Arama

Kahraman Tazeoğlu - Sayfa 4

Güncelleme: 7 Ekim 2017 Gösterim: 129.401 Cevap: 55
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Kasım 2007       Mesaj #31
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KENT ŞİİRLERİ – 5

Sponsorlu Bağlantılar
AŞK GEÇİKMİŞ BİR MUTLULUKTUR

Gün devrildi
Koca bir yürek kaldı altında
Oysa gölgeli bir parantezdi günler
Yüzünün deltasında
Pazartesiden cumartesiye
Aşk aynı gün ölmekti belki

Son tren çığlığında
İstanbul çeker giderdi içimden
Kırık zarlar kalırdı geriye
Ve ben
Saçlarımdan başlardım yaşlanmaya

Bazen öyle güzel susardın ki
Ağzımdan koparılan bir çığlıkla
Eklenirdim sessizliğine
Yaralı sandallar geceye açılırdı
Yüzün habersiz kopuk bir kirpik taşırdı
Düşürmenden korkardım
Solcu bir kız gibi bakardın
En mavi yanlarıma
Tutulur kalırdım

Aşk gecikmiş bir mutluluk oluyor
Aşk engelli yüreklere
Ve meleklerin aşık olduğu çocuklar
Hala erken ölüyor buralarda
Biliyor musun
Bazen acıyorum bu şehre işte bu yüzden

Vatan caddesinde
Her gece bir, sarhoş ölüyor
Sen giderek yaklaşıyorsun
Şiir gecelerime
Yasak denizlerde yüzüyoruz oysa biz
-kulaç atmayı bilmeden-
Sense bana eski bir şarkıyı dinletiyorsun
“bir hadise var kimse bilmiyor”

Yalnızlık düğümlenip sen çözülmek
Ne garip şey

Ben ölürüm şehirler geçer içimden
Zaman gözlerinde durur
Karanlığı yarınca bıçkın bir otomobil farı
Şehrin camlarından yansız ışıklar
Şubat gözlerinde iki yıldız olur
Dokunamam
Yeni yetme ürkülerin var şimdilerde

Hüznünden yapıla şen
Kahkahandan tanırım seni
Bir de içindeki kırık aşklardan
Ki içinden kusamadıkların
Beni zehirler en çok
Çünkü yanlış insanlara ağladığın
Geceler saklı bu kentin koynunda
Sonra
Sana uzak bir radyoda anlam bulur sesim
Sesim ki
Şehla bir üveylik yavrusuyla kazınmıştır
Bu kentin duvarlarına, kaldırımlarına

Bir martı ölür İstanbul kadar
Bir İstanbul kadar ölürüm
Ve şehir çürür içimde
Sancılı bir sokak kalır sana

Sanırım uykun geldi
Çünkü gözlerim kapanıyor
Bu intiharlar daha ne kadar saklanır bilmem

Ey benim yangınlar ortasındaki fesleğenim
İşte böyle geçiyor günler
Sonra bir gün daha devriliyor
Koca bir yürek kalıyor altında

Bir susuşta sen oluyorum
Seni gözlerinden seviyorum

kahraman tazeoğlu'nun "ölü bir kentin morg alfabesi adlı kitabından

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Kasım 2007       Mesaj #32
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KENT ŞİİRLERİ – 6

Sponsorlu Bağlantılar
Daha az kanarım
Geldiğin kadar gidersen
Ki bir gün gideceksin
Bende kaldığını bilmeden

kahraman tazeoğlu'nun "ölü bir kentin morg alfabesi adlı kitabından...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Kasım 2007       Mesaj #33
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KENT ŞİİRLERİ – 7

… Ve hep uçurum kenarlarında
Gülümsüyordun bana
Nicedir kendimi biriktiriyorum
Her şey aşka varır diyerek
Ve utanmadan
Ağlayabiliyorum artık gidişlerine

Bir tek sen çıkıyorsun şehirden
Tüm kalabalıklar yalnızlaşıyor
İçi boşalmış bir kente
İçtiğim antları kusuyorum
“yanındayım” diyorsun en yanım
Bayramlanıyor
Geceleri molasız geçiyorum şehirleri
Bir aşka bir ölüm yetmiyor bu çağda
Gecemin en zifiri yanını kemiriyor
Bir sırtlan
Ve leşim bir aşkı kusmaya ant içiyor
Sönmüş olsa da

