Arama

"Aman ecel aman üç gün ara ver" türküsünün hikayesi nedir?

Güncelleme: 20 Mayıs 2015 Gösterim: 12.061 Cevap: 2
fatmanur MENKEN - avatarı
fatmanur MENKEN
Ziyaretçi
11 Kasım 2008       Mesaj #1
fatmanur MENKEN - avatarı
Ziyaretçi
Selanik türküsünün hikayesi'nin kahramanları kimdir , hikayede ne anlatılması istenilmiştir , başrol oyuncuları kimlerdir?

"Aman ecel aman üç gün ara ver" türküsünün hikayesi nedir?
Son düzenleyen _AERYU_; 20 Mayıs 2015 14:12
SeRCaX.TR - avatarı
SeRCaX.TR
Ziyaretçi
11 Kasım 2008       Mesaj #2
SeRCaX.TR - avatarı
Ziyaretçi
Hakan Yeşilyurt - Selanik

Çalın davulları çaydan aşağıya
Aman aman
Mezarımı kazın bre dostlar
Belden aşağıya

Koyun sularımı kazan dolunca
Aman aman

Aman ölüm, zalım ölüm
Üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı
Götür yare ver

Aman ecel, canım ecel
Üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı
Götür yare ver

Selanik Selanik viran olasın
Aman aman
Taşını toprağını seller alasın

Sen de benim gibi yarsız kalasın
Aman aman

Aman ölüm, zalım ölüm
Üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı
Götür yare ver

Aman ecel, canım ecel
Üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı
Götür yare ver
_AERYU_ - avatarı
_AERYU_
Ziyaretçi
19 Mayıs 2015       Mesaj #3
_AERYU_ - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Hikayesi

