Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 154

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.162 Cevap: 1.997
Cigdemcan - avatarı
Cigdemcan
Ziyaretçi
22 Eylül 2006       Mesaj #1531
Cigdemcan - avatarı
Ziyaretçi
SEVGİ KUTUSU

Adam 3 yaşındaki kızını, gayet pahalı bir hediyelik kaplama kâğıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız, koskoca bir paket altın yaldızlı kağıdı, küçük bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı.

Sponsorlu Bağlantılar
Küçük kız paketi getirip;
"Bu senin babacığım" dediğinde adam çok üzüldü. Acaba o kaplama kâğıdı için gereğinden fazla mı tepki göstermişti kızına. Bir gece önce yaptığından utanarak kutuyu açtı fakat kutunun içi boştu. Adam, küçük kızına yine çıkıştı;
"Birine bir hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?.."
Küçük kız ağlamaya başladı; "O kutu boş değil ki baba ! İçini öpücüklerle doldurmuştum !..." Adam o kadar çok üzüldü ki, koşarak kızını kucaklayıp, sarıldı. Beraberce ağladılar.
Adam o kutuyu ömrünün sonuna kadar sakladı. Ne zaman keyfi kaçsa, ne zaman morali bozulsa kutuya koşar, içinden minik kızının sevgi ile doldurduğu hayali öpücüklerden birini çıkarırdı.

Kimbilir belki de pek çoğumuza böyle bir kutu verilmiştir. İçindeki hediyenin sadece bir simge olduğu, ve gözümüzle göremediğimiz sevgilerle, öpücüklerle dolu bir hediye kutusu.
Zor zamanlarda bu tarz hediye kutularını çıkarıp içine bakabilmeyi başarmak, mutluluğun anahtarlarından biri olabilir .

mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
22 Eylül 2006       Mesaj #1532
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Bilemezdim

Yurt Dışına gitmek için hazırlık yapıyordum. Herşey hazırdı artık geri dönmeyecek bu şehri ve herşeyi bırakıp gidecektim. Vize işlemlerini yaptırmak için Ankara'ya gitmek üzere bilet aldım. 14 numaralı koltuk cam kenarı yanımdaki koltuk boştu. Rahat rahat gidicem dedim içimden.. Ertesi gün otobüs kalkıyordu. Babama el salladım biraz ağlamaklı tam otobüs kalkıyordu yanıma birinin oturduğunu farkettim. O kişinin daha sonra hayatıma gireceğinden haberim bile olmadan selam dedim.
Sponsorlu Bağlantılar
_ Selam küçük hanım dedi.
_Biliyorum şaşırdınız ama gitmeye son anda karar verdim ve bu koltuktan başka boş yer yok.
_Önemli değil, otobüs benim değil dedim.
Böylece arkadaş olduk sürekli konuşuyor sohbet ediyorduk.
_ Ankara' ya neden gidiyorsun dedi?
_ Almanya' ya gidicem vize almak için dedim.
Bende dedi. Bende gidicem. Sevinmiştim böylece konsolosluktada beraber olacaktık ona alışmıştım. Sabah erken saatte ordaydık ve randevumuza daha 4 saat vardı. Zaman geçirmek için biraz gezelim dedik ve kahvaltımızı yaptıktan sonra gezmeye başladık biz farkında bile olmadan aslında olan olmuş ve biz bir birimize aşık olmuştuk. Korkuyordum ona aşık olduğumu hissediyordum.
Zamanda geçmek bilmiyordu sanki. inadına durmuştu bütün saatler. Güllerle dolu bir parkta oturmuş kuşları seyrediyorduk elini uzattı titriyordum. Benim ona aşık olduğumu hissetmesinden korkuyordum.
_ Biliyormusun ?
_Keşke seninle eskiden tanışmış olsaydık ne güzel olurdu dedi.
Sustum. Elimi tutuyordu ve biz çoktan aşık olmuştuk saat yaklaşmıştı. Konsolosluğa gittik ve başvurumuzu yaptık cevaplar 2 gün sonra postayla gelecekti. Geri dönüyorduk. O akşam otobüste saatlerce bir birimize baktık. Ayrılmak istemiyorduk bir birimizden onun bakışlarından belliydi benim sözlerimden. Geldiğimizde babam garajda beni bekliyordu. Bir birmizin telefon numaralarını aldık ve buluşmak için söz verdik. Ertesi gün öğlede cafede beni bekleyecekti gittim. İkimizin de suratı asık saatlerce oturduk. Ve postadan gelecek olan cevabı merak ediyorduk. O giderse ben dayanamazdım onu yeni bulmuşken kaybedemezdim. Ve posta geldi ben gidiyordum hemen onu aradım ve sordum cevap geldimi diye evet dedi. Söyle dedim gidiyormusun hayır dedi ya sen?
Telefonu kapattım ağlıyordum cevap veremedim. Ona evet diyemedim. Telefonuma gelen mesaj da şöyle yazıyordu _ Biliyorum gidiyorsun.. Böyle olmasını istemezdim.. Benimle evlenirmisin?
Ama ben gitmeliydim ve gittim cevap bile yazmadan... Bitti.. Herşey...
Şimdi herşey için çok geç ama keşke kalıp onunla evlenseydim..

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Eylül 2006       Mesaj #1533
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Mevsimsizim

Karanlık sularda uzuyordu
Sokak lambaları
Ve uzadıkça dağılıyordu şehir….


Sokak lambasına yaslanmış, balıkçıları izliyorum. Islak ağları hazırlıyor nasırlı elleri, umutlarını katlıyorlar yığıntılarda. Ay yorulmaya başladığında dökülecekler mavi yollara.

Ürkütücü sessizliği…mevsimin bu aylarında başıboş bırakılmış küçük bir kasaba burası. Hani yaz tatillerinde dolup taşar ya, her bankın önünde çekirdek kabuklarının olduğu, renkli ışıkların altında uzatılan külahlarda küçük mutlulukların tadıldığı, yeni “merhaba”ların, hatta gönülde yeni kıpırdanışların başlandığı…ve hep bildik vedaları olanlardan.

Ne zaman yalnız kalmak istesem, terkedilmiş sahillere vururum kendimi. Boş caddelere baka baka, ayak izlerinin ardı sıra hayaller kurarım gidenlere. Yitik sesleri olur ıslığım ve derin bir nefeste soluklarım yalnızlığı.

Sahil boyu uzanır kale duvarları. Sur diplerinde sabaha sızacak ayyaşlar, sönmüş ateşin etrafında şarap şişelerinde yansıyacak güneş.

Gece kim bilir neleri saklar kendinde, kaç küfür savrulur yıldızlara ve kaç taşta sektirilir isyanlar dalgalı sularda, bilinmez.

Oysa bildik acılardır insanı kahreden ve hep bildik çaresizlik. Hele ki kör bıçaksa aşk...kesikleri kapanmaz, kanar…acır…acıtır.

Yalnız adımlamak buraları ve dolaşmak anılarda gözü yaşlı. Keşkelerim dökülür yağmurla yanaklarımdan ve suskunluğum… ve yorgunluğum… ve yokluğun daha ne kadar acıtır canımı! neden acıtır!

Mum ışığında küçük bir masada beş kişiydik, türküler dolduruyordu geceyi ve şiirler… Kağıt bir peçeteden beyaz gül bırakmıştın avucuma. Gözlerimde susmuştun hani, gözlerinde susmuştum.

Sigara dumanında şekil şekil yükselirdi yüreğindeki yangınlar. Peş peşe sarardın özlemleri hazan yaprağına. Efkarları sen çekerdin, karanlığında ben tüterdim. Anason kokardı şarkılar, ince belli bardakta demli bir çayda yudumlardın sarhoşluğu.

Buralar deniz kokar, ayaklarıma serilir laciverte çalınan mavi. Martılar kanat açar, ben uçarım gözlerinde. Gümüş balıklar geçer kurşun misali, tuzunu bırakır dalgalar, mavi yarama.

Ay yükselir, sular çekilir, birkaç deniz yıldızı kalır baş başa ölümle. Bir de ben sensizlikle.

Kaç kırışmış şiirimsin! Ne ölçüsünü buldum, ne sesini. Sil baştan kaçıncıya başladığım yazısın belki de ve anlamını bulamamış karalamalarsın. Bir rüzgarda savrulan isyanımsın “sen benimsin” diyemediğim.

Sonu bildik öyküdeyiz aslında. Adamı sen, kadını ben. Aşksa satır aralarında kalır, hep anlatılan “ bir varmış, bir yokmuşta”. Renkler düşer uykulara alaca bulaca. Rüyalar bile yorgun.

Olmadık anlarda düşersin yastığında yokuş aşağı ve irkilirsin ya, işte senin yanında sensizliği yaşamak öyle.Göğsüne yaslı saçlarımda dolaşırdı parmakların ve bakardık bu sahilde uzaklara.

Şimdi daha da uzağa bakıyorum yer gök dipsiz kuyu, sınırı yok.

Adaların ışıklarını sayardık…Karanlıktayım şimdi.Karşı kıyılarda rengarenk ışıklar düşüyor sulara, tepe taklak adalar. Aşk tepe taklak.

Avucumu kanatıyor kağıttan beyaz gül, karanlık sulara bırakacağım birazdan. Birazdan geceyi bölecek ve dağılacak sularda, kaybolacak sen gibi.

Bir mayıs akşamıydı baharı taşıyan gelişin.

Ama gitmem gerek bir tanem, belki bu yüzden mevsimsizliğim.

Saçlarımda hazan, tenimde temmuz, gözlerimde ağustos kıvılcımları, sevda bir adımı eksik, topal şubat. Sesimde nisan ve yüreğimde hep aşk “aralık”…dedim ya mevsimsizim.

Karanlık sularda uzuyor
Sokak lambaları
Ve uzadıkça dağılıyor şehir gözlerimde.

Hele ki bir de aşk yoksa doğan günde, yaşanır mı be! ! !


*Karanlık sularda uzuyor
Sokak lambaları
Ve uzadıkça dağılıyor şehir gözlerimde.
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
23 Eylül 2006       Mesaj #1534
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Bir Sevgi Hikayesi

Daha henüz 18 yaşındaydı, ama hayatının sonundaydı. Tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir kansere yakalanmıştı. Kahır içinde eve kapamıştı kendini.. Sokağa çıkmıyordu. Annesi.. Bir de kendisi.. O kadardı bütün hayatı..

Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa..

Bir yığın vitrinin önünden geçti.. Tam bir CD satan dükkanı da geride bırakmıştı ki, bir an durdu. Geri döndü, kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar..

Hani ilk bakışta aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı işte.. İçeri girdi..

Kız gülümseyerek koştu ona.. "Size nasıl yardım edebilirim" diye..

Nasıl bir gülümsemeydi o.. Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi kızı..

Kekeledi, geveledi, sonra "Evet" diyebildi.. Rast gele bir plağı işaret ederek.. "Evet.. Şu CD'yi bana sarar mısınız?.."

Kız CD'yi aldı, içeri gitti. Az sonra paket edilmiş geri geldi.

Aldı paketi, çıktı dükkandan, evine döndü, açmadan dolabına attı..

Ertesi sabah gene gitti aynı dükkana.. Gene bir CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve getirdi, attı paketi dolaba, gene açmadan.. Günler hep alınıp sardırılan CD'lerle geçti.. Kıza açılmaya bir türlü cesaret edemiyordu. Annesine açıldı sonunda..

Annesi "Git konuş oğlum, ne var bunda" dedi..

Ertesi sabah bütün cesaretini topladı. Erkenden dükkana gitti. Bir CD seçti. Kız gülerek aldı plağı. Arkaya gitti, paketlemeye.

Kız içerdeyken bir kağıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz" diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi, notu kasanın yanına koydu gizlice.. Sonra paketini alıp kaçtı gene dükkandan..

İki gün sonra evin telefonu çaldı.. Anne açtı telefonu.. CD Dükkanındaki tezgahtar kızdı arayan.. Delikanlıyı istedi.. Notunu yeni bulmuştu da..

Anne ağlıyordu.. "Duymadınız mı" dedi.. "Dün kaybettik oğlumu.."

Cenazeden birkaç gün sonra, anne oğlunun odasına girebildi sonunda.. Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı.. Oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü..

Paketleri aldı, oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı..

İçinde bir CD vardı, bir de minik not..



