yerlerinde onlara açıklan fırsatların peşine düşmüşlerdir. Özellikle de İspanya’da.

Son düzenleyen we come one; 15 Ocak 2008 07:09
kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
15 Ekim 2007       Mesaj #40
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

MEZOPOTAMYADAKİ TORA MERKEZLERİ'NİN 500 YILI

İSPANYA YAHUDİLERİ


İslam orduları Avrupa’da giderek daha geniş toprak parçaları fethederken Ortadoğu Yahudileri Müslüman Avrupa’da yeni fırsat kapılarının kendileri için açıldığını gördü. En iyi fırsatlardan biri, 711 yılındaki Müslüman fethinden itibaren İspanya oldu. Gerçekten de orada koşullar Yahudiler için o kadar iyiydi ki günümüzde Yahudi aleminin yarısı Sefarad, yani “İspanyol” olarak bilinir. (Diğer yarısı daha sonra Aşkenaz, yani “Alman” olarak bilinecektir. Müslüman İspanya’da Yahudilerle çevrelerindeki Yahudi olmayan dünya arasında bir ortakyaşarlık oluştu. Bir kere Müslümanlar Yahudileri etkiledi. En büyük Yahudi bilginlerden bazıları Arapça yazdı. Ancak karşı etki çok daha büyüktü. İslam aleminin özellikle İspanya’daki büyük başarısının, orada özgürce çalışmasına izin verilen çok sayıdaki Yahudi sayesinde gerçekleştiği şüphe götürmez. YAHUDİLERİN KATKILARI Yahudiler her alanda –ekonomik olsun, entelektüel olsun- katkıda bulundu. Örneğin: · Yahudiler beceri gerektiren zanaatta başarılı oldu. Yahudiler mükemmel dericiler, metal işleyicileri, altın ve gümüş işleyicileri ve kuyumculardı. (Bu becerilerin bazılarının günümüzde var olduğunu görürüz. Yemenli Yahudiler gümüş işleyicileri olarak ünlerini sürdürmekte, Yahudi elmas tüccarları ise dünyanın her yerinde tanınmaktadır.) · Yahudiler bilimlerde, özellikte de tıpta başarılı oldu. Yahudi doktorlar her yerde bulunuyordu. Aralarında en ünlüsü, 10. yüzyılda iki halifenin hekimi olan Hasday İbn Şaprut, İspanya’daki en etkili kişilerden biri olarak görülmekteydi. · Yahudiler ticarette başarılı oldu. Yahudiler o zamanlar büyük rekabet içinde bulunan ve birbirleriyle doğrudan iletişim kurmayan Müslüman ve Hıristiyan alemleri arasındaki aracılardı. Bunun sonucunda Yahudiler Uzakdoğu, Ortadoğu ve Avrupa’ya hakim tacirler haline geldi. · Yahudiler bilimde başarılı oldu. Klasik bilimler Müslümanları büyülüyordu ama Yunanca ve Latince bilmediklerinden Yahudiler bu eserleri Arapça’ya çevirerek boşluğu doldurdu. Yahudiler Arapça metinleri önce İbranice’ye çevirerek, sonra da bunları başka Yahudiler tarafından Latince’ye çevrilmek üzere Avrupa’ya göndererek –Roma İmparatorluğunun dili o zamanlar hâlâ kullanılıyordu- Arap bilginliğinin Hıristiyan Avrupa’da yayılmasına yardım etti. YAZARLAR VE FİLOZOFLAR En büyük Yahudi yazar ve filozoflarından bazıları bu dönemde ortaya çıktı. Üç tanesi özel olarak belirtilmeyi hak eder: · Abraham İbn Ezra, ünlü fizikçi, filozof, astronom ve Tora yorumcusu. · Bahya İbn Pakuda, Kalbin Görevleri adlı, kişinin içsel yaşamının zorunluluklarını inceleyen ve kişinin geçek dini taahhüdünü değerlendiren bir sistem sunan kitabın yazarı (Günümüzde Yahudi etik incelemelerinde son derece popüler olmayı sürdüren bir kitap). · Yeuda HaLevi, Karadeniz ile Hazar Denizi arasında bulunan bir krallık olan Hazarya kralının öyküsü üzerine dayanan felsefi romanın, Kuzari’nin ünlü yazarı. (Hazarya kralı, 8. yüzyılda Hıristiyanlara mı, yoksa Müslümanlara mı katılacağına karar verememiş, büyük bilginlerin dünya dinlerinin faziletlerini huzurunda tartışmasını sağlamış, bunun sonucunda ülkesinin büyük çoğunluğu ile birlikte Yahudiliği seçmişti. Hazarya’nın tarihi 11. yüzyılda Bizans/Rusya koalisyonu tarafından yıkıldığında sona erdi.) HaLevi doğru olduğu rivayet edilen bu hikayeye dayanarak kralın huzurundaki tartışmaları hayal ederek yeniden oluşturmuştur. Kitap günümüzde popüler olmaya devam etmektedir. İspanya’daki