Gölgeme bile sözüm geçmiyor artık
Oysa ben şehir çocuğuyum
Yani yorgun
Her karanlık bir kent kursa da bana
İçinde ellerin olmayan her şey
Sadece kalabalık

Bilir misin yanımdaki
Düşler kırılarak çoğalır
Ve yoklaşarak azalmak
Bir varoluş şeklidir çaresizliğin
Elleri tütün kokulu gece yalnızları
Nikotin biriktirir gece nöbetlerine
Bu yüzden bütün çay bardaklarına
Dudak izim bulaşıyor
Buralarda ölmek ve gülmek arasında
Fark kalmamış
Sürüyorum kendimi
Büyük sevdalarını
Küçük korkulara yedirtenlerin şehrinden

Ömrüm!
Kendine saklı bir kent bul
Yarin gözlerinden yapılmış

kahraman tazeoğlu'nun "ölü bir kentin morg alfabesi adlı kitabından
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Kasım 2007       Mesaj #34
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KENTLER ŞİİRLERİ – 8

KENTLER ŞAİRLER İÇİN VARDIR

Düşünce suçum olduğun günlerdi
Ölmeden gömdüğün sevdalarınla gelirdin
Gece çöktüğü her şehri öperdi sonra
Saçlarıma kara yağardı
Zamanında doğmadı mı güneş?
Tomurcuklanan her çiçek ölüme açardı
Ve ben
Bildiğim bütün sokaklarda kaybolurdum
Sense bir ihtilali kuşanırdın
Düşerken tutunduğum
Uçurum gözlerine
Ucu deniz bir ölüm olurdu yaşamak

Şehir çürürdü dalgınlığımdan
Şehir üşürdü
Eminönü’nde sen üşürdün
Bense dalıp dalıp kendime giderdim
Çocukluğum tırnaklarımın arasında
Kaybolurdu
Titreyerek ve
Kusarak yürürdüm kalabalıklarda
Her kavşakta
Eski bir cehennemliğin defterinden
Giderek korkunçlaşan
Bir sayfa koparırdım
Cinayete kurgulu
Çıkmaz sokaklarında bu kentin
Soysuzlaşırdı bütün patronlar

Sen ölürsen bu düşte
Bil ki önce beni gömecekler
Oysa biz hep birbirimizi kaçırırız
Bu kentte ikimize sığınacak tek zindan var
Ve bilmeden sorar şarkılar
“zindanlar neye yarar?”
Arabesk bir hüzün yerleşir yüzüme
Unutkanlığıma pazarlar kurulur
Kavgamı satar birileri

Yazdan kalma bir kış ölüsüyüz ikimiz
Zaman alnımızda bilenen kör bıçak şimdi
Ve bilir misin ayrılmak vazgeçmek gibidir
Çünkü hayat olduğu gibidir
Olması gerektiği gibi değil

Sonra seni terk eder
Beni unutmalara yattığın sinemalar
Kıvrık bir solucan gibi dururken
Adının ilk harfi beynimde
Git gide yalnızlaşan bir Kudüs olurum
İçini boşaltsam ölür kent
İçinde insanları öldürüyorken

Şimdi herkeste sana aşık oluyorum
Küs bakışlı bir intihardan sakınırken seni
Mavi bir vurgun yiyorum

Öfkeme İstanbul musun nesin
Bir asansörden “gitme” bakıyorsun
Bu kentin
Bütün asansör boşluklarına düşüyorum

Zaman rüzgarı
Üstünden geçtiği her şeyi unutturuyorken
Ben seni kendim emrediyorum


kahraman tazeoğlu'nun "ölü bir kentin morg alfabesi adlı kitabından
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Kasım 2007       Mesaj #35
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KENT ŞİİRLERİ – 9