"Merhaba.. Sizi öyle tatlı buldum ki.. Daha yakından tanımak istiyorum.. Bir akşam birlikte çıkalım mı.. Sevgiler.. Jacelyn!."



Anne bir paketi daha açtı.. Onda da bir CD ve bir not vardı..



"Siz gerçekten çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artık.. Sevgiler.. Jacelyn!.."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Eylül 2006       Mesaj #1535
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hazan Ve Hüzün
dsc03908py8

İçeri girdiğimde kendimde değildim, garip bir havası vardı duvarlarda okuyamadığım yazılar tablolar içinde duruyordu. Kenarları tezhipli, tezhibi de beni buraya getiren Rahmi amcadan biliyordum. Karı koca müzehhipdi ve bizim ahşap evin karşısında evleri vardı ve tabii bir sürü de öğrencileri. Buradaki birçok tabloyu da belki de onlar süslemişti. Loş ışıkların hâkim olduğu bir salondan aydınlık bir odaya geçtik ve oturduk. Bir masa vardı hafiften eğik, garip bir masa ve masa başında bir sürü kamış, kalem ama uçları ayrı kesik. Kâğıtlar diğer köşede, sarısı beyazı hafiften kahverengiye çalanları. Küçük cam şişeler içinde mürekkebi gördüm ve rengine vuruldum ilk anda. Rengi değişik geldi bana, şişede olduğundan mıdır nedir, ne siyah ne de lacivert gibi göründü. Aklıma bir anda okulda gördüğüm dünya haritası geldi. Hâkim olan mavilikler ve kara parçaları. Okyanusların ortasına gidildikçe laciverde yakınlaşan mavi, nedendir aklıma gelivermişti işte. İçimden geçen garip düşüncelerin kaynağını o anda anlayamamıştım ama şimdi daha iyi idrak edebiliyorum. Tüm o alakasız düşüncelere dalmamın tek sebebi heyecanımdı.
Bir süre sonra içeriye orta boylu, saçlarında akların çoğunlukta olduğu ve hatta kirli sakalına da hiç durmadan hücum ettiği biri girdi. Boynuna asılı gözlüklerini burnunun ucuna koyup “hoş geldin” dedi Rahmi amcaya, ardından bana döndü uzunca bir süre baktı durdu sadece. Utanmıştım, başımı öne eğip sadece durdum, doğrusu da buymuş zaten bunu da epeyce bir zaman sonra öğrenecektim. Yaşım daha on bir, mektebe gitmem lazım gelirken oradaydım ve ortadaydım… Annem doğumumda beni göremeden göçmüş, babam ise bir ay evveline kadar beni hiç yanından ayırmamış. Genelde göçebe hayatı denilebilecek bir hayat sürmüşüz, ben yedi yaşına gelene kadar. Zaten hafızam adam akıllı yedi yaşımdan sonrasını hatırlıyordu. Bir ay evvelinde de babamın yaşlı bedenini buldular Cankurtaran’da bir merdiven başında. Ben o saatlerde evde babamı bekliyordum, okumam için ödev verdiği kitabı bitirmenin heyecanı gözlerimde ve gözlerim kapıda duruyordu. Ben babamı beklerken uyuyakalmışım ve sabahın erken bir saatinde kapının vurulmasıyla uyandım. Heyecanla koşup açtım babam diye ama karşımda babam değil bir başkası duruyordu. Bekçi Hasan amca, hemen arkasında da Rahmi amca bana bakıyordu, yüzlerinden düşen bin parça. Evet, bu deyimi bir gün önce bitirdiğim kitaptan öğrenmiştim ve çok hoşuma gitmişti. Mest olmuştum açıkçası ama nereden bilebilirdim ki bu kadar yakın bir zamanda kullanmam lüzum edeceğini. Güldüm “ne o Hasan amca yüzünüzden düşen bin parça” dedim Rahmi amca hemen atıldı “Hadi aslanım girelim içeri de öyle konuşalım” dedi. Yaşça Bekçi Hasan amcadan büyüktü ve daha olgundu, çoğu kişi onun için “medrese terbiyesi almış” derdi ama ben hiçbir şey anlamazdım. İçeri girer girmez masanın başına oturup koca bir adam gibi beni de karşılarına oturttular ve ben henüz on bir yaşındaydım. “Bak evladım” dedi Rahmi amca, olgun tavırları sesine aksetmişti “koca adam oldun ve artık bazı şeyleri anında öğrenme hakkın var. O yüzden ne senden bir şeyler saklamak doğru olur, nede bu gerçekleri bir süre sonra başka yerlerden öğrenmen. Koca adam oldun dedik ya işte şimdi senden koca bir adam gibi davranmanı istiyorum, söz veriyor musun?” dedi. Ben bir şeyleri tahmin etmeye başlamıştım. Babam dün gece eve gelmemişti ve ben sözümü çoktan vermiştim. “Evladım baban dün gece kalp krizi geçirmiş, yolda bir köşede bulmuşlar” dediği anda Bekçi Hasan amca lafa girdi “sabah aldık haberi karakolda, baban vefat etti evladım” dedi. İçimden, verdiğim sözün muhasebesini yapmaya başladım. Şuan itibariyle koca bir adam ne yapardı, açıkçası onu da pek iyi bilmiyordum. Aklıma bir anda yan komşumuz Münevver teyzenin vefatında bağırıp çağıran kızını sessizce uyaran Hakkı amca geldi, hiç ağlamamıştı ve bağırmamıştı da. Bir anda onu gözlerim önüne getirip, onun gibi sağlam durmam gerektiğini düşündüm. “Başın sağ olsun oğlum” dedi Rahmi amca, ben o sırada babama bir daha hiç sarılamayacağımı hatırladım. O düşünceye rağmen on bir yıllık ömrümün en değerli cümlesini kullandım “Dostlar sağ olsun… Allah rahmet eylesin…”
Ve nihayetinde bir ay sonra küçük camlarından ışık süzülen bu yerdeydim. Yaşlı amca oturdu masasının başına ve gözlüklerini indirdi burnunun ucundan. Bir kez daha baktı gözlerime “Senin gözlerin neden nemli evladım” dedi, ne dediğini anlamamıştım. “Nemli değil gözlerim, ağlamadım da” dediğim anda lafa girdi ve “Ben anlarım evladım sen pek ağlamamışsın o yüzden gözlerin hep nemli bakar olmuş.” Rahmi amca “Azizim bahsettiğim konuyu bir kez daha açmayı lüzum görmüyorum, bir sakıncası var mı?” “Lüzum yok dediğin gibi Rahmi, delikanlı artık benim çırağımdır, bende çırak evlat gibidir ve hatta daha da ötedir” dedi, Rahmi amca bana dönüp “evladım evdeki eşyalarınızı bizim evin altındaki boş odaya alırız ister orada kalırsın ister burada tamam mı?” diye sorduğunda başımı salladım sadece. Artık çıraktım bir sanatkârın yanında ve artık bir hocam, bir ustam vardı. Hocam ile beraber kapıya kadar geçirdik Rahmi amcayı ve selametle yola koştuk. O küçük evde öğrendiğim ilk yer mutfak oldu ve hocamın ilk dersi de çayı nasıl demleyeceğim ile ilgili oldu. “Evladım gelip gidenimiz çok olur onlar da çok sever bu can suyunu ben de çok severim, o yüzden çayı iyi demlemen lüzum eder bilesin, şimdi beni iyi izle…”
İlk izlemem öyle başladı, muhterem hocamın yanında, genelde izliyordum ve dinliyordum. Pek hürmet gören biriydi hocam, ondan çok önemli şeyler öğreneceğimden emindim. Misafirlerimiz eksik olmuyordu hattatlar, yazarlar, müzehhipler, neyzenler ve hatta siyasiler bile geliyordu. Hepsi de çayı çok seviyordu, öyle günler oluyordu ki üç demlik çay bitiyor dördüncüsü ocaktayken hocam sesleniyordu “doldur Sâki çay doldur” diye. Adım bundan sonra Sâki olmuştu ve yeni ismime alışmam zor da olmamıştı. Zira bütün gün çay doldurup hocamı izlemekten başka bir şey yaptığım yoktu. En çok neyzenlerin ve yazarların geldikleri günler keyif veriyordu. Neyzenler hocamın düsturu ile ney üflemeye başladığında çaydanlıklar elimde şıngırdamaya, ellerim titremeye başlıyordu. Siyasilerde çok sıkılıyordum çünkü değişik tabirler kullanıp pek sıkıcı konulara giriyorlardı. Zaten hocam da karşılarında genelde sessiz kalıp dinliyordu. Yazarlar ise ayrı bir âlem, kimisi çıkacak olan kitabı için hat istiyordu, kimisi ise sadece dua. Ve yine hocamın düsturu ile beyitler okunuyor, hikâyeler anlatılıyordu. Hocamın, keza benim en çok sevdiğim hikâye Yusuf ile Züleyha’nın hikâyesiydi. Aman Allah’ım nasıl bir imtihandır ki her iki sevdiğini de böyle zor durumlara salarsın. Hikmetine sual olmaz sen her şeyin en iyisini bilirsin. Her yazar, şair farklı cümlelerle süsleyip anlatırdı, her biri ayrı bir hikâye gibi gelirdi bana ve her seferdi mest olurdum. Bir vakit orta yaşlarda ince bıyıklı geniş alınlı biri geldi, şairdi. Hali bir garip geldi bana sanki günlerdir uyumamış ve bir sabah erkenden huzur bulmak üzere kendini hocamın fakirhanesine atmıştı. “Çok yanlışlar yaptım efendim” dedi ellerini önünde adapla bağlamış bir halde ve devam etti “yanlış düşünceler içinde yıllarca kendimle ve bir çoğuyla cebelleştim lakin anladım ki yıllardır bizleri canlar yakmaya, kalp kırmaya, bizlerden gayrisine küfürler yağdırmaya ve hatta amansız kavgalara dalmaya iten düşüncemiz bir yalanmış…” dediği anda Hocam lafa girdi “evladım bir hayli fazla düşünmüşsün ve kanaatim odur ki pek de ince düşünmüşsün ve hatta görüyorum yorgun düşmüşsün, şimdi bu fakirin bir çayını iç de kendine gel, bizim Sâki’nin çayı hoştur, kendine getirir adamı, ondan sonra sohbetimize devam ederiz” dedi ve seslendi bana “Sâki çayımız demli olsun, halimiz derin vesselam…”
İşte o gün en hoş çayımı demlemiştim bundan eminim ve çaydan sonra hocam ile sohbete devam ettiler. O sıra pek duyamadım, dışarı çıkmam gerekmişti. Ama o yüzü hiçbir zaman unutmadım ve yıllar sonra ince bıyığının devamı olarak bir de sakal bıraktı, zamanla beyazladı, zamanla işinin üstadı oldu ve ben hiç unutmadım hocamın yanına geldiği o dehşet dolu hali, şükür ki çok uzaktı o halden…
Bir gün çok büyük bir hat yazdı hocam. Çok hoştu ve günlerdir onunla ilgilenip üzerine titriyordu, biter bitmez kolumun altına sıkıştırıp “Sâki bunu hemen Rahmi amcana götürüyorsun, o ne yapacağını biliyor bırakıp geliyorsun” dedi. Bunun üzerine hemen yola girdim, epeydir mahalleye uğramıyordum, hocamın evinde kalmak hem kolayıma geliyor, hem de huzurlu oluyordum. Kapılarını tıklayacağım vakit eski evimize bakmak geçti içimden, arkamı döndüğüm, babamı en son içinde gördüğüm evimize. Rahmi amcaların kapısını vurmaktan vazgeçtim usulca kafamı çevirip yürüdüm eski evimize doğru. İlk başta dikkatimi çekmemişti çünkü ben evi perdeli bırakmıştım ve yine perdeliydi. Bizim eşyaları ise mahalleli toparlamıştı. Fark ettiğimde şaşırdım sonra anlamlandırdım ki “demek ki Zeliha abla kiraya vermiş evi.” Pencerenin önüne gelip içeriyi görebilmek için parmak uçlarıma güç verdiğim anda perde sallandı ve bir anda açıldı. Öylece dondum kaldım, elinde su kabıyla bir kız pencere önündeki çiçekleri sulamaya çıkmış. Ben öylece bakakaldım, içimden geçirdim bir anda “nesin sen in misin cin misin yoksa bir peri misin yok yok sen başka bir şeysin, yoksa cennetten firari bir huri misin?” Ben kendime geliyordum ki ey Allah’ım nedir bu, nasıl bir haldir, bir de bana gülmez mi, ben bittim tükendim, dizlerimde derman iliklerimde zerre can kalmadı. Yığılmamak için olduğum yere, döndüm arkamı gülen gözlere ve hızla yürüyüp Rahmi amcaların kapısını çaldım. Yenge çıktı, garip halimi hemen anladı, uzattım elimdeki sayfayı “Yenge, Hocam gönderdi, Rahmi amca biliyormuş ne yapacağını, ben gideyim hocam bekler” diyip aynen yollandım oradan. Yenge “evladım içeri gel bir ayran iç” diye seslense de arkamdan, dönüp bakmadım bile, bakamadım ve kaçarcasına uzaklaştım eski mahallemden. Hocamın yanına döndüğümde o garip halim devam ediyordu. Bir çay doldurdum kendime ve bir de hocama gelip oturdum yanına. Farkında değilim üç yudumda o demli, sıcak çayı bitirmişim Hocam dönüp “hayrola Sâki nedir bu hal, ne oldu” diye sormaz mı? Eyvah ki eyvah ben ne derim hocama “yok bir şey hocam” diyebildim sadece. “İnanmadım açıkçası, evladım Sâki bu sıcak çay üç yudumda öyle kolay bitmez ama hadi bakalım” dedi ben başımı eğdim, mübarek daha fazla sıkmadı anladı halimden, devam etti işine. Düşünceli günler başlamıştı, oysa o güne kadar hiç de derin düşüncelere salınmamıştım. Yaşım da daha küçüktü, yaşadığım şeyin adını da tam anlamıyla koyamıyordum. Neydi tüm bedenimi ve her zerremi usulca zapt eden şey…
Epeyce bir zaman geçmişti çıraklığa kabulümden bu yana ama bir kez olsun elime o kamışı almamıştım. Hocam “al evladım” demeden de aklımdan bile geçirmiyordum. Saygım, edebim bu nokta da beni hiç bırakmıyordu, yıllar usul usul geçiyordu… Cama çiçek sulamaya çıkan güzeli gördükten sonra korkuyordum mahalleye gitmeye ama elden ne gelir. Bir ay kadar sonra yine götürdüğüm başka bir eser için Rahmi amca haber göndermiş “tezhip bitti çerçevesi de tamam gönder kıymetini bilip iyi kollayabilecek biri…” diye. Sabah erkenden hocam “hadi evladım git de getir bakalım ne hale bürünmüş bizim evlat” dedi, eserlerine hep evlat derdi, isim takmazdı, bazılarına ise haylaz diye hitap ederdi. Haylazlar pek bir zorlamış olanlardı yahut bir hayli ruhuna dokunanlar. Süslüler vardı onlar hep bir başka dururdu. Sanki saraylı havasını takmışlardı üzerlerine ve genelde bunlar büyük şairlerin beyitleri olurdu;