Bir yanda davullar çalar öte yanda mezar kazılır mı hiç? Hangi kentin hangi yörenin töresinde var bu? Böyle bir yöreye böyle bir kente halkımız o güzel türküleri yaratan halkımız ilenmez mi? “Viran olasın ıssız kalasın” demez mi? Der elbette.
Tarihini düşemediğimiz ama 1893-94 yıllarında Rumeli’deki kolera salgını nedeniyle 1800’lü yılların sonu diye varsaydığımız dönemde geçer olay. Halkımızın ilendiği kent de Rumeli’nin incisi Selanik kentidir. O dönemin Selanik’i dillere destan. Şundan ki; Osmanlının hoşgörülü yönetimi altındaki Selanik’te yetmiş iki millet bir arada yaşıyor. İlkin Bizans ve kısa bir dönem de Venedik yönetiminde kalan Selanik daha sonra İkinci Murat döneminde Osmanlı topraklarına katılmış.1912 yılına kadar 500 yıla yakın Osmanlı yönetiminde kalmış. Kolkide ve Olimpos Dağları arasındaki Vardar Vadisi’nin ağzında kurulmuş olan Selanik; deniziyle dağıyla çiçek bahçeleriyle tablo gibi bir kentti o zamanlar. Bu kenti güzelleştiren bir tek doğası değildi elbette. Çarşısında pazarında dükkânında mağazasında kentin toplumsal yapısına uygun bin bir dil konuşulur halk birbirini anlardı. Sevgi saygı Selanik’in simgesi olmuştu. Rum’u Ermeni’si Pomak’ı Arnavut’u Türk’ü kardeş gibi geçinip giderlerdi. Museviler Müslümanlar Hristiyanlar kentin çeşitli yörelerinde özgürce kendi ibadetlerini yapacakları cami kilise havralarını kullanır; kimse kimseyi rahatsız etmezdi. 15’ci yüzyılda Kraliçe İsabella ile Kral Ferdinand döneminde Musevilere “Ya Hristiyan olacaksınız ya da on ay içinde İspanyayı terk edeceksiniz” deniyor. Sultan İkinci Beyazıt İspanyol Musevilerine sahip çıkıyor. Kaptan-ı Derya Hasan Paşayı donanması ile birlikte İspanya’ya gönderiyor. Bir grup Musevi’nin kurtulmasını sağlıyor. Ve onları İstanbul’a getiriyor. Bu gelen gruptan 2000 kadarını da daha sonra Selanik’e gönderiyor. Böylelikle Selanik’in yaşamına yeni bir grup giriyor. Ve ticaret birden bire canlanıyor. Yeni mağazalar bankalar oteller açılıyor. Yollar caddeler limanlar yapılıyor. Musevilerin kent yaşamına kattığı ticari canlılıktan; diğer etnik gruplar da nasibini alıyor. Hamdi Bey Kapancılar gibi Müslüman iş adamları da çeşitli iş kollarında yatırımlar yapıyorlar. Sözün özü Selanik Osmanlının Avrupa’daki merkezi haline geliyor. Bu gelişmeler insanlar arasındaki geleneksel dostluğu hiç bozmuyor. Herkes birbirine saygısını sürdürüyor. Sabahın erinde siga siga kürek çekip balığa çıkan Rum kayıkçılara hep birlikte “Kalipsarya” diyerek bol balık dileniyor; akşam dönüşlerinde meraklı gözlerle kayıkların yüklerini boşaltmaları gözleniyor. Akşamüstü çingene kadınların sattığı renk renk çiçekler kokinolar caddelere apayrı bir güzellik veriyor.
Gelişen ticari yaşama ayak uydurup tekstil iş kolunda mağaza açan Müslümanlardan biri de Renda’lı Rüstem Ağa’ydı. Kentin eski merkezinde Şadırvan Mahallesi’nde Hortacı Süleyman Efendi Camii civarında büyük bir kumaş mağazası vardı Rüstem Ağa’nın. Mağazasında dallı güllü basmalar ağır kadifeler Şam işi ipekliler Selanik dokumaları top top dururdu raflarda. Selanik’in o günkü sosyetesiRüstem Ağa’nın mağazasından giyinirdi. Rumeli kızlarının sırtındaki zarif elbiselerin renk renk feracelerin üç eteklerin kumaşları Rüstem Ağa’nın mağazasından çıkardı. Belindeki Trablus kuşağından sarkan gümüş saat kordonuyla; bir yana eğik fesiyle kara pala bıyıklarıyla yörük esmeri babacan bir adamdı Rüstem Aga. Boş zamanlarını Hortacı Camii’nin önündeki Asmalı Sokak Kahvesi’nde nargilesini fokurdatarak köpüklü kahvesini yudumla***** geçirirdi. Rüstem Ağa gözü gönlü tok çayı içiliryemeği yenir bir kişiydi. Anlı şanlı konağında kumaş mağazasında onlarca insan çalışır ekmek yerdi. Ne ki Rüstem Ağa’nın da kendince derdi vardı. Şundan ki dört kız babası olan Rüstem Ağa’ya Allah bir oğlan evlat vermemiş kendinden sonra mala mülke sahip çıkacak soyunu sürdürecek bir oğlu olmamıştı. Kahvedeki konuşmalar döner dolaşır bu konuya gelir; Rüstem Aga’nın içi burkulur malı mülkü varlığı konağı bir anda sıfıra inerdi gözünde. Olsa ne olmasa ne ölüp gittikten sonra el eline kalacaktı tümü.