MAYIN

Mayınlı bir sevda tarlasındayız
İkimiz de yasaklıyız
El ele ve korkarak yürüyoruz
Korkumuz basacağımız
Her adımda yeniden başlıyor
Oysa mayınlar
Ayağımızı kaldırınca patlıyor


kahraman tazeoğlu'nun "ölü bir kentin morg alfabesi adlı kitabından
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Kasım 2007       Mesaj #36
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KENT ŞİİRLERİ – 10
GECE GEÇİLEN ŞEHİRLER IŞIK SELİ GİBİDİR

Acılar, büyütülerek unutulur sevdiğim
Yüzünden kopunca bir buzul çığlık
Ellerin buz tutmuş iki yarım şarkı olur
Ve ben
Yoksulluk kokulu bir gidiş bırakırım sana
Beni adresime sorsun esmer bakışların
Dönsen de bulamazsın nasılsa, gitsen de
Kentlerden sakındığım
Bekçi duruşlarımı ara

Emaresi boldur sokakların
Sol omuz başımdaki
Kokundan yakalanırım
Sokul ki geceme avuçların ıslanmasın


Saat başlarını beş geçer yelkovanın
Senle zamansızım, amansızım
Senle büyük susarım
Kendime yenilirim her kavgada
Sonra koca ağız bir çocuk olurum

Bütün trabzanlardan kayarım
Bütün köprülerden sarkarım
Yüzüm kente sürülür
İçime sesin kaçar
Ben seni ağlarım

Aşılmak ölümdür
Sanki hiç ölmedik
Tanrının
Göğsümüze taktığı bir nişandır ölüm

Teneşirlere yatırılıyor şimdi ellerim
Sana uzanmaktan yargılıyım

Hırçın bir iklimin sır girdabısın
Seni anlamak kendine çelmeler takmaktır
Ve kendini affetmesi her seferinde
(bazen beni affedebiliyorum İstanbul )

Zehir yüklü bir mektup var
Dalgakıranlarımda parçalı bulutlu durur
Sana kent şiirleri biriktirdiğim bir gecede

Çok eşli bir yağmur başlar
Kentin en dövüşçü çocukları ağlar
Bilirim dışarıda yağmur varsa
Sen uzaklarda ağlıyorsundur
Ağlama ki gülmesinler bize
Bak sen seviyorsun diye var sonbahar
Her mevsim gelişine söz veriyor
Saçlarına fısıldıyor
Saçlarına
Bana bir pencere açmadığın saçlarına

Sensizliğe alışmak
Bir bozgun ağırlamaktır içinde biliyorum
Örtülerine unutma beni çiçekleri takıyorum
Şimdi yaşama hakkım sana
Gel de yağmurumdan iç
Seni seviyorum…


kahraman tazeoğlu'nun "ölü bir kentin morg alfabesi adlı kitabından
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Kasım 2007       Mesaj #37
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Uyandığımda ağır ağır ilerleyen bir otobüsün içinde buldum kendimi. Ölü bir kentte, yıkıntılar arasında yol alıyorduk. Başım cama yaslıydı. Uyuyakalmıştım. Bir an o cama başka alınların da yapıştığını düşünüp tiksindim. Neden bu otobüsün içindeydim? Hafızamı zorluyorum ama hiçbir şey hatırlamıyorum. Arka koltukların birinde uyuyakalmışım işte. Nereye gittiğimi bilmiyorum (ya da nereden geldiğimi). Birden otobüsün içinde benden başka hiç kimsenin olmadığını fark ettim. Şoför mahalline doğru baktığımda ise dehşete kapıldım.
Aracı kullanan kimse yoktu. Otobüs kendi kendine ilerliyordu...
Tanrım bu bir rüya olsa gerek dedim ve oturduğum yerden kalkmaya çalıştım fakat başaramadım. Çünkü vücudumun hiçbir uzvunu oynatamıyordum. Sadece gözlerimle etrafa bakabiliyordum.
Otobüs kirli gri bir kentte ilerlemeye devam ediyordu. Dışarıda kimseler yoktu. Peki şimdi hiçbir sokağını tanımadığım bu şehirde ve bu otobüste ne işim vardı?