“Gitti Mecnûn hane-i aşkı bana ısmarladı
Bir harab hanedir kalır divaneden divaneye”
Bu beyit beni fena halde etkilemişti, ben okuyamıyordum çünkü Arap alfabesiyle yazılıyordular. İnce bıyıklı geniş alınlı şair aylar sonra geldiğinde köşede bu beyti görüp okumuştu elini omzuma atarak, sonunda da “Üstad Hilleli Mehmed Fuzulî” demişti.
Girdim yola heyecanım ise bütün damalarımla beraber kalbime de baskı uyguluyor. Adımlarım zaman zaman hızlanıyor, kimi zaman yavaşlıyor ama akıbet hep aynı oluyor ben o mahalleye varıyordum. Sanki adımlarımı duyuyordu da, Rahmi amcaların evine varıp kapıyı çalacağım sırada o da camda bitiyordu. İmtihanımın git gide daha bir can yakıcı olacağını hissedebiliyordum ve aklıma bir anda o süslü eserler arasında yer alan Hilleli Üstad Fuzulî’nin beyti geldi ve çalmadan kapıyı, çevirdim başımı korkmadan. Camdaki güzel menekşeleri seviyordu, tam o şefkatle severken çiçeklerini gözlerimin farkına vardı sonra bir tebessüm, sonrasında bir utangaç bakış hafiften salınış en sonunda çekilen tül. Aslında bir tebessümü bile yetmişti benim aklıma izin vermeme ve neden buralara geldiğimi hatırlamak için zihnimi yoklamama. Bana fena halde bir şeyler oluyordu…
Eseri aldım geliyordum hocamın fakirhanesine doğru. O hep fakirhane dediği içinde ben de fakirhane derdim, hocamın fakirhanesi. Yıllar geçiyordu biz farkında olmadan. Hocamın saçlarına ve sakallarına hâkim olan beyazlıkların farkına varabiliyordum ve ben de büyüyordum. Babamın vefatından bu yana üç yıl geçmişti. Ve ben bu üç yıl boyunca hocamın yanından hiç ayrılmadım. Geçen üç yılda sadece sâkilik yaptım ve izledim. Sohbetleri dinledim, öğrendim, idrak ettim. Zaman zaman gelen Dervişlerin dillerinden düşmeyen Allah(cc), Muhammed (sav) lafızları benim de içime, en az onlar kadar huzur veriyordu. Kimisi Mevlevi, kimisi Kadiri, kimisi de Nakşi idi ama hepsinde ayrı bir hal ayrı bir sohbet konusu vardı. Sabırsızlanmıyordum ortaya eser koyabilmek için hatta böyle bir iş yapabileceğimi hiç mi hiç düşünemiyordum. Abartılı gelecek belki ama hocam dururken yanı başımda ben elime o ucu kesik kamışı alabileceğimi sanmıyordum. Her sabah hocam kamışlarının uçlarını düzeltirdi. Çok eskiden gelen bir âdeti de yerine getirerek yapardı. İlk kez bir sabah gösterdi bana içi boş olan odayı. İçinde hiçbir eşya yoktu ve küçük de bir penceresi vardı sadece. İçi kamış parçacıklarıyla doluyordu. Hocam “evladım gel ve dinle, eskiden gelen bir adettir hattat kamışlarının tozlarını bir odada biriktirir yıllarca. Odalar dolarmış zamanında, öyle eser verenler olurmuş, öyle üstadlar yani. Odalar dolunca kapısı kapanır küçük camlarından içeriye tozlar atılırmış. En sonunda hattat vefat edip dünya değiştirince de bu talaşlar, tozlar toplanır kefenlenmeden evvel yıkanacağı vakit suyu bu talaşlarla ısıtılırmış. Bizde bir âdeti yerine getirmeye çabalıyoruz bizimde suyumuzu bunlar ısıtacak inşallah.” Anlattığı çok hoştu ama sonu hiç hoşuma gitmemişti. Çünkü sevmiyordum babamın vefatından sonra ölümden konuşmayı ve biraz olsun bu endişem suratıma da aksettiğinden hocam daha fazla konuşmadı ve çaya bakmamı istedi. Üç yıl sonra öğrendiğim bu adet üzerine rüyalar bile görmeye başlamıştım. Bir gece hocamın vefat ettiğini ve suyunu o talaşlarla, ben ısıtıp hocamı yıkadığımı gördüm. Uyandığımda kan ter içindeydim ve o gece bir daha uyuyamamıştım…
Yaşım ilerledikçe değişik hallerin değişik sonuçlarıyla karşılaşıyordum. Her ay en azından iki kez Rahmi amcaların evine gitmem gerekiyordu ve ben o gidişleri iple çekiyordum. Sadece bir bakış, belki bir tebessüm için diken üstünde bekliyordum koca ay. Böylelikle yıllar geçti ve bendeki yangın hali git gide önüne geçilemeyen bu durum oldu. Zordu ve iyice zorlaşıyordu adına Camgüzeli demiştim ve küçük odamın pencere kenarında orta boy bir saksıya cam güzeli tohumları dikmiş sıcaklarda açmasını bekliyordum. Kapalıçarşıda tohumu satan ağabeyin tembihlerini aklımdan çıkarmıyordum. “Dikkat et naziktir, direkt güneşe koyma yanar” demişti, ben onun yanmasına mahal verir miyim hiç, ben yanarım da, atarım kendimi yangınlara güneşlere de izin vermem yanmasına.
Bir sabah hocam rahatsızlandı ve Hekim Ahmet beyi koşup evinden çağırdım, çok korkmuştum yaşı da epeyce ilerlemişti. Hekim Ahmet Bey etraflıca bir muayeneden sonra “efendim dikkat edin kendinize unutmayın yaşınız artık yetmişe dayandı yormayın artık bünyenizi, siz eskiler yaylalarda büyümüşsünüz bir şey olmaz size ama yine de dikkat edin” dedi ve bir şurup iki de vitamin yazdı. Korktuğumu fark eden hocam “Sâki korktun mu yoksa, sakın ha korkma teslim olmayı bil” dedi. Ben ise hiç aldırmıyordum, ben on bir yaşında büyümüş, koca adam olmuştum daha fazla büyümek en azından o vakit istemiyordum.
Neyse ki Hekim Ahmet Bey’in dediği gibi hocam yaylada büyümüştü ve bünyesi sağlamdı çok şükür. Toparlamıştı tez zamanda ve biraz olsun tavsiyelere uyup kendini az yoruyordu. Yedi yıl geçmişti ve ben hala bir kez bile hat kamışını elime almamıştım. Ama her şeyi zihnime çiziyordum, harfleri nasıl yerleştiriyor, noktaları ne düzenle ekliyor. Hepsi hepsi zihnimdeydi ama bir kez olsun düzeltmek için bile elime hat kamışını almamıştım. Yaşım on sekiz tam deli çağlarım ve yazları bekleyemez havalarım. Çünkü camgüzeli yazın açıyordu penceremin önünde ve ben her gece ona bakarak uykuya dalıyordum. Adabı öğrenmiştim yedi yılda, nerede konuşup nerede susmak gerektiğini ve en önemlisi çay demlemeyi öğrenmiştim. Dervişleri ve hocamı sarhoş eden çay tamamen Sâki’nin elinden çıkıyordu artık.
Ve yaz çoktan gelmişti tomurcuklarını patlattığını sabah kalktığımda gördüm camgüzelinin. Bu günün hep böyle neşe içinde geçmesini diliyordum. Bir haftadır ara ara baktığı, üzerinde çalıştığı eserini bitirmişti hocam, epeyce de büyüktü. Sevindim, yine Rahmi amcanın evinin yolunu tutacaktım ve tabii ki adımlarımdan geldiğimi duyanı, onu görecektim. Hocam güzelce sarıp sarmalayıp verdi emaneti ve “tez gidip tez gelesin evladım” dedi. Artık ciddi ciddi camdaki güzel ile konuşmayı düşünüyordum. Ama nasıl? Bir yolunu bulup gecelerce hayal ettiğim düşünceleri ona da bildirecektim. Ciddi düşünüyordum ve hepsinin sonuna da çaresiz “Ya kısmet!” diyordum. Ben adımlarımı yavaşlattım kalp atışlarımın aksine. Uzun bir nefes çektim içime peşinden derin bir bakış, Cam güzeli yine camda, onun bakışları da ne bakış. Korkmuyordum bunca yıldan sonra bakmaya, o yüzden kaçırmadım bakışlarımı, o da kaçırmadı ama anlayamadığım bir şey vardı, seziyordum. Yüzüne anlam veremediğim bir hüzün hâkim oldu bir anda, sonra benim hep nemli bakan gözlerim gibi gördüm gözlerini, nemli… Durmadı o halde kaçtı içeri ve bir kez daha tüller çekildi. Vurdum kapıyı, Rahmi amca çıktı verdim emaneti “Evladım bitince ben haber veririm yine” dedi ve ben de “Tamam Rahmi amca” diyip düştüm yola. Aklımda sadece camdaki güzelin hüzün dolu bakışları vardı. Vardır bir hayır, diye geçirip içimden devam ettim yoluma.
Bir ömür oluverdi önümde Rahmi amcanın çalışma vakti “ne zaman biter de gitmeme bahane çıkar” diye düşünüyordum. Üstelik niyetimi de sağlamlamıştım, Rahmi amca ile konuşacaktım durumu. Yedi yıl geçmişti ilk gördüğüm günden bu yana ve yedi yıldır kaymamıştı gönlüm bir başkasına. Söyleyecektim “Rahmi amca durum böyle böyle, yedi yıl o pencereden, ben sizin kapının önünden kısa süren bakışmalarla geçti. Yandım…” diyecektim. Camımın önündeki camgüzeli de dolgun bir şekilde açmış iyice güzelleşmişti, Allah’ım, güzellikler sana ait. Haber gelmiş uzunca bir zaman sonra eser hazırdı ve gidip almak kalmıştı sadece. Çıkmadan evvel garip garip baktım camgüzeline ve düşüncelerimden bahsettim, o sıra anlayamadım. Zannettim ki benim durumum ayan oldu da üzüldü halime, ondan hüzünlendi. Sanki boyun büktü renkli yaprakları. Sanki renklerini hafiften döktü. Besmele ile çıktım yola adımlarım seri, yürüyordum dünyayı adımlar gibi, sokağın başına geldiğim anda Cam güzelinin son gördüğümde fark ettiğim burukluğunu anlamıştım. Rahmi amcaların evinin hemen karşısında, bizim eski ev ve penceresinde menekşe ile bir güzel olan ev. İşte o evin önünde bir tane eski model kamyon, kasası eşya ile dolu. Adımlarım yavaşladı, bir süre sonra durdum. Yürümeye cesaretim yoktu, oysa bu gün mutlaka…
Rahmi amcaların kapısına zor bela geldim, gözüm hep kamyonda, gözüm evden bir şeyler çıkaran gençlerde. Çaldım kapıyı, Rahmi amca çıktı, içeri davet etti girmedim sonra sordum “Hayrola taşınan mı var mahalleden” hemen verdi cevabı “Evet evladım karşı komşu, sizin eski evin kiracısı memlekete dönüyorlarmış” dedi yıkıldım. “Şehrimi terkinden korkuyordum şehrin sensizliğini yaşayacağım” diye geçirdim içimden, tam o sırada elinde saksısı ile biri çıktı dışarıya. Yürüdü, yürüdü, yürüdü yedi yıldır ilk kez duyduğum sesi ile “Rahmi amca yenge evde mi çağırabilir misiniz?” dedi ben öylece bakakaldım gördüğüm ilk gün gibi. Yenge hemen geldi “köye götürmüyorum hediyem olsun sizlere, iyi bakın onlara buranın havasına alışmışlar yapamazlar bizim oralarda” dedi yengeye uzattı. Yenge hanım teşekkür edip alırken bana da baktı, ben şaşkın şaşkın önce Cam güzeline, sonra menekşelere daha sonra yere baktım ve yandım…
Yedi yıl sonra ilk kez sesini duydum ve sesinde bir veda hüznü vardı, bende ayrı bir yangın, bende geç kalmışlığın ıstırabı vardı. Kendime değişik sorular sormaya başladım dönüş yolunda, sağ elimde bir tablo, sol elim serbest, zihnim ise sorularda mahpus. Kamyonun sesini duydum arkamda döndüm baktım, kamyonun önünde bir taksi Anadol arkasından kamyon. Anadol’un içine baktım son kez görme ümidiyle, acı bir tebessümdü o zerre kadar küçük, kısa zamanda gördüğüm. Hemen peşlerinden dalından kurtulmuş ve kurumuş sarı bir çınar yaprağı düştü önüme, mevsim güz mevsim hazan…
Fakirhaneye vardığımda her şeyi biliyormuş gibi hocam sordu “Sâki iyi misin evladım” dedi. Açıkça dedim “değilim hocam…” “Hayrola” dedi ve bir yandan da eserin sarılı olduğu kâğıtları usulca açtı, şöyle bir baktı, sonra ben de “hocam bunca yıldır yanınızdayım ilk kez bir şey sormak istiyorum” dedim, gözleri parladı “buyur evladım” dedi “birileri hep gidiyor ve ben her gidenin ardından daha da büyüyorum, aynı zamanda yoruluyorum. Peki, hocam ben kimim, büyüyen kim, biz kimiz…” Hocam tebessüm etti, sonra gözleri doldu, daha sonra tabloyu gösterdi ve okudu üzerinde yazanı “Hiç…” “Biz evladım sadece Hiçiz işte bütün sorularının cevabı bütün sırların ayanıdır… Sadece Hiç… Hiç…”
İlk o gün elime aldım hat kamışını ve yazdığım ilk şey de “Hiç” oldu. Bitkindim çünkü bütün soruların cevabını almış, anlamıştım. Akşamüzeri istirahat için odama geçtim, baktım ki pencere önündeki camgüzeli dökmüş bütün yapraklarını. Hazan, benimle beraber onu da vurmuş. Oda benim gibi Hiç gerçeği ile tanışmıştı. Hazan can yakıyordu hüznü peşinden sürüklüyor, benzerliklerini aşikâr ediyordu. Hazan ve hüzün, sanki bir olmuştu gidenlerin ardından…
Yıllar sonra, her gidenin ardından büyüyen ve yorulan, hepsinin gidişine şahit olan ben. Gidişlerin en büyüğü en zor oldu ve beni en çok o büyüttü. Sırtımı yasladığım dağ göçtü yine bir hazan gecesinde. Kollarımın arasında ben koca bir dağı kucaklamıştım o “Hay!..” diyip ruhunu teslim ederken. Ve ben ondan öğrenmiştim Hiç olabilmeyi, bir hiç gibi düşünebilmeyi… Her hazan birileri mutlaka gidiyordu ve ben gidenlerin ardından büyüyordum… Büyüyordum… Her hazan biraz daha…HAZAN VE HÜZÜN