Yahudi cenneti Müslüman Berber Hanedanı Almohatların 12. yüzyılda iktidara geçmesiyle aniden son bulmuştur. Almohatlar güney İspanya’yı ele geçirdiğinde Yahudilere üç seçenek sundu: İslam’ı seçmek, gitmek ya da ölmek. O sırada İspanya’dan kaçan çok sayıda Yahudi’nin arasında ünlü Maimonides (çoğu zaman tam adı olan Rabi Moşe ben Maimon’un ilk harfleri olan Rambam olarak tanınır) de vardı. (Birçok ünlü Yahudi’nin isimlerinin ilk harfleriyle tanındığını fark etmiş olabilirsiniz. Bunun nedeni, Yahudilerin soyadlarının bulunmamasıdır. Daha ileriki tarihlerde Hıristiyan vergi memurları tarafından zorlanıncaya kadar soyadı kullanmadılar. Yahudiler ilk adları ve babalarının adı, bazen kavimsel adları, Koen ve Levi gibi, ya da geldikleri yerin adı ile anılır, dolayısıyla bu kadar çok ismi baş harflerini kullanarak kısaltmak daha kolay olurdu.) MAIMONIDES Maimonides, Moşe ben Maimon olarak ünlü bir rabi ailesinde 1135 yılının Pesah akşamında Kordoba’da doğmuştu. Soy ağacında Kral David ve Mişna’yı derleyen Rabi Yeuda HaNasi’nin adları yer alıyordu. İlk öğretmeni babası, Yahudi bir hakim olan Rabi Maimon ben Yosef’ti. Ona sadece Talmud’u değil, matematik, astronomi ve felsefenin de temellerini öğretti. Ailesi İspanya’yı terk etmeye zorlandığında Maimonides yalnızca 13 yaşındaydı. Uzun yıllar boyunca vatansız olarak dolaştıktan sonra –bu yolculuklar sırasında babası öldü- Maimonides ile kardeşi David sonunda Mısır’da Kahire’ye yerleşti. Değerli taş ticareti yapan kardeşi aileyi geçindirirken Maimonides Tora eğitimini sürdürdü. David bir deniz yolculuğunda hayatını kaybedince de yük Maimonides’in omuzlarına bindi. Maimonides Tora bilgisinden ötürü para almayı reddetti, dolayısıyla hayatını kazanmak için kendi kendine tıp öğrendi. Kısa zaman sonra iyileştirici olarak öylesine ün kazandı ki Kahire’de Sultan Selahaddin’in sarayına hekim olarak atandı. Kahire’nin baş hahamı da seçilmişti. Ancak Mısır’da yaşamaktan memnun değildi. Çıkış’tan sonra bir Yahudi’nin Mısır’da yaşaması kanuna aykırıydı; bu yüzden imzasını “Mısır’da yaşayarak Tora’nın emirlerini her gün ihlal eden Moşe ben Maimon” diye atıyordu. Ünlü bir hekim ve iyileştirici olmanın yanı sıra, verimli bir yazardı. Muazzam eserleri arasında –Arapça dile getirilmiş ama İbranice harflerle yazılmış- dört tanesi en ünlüleri olarak dikkat çeker: Mişna Yorumları – Mişna hakkındaki açıklamaları Mişne Tora – Talmud’daki tüm hukuki kararlar hakkındaki kitabı (Yad Hazaka olarak da bilinir) Zihni Karışmış Olanların Rehberi – Tora’nın görünürdeki çelişkili öğretilerinin aslında bir bütün olduğu hakkındaki açıklamaları Gelecek Dünya Hakkında Söylev – İnancın 13 İlkesi’ni de içeren Mesihsel Çağ hakkındaki açıklamaları (bu söylev Sanhedrin Risalesi 10:1’in girişinde yer alır). (Miamonides’in yeni ufuklar açan çalışmalarından kilit alıntıların çevirileri için Avraham Yaakov Finkel’in The Essential Maimonides (Temel Maimonides) adlı eserine bakabilirsiniz.) Maimonides’in yazıları o dönemde son derece tartışıldı. Beyanlarından bazıları radikal bulunuyor, bazıları ise anlaşılamıyordu. Eserleri yasaklandı ve ölümünden sonra 1233 yılında rabi’lerin kışkırtması sonucunda yakıldı. Ancak bundan dokuz yıl sonra Fransa kralı IX. Lui Talmud’un yakılmasını emrettiğinden Yahudiler bunu Maimonides’in eserlerini yaktıkları için Tanrı’nın “göze göz, dişe diş” cezası olarak yorumladı. Cezayı ve yakmayı başlatan Rabi Yona Gerondi pişmanlık duymaya başladı ve Maimonides’e karşı beyanlarından ötürü bir tür özür olarak Şa’arei Teşuva “Pişmanlığın Kapıları” adlı kitabı yazdı. Maimonides’in eserleri günümüzde bütün dünyada kabul ve saygı görmektedir. Gerçekten de Maimonides Yahudi aleminde Rişonim yani “İlkler”in en önemlilerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bu Yahudi bilgeler grubu, daha önce sözünü ettiğimiz bilgeleri izler: Mişna’da adı geçen Tanaim ya da “Öğretmenler” (M.