Bedenim hiçbir sarsıntıyı hissetmiyordu.
Uyuşukluk hali geçiriyor olsam bunu da hissederdim ama hiçbir yanım karıncalanmıyordu. Zihnim bomboştu. Sanki hiç yaşamamıştım ve bu dünyaya ait biri değildim. Yok yok bu bir düştü ve ben birazdan uyanacaktım.
Yine de düşün sonunu merak ediyordum. Eğer düşün sonunda değilsem göreceğim bir şeyler var demekti. Nasıl olsa bir yerde uyanırdım düştü bu...


Dışarı baktım. Geçtiğimiz duraklar bomboştu. Hiçbir tabela yoktu şehirde. Ortalık pusluydu. Işık ne vardı, ne yoktu. Güneş hiç yüzünü göstermemiş gibiydi şehre...
Otobüsün daha da yavaşladığını hissettim ve görebildiğim en uzak noktaya bakmaya çalıştım. Bir durağa yaklaşıyorduk ve durakta bir karaltı vardı. Daha iyi görebilmem için otobüsün biraz daha yaklaşması gerekiyordu. Tam o sırada dizlerimin üstünde duran dosya kağıtlarına takıldı gözüm.


Üzerine bir şeyler yazdığım kağıtlardı bunlar ve bir tanesi dizlerimden kayıp düşmek üzereydi (Sanırım bir şeyler yazarken uyuyakalmıştım).
Kağıtta ne yazdığını okumaya başladım.

... ve koridor içime batarak uzamaya başladı.
Beni çocukluğuma götüren her şey, eski ve yıkık bir duvarın dibinde, kırık dökük anılara sargın duruyordu. Okul duvarları gibi soğuk ve nemli, bir arka bahçe hüznü kadar iticiydi her şey. Teras, rüzgarları besliyor ve içimi ılıyordu.


Seni ilk gördüğümde dünlerinden bozma uçurumlarını gizliyordun yüzünde. Bir şeyleri saklarcasına gülüyordun. Yalnızlığına kalkan yapmıştın geçici kalabalıkları. O çok konuşmaların içinin susuşlarındandı. Ağlamak özneli gülmelerini biriktiriyordun yüzünün deltasında. Ve hüzün örtülü bakışların geçtiğin her koridoru imzalıyordu...

Benimse sırtımdaki kambur biraz daha büyüyor ve bir sırtlan kemiriyordu beni ince ince. Terastaki o hoş esintiyi istiyordu yüzüm ama sırtlanım buna izin vermiyordu.


Her hamlede bir parçam daha eksiliyordu.
Beni yiyip bitirdi bu lanet hayvan!
Şehrin bütün otobüs duraklarına numaralı şiirler asıyorum.


kahraman tazeoğlu'nun "ölü bir kentin morg alfabesi adlı kitabından
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Kasım 2007       Mesaj #38
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bak Annem yine beni dövmekten dönüyor. Bağrından kaşar peyniri çıkarıyor çocuklarına sakladığı. Annem temizliğe gidiyor, sonra gelip beni dövüyor. Suçlarımı hiç hatırlamıyorum.


Kafamda 6 tane dikiş dans ediyor. Oysa babamın beni ayaklarımdan tavana astığı gün ne çok istemiştim annemin gelip kurtarmasını. Babam bana dünyayı tersten göstermişti. Sizin hiç göz yaşlarınız alnınıza aktı mı? Off! Sırtlan kamburumdan bir parça daha kopardı. Hep kendi düşlerimden vuruluyorum. Kaşlarım dağılıyor sensizlikten. Uzak bir coğrafyadasın biliyorum. Bu konuştuğum, yabancılaştığım hangi yanın acaba? Bu olsa gerek diyorum hayatın en düş yanı. Seni düşlerimde çoğaltıyorum. O kadar çoksun ki bende, senlerde kayboluyorum çoğu kez. Seni benimle, beni seninle karıştırıyorum.


Bir keresinde terlerimiz de karışmıştı böyle. Sonra gözlerine bakıp “aslında ne kadar bensin bir bilsen” demek istemiştim fakat koridor karanlıktı ve ben ışığı yakmadan tuvalete gidemiyordum. Korkuyordum hayaletlerden. Geceye çiş biriktirip damarlarımı çatlatıyordum. Uzun, karanlık bir koridor beni yutmak için bekliyordu ve ben annemin yatak odasına korkularımı asıyordum. Bir keresinde hayaletlerimden biri sırtıma dokunmuş ve “mevsimsiz, pek mevsimsiz korkuyorsun” demişti. O geceden beri sırtımdaki kambur durmadan büyüdü, o kadar kocaman oldu ki sırtlan bile beni kemire kemire bitiremiyor.