İçeri girdiğimde kendimde değildim, garip bir havası vardı duvarlarda okuyamadığım yazılar tablolar içinde duruyordu. Kenarları tezhipli, tezhibi de beni buraya getiren Rahmi amcadan biliyordum. Karı koca müzehhipdi ve bizim ahşap evin karşısında evleri vardı ve tabii bir sürü de öğrencileri. Buradaki birçok tabloyu da belki de onlar süslemişti. Loş ışıkların hâkim olduğu bir salondan aydınlık bir odaya geçtik ve oturduk. Bir masa vardı hafiften eğik, garip bir masa ve masa başında bir sürü kamış, kalem ama uçları ayrı kesik. Kâğıtlar diğer köşede, sarısı beyazı hafiften kahverengiye çalanları. Küçük cam şişeler içinde mürekkebi gördüm ve rengine vuruldum ilk anda. Rengi değişik geldi bana, şişede olduğundan mıdır nedir, ne siyah ne de lacivert gibi göründü. Aklıma bir anda okulda gördüğüm dünya haritası geldi. Hâkim olan mavilikler ve kara parçaları. Okyanusların ortasına gidildikçe laciverde yakınlaşan mavi, nedendir aklıma gelivermişti işte. İçimden geçen garip düşüncelerin kaynağını o anda anlayamamıştım ama şimdi daha iyi idrak edebiliyorum. Tüm o alakasız düşüncelere dalmamın tek sebebi heyecanımdı.
Bir süre sonra içeriye orta boylu, saçlarında akların çoğunlukta olduğu ve hatta kirli sakalına da hiç durmadan hücum ettiği biri girdi. Boynuna asılı gözlüklerini burnunun ucuna koyup “hoş geldin” dedi Rahmi amcaya, ardından bana döndü uzunca bir süre baktı durdu sadece. Utanmıştım, başımı öne eğip sadece durdum, doğrusu da buymuş zaten bunu da epeyce bir zaman sonra öğrenecektim. Yaşım daha on bir, mektebe gitmem lazım gelirken oradaydım ve ortadaydım… Annem doğumumda beni göremeden göçmüş, babam ise bir ay evveline kadar beni hiç yanından ayırmamış. Genelde göçebe hayatı denilebilecek bir hayat sürmüşüz, ben yedi yaşına gelene kadar. Zaten hafızam adam akıllı yedi yaşımdan sonrasını hatırlıyordu. Bir ay evvelinde de babamın yaşlı bedenini buldular Cankurtaran’da bir merdiven başında. Ben o saatlerde evde babamı bekliyordum, okumam için ödev verdiği kitabı bitirmenin heyecanı gözlerimde ve gözlerim kapıda duruyordu. Ben babamı beklerken uyuyakalmışım ve sabahın erken bir saatinde kapının vurulmasıyla uyandım. Heyecanla koşup açtım babam diye ama karşımda babam değil bir başkası duruyordu. Bekçi Hasan amca, hemen arkasında da Rahmi amca bana bakıyordu, yüzlerinden düşen bin parça. Evet, bu deyimi bir gün önce bitirdiğim kitaptan öğrenmiştim ve çok hoşuma gitmişti. Mest olmuştum açıkçası ama nereden bilebilirdim ki bu kadar yakın bir zamanda kullanmam lüzum edeceğini. Güldüm “ne o Hasan amca yüzünüzden düşen bin parça” dedim Rahmi amca hemen atıldı “Hadi aslanım girelim içeri de öyle konuşalım” dedi. Yaşça Bekçi Hasan amcadan büyüktü ve daha olgundu, çoğu kişi onun için “medrese terbiyesi almış” derdi ama ben hiçbir şey anlamazdım. İçeri girer girmez masanın başına oturup koca bir adam gibi beni de karşılarına oturttular ve ben henüz on bir yaşındaydım. “Bak evladım” dedi Rahmi amca, olgun tavırları sesine aksetmişti “koca adam oldun ve artık bazı şeyleri anında öğrenme hakkın var. O yüzden ne senden bir şeyler saklamak doğru olur, nede bu gerçekleri bir süre sonra başka yerlerden öğrenmen. Koca adam oldun dedik ya işte şimdi senden koca bir adam gibi davranmanı istiyorum, söz veriyor musun?” dedi. Ben bir şeyleri tahmin etmeye başlamıştım. Babam dün gece eve gelmemişti ve ben sözümü çoktan vermiştim. “Evladım baban dün gece kalp krizi geçirmiş, yolda bir köşede bulmuşlar” dediği anda Bekçi Hasan amca lafa girdi “sabah aldık haberi karakolda, baban vefat etti evladım” dedi. İçimden, verdiğim sözün muhasebesini yapmaya başladım. Şuan itibariyle koca bir adam ne yapardı, açıkçası onu da pek iyi bilmiyordum. Aklıma bir anda yan komşumuz Münevver teyzenin vefatında bağırıp çağıran kızını sessizce uyaran Hakkı amca geldi, hiç ağlamamıştı ve bağırmamıştı da. Bir anda onu gözlerim önüne getirip, onun gibi sağlam durmam gerektiğini düşündüm. “Başın sağ olsun oğlum” dedi Rahmi amca, ben o sırada babama bir daha hiç sarılamayacağımı hatırladım. O düşünceye rağmen on bir yıllık ömrümün en değerli cümlesini kullandım “Dostlar sağ olsun… Allah rahmet eylesin…”
Ve nihayetinde bir ay sonra küçük camlarından ışık süzülen bu yerdeydim. Yaşlı amca oturdu masasının başına ve gözlüklerini indirdi burnunun ucundan. Bir kez daha baktı gözlerime “Senin gözlerin neden nemli evladım” dedi, ne dediğini anlamamıştım. “Nemli değil gözlerim, ağlamadım da” dediğim anda lafa girdi ve “Ben anlarım evladım sen pek ağlamamışsın o yüzden gözlerin hep nemli bakar olmuş.” Rahmi amca “Azizim bahsettiğim konuyu bir kez daha açmayı lüzum görmüyorum, bir sakıncası var mı?” “Lüzum yok dediğin gibi Rahmi, delikanlı artık benim çırağımdır, bende çırak evlat gibidir ve hatta daha da ötedir” dedi, Rahmi amca bana dönüp “evladım evdeki eşyalarınızı bizim evin altındaki boş odaya alırız ister orada kalırsın ister burada tamam mı?” diye sorduğunda başımı salladım sadece. Artık çıraktım bir sanatkârın yanında ve artık bir hocam, bir ustam vardı. Hocam ile beraber kapıya kadar geçirdik Rahmi amcayı ve selametle yola koştuk. O küçük evde öğrendiğim ilk yer mutfak oldu ve hocamın ilk dersi de çayı nasıl demleyeceğim ile ilgili oldu. “Evladım gelip gidenimiz çok olur onlar da çok sever bu can suyunu ben de çok severim, o yüzden çayı iyi demlemen lüzum eder bilesin, şimdi beni iyi izle…”
İlk izlemem öyle başladı, muhterem hocamın yanında, genelde izliyordum ve dinliyordum. Pek hürmet gören biriydi hocam, ondan çok önemli şeyler öğreneceğimden emindim. Misafirlerimiz eksik olmuyordu hattatlar, yazarlar, müzehhipler, neyzenler ve hatta siyasiler bile geliyordu. Hepsi de çayı çok seviyordu, öyle günler oluyordu ki üç demlik çay bitiyor dördüncüsü ocaktayken hocam sesleniyordu “doldur Sâki çay doldur” diye. Adım bundan sonra Sâki olmuştu ve yeni ismime alışmam zor da olmamıştı. Zira bütün gün çay doldurup hocamı izlemekten başka bir şey yaptığım yoktu. En çok neyzenlerin ve yazarların geldikleri günler keyif veriyordu. Neyzenler hocamın düsturu ile ney üflemeye başladığında çaydanlıklar elimde şıngırdamaya, ellerim titremeye başlıyordu. Siyasilerde çok sıkılıyordum çünkü değişik tabirler kullanıp pek sıkıcı konulara giriyorlardı. Zaten hocam da karşılarında genelde sessiz kalıp dinliyordu. Yazarlar ise ayrı bir âlem, kimisi çıkacak olan kitabı için hat istiyordu, kimisi ise sadece dua. Ve yine hocamın düsturu ile beyitler okunuyor, hikâyeler anlatılıyordu. Hocamın, keza benim en çok sevdiğim hikâye Yusuf ile Züleyha’nın hikâyesiydi. Aman Allah’ım nasıl bir imtihandır ki her iki sevdiğini de böyle zor durumlara salarsın. Hikmetine sual olmaz sen her şeyin en iyisini bilirsin. Her yazar, şair farklı cümlelerle süsleyip anlatırdı, her biri ayrı bir hikâye gibi gelirdi bana ve her seferdi mest olurdum. Bir vakit orta yaşlarda ince bıyıklı geniş alınlı biri geldi, şairdi. Hali bir garip geldi bana sanki günlerdir uyumamış ve bir sabah erkenden huzur bulmak üzere kendini hocamın fakirhanesine atmıştı. “Çok yanlışlar yaptım efendim” dedi ellerini önünde adapla bağlamış bir halde ve devam etti “yanlış düşünceler içinde yıllarca kendimle ve bir çoğuyla cebelleştim lakin anladım ki yıllardır bizleri canlar yakmaya, kalp kırmaya, bizlerden gayrisine küfürler yağdırmaya ve hatta amansız kavgalara dalmaya iten düşüncemiz bir yalanmış…” dediği anda Hocam lafa girdi “evladım bir hayli fazla düşünmüşsün ve kanaatim odur ki pek de ince düşünmüşsün ve hatta görüyorum yorgun düşmüşsün, şimdi bu fakirin bir çayını iç de kendine gel, bizim Sâki’nin çayı hoştur, kendine getirir adamı, ondan sonra sohbetimize devam ederiz” dedi ve seslendi bana “Sâki çayımız demli olsun, halimiz derin vesselam…”
İşte o gün en hoş çayımı demlemiştim bundan eminim ve çaydan sonra hocam ile sohbete devam ettiler. O sıra pek duyamadım, dışarı çıkmam gerekmişti. Ama o yüzü hiçbir zaman unutmadım ve yıllar sonra ince bıyığının devamı olarak bir de sakal bıraktı, zamanla beyazladı, zamanla işinin üstadı oldu ve ben hiç unutmadım hocamın yanına geldiği o dehşet dolu hali, şükür ki çok uzaktı o halden…
Bir gün çok büyük bir hat yazdı hocam. Çok hoştu ve günlerdir onunla ilgilenip üzerine titriyordu, biter bitmez kolumun altına sıkıştırıp “Sâki bunu hemen Rahmi amcana götürüyorsun, o ne yapacağını biliyor bırakıp geliyorsun” dedi. Bunun üzerine hemen yola girdim, epeydir mahalleye uğramıyordum, hocamın evinde kalmak hem kolayıma geliyor, hem de huzurlu oluyordum. Kapılarını tıklayacağım vakit eski evimize bakmak geçti içimden, arkamı döndüğüm, babamı en son içinde gördüğüm evimize. Rahmi amcaların kapısını vurmaktan vazgeçtim usulca kafamı çevirip yürüdüm eski evimize doğru. İlk başta dikkatimi çekmemişti çünkü ben evi perdeli bırakmıştım ve yine perdeliydi. Bizim eşyaları ise mahalleli toparlamıştı. Fark ettiğimde şaşırdım sonra anlamlandırdım ki “demek ki Zeliha abla kiraya vermiş evi.” Pencerenin önüne gelip içeriyi görebilmek için parmak uçlarıma güç verdiğim anda perde sallandı ve bir anda açıldı. Öylece dondum kaldım, elinde su kabıyla bir kız pencere önündeki çiçekleri sulamaya çıkmış. Ben öylece bakakaldım, içimden geçirdim bir anda “nesin sen in misin cin misin yoksa bir peri misin yok yok sen başka bir şeysin, yoksa cennetten firari bir huri misin?” Ben kendime geliyordum ki ey Allah’ım nedir bu, nasıl bir haldir, bir de bana gülmez mi, ben bittim tükendim, dizlerimde derman iliklerimde zerre can kalmadı. Yığılmamak için olduğum yere, döndüm arkamı gülen gözlere ve hızla yürüyüp Rahmi amcaların kapısını çaldım. Yenge çıktı, garip halimi hemen anladı, uzattım elimdeki sayfayı “Yenge, Hocam gönderdi, Rahmi amca biliyormuş ne yapacağını, ben gideyim hocam bekler” diyip aynen yollandım oradan. Yenge “evladım içeri gel bir ayran iç” diye seslense de arkamdan, dönüp bakmadım bile, bakamadım ve kaçarcasına uzaklaştım eski mahallemden. Hocamın yanına döndüğümde o garip halim devam ediyordu. Bir çay doldurdum kendime ve bir de hocama gelip oturdum yanına. Farkında değilim üç yudumda o demli, sıcak çayı bitirmişim Hocam dönüp “hayrola Sâki nedir bu hal, ne oldu” diye sormaz mı? Eyvah ki eyvah ben ne derim hocama “yok bir şey hocam” diyebildim sadece. “İnanmadım açıkçası, evladım Sâki bu sıcak çay üç yudumda öyle kolay bitmez ama hadi bakalım” dedi ben başımı eğdim, mübarek daha fazla sıkmadı anladı halimden, devam etti işine. Düşünceli günler başlamıştı, oysa o güne kadar hiç de derin düşüncelere salınmamıştım. Yaşım da daha küçüktü, yaşadığım şeyin adını da tam anlamıyla koyamıyordum. Neydi tüm bedenimi ve her zerremi usulca zapt eden şey…
Epeyce bir zaman geçmişti çıraklığa kabulümden bu yana ama bir kez olsun elime o kamışı almamıştım. Hocam “al evladım” demeden de aklımdan bile geçirmiyordum. Saygım, edebim bu nokta da beni hiç bırakmıyordu, yıllar usul usul geçiyordu… Cama çiçek sulamaya çıkan güzeli gördükten sonra korkuyordum mahalleye gitmeye ama elden ne gelir. Bir ay kadar sonra yine götürdüğüm başka bir eser için Rahmi amca haber göndermiş “tezhip bitti çerçevesi de tamam gönder kıymetini bilip iyi kollayabilecek biri…” diye. Sabah erkenden hocam “hadi evladım git de getir bakalım ne hale bürünmüş bizim evlat” dedi, eserlerine hep evlat derdi, isim takmazdı, bazılarına ise haylaz diye hitap ederdi. Haylazlar pek bir zorlamış olanlardı yahut bir hayli ruhuna dokunanlar. Süslüler vardı onlar hep bir başka dururdu. Sanki saraylı havasını takmışlardı üzerlerine ve genelde bunlar büyük şairlerin beyitleri olurdu;