Kızları bir bir evermiş yuvadan uçurmuştu. Bir tek Fitnat kalmıştı evde. Daha on altısındaydı Fitnat. Gözü gibi seviyordu Fitnat’ı Rüstem Ağa. Akşam olup eve geldiğinde babasını kapıda karşılıyan Fitnatyüzünde gülücüklerle sarılıyordu boynuna. Elindekileri alıp sırtındakileri çıkarmasına yardım ediyorelini ayağını yıkaması için ibrikle su döküyor havlusunu uzatıyordu babasına. Güzelliği de dilden dile dolaşıp dünürleri çoğalıyordu Fitnat’ın. Ama babası verimkar değildi kimseye:”Daha çocuk sayılır Fitnat’ım. Feracesini atalı kaç yıl oldu ki” deyip savıyordu gelenleri.
Günlerden bir gün Selanik yakınlarındaki Mazganlı Köyü’nden Mehmet adlı bir genç alış veriş için Rüstem Ağa’nın mağazasına geldi. Eline aldığı kumaşları yumaklayıp denetliyor fiyatlarını soruyordu kumaşların. Sonunda elbiselik gömleklik kumaşlardan seçip kuşağından çıkardığı kesesinden ödedi parasını. Rüstem Ağa ilk kez mağazasında gördüğü bu gencin nereli olduğunu ne iş yaptığını sordu. “Mazganlı’danım. Celeplik yapıyorum. Selanik pazarına bir kaç mal getirdik arkadaşlarla . Sattık. Üç beş parça ihtiyacı alıp köye döneceğim. Niyetim burada kalıp bir iş tutmaktı ama zor “ dedi. Gencin bu içten saf anlatımı hoşuna gitti Rüstem Ağa’nın. Kendisinin de hesap kitaptan anlayan alış veriş bilen birine ihtiyacı vardı. “Delikanlı adın ne? Kimin kimsen var mı köyde. Ne tür iş ararsın?” deyince delikanlı:”Adım Memet. Dört erkek kardeşiz. Anam babam da köyde yaşıyor.Hesaba kitaba aklım erer. Alış-verişten anlarım” deyince içinde kımıl kımıl bir şeyler kaynadı Rüstem Ağa’nın “Benim de böyle bir oğlum olsaydı” diye geçirdi içinden. Sonra da;”Gel çalış bu dükkanda. Ekmeğin aşın yatacak yerin benden. Giysini içeceğin kadar tütünü verir emeğinin de hakkını öderim”. Delikanlı hiç beklemediği bu öneri karşısında alnında biriken terleri mendiliyle silip;”Daha ne isteyim ağam; sen münasip gördüysen biz de layık olmaya çalışırız” diyerek ellerine sarıldı Rüstem Ağa’nın.
Gün o gün; saat o saat işe başladı Memet. Her geçen gün daha da ısındı işine. Rüstem Ağa’nın da günden güne gözüne daha çok girdi. Lep demeden leblebiyi anlıyor; işe kendi işi gibi sarılıyordu Memet. İlkin kumaş toplarını indirip kaldırmakla başladı işe;sonra mağazanın tüm işlerine el attı. Rüstem Ağa ona baktıkça “Ah şu Memet gibi benim de bir oğlum olsa soyumu sopumu sürdürse” diye iç geçiriyordu. Akşam olunca tütün denklerinin arasına serdiği şiltelerin üstünde uyuyan Memet bir tek mağaza işleriyle değil gerektiğinde konağın işlerine de koşturuyordu. Mağazaya gelen müşterilere ve çevre esnafa da kendini sevdiren Memet’i Rüstem Ağa zamanlı zamansız eve de yolluyor ya aldığı yemeklikleri gönderiyor; ya da unuttuğu bir şeyi alıp getirmesini istiyordu. İşte bu gidiş gelişlerin birinde olan oldu… Memet’le Fitnat göz göze geldi. Elleri ellerine deydi. Çok geçmeden de kimsenin görmediği bir köşede buluşup fısıldaşır oldular. Memet bir türlü durumu Rüstem Ağa’ya açamıyor içine kapandıkça kapanıyordu. Sonra Fitnat’ın davranışlarındaki değişikliği sezen anası sorguladı kızını. Durumu öğrenince de babasına açtı meseleyi. Rüstem Ağa’nın da zaman zaman aklından geçen Fitnat’ı Memet’le everme işi kendiliğinden gelişince hoşuna gitti. Gülümsemeye başladı. “Öteki kızları nasıl yuvadan uçurduysak Fitnat da bir gün gidecekti. Memet’ten iyisi mi olacak. Efendi çocuk. Eli işe yatkın. Namuslu çocuk. Mal mülk dediğin ne ki. Hepsi geçici. Biz dünyadan el çekecek olsak gözümüz arkada kalmaz” deyince anası haberi Fitnat’a uçurdu.