Hayaletlerden korunmak için en iyi kalkan yorgandır. Kafanı yorganın içine iyice gömeceksin ki sana dokunamasınlar. Korkma! Sabah Kafka’nın hamam böceğine dönüşmezsin. Terasta seni öptüğüm gün bir ömrün küllerini taşıyordum ceplerimde. Duvarın dibindeydik. Yaşamın dibine geçmiştik ama sırtlan uyuyordu düşümde. Korkularım uçurumlarındandı. Hem geceye, terasa ve mutsuz yıldızlara aldırmıyorduk, hem de onlardan yapılma bir oyunu oynuyorduk.
-Üşüdün mü?
-Yanımdasın, nasıl üşürüm?


kahraman tazeoğlu'nun "ölü bir kentin morg alfabesi" adlı kitabından
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Kasım 2007       Mesaj #39
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Köhne bir evde 25 mumluk cılız ampuller yanardı... Kıştı... 7 kardeş küçük bir elektrik sobasından nasiplenirdik. Sırtımıza karlar yağardı önümüzde baharlar açarken... O zamanlarda kanımı içen bitlerim vardı.


Saçlarımın arasından çeker çeker iki tırnağımın arasında çıtlatırdım. Kan izleri dururdu ellerimde. Cinayete uygun, yeni sirkelere sığınak olurdu sıcak şakaklarım. Sonra annem kafamıza gaz döker, bizi okula yollardı. O zamanlar adının ilk harfi beynimin içine bir solucan gibi kıvrılmamıştı daha. Ne zaman gözlerimi uzaklara yatırsam, aklıma sinema salonlarında uyumak gelirdi. Benim kimsesiz sahillerim vardı. Sonra ölü bir balıkçı uğradı oraya. Mor cesedini yeşil bir brandaya sardılar. Gördüğüm ilk cesetti o, sonraları hep rüyalarıma girecek olan. Onu televizyondaki beyin nakli yapılan adama benzetirdim.


O zamanlar aşkı hiç bilmiyordum
Aşk olsundu
Aşk ölsündü
Biliyorum düş’tü
Sonra düştü...
Çirkin ve hüzünlüydüm hep. Utanıyordum çirkinliğimden.
Saçlarım alnıma düşsün istiyordum. Zenginler gibi giyinemiyordum ama varoş çocuğu da değildim. Delikanlı kentler büyümüyordu içimde. Bir sonbahardı. Ölü bir kenti ikindi uykusuna yatırırken dalgın fesleğenler içinde unuttular beni.

Balkonumda uyuttuğum ölü sardunyam faili meçhul bir yangına kurban gitti... İntikamını hiç alamadığım... Bu kentte herkes yalancı. İki kişi, bir üçüncüyü ezince mutlu oluyor hep. Ve rüzgarlar utangaç bir kız gibi kaçışırken yollarımdan, aşk bol virgüllü bir cümle oluyor usumda. Senin kirli duvarlarına şiir yazmamaya yeminler ediyorum. Durgun ve yorgunum. Kimliğime ekleyin! Öykünülesi bir duruş bulamadım kendime... Satılık kelimelerden yola çıktıkça içime batıyor, içime battıkça kendime yabancılaşıyorum... Alnımda parçalanıyor künyem... Şehrin en dalgın düş satıcıları sarhoş şarkıları söylüyorlar bana.

Ama bakın size yemin ediyorum ki annemin ninnilerini hiç unutmadım ben. Kulağıma çakılı duruyor en anne sesiyle...


kahraman tazeoğlu'nun "ölü bir kentin morg alfabesi" adlı kitabından
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Kasım 2007       Mesaj #40
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Zaten her şeyi içimden söyleyebiliyorum, sesim yok. Beynimdeki uyuşukluk giderek artıyorken kız bana doğru yaklaşıyor. Aman Allahım tam karşımda duran ters koltuklardan birine oturdu ve gözlerimin içine bakıyor. Nereden tanıyorum bu kızı diye düşünürken birden beynimde sesini duyuyorum.
-Ne çabuk unuttun beni!
Dudakları kıpırdamıyor. Sesi beynimden geliyor. Bu ses kimindi?
-Demek sesimi bile unuttun ha!
Olamaz bu kız düşüncelerimi okuyor.