“Gitti Mecnûn hane-i aşkı bana ısmarladı
Bir harab hanedir kalır divaneden divaneye”
Bu beyit beni fena halde etkilemişti, ben okuyamıyordum çünkü Arap alfabesiyle yazılıyordular. İnce bıyıklı geniş alınlı şair aylar sonra geldiğinde köşede bu beyti görüp okumuştu elini omzuma atarak, sonunda da “Üstad Hilleli Mehmed Fuzulî” demişti.
Girdim yola heyecanım ise bütün damalarımla beraber kalbime de baskı uyguluyor. Adımlarım zaman zaman hızlanıyor, kimi zaman yavaşlıyor ama akıbet hep aynı oluyor ben o mahalleye varıyordum. Sanki adımlarımı duyuyordu da, Rahmi amcaların evine varıp kapıyı çalacağım sırada o da camda bitiyordu. İmtihanımın git gide daha bir can yakıcı olacağını hissedebiliyordum ve aklıma bir anda o süslü eserler arasında yer alan Hilleli Üstad Fuzulî’nin beyti geldi ve çalmadan kapıyı, çevirdim başımı korkmadan. Camdaki güzel menekşeleri seviyordu, tam o şefkatle severken çiçeklerini gözlerimin farkına vardı sonra bir tebessüm, sonrasında bir utangaç bakış hafiften salınış en sonunda çekilen tül. Aslında bir tebessümü bile yetmişti benim aklıma izin vermeme ve neden buralara geldiğimi hatırlamak için zihnimi yoklamama. Bana fena halde bir şeyler oluyordu…
Eseri aldım geliyordum hocamın fakirhanesine doğru. O hep fakirhane dediği içinde ben de fakirhane derdim, hocamın fakirhanesi. Yıllar geçiyordu biz farkında olmadan. Hocamın saçlarına ve sakallarına hâkim olan beyazlıkların farkına varabiliyordum ve ben de büyüyordum. Babamın vefatından bu yana üç yıl geçmişti. Ve ben bu üç yıl boyunca hocamın yanından hiç ayrılmadım. Geçen üç yılda sadece sâkilik yaptım ve izledim. Sohbetleri dinledim, öğrendim, idrak ettim. Zaman zaman gelen Dervişlerin dillerinden düşmeyen Allah(cc), Muhammed (sav) lafızları benim de içime, en az onlar kadar huzur veriyordu. Kimisi Mevlevi, kimisi Kadiri, kimisi de Nakşi idi ama hepsinde ayrı bir hal ayrı bir sohbet konusu vardı. Sabırsızlanmıyordum ortaya eser koyabilmek için hatta böyle bir iş yapabileceğimi hiç mi hiç düşünemiyordum. Abartılı gelecek belki ama hocam dururken yanı başımda ben elime o ucu kesik kamışı alabileceğimi sanmıyordum. Her sabah hocam kamışlarının uçlarını düzeltirdi. Çok eskiden gelen bir âdeti de yerine getirerek yapardı. İlk kez bir sabah gösterdi bana içi boş olan odayı. İçinde hiçbir eşya yoktu ve küçük de bir penceresi vardı sadece. İçi kamış parçacıklarıyla doluyordu. Hocam “evladım gel ve dinle, eskiden gelen bir adettir hattat kamışlarının tozlarını bir odada biriktirir yıllarca. Odalar dolarmış zamanında, öyle eser verenler olurmuş, öyle üstadlar yani. Odalar dolunca kapısı kapanır küçük camlarından içeriye tozlar atılırmış. En sonunda hattat vefat edip dünya değiştirince de bu talaşlar, tozlar toplanır kefenlenmeden evvel yıkanacağı vakit suyu bu talaşlarla ısıtılırmış. Bizde bir âdeti yerine getirmeye çabalıyoruz bizimde suyumuzu bunlar ısıtacak inşallah.” Anlattığı çok hoştu ama sonu hiç hoşuma gitmemişti. Çünkü sevmiyordum babamın vefatından sonra ölümden konuşmayı ve biraz olsun bu endişem suratıma da aksettiğinden hocam daha fazla konuşmadı ve çaya bakmamı istedi. Üç yıl sonra öğrendiğim bu adet üzerine rüyalar bile görmeye başlamıştım. Bir gece hocamın vefat ettiğini ve suyunu o talaşlarla, ben ısıtıp hocamı yıkadığımı gördüm. Uyandığımda kan ter içindeydim ve o gece bir daha uyuyamamıştım…
Yaşım ilerledikçe değişik hallerin değişik sonuçlarıyla karşılaşıyordum. Her ay en azından iki kez Rahmi amcaların evine gitmem gerekiyordu ve ben o gidişleri iple çekiyordum. Sadece bir bakış, belki bir tebessüm için diken üstünde bekliyordum koca ay. Böylelikle yıllar geçti ve bendeki yangın hali git gide önüne geçilemeyen bu durum oldu. Zordu ve iyice zorlaşıyordu adına Camgüzeli demiştim ve küçük odamın pencere kenarında orta boy bir saksıya cam güzeli tohumları dikmiş sıcaklarda açmasını bekliyordum. Kapalıçarşıda tohumu satan ağabeyin tembihlerini aklımdan çıkarmıyordum. “Dikkat et naziktir, direkt güneşe koyma yanar” demişti, ben onun yanmasına mahal verir miyim hiç, ben yanarım da, atarım kendimi yangınlara güneşlere de izin vermem yanmasına.
Bir sabah hocam rahatsızlandı ve Hekim Ahmet beyi koşup evinden çağırdım, çok korkmuştum yaşı da epeyce ilerlemişti. Hekim Ahmet Bey etraflıca bir muayeneden sonra “efendim dikkat edin kendinize unutmayın yaşınız artık yetmişe dayandı yormayın artık bünyenizi, siz eskiler yaylalarda büyümüşsünüz bir şey olmaz size ama yine de dikkat edin” dedi ve bir şurup iki de vitamin yazdı. Korktuğumu fark eden hocam “Sâki korktun mu yoksa, sakın ha korkma teslim olmayı bil” dedi. Ben ise hiç aldırmıyordum, ben on bir yaşında büyümüş, koca adam olmuştum daha fazla büyümek en azından o vakit istemiyordum.
Neyse ki Hekim Ahmet Bey’in dediği gibi hocam yaylada büyümüştü ve bünyesi sağlamdı çok şükür. Toparlamıştı tez zamanda ve biraz olsun tavsiyelere uyup kendini az yoruyordu. Yedi yıl geçmişti ve ben hala bir kez bile hat kamışını elime almamıştım. Ama her şeyi zihnime çiziyordum, harfleri nasıl yerleştiriyor, noktaları ne düzenle ekliyor. Hepsi hepsi zihnimdeydi ama bir kez olsun düzeltmek için bile elime hat kamışını almamıştım. Yaşım on sekiz tam deli çağlarım ve yazları bekleyemez havalarım. Çünkü camgüzeli yazın açıyordu penceremin önünde ve ben her gece ona bakarak uykuya dalıyordum. Adabı öğrenmiştim yedi yılda, nerede konuşup nerede susmak gerektiğini ve en önemlisi çay demlemeyi öğrenmiştim. Dervişleri ve hocamı sarhoş eden çay tamamen Sâki’nin elinden çıkıyordu artık.
Ve yaz çoktan gelmişti tomurcuklarını patlattığını sabah kalktığımda gördüm camgüzelinin. Bu günün hep böyle neşe içinde geçmesini diliyordum. Bir haftadır ara ara baktığı, üzerinde çalıştığı eserini bitirmişti hocam, epeyce de büyüktü. Sevindim, yine Rahmi amcanın evinin yolunu tutacaktım ve tabii ki adımlarımdan geldiğimi duyanı, onu görecektim. Hocam güzelce sarıp sarmalayıp verdi emaneti ve “tez gidip tez gelesin evladım” dedi. Artık ciddi ciddi camdaki güzel ile konuşmayı düşünüyordum. Ama nasıl? Bir yolunu bulup gecelerce hayal ettiğim düşünceleri ona da bildirecektim. Ciddi düşünüyordum ve hepsinin sonuna da çaresiz “Ya kısmet!” diyordum. Ben adımlarımı yavaşlattım kalp atışlarımın aksine. Uzun bir nefes çektim içime peşinden derin bir bakış, Cam güzeli yine camda, onun bakışları da ne bakış. Korkmuyordum bunca yıldan sonra bakmaya, o yüzden kaçırmadım bakışlarımı, o da kaçırmadı ama anlayamadığım bir şey vardı, seziyordum. Yüzüne anlam veremediğim bir hüzün hâkim oldu bir anda, sonra benim hep nemli bakan gözlerim gibi gördüm gözlerini, nemli… Durmadı o halde kaçtı içeri ve bir kez daha tüller çekildi. Vurdum kapıyı, Rahmi amca çıktı verdim emaneti “Evladım bitince ben haber veririm yine” dedi ve ben de “Tamam Rahmi amca” diyip düştüm yola. Aklımda sadece camdaki güzelin hüzün dolu bakışları vardı. Vardır bir hayır, diye geçirip içimden devam ettim yoluma.
Bir ömür oluverdi önümde Rahmi amcanın çalışma vakti “ne zaman biter de gitmeme bahane çıkar” diye düşünüyordum. Üstelik niyetimi de sağlamlamıştım, Rahmi amca ile konuşacaktım durumu. Yedi yıl geçmişti ilk gördüğüm günden bu yana ve yedi yıldır kaymamıştı gönlüm bir başkasına. Söyleyecektim “Rahmi amca durum böyle böyle, yedi yıl o pencereden, ben sizin kapının önünden kısa süren bakışmalarla geçti. Yandım…” diyecektim. Camımın önündeki camgüzeli de dolgun bir şekilde açmış iyice güzelleşmişti, Allah’ım, güzellikler sana ait. Haber gelmiş uzunca bir zaman sonra eser hazırdı ve gidip almak kalmıştı sadece. Çıkmadan evvel garip garip baktım camgüzeline ve düşüncelerimden bahsettim, o sıra anlayamadım. Zannettim ki benim durumum ayan oldu da üzüldü halime, ondan hüzünlendi. Sanki boyun büktü renkli yaprakları. Sanki renklerini hafiften döktü. Besmele ile çıktım yola adımlarım seri, yürüyordum dünyayı adımlar gibi, sokağın başına geldiğim anda Cam güzelinin son gördüğümde fark ettiğim burukluğunu anlamıştım. Rahmi amcaların evinin hemen karşısında, bizim eski ev ve penceresinde menekşe ile bir güzel olan ev. İşte o evin önünde bir tane eski model kamyon, kasası eşya ile dolu. Adımlarım yavaşladı, bir süre sonra durdum. Yürümeye cesaretim yoktu, oysa bu gün mutlaka…
Rahmi amcaların kapısına zor bela geldim, gözüm hep kamyonda, gözüm evden bir şeyler çıkaran gençlerde. Çaldım kapıyı, Rahmi amca çıktı, içeri davet etti girmedim sonra sordum “Hayrola taşınan mı var mahalleden” hemen verdi cevabı “Evet evladım karşı komşu, sizin eski evin kiracısı memlekete dönüyorlarmış” dedi yıkıldım. “Şehrimi terkinden korkuyordum şehrin sensizliğini yaşayacağım” diye geçirdim içimden, tam o sırada elinde saksısı ile biri çıktı dışarıya. Yürüdü, yürüdü, yürüdü yedi yıldır ilk kez duyduğum sesi ile “Rahmi amca yenge evde mi çağırabilir misiniz?” dedi ben öylece bakakaldım gördüğüm ilk gün gibi. Yenge hemen geldi “köye götürmüyorum hediyem olsun sizlere, iyi bakın onlara buranın havasına alışmışlar yapamazlar bizim oralarda” dedi yengeye uzattı. Yenge hanım teşekkür edip alırken bana da baktı, ben şaşkın şaşkın önce Cam güzeline, sonra menekşelere daha sonra yere baktım ve yandım…
Yedi yıl sonra ilk kez sesini duydum ve sesinde bir veda hüznü vardı, bende ayrı bir yangın, bende geç kalmışlığın ıstırabı vardı. Kendime değişik sorular sormaya başladım dönüş yolunda, sağ elimde bir tablo, sol elim serbest, zihnim ise sorularda mahpus. Kamyonun sesini duydum arkamda döndüm baktım, kamyonun önünde bir taksi Anadol arkasından kamyon. Anadol’un içine baktım son kez görme ümidiyle, acı bir tebessümdü o zerre kadar küçük, kısa zamanda gördüğüm. Hemen peşlerinden dalından kurtulmuş ve kurumuş sarı bir çınar yaprağı düştü önüme, mevsim güz mevsim hazan…
Fakirhaneye vardığımda her şeyi biliyormuş gibi hocam sordu “Sâki iyi misin evladım” dedi. Açıkça dedim “değilim hocam…” “Hayrola” dedi ve bir yandan da eserin sarılı olduğu kâğıtları usulca açtı, şöyle bir baktı, sonra ben de “hocam bunca yıldır yanınızdayım ilk kez bir şey sormak istiyorum” dedim, gözleri parladı “buyur evladım” dedi “birileri hep gidiyor ve ben her gidenin ardından daha da büyüyorum, aynı zamanda yoruluyorum. Peki, hocam ben kimim, büyüyen kim, biz kimiz…” Hocam tebessüm etti, sonra gözleri doldu, daha sonra tabloyu gösterdi ve okudu üzerinde yazanı “Hiç…” “Biz evladım sadece Hiçiz işte bütün sorularının cevabı bütün sırların ayanıdır… Sadece Hiç… Hiç…”
İlk o gün elime aldım hat kamışını ve yazdığım ilk şey de “Hiç” oldu. Bitkindim çünkü bütün soruların cevabını almış, anlamıştım. Akşamüzeri istirahat için odama geçtim, baktım ki pencere önündeki camgüzeli dökmüş bütün yapraklarını. Hazan, benimle beraber onu da vurmuş. Oda benim gibi Hiç gerçeği ile tanışmıştı. Hazan can yakıyordu hüznü peşinden sürüklüyor, benzerliklerini aşikâr ediyordu. Hazan ve hüzün, sanki bir olmuştu gidenlerin ardından…
Yıllar sonra, her gidenin ardından büyüyen ve yorulan, hepsinin gidişine şahit olan ben. Gidişlerin en büyüğü en zor oldu ve beni en çok o büyüttü. Sırtımı yasladığım dağ göçtü yine bir hazan gecesinde. Kollarımın arasında ben koca bir dağı kucaklamıştım o “Hay!..” diyip ruhunu teslim ederken. Ve ben ondan öğrenmiştim Hiç olabilmeyi, bir hiç gibi düşünebilmeyi… Her hazan birileri mutlaka gidiyordu ve ben gidenlerin ardından büyüyordum… Büyüyordum… Her hazan biraz daha…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Eylül 2006       Mesaj #1536
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kız çok korkuyordu. Çünkü hayatı tanımıyordu. Ne düşünmesi gerektiğini, nasıl oturması kalkması gerektiğini, ne söylemesi gerektiğini hayattan değil, kitaplardan öğrenmişti.