Ö. 200’den M.S. 100’e) ; Gemara’da adı geçen Amoraim ya da “Açıklayıcılar” (200 ile 500 yılları arasında); Talmud sonrası Babil Akademileri’nin ustaları olan Gaonim ya da “Dahiler” (500 ile 1038 yılları arasında). Rişonim (1038 ile 1439 yılları arasında) Yahudi bilginliğine önemli katkılarda bulunmuştur. Maimonides’in yanı sıra Rişonim’lerin en ünlüleri arasında, dünyanın isminin ilk harfleriyle tanıdığı Fransız rabi Solomon ben Isaac – Raşi- yer alır. RAŞİ Burada şöyle bir soru sormak mümkündür: Fransa’ya kaç Yahudi gitti? Bazı Yahudiler 1000 yıl kadar öncesinden, Roma İmparatorluğu’nun uzaktaki ileri karakol mevkilerine yerleşmişti. Bu Yahudi yerleşimleri uzun süre boyunda küçük kaldı. Genişlemeleri kaderin ilginç bir cilvesi sonucunda oldu. Yahudi geleneğine göre Frenklerin Kralı Charlemagne, Yahudilerin Müslümanlara ne kadar yardımcı olduğunu gördü ve halifenin ona birkaç rabi göndermesini istedi. Rabi’ler geldikten sonra başka Yahudilerin onları izleyeceğini biliyordu. Buna ilaveten Yahudiler, dindaşlarının onları geri almak için büyük paralar ödeyeceğini bilen korsanlar tarafından sık sık kaçırılıyordu. Küçük bir Fransa Yahudiler grubu, Rabi Nosson HaBavli’yi kurtarmak için, gelmesi ve Fransa’daki cemaatlerinde bir yeşiva kurması şartıyla çok para verdi. Fransız rabi’lerin en ünlüsü olan Raşi, 1040 yılında Solomon Ben Isaac olarak Fransa’da doğdu ve Almanya’da yeşiva’ya gönderildi. Öğrenimini tamamladıktan sonra Raşi Fransa’ya döndü ve doğduğu yer olan Troyes’a yerleşti. Tıpkı Maimonides gibi Tora bilgisinden ötürü para almayı reddetti ve hayatını sahip olduğu bağlar sayesinde kazandı. Raşi’nin tam bir ansiklopedik Tora bilgisi vardı. Metni okurken karşısına çıkan en aşikar sorulardan bazılarını yanıtlamayı görev bilirdi. Günümüzde Tora’nın çok sayıda baskısının, metnin yanında onun açıklamalarına yer vermesinin nedeni budur. Raşi’nin yaptığı bir başka şey, bütün Babil Talmud’u hakkında bir yorum yazmak oldu. Günümüzde bu yorumlar Tora’nın neredeyse her sayfasındaki “iç” marjda yer alır. Raşi’nin açıklamalarını vazgeçilmez buluruz çünkü Sinay Dağı’ndan uzaklaştıkça Yahudi kanunundaki nüansları anlamak giderek zorlaşır. Raşi’nin oğlu yoktu ama Talmud’u öğrettiği iki çok ünlü kızı vardı: Miryam ve Yoşeved. Raşi’nin kızları büyük bilginlerle evlendi ve büyük bilginler doğurdu. Raşi’nin damatları, öğrencileri ve torunları Ba’alei HaTosefot, “Toplama Ustaları” olarak bilinen bir bilginler grubu oluşturdu. Ba’alei HaTosefot, Talmud’a yorumlar ilave etti. Bu yorumlar her Talmud sayfasının “dış” marjında yer alır. Bu grubun en tanınmış kişisi Raşi’nin torunu Rabi Yaakov ben Meir, ya da Rabbenu Ta’am’dır. Raşi 1105 yılına kadar yaşadı ve Avrupa Yahudileri’nin yaklaşık %30’unun katledildiği ilk Haçlı Seferi’nden sonra hayatta kaldı. Yahudi geleneğine göre Haçlı Seferi’nin liderlerinden biri, Fransız asilzade Godfrey de Bouillon’la görüştü. Godfrey Kutsal Topraklar’ı Müslümanların elinden kurtarmak için Haçlı Seferi’ne çıkarken Raşi ona başaracağını ama yalnızca iki atla geri döneceğini söyledi. Buna karşı Godfrey, Raşi’nin kehaneti yanlış çıktığı takdirde dönüşünde onu öldüreceğine ant içti. Godfrey Haçlı Seferi’nden yalnızca üç atla geri döndü ama Troyes şehrinin kemerli kapısından geçerken, kemerin kilit taşı düştü ve atlardan birini öldürdü. Gelecek bölümde Godfrey de Bouillon’un Haçlı Seferleri’nde oynadığı rolü ve tarihin bu utanç verici dönemini ele alacağız.



Benzer Konular

24 Şubat 2012 / Misafir Din/İlahiyat
23 Ağustos 2016 / Misafir Din/İlahiyat
27 Haziran 2012 / GusinapsE Din/İlahiyat
12 Mayıs 2014 / Mystic@L Din/İlahiyat
18 Ağustos 2013 / Mira Din/İlahiyat