Şimdi ben ne düşünsem bilecek. Kafamda hiçbir düşünce geliştiremeyeceğim. Her şeyden haberi olacak.
-Her şeyden haberi olmayan tek kişi var o da sensin burada...
-Seni hatırlamıyorum
-Niye hatırlamıyorsun? Beni sen bu hale getirdin. Şimdi hatırlamaman tuhaf değil mi sence?
-Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum!
-Oysa ben şimdi çok şey biliyorum ve senin beni dinlemekten başka hiçbir şansın yok. Bunca zaman hep sen konuştun çünkü, hem de yazarak konuştun.


ÖLÜ BİR KIZA MEKTUPLAR YAZDIN. Beni sen öldürdün! İçinde işledin bu cinayeti.
Senden kalktı cenazem. Beni ölü yıkayıcıların eline bıraktın. Hortumlarla yıkadılar beni sen uyurken. Saçlarım ıslak kaldı “nasıl olsa artık hastalanmayacak” dediler. Tabuta koydular ve gittiler. Sırtım tahtalara battı da şöyle güneşe doğru çeviremedim kendimi. Bilirsin ben güneşi çok severdim. Sonra beni sokaklarda dolaştırdılar “Onun kenti burası. Bak, senin gibi nice tabutlular var burada” dediler. Evet içinde öldürdüğün ben, hiç dışarı çıkamayacak.


Senin kentinde çürümeye mahkum oldum. Bunu da yaptın işte bana. Ölü bir kıza mektuplar yazdın şimdi onlar dizlerinde duruyor ama sen dokunamıyorsun bile.
Ve bir kağıt daha düştü dizlerimden.

Uçurumlardan yukarı doğru düşüyorum nicedir. Şizofren bir bakış yerleşince yüzüme, delirebilmeyi deniyorum çoğu kez.
DELİREMİYORUM...
Alçakların dansına alkış tutmak bana göre değil ama ********ce yaşamaktan geri kalmadığım yıllarımdan utanmak intihar sınırlarına taşıdı beni çokça...


Cesetten bozma kadınları ve kiralık aşkları taşıdım kamburumda. Bir vagon daha eklerken ağrılarıma kentin çocukluğuma giden çıkışlarında kayboldum. Kırık pencere pervazları oynaşıyorken gözlerimde, çocukluğumun kimsesiz kıyılarında senden arta kalan kelimeleri topladım. “Şehir gözlü kadınım” dedim sana...
ÇIĞLIKLARIMDAYDIN...
Sana üşüdüğüm sonlar sonu bir iklimin ayazında, bütün kuytularımı bu şehre gömdüm... Seninle ezberimin en yitik yerlerini sınadım kaç kez...


Ve gidişlerine susarak, en kalabalık yanlarımda ağrıyan yalnızlığı kundakladım.
Gülüşünü katarak sessizliğime, sarhoş adımları gibi yalpa vurdum kent yağmurlarına.
-Off, alın şu sırtlanı sırtımdan-
Sensizlik ve sessizlik yüklü sesim, batık bir Eylül gemisi hüznüne bulanıyor. Her yerim kanıyor ama bir tek yüreğim acıyor. Hırçınlığım vurgunluğumdan mı bilmiyorum ama hayat hep olduğu gibi, olması gerektiği gibi değil... bir ihtilali kuşanmak yorgunluktan mı gelir yoksa yorgunluğa mı gider kim bilebilir?


Eylül gülüşümdü
Gülüşüm Eylül’dü
Düştü
İçinden şiirler geçiyor gözlerinin. Bana sormadan beni kendine armağan edişin geliyor aklıma. Sonra beni tüketişin, benim seni keşfedişim. O günlerden bir rüzgarın kaldı saçlarımın arasında kaybolan...
İşte sen de gidiyorsun sonunda
Seni götürmeden benden...