Bir kalp çarpıntısıyla, acemilik ile bakıyordu hayata. İnsanlardan ürküyordu aslında. Bu yüzden kimseyle gerçek bağlar kuramıyordu. Kendisiyle bağ kurmak isteyen biri karşısına çıktığında, onu yaralıyor, incitiyordu.

Bir sevgilisi olsun istiyordu mesela, hayatını, ince boynunu bu sevgiliye teslim etmek ve karşılığında onun hayatını almak istiyordu. Ama buna cesaret edecek gücü kendinde bulamıyordu. “Tüm ilişkiler mutsuzlukla son bulur” gibi bir yalan uydurdu ve bu yalana inandı kız.

Yalan kızın kalbine yuva kurmuştu. Burada yaşıyordu. Kızın kabine yapışmış bir yalan vardı, yalan kalbinden gelen tüm kanı emiyor. Bu da onu acımasız ve güçlü bir insan yapıyordu. Duygusaldı aslında ama yalanı yaşatmak için tüm duygularını bu yalana teslim etmişti.

Kalbinde bir yalan besleyen kız, cebinde gizli bir yara taşıyan adamla karşılaştı.

Adam, üniversite kürsülerinden, tüm yerleşmiş kalıp ve kurallardan, kitap okumalardan, marka giyinmelerden, gezme ve tozmalardan uzakta yaşayan bir hayat kaçkınıydı. Çünkü adamın yarası vardı. Ve toplumda doğal seleksiyon kuralları geçerliydi. Toplum yarası olan, kaybetmiş, düşünceli, hassas, kırılgan insanları doğal bir seleksiyonla eliyordu. Böylece kaybetmişlerin nesli tükeniyordu.