Çok geçmeden de Memet işinden izin alarak köyüne gidip ana-babasına açtı durumu. Onların da rızasını alarak üç beş armağan yetirip kentin yolunu tuttular. Rüstem Ağa’nın Hortacı’daki evinin kapısını çaldıklarında Fitnat’ın yüreği duracak gibiydi. Al yanakları biraz daha kızarmış olarak elleri titreyerek açtı konağın kapısını. Konukları anası babası da kapıda karşıladı. Konağın büyük salonuna aldılar. Şuradan buradan konuşup kahvelerini içerken “Allahın emriyle “ diye başladı Memet’in babası. Sonra da “Kısmetse olur. Hele bir de kızımıza danışalmı. Lakin Fitnat bizim evimizin şenliği. Onsuz bu konağın tadı kalmaz. Biz isteriz ki oğlunuz bizimle olsun. Evimizde kalsın. Bize evlat olsun. Kızımız da bizden kopmamış olur” deyince Memet’in babası; niyetimiz sizinle akraba olmak. Memet zaten kent yaşamına alıştı. Kızınızı köye getirip de ne iş tutacak. Bizim zaten üç tane gelinimiz var köyde. Sizin dediğiniz gibi olsun. Yeter ki mutlu olsunlar” deyip söz kestiler. Fitnat kız kapı aralığından konuşulanları dinlerken sevinçten uçuyordu.
Usulen kızlarıyla konuşup sonucu bildireceklerini söylediler. Konukları yolcu ettiler. İlkin Fitnat’la konuştu babası. Ne desin Fitnat’cık.”Siz bilirsiniz baba. Siz uygun görürseniz ben de evet derim” diye görüşünü bildirdi. İç güveyi alacakları için fazla beklemeyip düğünü bir an önce yapmaya karar verdiler. Nasıriç’teki çiftlik evlerinde davulları çaldırıp anlı şanlı bir düğün yapacaklardı. Gençler heyecanla o günü beklerken Selanik’i kabus gibi bir hastalık kasıp kavurmaya başladı. Kolera dedikleri illet bir çok canı alıp ***ürmeye başlamıştı. Kenti karabulutlar gibi sarmıştı kolera. Yalnızca Selanik’i değil; tüm Rumeli’yi sarmıştı. Kimine göre Selanik limanlarındaki yabancı gemilerden bulaşmıştı; kimine göre de Balkanlar’daki savaştan kaçıp Selanik’e sığınan göçmenler taşımıştı kolerayı. Şu…Bu…Tevatür çeşit çeşit. Ama yaşam sürüyor bir yandan.
Çok geçmeden iki aile yeniden bir araya gelip düğün gününü kararlaştırdılar. Üç hafta içinde hazırlıklar tamamlanıp düğün yapılacak gençler baş göz olacaktı. Konu komşudan bazıları varsıl saygın Rüstem Aga’nın kızını yoksul bir gence iç güveysi olarak vermesini hoş karşılamıyordu. Ama Memet’in dürüst ve çalışkan olduğunu bir evlat gibi aileye gireceğini söyleyenler çoğunluktaydı. Artık günleri sayıyorlardı. On beş… On dört… On üç. Ama koleranın sarstığı Selanikte camilerde durmadan sela okunuyor cenazeler ard arda kaldırılıyordu. Kolera olmadık yerlerde olmadık kişilerde uç gösteriyor. İlkin ateş kusma ishal; çok geçmeden de bir yatak bir yorgan çaput gibi halsiz bırakıp suyunu emdikten sonra da alıp ***ürüyordu hastayı. On iki on bir. Ama Fitnat’ın hali hal değil. Hastanede doktor fısıldadı kulağına babasının. “KOLERA”. Dokuz sekiz yedi üç. Düğüne üç gün kala sizlere ömür! İlkin ateş kusma sonra da kesiksiz ishal ve halsizlik. Aman yaman doktor ilaç… Boş! Bir kuş yavrusu gibi babasının kollarında can verdi Fitnat. Hortacı Camiinde selası okunurken üç gün sonraki düğüne izin vermeyen ölüme ilenen Memet caminin bir kenarına çekilmiş bir yandan hüngür hüngür ağlıyor; öte yandan kınası yakılmamış geline bu illeti bulaştıran Selanik’e ileniyordu.

Kaynak:

Benzer Konular

30 Mart 2012 / Misafir Cevaplanmış
18 Mart 2014 / BiLiNMeZ Cevaplanmış
11 Ocak 2013 / zabbaz Cevaplanmış
18 Nisan 2012 / Misafir Soru-Cevap