Aşkın tadının acı olduğunu sende öğrendim. Tomurcuktum sana, saklatmadın içinde...
Oysa benim içimin yarısı senden yapılmaydı... Okul dönüşlerini ezberlediğim yılların arkasına saklamıştım terk edişlerini...
Hatırlıyorum. Ilık bir yaz gecesinde, yeşil bir kente asmıştın beni. Bense canımın öbür yarısını öldürdüm o gece. Kendimle ve kentimle birlikte seni intihar ettik. Çünkü yüreğimden sağ çıksaydın, ölen ben olacaktım... İşte seni kaybettikçe kendimi keşfedişimin hikayesi böyle başladı. Şimdi sadece Ümit Yaşar’ın dizelerinde geçiyor adın. Senden hatıradır bana bu kambur.


Çok geceler uyku tutmuyor beni. Hayaletlerim de gelmiyor hiç. Gidişin bir sokak bana, kirini karların bile kapatamadığı... Giderken deniz tuttu beni. Kirpiğime tuz bıraktı. Kopamadım. Bu yüzden geceye Akdeniz boşaltıyorum; yani içtiğim antları kusuyorum sana... Limanları terk etmiş gemileri söylüyor şarkılar. Gözlerini anlatan şarkılar çalar radyolar. Terasa çıkarım, göğsüme senli esintiler oturur. Sırtlan uyur, gizlice ağlarım. Seni terk etmek; ölüme meydan okumak olur. Ölüm gözlerimden beni okur.





Ölü bir kıza mektuplar yazdığımın farkında bile değildim. Onu içimde niye öldürdüğümü de bilmiyorum. Bu kadar güzel bir kız nasıl öldürülürdü?
-Demek hala güzel olduğumu düşünüyorsun? Derilerim buruşup morardığında görmeliydin sen beni.


Dişlerim döküldüğünde görmeliydin. Dilim kurtlanıp o kurtlar mideme indiğinde görmeliydin. Tüküremedim hiç birini. Ölüler tüküremez.
Hepsi içime indi, kulaklarımda dolaştı, saçlarımın arasında gezindiler. Kurtlandım anlıyor musun kurtlandım!
-Özür dilerim ben, ben niye böyle bir şey yaptığımı bilmiyorum. Adını söyle lütfen bana.
“Adımı da kurtlar yedi” dedi ve güldü. Bu gülüş bana bir şeyler anımsatır gibi oldu. Zihnim o kadar bulanık ki...
Dizlerimden bir kağıt daha yere düştü.


Bu sabah Şubat’ın 14’üne uyandım. Kırmızı gül ve yaslanacak omuzlara nefretle bakanların ülkesinden giriş yaptım şehre. Bilirim şubat yangınlarını. Ardında binlerce ölü bırakır.
Bak yine sırtıma çöktü vahşi sırtlan. Beni uzun bir koridora sürüklüyor. Kadavra dolu sokaklarda uyuyordum oysa ki! Ne ben onları ısıtabiliyorum ne onlar beni soğutabiliyor. Her sabah binlerce kadavranın arasında sabaha göz açmanın ne demen olduğunu bilemezsin sen. Sürekli çürüyen ve kokan bir ölümdür o.
Neyse ki tutunduğum şubat nöbetlerim var benim, siz bilmezsiniz. Yarin gözlerinden yapılmış bir kentin arka sokakları var orada. Gizli-Mavi rüzgarlarım var...


“Dünlerden birkaçı, yarına borcum olsun” der gibi gidişlerin vardı ve ben o gidişleri hep “saçları yağmurlu kız”a benzetirdim. Taksim’de bir otobüs durağında rastlamıştım ona. Yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı bir gündü. Beline kadar uzanan kıvırcık sazları vardı. Üzerindeki her şey simsiyahtı. Gökyüzünden inen yağmurlar onun saçlarına tutunarak mola veriyor ve daha sonra tekrar şehre yağıyordu sanki. Sağanağa aldırmadan avucunda sakladığı sigaradan hızlı hızlı nefesler çekti. Etrafına isyan eden gözlerle baktı. Ben bir otobüsün buğulu camının ardından izliyordum onu. Bir an göz göze geldik. İçimden bir şeyler koptu.