Bu kuralı yaşayarak öğrenen adam yarasını bir mendile sıkıca sardı ve cebine gizledi.Kimse görmesin bilmesin diye. “Yarayı gören biri bu yarayı besleyebilir ve yara tüm bedenini ve kalbini ele geçirebilir” korkusu vardı adamda. Bu yüzden insan içine çıkamıyordu.

Kız adamla konuştu, adam kızla…. Adam kızın beslediği yalanı hissetti, kız adamın cebindeki yarayı. Kız adama yalanını gösterdi. Adam yalana sinirlendi. Kalbe yuva yapmış yalanı ordan söküp atmak , yalanı öldürmek istedi. Oysa kız yüzyıllardan beri bu yalanı beslemiş, onunla yaşamaya alışmıştı. Kalbini sömüren bu parazitle dost olmuştu bile.

Kız kimseye anlatamadığı yaşanmışlıklarını kustu adama. Adam da cebindeki yarayı, sıkıca sardığı mendilden çıkarıp kızın önüne koydu. “bak benim yaram bu. Bunu sevgililerim yaptı. Bana bir yara armağan edip gittiler.” .Kız yaraya baktı , korktu. Bir insan bunca yıl bu yarayı nasıl taşır diye düşündü. Daha da önemlisi , “bunu sana nasıl armağan edebildiler” diye hayrete düştü.

Adam kızın gözlerine baktı, umutlandı, sevindi. İlk kez birine yarasını göstermişti. Bu an onun için çok önemli ve değerliydi. Yarayı gören göze aşık oldu adam. Yalana olan nefreti arttı.

“bana kalbinden bir yer ver” dedi adam kıza. “yalan” kalp zarında yumuşadı, cıvıdı, düşmek üzereydi. Kız adamın yarasını düşündü. Ve toplumun “doğal seleksiyon” kuralları işlemeye başladı. Darvin sırıttı, “yalan” yeniden kalp zarına sıkıca bağlandı.

Kız “seninle ancak dost olabiliriz” dedi. Adam bunu anlayabilmek için tüm beyin sıvısını bu fikre yöneltti. Çünkü adam tüm sevgilileriyle hem dost hem sevgiliydi. Bu yüzden dost ile sevgilinin ayrımı yapmaktan uzaktı.
Darvin sırıttı. Cebinde gizli bir yara taşıyan adam, seleksiyona kurban oldu. Kızın kalbindeki “yalan” ise biraz daha güçlendi.

Olan yaraya oldu aslında. Biraz daha büyüdü.
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
24 Eylül 2006       Mesaj #1537
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Sen Bir Melek'sin


Melek Hanım, bu akşam bir başka hazırlık yapmıştı. Bir başka çıkmıştı kocasının karşısına. İpek gibi siyah saçlarını omuzlarından aşağılara salmıştı. Birilerinin dışarısı için gösterdikleri özeni; o, sadece kocası için gösteriyordu. En güzel elbisesini giymiş, yeni gelin gibi süslenmiş, ‘yaratılışımı, yüzümü güzelleştirdiğin gibi, huyumu ve ahlakımı da güzelleştir ya Rabbi’ diye dualar etmişti. Kararmakta olan akşamın ilk karanlığı içinde; tül perdenin altından bakabildiği kadarıyla kocasının gelmesi için yolu gözlüyordu. Tahir Bey, ise fena halde yorulmuştu ama vazifesini yapmış olmanın huzuru içinde eve dönüyordu. Üzerinde taşıdığı anahtarı ile kapıyı açacaktı ki; eşi Melek Hanım'ını kapıyı açar olarak buldu. Melek Hanım, içeri giren kocasının boynuna sarıldı. Davranışları ile onun gönlünü alevlendiriyordu. O, evinin hanımı, hanımefendisiydi.
“Selamünaleyküm.” Dedi Tahir Bey,
“Aleykümselam. Hoş geldiniz efendim.”
“Hoş bulduk canım” dedi. Tahir Bey, bir buse kondurdu güler yüzle kapıda kendini karşılayan hanımının yanağına. Melek Hanım, Tahir Bey’e terliklerini verirken; elindekileri aldı. Pardösüsünü astı. Hanımı tarafından güler yüz, tatlı söz ile karşılanan Tahir Bey’in bütün yorgunluğu bir anda çıkıvermişti sanki... Şu Melek Hanım, ne hoş bir kadındı. Tahir Bey, kolunu onun beline doladı. Birlikte salondaki kanepeye kadar geldiler. Karşılıklı hal ve hatır sordular. Bundan dolayı her ikisi de ziyadesiyle memnundular.
“Bu güzel karşılamayı neye borçluyum acaba?”
“Görevinin bilincinde olan bir hanım almaya!”
“Ey Rabbim ne kadar şükretsem yine de azdır. Senin gibi bir Meleği nasip etti bana…”
“Ya ben bu övgüyü neye borçluyum?”
“Görevinin bilincinde olan; bir beyle evlenmeye!”
“Sen hem çok akıllı, hem çok zeki, anlayışlı, güzel, kibar, nazik, hem de çok sevimli, hem de çok…”
“Yeter, görende bir şey var zannedecek.”
“Sen başkasın, benim için ‘çok özel bir yer’ sahipsin. Sen benim bir tanemsin. Ben seni övmüyorum, hakikati söylüyorum. Hem senin övülmeye ihtiyacın mı var? Kadın, evi ve kocası için süslenmeli. Ama kadınlar daha çok dışarı çıkacakları zaman, sanki bir başkaları için süslenirler. Evlerinde ve kocalarının yanında ise sıradan şeyler giyerler. Sen öyle değilsin, bir tanem.”
“Nasılım peki?”
“Sen başkasın…”
“Evlendiğimiz günden bu yana seni çamaşırda, bulaşıkta görmedim. Üstün başın pis ve dağınık görmedim hiç.”
“Benim en önemli vazifem; sana huzurlu bir ortam hazırlamaktır. Sizi huzurlu ve mutlu gördükçe, dünyalar benim oluyor.”
“Ya Rabbi ne amel ettim ki, bana böyle bir melek nasip ettin?” diyordu Tahir Bey. Melek Hanım Tahir Bey’in geçen her gün sevgisi artıyor, gözünde ve gönlünde büyüyordu. Melek Hanım da ‘sen benim hayat kaynağım, umudum, sevgim, aşkım, her şeyimsin, sana kul köle olmak istiyorum’ diyordu. Ne yapar eder, gönlünün en uç noktasına kadar inerdi. Çalışmalarında destekçisi olur, şevk ve zevk vermeye çalışırdı. Bu güne kadar, ne kıştan ne yazdan, ne soğuktan ne de sıcaktan şikayetçi olmamışlardı. Huyları da öyle birbirine benziyordu ki! Kocası evde olduğu zaman; iş çıkarmazdı ortaya, sürekli yanında olmaya çalışır, sevdiği yemekleri yapar, duruma göre çay, kahve, meyve getirir, soyup dilimleyerek eliyle de ikram ederdi. Tahir Bey ne zaman misafirle gelecek olsa, kapı ziline basar, Melek Hanım’ın ‘kim o?’ sorusuna ‘biziz’ cevabıyla yalnız olmadığını anlar, gelen misafirin zahmet değil rahmet olarak geldiğine inanır ona göre hüsnü muamelede bulunurdu. Ne kadar geç gelirse gelsin, asla ‘kadına kocasından önce yatmak yakışmaz’ der mutlaka kocasını beklerdi.
Melek hanım, abdest almak için gömleğinin kollarını sıvarken; Tahir Bey’in ayaklarına uzanarak çoraplarını çıkarmaya başladı. Tahir Bey, onu ellerinden tuttu, memnuniyetini ve sevgisini belli etmek için; anlına bir öpücük kondurdu.
“Sen benim hizmetçim değil, eşimsin.”
“Çoraplarınızı çıkarsam ne olur ki!...”
“Bu senin görevin değil.”
“Seni memnun ve mutlu etmek, benim görevim değil mi?”
“Bu ikimizin de görevi…”
“Öyleyse müsaade ette çıkarayım.”
“Hayır.”
Tahir Bey kendi çoraplarını çıkardı. Lavaboya doğru giderken; “Bu Allah’ın bana bir hediyesidir” diye, dua edip şükretti. Abdestini alıp çıkınca onu elinde havlu ile bekler buldu.
“Yapma Meleğim.”
“Size hizmet etmekten zevk alıyorum.”
Birlikte akşam namazını kıldılar. Melek Hanım yere sofrayı hazırlarken; Tahir Bey eşine sofra hazırlamada yardım ediyordu.
“Sen otur efendi…”
“Sana yardım etmek istiyordum.”
“Eksik olma. Ama erkeğin dışarıda başarılı olmak için içeride dinlenmesi lazım.” İkisi de bir birinin hoşgörüsünden, nezaket, sevgi ve saygısından son derece memnundular. Huzur doluydular. Örnektiler. Yemekten sonra ağzını yıkamak için lavaboya giden Tahir Bey, onu yine havluyla bekler buldu. Onu havlu ile birlikte kucakladı. Ne asil bir hanımdı, şu Melek Hanım.
“Sen bir Melek’sin.”
Yemekten sonra oturup sohbet ettiler. Aynı derdin, aynı tasa ve kasavetin, aynı ideal ve davanın insanlarıydılar. Yıllarca birbirini görmemiş iki aşık gibiydiler. Yatsı yaklaştığında; Tahir Bey’in pardösüsünü getirdi. “Yatsı ile sabah namazlarını camide ifa etmen senin için daha hayırlıdır diye düşündüm” diyen Melek Hanım’a teşekkürden başka verecek cevap bulamadı.
“Şu sendeki tatlı dil var ya!...” dedi.
O gidince bulaşıkları yıkadı, ocağa koyduğu çayı demledi. Abdestini tazeleyerek namazını kıldı. Geleceği zamanı tahmin ediyordu. O cebinden anahtarını çıkarırken; Melek Hanım kapıyı açtı.
“Kapıda mı bekledin yine!...”
“Sen hem kocam, hem de hocamsın. Dünya ahiret mutluluğumu sana borçluyum. Nankör olamam. Hakkını nasıl öderim sana…” Salonda Tahir Bey tefsirde dünkü kaldıkları yerden devam etti. Melek hanım hem çayını doldurdu, müphem konuları açıklaması için hem de sorular sordu. Melek Hanım okudu, Tahir Bey değerlendirdi. Erken kalkmak için; erken yatmak bir gereklilikti. Yatmadan önce Tahir Bey abdestini tazelerken; Melek hanım yatak örtüsünü kaldırdı, yastık ve yorganı açtı. Gecelik ve pijamaları hazırladı. Dualarını ettiler ve yattılar.
Gece yarısı uyanan Melek Hanım, abdestini alarak; teheccüd namazı kıldı. Eşine, kendine ve tüm Müslümanlara dua etti. Yatağında asude bir şekilde uyuyan Tahir Bey’i uyandırmaya kıyamadı. Sessizce yanına sokularak yattı. O uykuya varmak üzereyken Tahir Bey teheccüd namazını kıldı, dua etti. Muhabbetle yatan eşine baktı. Sabah namazını camide kılarak eve geldiğinde sabah kahvaltısını hazır buldu. Huzur ve saadet içinde kahvaltılarını yaptılar. Melek Hanım, her günkü gibi, sevgiyle Tahir Bey’i işe yolladı. Melek Hanım biliyordu ki…
“İnsanların, hayatını bir yaşam biçimine dönüştüremiyorlardı. Yuvayı her ne kadar erkek yapsa da, kadının huzur ve mutluluk içinde devam ettirebileceğini gayet iyi biliyordu. Evden sevgi ve muhabbetle işe çıkan erkeğin; gözü ve gönlü dışarıda kalmayacağını, akşam olunca da; sevgi ve muhabbetle eve döneceğini ama herkesten daha iyi biliyordu.”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Eylül 2006       Mesaj #1538
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çirkin Kız

Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şevkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, Pamuk Prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Ona göre; güzel yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu herzaman.

İlkokula başlayınca işler değişti.Arkadaşları onun hiçte güzel olmadığını, çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız ilk önceleri onlara inanmadı. Çünkü herkez birbirini kıskanıyordu.Ama bir kaç yılda gerçeklerle yüzleşti. Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti. "badem" dediği gözleri ise şaşıydı.Vucududa bir selviyi andırmıyordu.Demekki annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti.