O ise sıradan biri olduğumu biliyordu, bakışından anladım. Yakınından geçen üç-beş serseri laf attı. O da ağza alınmayacak küfürlerle yanıt verdi. Her Rock’çı kız gibi o da içindeki bilinmeyenin peşindeydi. Otobüsüm yavaş yavaş hareket ederken, o içine, ben yoluma gittim. Yüreğime dip-not koydum onu. Ve ona bir daha hiçbir durakta rastlamadım.


Otobüs ilerlemeye devam ediyordu. Biraz dalmıştım. Gözlerimi açtığımda adını kurtların yediği kız hala bana bakıyordu. Ne saçları yağmurlu kıza, ne de şehir gözlü kadınıma benziyordu. Bu kadar ağır sevdalarla yaralanmış biriyken bile Ahmet’in kalp çeperlerinin geniş olduğunu söylemesine aldırmamıştım ben. Şimdi ise bir yüreğe iki sevda sıkıştırdığımı düşünmeye başlıyordum. Suretler birbirini yiyerek çoğalıyordu benim kentimde. Yastığımın altında biriktirdiğim yalnızlıklarımı ve yorganımın altındaki kuş sürülerini bana geri getirecek bir durak yok muydu bu kentte?


“Sen, ya aşka ya da sana ihanet etmem gerektiğini düşündüğüm bir zamandan geliyorsun değil mi?” diye sordum beynimle.
-Hayır! Ben yıkık bir kente ancak yarin gözleri ile girilebileceğini düşündüğün günlerden geliyorum.
-Peki şimdi nerde o kent?
-Tam ortasındasın o kentin.
-Buralarda bir çam ağacı olması gerekir, şöyle gövdesi yarılmış ve içinden bir incir ağacı çıkmış.
-Orası çocukluğunda kaldı. Burayı sen yarin gözlerinden yaptın.
-Peki yarin gözleri nerede şimdi?
-Koridorda!


Aniden kendime geldim ve dizlerimden bir kağıt daha düştü...

Kefareti ödenmiş mutluluklarım vardı benim. Ölü bir kent’e, bir cesedin yakasına gül koymak kadar anlamsız olan. Oysa beledi olmayan tek bir anı bile bırakılmamıştı şehre...
Şimdi seninle çıktığımız yokuşla konuşuyorum da, “siz mutluydunuz beni çiğnerken” diyor. Bilirsin yar, biz birbirimizi el yordamıyla bulmadık. Nasıl görebilir bunu kör bakanlar? Sırtlan yine üzerime tırmanıyor. Bana çok acıkmış besbelli. Hayat bana, peşinden koştuğum sadakati hep köpeklerle veriyor.


(Ayhan olsaydı buna çok gülerdi).
Ama ben size sistemin köpeklerinden bahsetmiyorum. Ben onlardan nefret ediyorum. Onlar bizi çok seviyor. Kafalarımızın içinden korktukları için dışıyla uğraşıyorlar. Sizi hiç sevmiyorum eğitilmiş köpekler. Dün yüzündeki denizde ölü kuşlar vardı. Koridor en daralan yerlerinden yontulmuş hüzünleri sana taşıyordu. Ben terasta rüzgar dolduruyordum ceplerime. Birden düşün birine düştüm. Melez bir coğrafyada konaklıyordum. Dostların seni incitmişti ki ben kanıyordum. Onlar aslında sadece kendi yalnızlıklarını çoğaltıyorlar,
Seni yalnızlaştırmaktan duyulan hazzı sürerek hayatlarına...

Bak ben kentli bir duruşa gömdüm bedenimi. Uykularında çekmeceleri yağmalanan çocukların acılarına bulayarak kendimi, kendimden (vaz)geçiyorum...


kahraman tazeoğlu'nun "ölü bir kentin morg alfabesi" adlı kitabından

Benzer Konular

12 Şubat 2016 / The Unique X-Sözlük
27 Aralık 2009 / Misafir Basın/Magazin tr
14 Kasım 2011 / king nothing Türkiye'den
1 Aralık 2009 / Alvarez Ocean Spor tr