Genç kızın anne sevgisi kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik gözleri bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu. Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında ise çılgına döndü ve kendisini hala cocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terketmeye karar verdi. Fakat annesi, ondan önce davranarak, uzak bir yerde iş bulduğunu söyledi ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip kızına bakmasını rica etti.

Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla başbaşaydı.Bu arada annesini hiç merak etmiyordu.Yalancıydı annesi, ölse bile kayıp sayılmazdı.Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyat ettiler.

Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu. Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız ameliyet sonrasında aynaya baktığında müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünta güzeli vardı.

Gerçekten harike bir kızdı gördüğü. Yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu tamamen düzelmiş,kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran şaçları dalga dalga olmuştu. Genç kız yanındaki doktora sevinçle sarılarak:

"Sanki yeniden dünyaya geldim" dedi. "Yüzümde hiç bir çirkinlik kalmamış, estetik ameliyatı sizmi yaptınız?"

Yaşlı doktor "böyle bir ameliyat yapmadık kızım" diye gülümsedi. "Annenin, bağışladığı gözleri taktık.Sen onun gözünden gördün kendini!".....
ip Logged
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
24 Eylül 2006       Mesaj #1539
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Bir Eski Dost

“..................................................
babam askeri personel olduğundan sık sık yer değiştiriyorduk.Her gittiğimiz yeni yere alışmak hepimizi yoruyordu.İşte yine yeni bir yere gelmiştik.Allahtan okulumuz bitmişti ve öyle gelmiştik.Şirin bir mahalleydi burası,evler müstakil ve bahçeli, sokağın sonunda bir çocuk parkı vardı,belediye tarafından yaptırılan salıncak,kaydırak ve tahtaravalli kopmuş veya iyice yıpranmıştı,kalan demirlerinde mahallenin çocukları kendilerine göre eğleniyorlardı.Sabah kahvaltımı yapmış,annemin öğleden sonra gelecek misafirleri için siparişlerini almış ve temizlik yapacağım bahanesi ile kapı dişarı edilmiştim evden.Bir süre bahçe kapısından sokağı izledim.Parkta yine bir sürü çocuk gürültülü biçimde oynuyordu.İlk okulu bitirmiş orta okula gidecektim artık.Kimseyi tanımıyordum,oysa annem çık bak bir sürü çocuk var oynarsın onlarla demişti.Nasıl tanışacaktım ki onlarla,mutlaka kavga ile olacaktı bu.Çok sık yer değiştirdiğimizden sokak kavgalarına alışkındım artık. Haydi bakalım diyerek parkın yolunu tuttum,topumu da götürüyordum,belki maç bahanesi ile tanışacaktık çocuklarla.Çocuklar beni görünce garipsediler önce,aralarında fısıldaştılar,salıncak demirinin en üstüne çıkmış iri bir çocuk çevik bir hareketle atladı yere,yanıma gelerek,hoş geldin mahallemize dedi gülerek,ben mustafa,herkes bana ayı mustafa da der ama,senin böyle demeni tavsiye etmem,Gülümsedim içimden açık sözlü bir çocuktu bu,sonra diğerlerini de çağırdı,teker teker tanıştık onlarla da,çocukların lideriydi adeta mıstık,tüm çocuklar onun sözünden çıkmıyordu,genelde oyunları o kuruyordu ve bozuyordu. Ben de fena sayılmazdım,spora yatkındım,mıstığın yaptığı en zor hareketleri ben de yapabiliyordum,o nedenle mıstıkla çok iyi bir arkadaşlığımız başladı,ikimizde liderdik mahallede.O yaz mükemmel geçti benim için,bu arada orta okula da yazılmıştık, hatta mıstıkla aynı sınıfta okuyacaktık.Ailelerimiz de çok iyi anlaşmıştı.Bazen yemekleri filan beraber yerdik onunla.Çok ilginç bir insandı o,bazen odasında kaplumbağa yavruları,bazen sapanla kanadını kırdığı sonrada iyileştirmek için çabaladığı kuşlar,bir akvaryumda dereden yakaladığı balıklar ve kurbağa yavruları.Bir ipe sakız bağlayıp yer altında yaşayan örümcekleri yakalamayı mıstıktan öğrenmiştim.
Okulların açılmasına bir hafta filan vardı,biz bir akşam vakti yine parkta toplanmış mıstığın öğreteceği zor hareketleri yapmaya çalışıyorduk.Bir çocuk atladı ortaya,ya bakın haydi güreş yapalım bu defa,hatta sen mıstıkla güreş,eminim onu yenebilirsin sen.Çünkü bu güne kadar onu kimse yenemedi.Yüzüm aydınlandı birden,çocukalr bana bu kadar güveniyorlardı. Heyecanlandım,ayrıca gururum da okşanmıştı.Pehlivan edasıyla gömleğimi çıkardım ortaya yürüdüm,olur dedim,neden olmasın? Mıstık yüzünü buruşturdu,hayır dedi,ben seninle güreşmem,”neden dedim? Alt tarafı bir güreş,haydi şu çocuklara gösterelim” yine hayır dedi,seninle güreşmek istemiyorum,içimden belki yenileceğinden korkuyor diye bir his geçti,bu düşünce beni daha da azdırdı,haydi dedim yoksa çocuklar senin korktuğunu snacak.
Pekala dedi,haydi o zaman başlayalım.Güreşimiz yarım saat kadar sürdü,yenişemedik,mıstık boy ve cüsse olarak benden çok iri olmasına rağmen beni yenemedi,birden ayağa kalktı sinirliydi,bu kadar yeter dedi,ben eve gidiyorum.
Ağır adımlarla giderken arkasını dönmeden”Arkadaşların birbirlerine,hele başkalarına kanıtlayacakları üstünlükleri yoktur” dedi.Buz gibi oldum o an,anlamıştım,mıstık beni bilerek yenmemişti.Ağlamaklı oldum,ağlayamadım.
Orta ikiyi bitirdiğimiz yıl yeni bir yere taşındık.Ama sık sık mektup yazıyorduk.Gerçi hep ben yazardım,mıstık pek yazmayı sevmezdi,bahanesi de “yüzünü göremedikten,karşılıklı oturup konuşamadıktan sonra yazmak saçma geliyor” olurdu.
Lise sona giderken okul takımında oynuyordum.Liseler arası futbol turnuvasında finale çıkmıştık.İlk yarıyı 1-0 yenik kapamıştık.Soyunma odalarına giderken,birden onu gördüm.Mıstık gelmişti.Uzamış,baya irileşmişti.Yüzünde hala o kocaman gülümsemesi duruyordu.Hasretle kucaklaştık,konuştuk,İkinci devrede bir gol atarak beraberliği sağlamış,penaltılarda elenmiştik.sahadan ayrılırken çok yorgundum,üzgündüm, mıstık geldi kucaklayarak havaya kaldırdı.”Boş ver dedi,sen elinden geleni yaptın,bu önemli”
Yıllar yılı kovaladı,üniversite yılları,yeni arkadaşlıklar,mıstıkla pek haberleşemiyorduk,en son düğününde gördüm onu, eşi de onun gibi iri yarı neşeli bir kızdı,seneden seneye telefonla filan görüşüyorduk artık,ben de öğretmen olarak anadolu köylerine yol almıştım.Dün okul bahçesinde birbiri ile kavga eden iki çocuğu karşıma alarak dedim ki,
“Arkadaşların birbirlerine,hele başkalarına kanıtlayacakları bir şeyleri yoktur.”
Mıstık benim en iyi arkadaşımdı,şimdi nerede mi? Bilmiyorum desem yalan olurmu?
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
24 Eylül 2006       Mesaj #1540
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Ben Sana Kalbimi Verdim

Sabah erken terminale indim. Çantamı yere bırakıp öylece beklemeye başladım. Bilinçsizce gözlerim etrafı tarıyordu, biliyorum beklemiyordun ama yinede gözlerim seni arıyordu eskiden kalma bir alışkanlıkla... Sen uzun bir zaman önce gitmiştin bu kent de biliyorum ama inatla gözlerim seni arıyordu yine de, arada geçen bunca zamana rağmen...

Soğuktu, Ankara’ya kar yağıyordu, üşüyordum... Benim de düşlerim yağdı Ankara’ya... Ellerimi cebime soktum bir süre öylece bekledim... Sanki biraz sonra bir köşeden çıkıp gelecektin, sadece birazcık geç kalmıştın; koşarak çıkıp merdivenleri gelip sarılacaktın hasretle...

Biliyorum uzaklardasın şimdi .. Kimlerlesin kimbilir, yalnızsın belki de benim gibi şu an..? Oralar da soğuktur belki, üşüyor musun..? hala canını sıkıyor mu, bir ömür tükettiğin bu hayat kavgası..?
Beni sorma! Suyu tükenmiş limanların denizlerine yürüyüp duruyorum hala... Hayatımın sesi kısılmış, yaşlanmış dudaklarımdaki kelimeler, kimse aramıyor, anlamıyor beni... Unutulmuşum anlayacağın...

Beklerken gözlerin geldi gözlerimin önüne, dudakların, duruşun, gülüşün, sevgiyle bakışın... Sonra aklım ayrılığın bir burgu gibi işlediği yüzüne bakmaya, elini tutmaya korktuğum günlere gitti. Burgu ağır ağır işliyordu içime, ağır döndüğü içinde daha çok acıtıyordu...

Yıllardır bu terminale her gelişimde aynı acıyı duyarım, aynı özlemi hissederim, aynı hüznü yaşarım... Oysa aradan uzun yıllar geçmişti ama her şey daha dünmüş gibi gözlerimin önünde canlanıyordu...
Ne zaman bu terminale insem içim burkulur, gözlerim durup durup dolar. Her esen yelde, yağan yağmurda, çağlayan ırmakta, uğuldayan ormanda senin kokunu duyarım...
Her esintide soluğunu hissedip içime ferahlık dolar ve her yokluğunu yokladığımda ruhum sızlar.

Çekip gitmiştin kalbinin bütün kapılarını kapatarak ardında.. Durmadan büyüdü içimde yokluğun. Günler aylar, yıllar geçip gitti ardına bakmadan ama sen yoktun gelmiyordun...
Gelmiyeceğini biliyorum beklemem nafile ama yine de köşe başlarına bakıyorum belki bir köşeden çıkar gelirsin diye.. Uzaktasın oysa ki bir ömür kadar... Özlem tek yönlü bir yol işte gidip de dönmeyen...Ve sen bir yel gibi esip gittin hayatımda ardına bakmadan, ben yelkenleri kırık tekneler gibi bakakalmıştım yorgun denizler üzerinde...

Seni ne zaman ansısam bir hüzün şarkısı kırılır kalbimde; hiç unutamadım ki seni zaten, yıllar oldu buraları terkedip gideli, yıllar oldu ayrıyız, dudaklarımız biribirinden uzak, bedenlerimiz, ellerimiz, gözlerimiz uzak. Oysa aşk karşılıklı sevmektir, dokunmaktır, gerçek aşk paylaşmaktır hayatı. Hala kulağım sesinde, gözlerim etrafta seni arıyorum, çok uzaklarda olduğunu ve gelmeyeceğini bile bile... Kırık bir tebessümdür anımsadığım, bir sevda türküsüydü adın... Herkese bir şeyler verilir belki ama ben sana kalbimi verdim... Kalbimi de alıp gittin beraber...

Çekip gittin hayatımdan düşlerimi ve anılarımı sarsarak.. hayatımda artık mutluluk olmayacak, teselli olmayacak. Hep bir boşluk, hep acılar, hüzünler olacak...

Şimdi güz sonu, kışa giriyoruz ben dört mevsim baharı yaşadım seninle. Dört mevsim çiçek açtın kalbimde, taze bir yaprak gibi yeşildin, sevgi çiçeğiydin, üzerine çiğ taneleri düşmüş kırmızı güldün, maviydin, beyazdın bütün renklerde sevmiştim seni...
Seni severken hayatı da sevmiştim ben, dünyayı da,insanları da...

Uçup gitti şimdi sevgi kuşları hayatımda. Günlerin, gecelerin tadı yok. Leylası kaybolmuş bir mecnunum, hiçbir çöl kabul etmiyor beni artık. Soğuk karanlık gecelerde kayıp çocuk resimleridir hüznün bir başka adı. Gittiğinden beri kayıp içimdeki çocuk...


Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar