Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 156

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.267 Cevap: 1.997
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
27 Eylül 2006       Mesaj #1551
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Dün bir şiir daha yazdım senin için. Önce tuttum karşıma oturttum seni, konuşturdum, güldürdüm, ağlattım. Her halin hoşuma gidiyordu. Kadındın, ama önce insandın. Güzeldin, ama önce iyiydin. Elbette seni yazacaktım, senin için yazacaktım.

Sponsorlu Bağlantılar
Bana "Çok yazıyorsun" diyorlar. Bir insana "Sen çok yazıyorsun, artık öl" denir mi? Benim yaşamam ve şiirim birbirinden ayrı şeyler değil ki! Yaşarken şairliğimi yaşıyorum ben.

Yürürken, konuşurken, sevişirken hep şairliğimin içindeyim, o da benim içimde. Birbirimizi tamamlıyoruz durmadan.

Sen hiç denize baktığın zaman bir orman gördün mü? Dağlara gökyüzüne en yakın olduğu yerde yeraltı nehirlerini düşündün mü hiç? Öpüşürken, sevişirken açların, yoksulların yüreği çarptı mı sende? Güldüğün zaman Afrika'da isimsiz bir zenciyi hatırlayıp onun büyük acısını duydun mu derinden?

Senin o güzel gözlerin bende yalnız seni görüyor. Seviyorsan beni seviyorsun, beni istiyorsun benden. Oysa ki ben sende bütün insanlığı, güzelliği seviyorum. Al gözlerimi de kendine bir benim gözlerimle bak... Gör, ne kadar erişilmez, ne kadar yüce olduğunu...

Her maddenin bir atomu olduğu gibi bir şiiriyeti de vardır. Bilgin atomu parçalayan, sanatçı ise şiiriyeti bulan, işleyen ve onu sanat eseri haline getiren insandır.

Şiir bir köprüdür madde ile ruh arasında. Şiir güzelliğin en yoğun ifadesidir ve nefes alışıdır duygularımızın.

Atom gücü, elektrik gücü gibi bir de şiir gücü vardır dünyada. Sanatçı bu gücü ellerinde tutan kimsedir işte. Onu şiir, müzik, heykel ve resim haline getiren mutlu kişidir o.

Her zaman, her yerde söylemişimdir; "Hayatımdan şairliğimi çıkarırsanız geriye önemli bir şey kalmaz" diye.

Yazmamı bana çok görmeyin...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Eylül 2006       Mesaj #1552
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İki Yalnız
Bir yalnız orada…
Sponsorlu Bağlantılar
Birikmişti. Dolu dolu bakıyordu. Kadını fark etti. Ondan önemlisi yanındaki devasa boşluğu. Ve güzelim gözlerindeki derinli kahverengisinin.
Onun yanına oturmak istedi. Düşündü çekindi. Döndü, gidiyor. Aklı oradaki boşlukta, aklı kadında. Karşıdan bando geliyor. Kapatıyor yolu. Döndü geri. Utana sıkıla geçti kadının yanına.
Oturdu.
İki yalnız. Çok büyükler çok. Yürek tarafından . Ama orası boş. Tozları uçuşur. Kocaman bir rüzgârı vardır. Sonrası sınırsız. Gök ve toprak arasında melekler.
Bolca kırığı var kalplerinin. Çöller kadar.
İki yalnız, su gibi. Bir bakışta kendini ele verir onlar. Gizlenemezler ki. Maskeli baloda bile parmakla gösterilirler.
Kadın derya gibi. Kadın, uzun bir yolculuktan dönmüştü. Geçilmez yollarla doludur yaşam. Bir noktada bitersiniz. Hiç gücünüz kalmaz. Terk edersiniz yolu. Belki de tam ters istikamette yol almaya başlarsınız.
Kimse bilemez başladığı yolun sonunu. Kadın döndü belki de yuvarlandı bir yerden. Çetin bir noktadaydı ya da şansı yoktu. Terk etti hayallerini. Kim bilir?
Kadın oradaydı bütün genişliği ve güzelliğiyle. Adeta bir gemi gibi. Adeta transatlantik gibi. Evet. Bakılmaya doyulmayacak kadar, hatta kör edecek kadar güzeldi. Kör etmez ama, o kadar hoş yani.
Adam dönmüştü bir yerlerden incele incele döne döne. Çok zor bir yerlerden. Dağlara kavgalıydı belki.
Ağzı karanfil tadındaydı sıkı sıkıya. Cebinde ölü yıldızlar vardı.
Kim bilebilir cebinde esrar taşımadığını. Kim bilir bir veda mektubu taşımadığını.
Kim? Koyu bir acının çiçekli tepesinden yuvarlanmıştı belki de. Onları toplamaktan bitkin. Onları vazolara koymaktan, sulamaktan solgun. Erik ekşisi. Ve elma tatlısı
(hayat bu ikisinden başka nedir ki?)
Bu acıya tutuna tutuna yaşamda kalmasını bilmişti belki de. Şimdi azgın sularında soğuk boşluğun..
Kadın ama ırmakları dolu dolu. Deniz özlemiyle parlayıp sönüyor gözleri. Kırılgan ve denizler kadar utangaç. Bekliyor. Neyi, kim bilebilir? Belki de şişman bir kocası vardı,
koyun kokan, nefret kokan, kötülük kokan bir adam. Bıkmıştı kadın ondan ve her şeyden. Bıkmıştı. Çünkü köpeğiydi hayatının.
Şimdi burada olmak bir hayaldi.
Yürüyüş yolunda oynayan çocuklar vardı. Neşeli insanlar vardı.
Belki de ölü çocuklar. Doğduklarında ölmüşlerdi. Ya da: Cami avlusuna bırakılmayıp bir anne ya da bir sevgili tarafından boğularak öldürüldüler. Bir trafik kazası belki de.
Çocuklar vardı. Kimse onlara zarar vermezdi. Hiçbir şey onları engelleyemezdi. Hiçbir şey onlara çarpamazdı. Vardılar ama görünmez ezilmez öldürülmezler.
Sıcak, gülen, mutlu hayaletlerdi.
Kadın gençti güzeldi inceydi. Delice dans edebilir ruhu. Susması ölüm gibi olur.
Kim tahmin edebilir, kim bilir? Belki de zihnine beton döküyor. Yoruldu savaşmaktan.
Kalbi çok arkada. Öyle ki, arkada bir çıkış yolu buldu ve onu terk etti.
Aylardan Nisan salkım salkım.
Bir kalpsiz de yaşayabilir Nisan.
Kadın şeker tadında bakıyor, iyi film kadar sarışın düşünceleri belki de.
Hava deli gibi güneşliydi. Yıllardır böylesi görülmemişti. Bal bırakıyor insan ilişkileri. Kış kötü geçmemiş miydi? İnsanlar karla mahvolmamış mıydı?
Adam da dönmüştü bir yerlerden. Kaya gibiydi. Karaydı gözleri. Karamsardı zehir zehir. Oturacak bir yer aramıştı yorgundu ayakları. Yıllarca koşmuştu bir arzunun asfaltında. Eşsiz bir arzuydu. Ama… belli bir zaman sonra her arzu biter.
Kim bilebilir, bando, bando değildi. Belki de o koyun sürüsüydü ya da kadın sürüsüydü.
Kadın belki dönüşsüz bir yoldaydı. Başlangıçta sonsuz görünmüştü. Ama…
Belki buzun üstünde yaşıyordu. Ve buzda kocaman bir çatlak oldu olacaktı.
Bir karar vermeliydi. Allah’tan bir işaret bekliyordu.
Kadın belki çantasında bir tabanca taşıyordu. Bir saat sonra birini öldürecekti.
Hayatını karartan birini. Bir kadını ya da bir adamı. Güç topluyor…
Kadın belki arkadaki apartmanda oturuyordu. Yeni evlenmişti zengin adamla. Sadece parası için. Onu öldürmeyi düşünüyordu. Bu adam ise fena görünmüyor.
Kırmızı bir banktı. Önceden keresteydi. Ondan önce ağaçtı. Genç bir adamın baltasıyla ölmüştü. Adamın karısı hamileydi. Kör bir babası vardı belki de. Gururlu bir baba. Hep Allah der belki de. Önüne yemek koymazsan açım demez. Yük olarak görür kendini. İsyan etmez.
Kadın belki de çocukluğundan dönmüştü. İçli, gülmez, yeşildi gözleri.
Yine de hoşnut olabilir bir sıcaklık dalgasıyla, milyon tane kapısını açık bırakmış dünyaya ve dünyaya bedel gülümseyebilir, ama zamanı gelirse.
Hatta korkusuzca. Çıkılacak en yüksek yer neresiyle dişiyle tırnağıyla ırmağıyla çıkmaya hazır.
Bilenmiş ruhu. Kaplan sanki.
Kırmızı bir banktı. Değildi belki de. Özünde sarıydı belki de. Yalnızdı ormanda.
Bu yüzden kesilmişti. Ölmemişti. Can çekişiyordu yıllardır. Bir filizi çıkmıştı.
Kadın belki de vefasız bir adamdan dönmüştü bir yerleri eksile eksile. Kolay olmamıştı. Hiç kolay olmaz hayat. Yıllar mevsimler geceler gündüzler…
Adam dağ gibiydi. Ne iriydi ne inceydi. Gözlerinde yorgun bir çocuk. El sallayıp sallayıp kayboluyor. Adamın yüreği parmak şıklatıyor. Kayıp bir şeyleri çağırıyor.
Kadın denize bakıyordu.
Deniz temizdi. Masmaviydi. Belki de plâstik şişelerle doluydu. Kirliydi.Çok kirliydi.
Temizdi kadının gözleri. Ölüm gibi gözleri. Bakıyordu kayıklara.
Beş kayık vardı. Beş kayıkta beş çift vardı. Beş mutlu çift. Belki de beş nişanlı çift.
Deniz masmaviydi. Dudaklarını boyuyordu. Diriydi…
Kadın paldır küldür dönmüştü bir yerden. Kırmızı bir sorunun amansız bakışından.
Belki de pembe bir sevdanın yılan kollarından.
Dönmüştü. Sönmüştü. Sağ kaldığına dua ediyordu. Bir daha yapmayacaktı. Asla ama asla. Kendi kendine yeterdi. Hiçbir adamı sevmeyecekti. Asıl sevmek insanın kendisinde başlardı. Öteki olmasa da olurdu.
Adam dönmüştü bir yerden. Korkuyordu. Ölüyordu düşüncelerinde. Sonra gerçekten ölecekti. Ama aniden. Bir kalabalıkta ya da kör bir karanlıkta. Her an olabilir ölüm. Belki de bir kurşun vardı ardında. Takip bir yerde kanlı noktalanacak. Belki bir genç kızı hamile bırakmıştı. Kandırmıştı onu. Kullanmıştı. Mahvetmişti. Paramparça etmişti.
Adam dönmüştü bir yerden zınk diye. Bazı şeylerde ısrar, adamı öldürür. Sınırları bilmek gerek. Ölçülü yaşamak gerek. Rüyalarımızda bile.
Belki de sınırsız bir sevgi arıyordu. Ne olursa olsun aşk. Sonu nasıl biterse bitsin.
Aşk için yaratıldığına inanırdı.
Belki de bir şiiri bir öyküyü bir çiçeği yarım bırakmıştı. Devamını getirmeye korkuyordu. Yanlış bir hareketle korkunç bir yaratık oluşturabilirdi. Sonra bu dev yaratık onu rahat bırakmazdı. Benim babam kim, ben neyim der durur, soruları bitmez, yaşamda korku sala sala belki de insanları mahvede mahvede yaşardı.
Adam belki de kadınlardan ürküyordu. 40 yaşındaydı. Memurdu. Hayatı boyunca içine çekile çekile yaşamıştı. Vücudu bile içine çekiliyordu. Çekile çekile yok olmuştu. Sanki bir gölgeydi.
Hiçbir kadın onu tanımazdı. Bu adam çok mutsuzdu. Artık bir adım atmak istiyordu. Dışa doğru yaşamak istiyordu. Belki de bu kadın onun son şansıydı. Kaderiydi.
Kadın belki de 35 yaşındaydı. Bankacıydı. Belki de ayakları protezdi de salak adam fark etmiyordu. Saçı da peruktu meselâ. Ruhu da peruk meselâ. Kalbi de peruklu. Her şeyi…
Salak adam anlamıyor.
Kadın incele ezile bakıyor.
Adam da süzüle büzüle bakıyor. Ama birbirlerine belli etmiyorlar. Birbirlerinin gizemli sıcaklıklarını ürpere ürpere duyuyorlar.
Adam belki. Hayatı boyunca başladığı bütün işleri yarım bırakmıştı. Bundan belkiydi.
Sevdaları işleri sözleri. Hiçbir şeyin arkasında durmaz belki. Acayip bir şey. Güçlü görünür ama değil. Adam görünür ama değil. Vay düzenbaz!
Kadın belki de dilsizdi. Babası kesmişti dilini. Yanlış biriyle konuştuğu için…
Adam belki de sağırdı doğuştan…
Kadın belki kekeme. Bu yüzden korkuyor bir merhaba demeye.
Adam yarısını kaybetmişti belki de. Ayran gönüllü sarışın bir kadında. Asi gözlü ve erotik sesli bir kadın…
Adam belki de oğlunu kaybetmişti. Ona hasretti. Belki de can arkadaşının ölümüne sebep olmuştu…
Güneş biraz geri çekildi. Serin bir rüzgâr fırıl fırıl esmeye başladı.
Çok genç bir rüzgârdı. Göğüsleri yeni yeni büyümeye başlamıştı. Yaşıtları arasında çok kıskanılırdı. Bütün ruhunu açıyor, iplik iplik oluyor. Saçılıyor deli deli.
Kadın gibi ve adam gibi.
Bando gümbürdüyordu.
Şırıl şırıl bakıyor kadın, adama göz ucuyla.
Mırıl mırıl bakıyor adam, kadına göz ucuyla.
Bando: Castara castara cas. Casrata castara cas.
En önde güzel bir kız. Asayı sallıyor.
Kızlar kırmızı, erkekler beyaz bandonun.
Arkada davulu şişman bir çocuk çalıyor. Davulları hep şişman
çocuklar çalar.
Islık çalıyor takiptekiler. Bayrama hazırlanıyor liseli gençler.
Kayıp bir çocuk bitivermişti önlerine. Beş taş oynuyordu. Görmüyorlardı.
Adam kadına baktı. Sigara yaktı. Karşıya baktı. Sonra kadın adama baktı. Saçını geriye attı.
En kesin olan şuydu: Adam bulutlar kadar yalnızdı. Kadın daha çok yalnızdı. Topraklar kadar.
En kesin olan şuydu: BİR DOĞRU EDİYORLARDI NE VAR Kİ GÖRMÜYORLARDI. AMA İKİSİ DE O BANKTA YAN YANA SONSUZA DEK OTURMAK İSTİYORDU. Çocuk bir papatyayı eline almıştı, söylüyordu: Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor…
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
27 Eylül 2006       Mesaj #1553
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Yaşlı Çınar ve Zeytin Gözlü Çocuk

Kış mevsiminin, etkisini yavaş yavaş kaybetmeye başladığı günlerdi. Baharın geleceğini muştulayan cemreler bekleniyordu. Sonunda cemre, hava ve topraktan sonra suya da düştü. Hem de ateş topu bir sıcaklıkla....

Su da hava gibi, toprak gibi ısınmaya, yaşam daha kolay, daha güzel yaşanılır olmaya başladı. Cemre; havanın güzelleşmesini, suyun ısınmasını ve toprakta gizlenen tohumların, kuru ağaç dallarının, canlıların uyanmasına sebep oldu. Bir umut oldu canlı cansız tüm varlıklara.

Cemre toprağa düştükten sonra bahar geliverdi dağlara, ovalara, kırlara, köylere, şehirlere. Ve ardından yüreklere. Önce kardelenler, nergisler kaldırdı bükülmüş boyunlarını gökyüzüne, ardından frezyalar, kır karanfilleri, kırkkanatlılar ve güller. İç gıdıklayan kokularını etrafa yaydılar, renk renk ışıklarını sulara aksettirdiler.

İşte bu baharı soluyan, zeytin gözlü bir çocuk vardı uzaklarda. Zeytin gözlü çocuk gülümsüyordu karlar erirken. Bahar, onun da içini kıpırdatmış, bir şeyleri yerlerinden oynatmıştı. Kıpır kıpırdı içi. Dağlara doğru yürümeyi geçiriyordu içinden. Ve dağlardan ovalara doğru koşmayı.

Fırladı, bahar kokan sokağa. Baharın gelmesiyle birlikte; kuşların daha bir neşeli öttüğünü, daha bir neşeli uçtuğunu gördü gökyüzünde. Dereler daha bir sevinçle akıyor, çoşkuyla esen rüzgar; dağ doruklarında konaklayan karın sularını ovalara indiriyordu..

Kalbi umut ve sevinçle çarptı o an. En soğuk sözler bile yumuşayip inceldi, eridi yüreğinde. Sevdiklerini anımsadı. Yaşlı çınarı, dallarında yuva yapan ve sevinçle kanat çırpan minik minik kuşlari.Ulu çınarına gitmeliydi.Uçarcasına yöneldi çınarına doğru. Koştu koştu koştu.

İlkbaharın kokusunu cigerlerine derin derin çekerek, yemyeşil çayırlarda, çiçek desenli kırlarda koşarak, çınarın yanına geldi. Çınarın dibinde durdu. Kabaran solugunu dinlendirdi önce.Sonra, gülen gözlerle sevgi ve dostluk kokan yaşlı çınara baktı. Rüzgar dağlardan, ormanlardan kırlardan topladığı bütün çiçek kokularını alıp buraya getirmişti. Çınar sıcacık sevgisini, ulu bedenine tutsak etmişti.

Fakat, zeytin gözlü çocuğun dostluğu, canevine dalga dalga dolduğunu hissediyordu. Zeytin gözlü çocuk da öyle....Çınardan çocuğa, çocuktan çınara doğru akıp giden bir şeyler var gibiydi. O küçücük yüreğinde dağ gibi kederini büyüten ve dallarının altına sığınıp gizli gizli ağlayan, hülyalarına kara bulutlar düşüren çocuk o değildi sanki. Çınarın yanında umutlu, mutlu görünüyordu.

Şimdi sevinçliydi zeytin gözlü çocuk. Yüzü, gözleri gülüyordu. Bahar gülüyordu. Sular, dağlar, bütün dünya gülüyordu onunla ..Bir şarkı vardı dudaklarında, sevinç ve neşe dolu. Her yer çınlıyordu sesiyle. Bir yıldızı vardı şimdi, gecelerini aydınlatan bir yıldız. Bir bulutu vardı şimdi, üstünden bembeyaz geçip giden. Kar gibi, tüy gibi, rüzgar gibi bir bulut.

Bir sevgisi vardı şimdi, içinde çoğalan, hep içinde kalan, sıcacık. Bir mevsimi vardı şimdi, gülümseyen, içinde bütün güzellikleri saklayan. Bir ümit, bir ses, bir ışık, bir heves gibi. Bir yeri vardı şimdi; ıssız bir ada, bir dağ, bir deniz kıyısı gibi. Belki herkese uzak, ama kalbine en yakın yer. İşte o yer bu çınarın altıydı. Hemen her gün buraya gelir, acılarını unuturdu. Hayallerini burada kurar, içini bu çınara dökerdi.

Kimbilir aradan ne kadar zaman geçti... Bir gün düşüncelere daldı yaşlı çınar. Çünkü içten içe bağ kurduğu, her gün yolunu beklediği, kendisiyle konuştuğu dert ortağı, zeytin gözlü, tatlı sözlü arkadaşı gelmiyordu artık.

Şaşırdı. Acaba neler olmuştu? ''Her gün gelirdi.'' diye düşündü çınar. Günler geçip gidiyor, zeytin gözlü çocuk gelmiyordu. "Belki hastalanmıştır. İyileşince gelir." diye avuttu kendini. Ama her dakika, yerini ümitsizliğe bırakan bir oyundu sanki.

Günler usul usul geceye, geceler usul usul gündüze akıp gidiyordu. Ne zeytin gözlü çocuk vardı ortalarda, ne de kendisinden bir haber. Hala ne olduğunu düşünüyor ama , zeytin gözlü çocuğun neden gelmediğine bir türlü yanıt bulamıyordu.

Birden durup sessizligi dinlemeye başladı, ürperdi. Yalnızlığın içine işlediğini hissetti.Rüzgar dallarını salladıkça inliyordu.''Nerdesin zeytin gözlü çocuk? Seni çok özledim, tatlı sözlerini de.'' diye iç geçirdi."Hasta değilsin ya! İstersen sana bir demet kırmızı karanfil yollarım." Diye fısıldadı.

Günler böylece geldi geçti. Geceler sabahları soluyarak uzaklaştı yanından.Gündüzler gecelere bıraktı yerini, geceler gündüzlere.Bir umutla zeytin gözlü çocuğun yolunu gözledi durdu.

Ama o gelmiyordu.Umudu, her geçen gün biraz daha azalıyordu çınarın. Her gün bir sürü insan gelip geçiyor, çevresinde kuşlar kelebekler uçuşuyordu. Bir tek o gelmiyordu. Kıpır kıpır doğada yalnızlık çekiyor, o kalabalıkta yalnızlığı yaşıyordu. Kendini ıssız bir çöldeymiş gibi hissediyordu. Susuz, kimsesiz, ağacı, yeşili olmayan bozkırda kavruluyor gibiydi.
Oysa çevresi kuşlarla, ağaçlarla, yeşilliklerle doluydu. Tüm bunlara ragmen, içinde bulunduğu ortamda kendi başına kımıltısız, mutsuz ve yalnızdı.

Bir gün etrafındaki sessizliği dinlemeye başladı, ürperdi. Bir ayak sesiydi beklediği, bir çift zeytin gözdü. Ama nafile! Damarlarındaki kanı donmuş gibi, bütün dalları yaprakları fırtınaya tutulmuşçasına titredi. Oysa her şey aynıydı. Güneş, gökyüzü, kuşlar, rüzgar hep aynıydı. Eksik olan, sadece zeytin gözlü çocuktu.
Aylar geçmesine rağmen, zeytin gözlü çocuk hala ortalarda yoktu, gelmiyordu. Umudunu nerdeyse tamamen kaybediyordu....

''Umudumu kaybettim , umut her şeydir. Kırgınlığım, kızgınlığım o zeytin gözlü çocuğa. Giderken yanında götürdü umudumu. Umudum benim yaşama nedenimdi, yaşama sevincimdi. Ben umutsuz nasıl yaşarım!'' diye sitem etti içinden. Sonra sararmaya başladı
yaprakları. Birer birer terkediyorlardı onu.....

Heybetli gövdesi üşümeye başladı. Isındığı ateşler söndü, küllendi.Üşüdü üşüdü.. Yollara baktı uzun uzun. Ne gelen vardı, ne giden.. Bomboş geldi her yer. Hiç bir şeyin anlamı kalmamıştıişti. Titredi koca çinar. Ürperdi yapraklari tiril tiril. Savurdu kalan yapraklarını. Yaprakları dinmez gözyaşı oldu, döküldü. Derelere, ıssız ovalara, kırlara şehirlere doğru savrulup gitti...

Neden sonra karlar yağdı yağdı, aylar sonra eridi. Kar suları, bir yatak bulup, indiler ovaya doğru.Ardından leylekler döndü yuvalarına, kırlangıçlarla süslendi gökyüzü. Deniz dalgalandı. Toprak menekşeler armağan etti çocuklara. Yıldızlar kaydı, ayvalar sarardı. Zeytin gözlü çocuk yine gelmedi.

Çocuklar büyüdü; kimi genç kız oldu, kimi, yağız bir delikanlı. Erguvan dudaklı genç kızlar beyaz duvaklara büründü. Evlerde her akşam lambalar yandı, lambalar söndü. Ay ışığı yeri gögü süslerken, sevgililer buluştular gizlice, gür dallarının altında. Saatlerce yan yana oturdular, birbirlerine sevgi dolu sözler fısıldadılar.Kah susarak, kah konuşarak sarıldılar birbirlerine. Çınar gördü tüm bu oldu bittileri, sevgi dolu fısıltıları dinledi. Yıldızlar ışıklarını gönderdi.Rüzgar yapraklarını okşadı. Neye yarardı ki tüm bunlar! Zeytin gözlü çocuk gelmedikten sonra neye yarardı!.

Yine umuda yöneltmişti yüzünü dağlar. Havaya, suya ve toprağa cemre düşeli epey olmuştu. Zeytin gözlü çocuksuz gelen kaçıncı bahardı bu! Dağlarda kardelenler, ovalarda erik ağaçları, kırlarda papatyalar bir sevinçle açıverdiler. Güneş; bahçeler, çiçekler, börtü böcek ısın ,yer- gök, çocuklar şenlensin, bütün ağaçlar, bitkiler yeşersin diye, güneş gün boyu dikildi tepelerinde.

Herşey zamanı gelince görevini en iyi bir şekilde yerine getirdi. Ne yağmur, ne rüzgar, ne güneş, ne kar unutmadı çınarı.. Ama zeytin gözlü çocuk gelmedi.
Bulutlar yere inip, kümelendi çınarın başında. Sonra yağmur olup, gözyaşı gibi damladı çınarın dallarına, yapraklarına. Ki, koca çınar yeşersin diye. Toprağın derinliklerine uzanan köklerine yağmur suları indirildi, beslensin diye. Bahar rüzgarı, dallarına vurdu, çınarı kış uykusundan uyandırmak için. Olmadı! Hiç biri yeterli olmadı bu çabaların. Çınar, yeşermedi. Çünkü eksik olan bir şey vardi. O da, zeytin gözlü çocuktu....

Bir daha hiç bir bahar yeşermedi yaşlı çınar. Damarlarindaki can suyu çekildi. Uçlarından başlayarak dalları, gövdesi kurudu. Artık kuru bir odun parçasından farksızdı.

Aradan çok uzun bir zaman geçmişti. Bir gün koca bir adam geldi Hollanda’dan, zeytin gözleriyle baktı uzun uzun ağaçların olduğu yere, yapraklar yeşil yeşildi. Yıllardır ayrı kalmıştı ve yıllar sonra ancak gelebilmişti çocukluğunun geçtiği bu yerlere.

Ağaçların dallarında yine kuşlar cıvıldıyordu, kelebekler uçuşuyordu etrafında. Çınarını aradı yorgun gözleri, baharında eylülü yaşayan kanadı kırık bir kuş gibi çırpındı, kalbini hüzünle dağladı, ağladı hülyalarına siyah bulutlar inmişçesine… Bir demet kızıl karanfil bıraktı çınarın koynuna, gülümsedi içi burkularak kurumuş yaşlı çınara, eğilip kulağına fısıldadı ‘seni seviyorum’ dedi…


Ben dalları fırtınalarda kopmuş
yaslı ve yaşlı bir çınarım
binlerce acının ortasında yorgun ve yalnız

alnı gül işlemeli günler getir bana ey çocuk
hülyalı gülüşler
gözlerinle görmek istiyorum sabahı
dünyayı yüreğinle sarmak istiyorum
umutlu ve şen

ne zemheriler gördüm ben
ne fırtınalar geçirdim
çağının ışığıyla yak beni ey çocuk
çağının ışığıyla sar, üşüyorum

gövdemde kaç balta izi var
kaç kan lekesi alnımda
nice ihanetler gördüm ben
nice zulümler

üşüyorum
alnı gül işlemeli baharlar getir bana
umudu sevda kokan sabahlar
gözlerinle görmek istiyorum yarınları
dünyayı yüreğinle sarmak istiyorum

pınar seslerine kat
başak tanelerine koy
arıt beni günahlarımdan
lekesiz bir sevgiyle geçilir ancak ırmaklar
kocaman bir yürekle ey çocuk
beni yüreğinle sev, gözlerinle okşa
bırakma ellerimi n’olur
Bırakma ellerimi…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1554
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
. Kar İle Yar Hikayesi

Nisan ay'ı olmasına rağmen lapa lapa karlar, öyle güzel ve ahenkli bir biçimde, dans eşliğinde kendilerini yere bırakıyorlardı ki, öleceklerini bile bile yinede yere düşüyorlardı.
Daha yere ayak basar basmaz birer birer eriyor, su haline dönüşüp toprağın bağrına doğru yol alıyorlardı.İçlerinden biri
___ arkadaşlar üzülmeyin ölüyoruz diye, bakın bizler ölürken başka canlıların hayat bulmasına sebep oluyoruz, onlarla beraber tekrar diriliyoruz, eğer düşmeyecek olursak, hayat bulmak için bizleri bekleyenler hayat bulamayacak, dolayısıyla bizlerde tekrar hayata kavuşmamış olacağız.
__Daha önceki halimizi düşünün, bizler bir su halindeydik, ısındık buhar olduk ve şimdiki ineceğimiz mekandan, yükseklere doğru çıkmaya başladık, her çıkışın bir inişi olmalıydı, birlikte ne rüzgarlar, fırtınalar atlattık ne kavurucu sıcaklar, dondurucu soğuklar gördük, el ele tutuşup bu dünyanın etrafını kaç kez döndük, birlikte sevindik birlikte üzüldük.

___Ah sevgili, ayrılmayalım sıkı sıkı sarılalım yere düşmeden, eriseke birlikte toprağın içine doğru yol alalım, ne olursun bu yolculuğumda beni yalnız bırakma, ben seni ömrümce sevdim, başıma taç yaptım. O kavurucu sıcaklarda senin gölgene sığındım, rüzgarlarda eteğine tutundum, beraber yağmur olup ağladık, beraberce bir gülün yaprağında güldük, sakın elimi bırakma, yaşımızda bir hayli ilerledi. Beni öksüz, beni aşksız bırakma,
Bir birlerine kenetlenerek toprağın üzerine düştüler.

Sıkı sıkıya sarılmış, yeniden hayat bulacakları bir şey arıyorlardı.
___Buldum dedi, gel şu tere'nin köküne tutunalım, hem bahar geliyor daha çabuk yeryüzüne çıkarız.
İki aşık tere'nin köküne tutunarak hem tere'ye hayat veriyor, hem de kendi hayatlarını devam ettiriyorlardı, toprak ısınmış köklerden yaprağa doğru yol almaya başlamışlardı.

Bir gün güzel bir kadının, yaprağı koparmasıyla günlerdir tutundukları topraktan ayrılmış, güzel mi güzel bir eve gelmişlerdi.
___Ne iyi
diyorlardı
__burada ki süremiz daha uzun olacak gibi, sıcacık ortamda sevgi dolu bir hayatımız olacak herhalde, bak ev sahibimizde çok güzel,
konuşurlarken güzel ev sahibi tereyi salata yapmış ve yemekle beraber yemeye başlamıştı, önce ne olduğunu anlayamadılar karanlık bir yerden geçtiler, gafil avlanmış birbirlerinin elini bırakmışlardı, ancak seslerini duyuyorlardı.
___Yukarıya doğru çıkalım belki bir ışık görür, tekrar buluşuruz
dediler, yukarıya doğru çıkmaya başladılar,.Biri diğerine seslendi,
___ben bir ışık gördüm.
Diğeri
___bende
demişti ama birbirlerini göremiyorlardı,
___sen ne görüyorsun? ben girdiğimiz evin içini görüyorum
___ya sen? bende aynını görüyorum
diye cevap verdi,
___nasıl peki birbirimizi görmüyoruz,
anladılar ki kadının biri bir gözüne diğeri öbür gözüne gelmişti.

Günler geçiyor, bizim aşıklar kendileri gibi bir aşığın gözlerinde ışık oluyorlardı, onun neşesiyle neşeli günler geçiriyorlardı. güzel ev sahiplerinin aşk namelerine eşlik ediyor.
___Allah’ım bize böyle güzel bir ev sahibi verdin
diye dua ediyorlardı, bir damla su olmalarına rağmen kendilerine hayat bahşedene tam bir imanla inanıyor, onu hamd ile tesbih ediyor güzelliklerin sahibini hiç unutmuyorlardı, biliyorlardı ki sevgiyi ve aşkı bahşeden O'ydu,

Bir gün hiç ummadıkları bir şey oldu, ev sahibi güzelleri sıkıntılıydı, aşık olduğu genç ona ihanet etmiş, aşkını ayaklar altına almıştı, bunca yıllık sevda şarkıları susmuş, derin bir sessizliğe bürünmüştü sanki, hiç akıl erdiremiyorlardı, bunca zaman birbirlerine en güzel sözlerle, en güzel biçimde davranan her an “seni çok seviyorum, sen benim her şeyimsin” diye bin bir türlü söz söyleyen biri, nasıl olurdu da böylesine sevdiğini iddia ettiği birini aldatırdı.
O sevgi ve aşk ki, Yaratan ve yaşatan Allah'tan bunlara bir armağan değil miydi, bunu akledemiyorlar mıydı, neden diğer canlılar gibi aşklarını saf ve temiz yaşayamıyorlardı, neden ahde vefa göstermiyorlardı, ev sahipleriyle beraber hüzün öylesine çökmüştü ki üzerlerine, birden gözlerden yavaş yavaş dışarıya doğru çıkmaya başladılar, sonunda iki damla göz yaşı olmuşlardı, öylesine hüzünlenmiş öylesine dertlenmişlerdi ki,
___artık bu dünyada bizim yerimiz yok, böyle güzellere ihanetler yapılırken, vefasızlığın ve her türlü entrikanın döndüğü ortamda yaşamak ancak bizlere ızdırap verir
diyerek, iki yanaktan her ikisi birden yavaş yavaş süzüldüler, öylesine iki damla yaş oldular ki, bir daha doğmamacasına kendilerini betonun sert zeminine bırakarak, her canlı ölümü tadıcıdır hükmüne teslim oldular.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1555
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ayrılık diye bir şey yok... Bu bizim yalanımız... Sevmek var aslında, özlemek var, beklemek var... Şimdi neredesin ? Ne yapıyorsun ? Güneş çoktan doğdu. Uyanmış olmalısın. Saçlarını tararken beni hatırladın, değil mi ? Öyleyse ayrılmadık, sadece özlemleyiz ve bekliyoruz...

Zamanı hatırlatan her şeyden nefret ediyorum. Önce beklemekten... Ömür boyunca ya bekliyor, ya bekletiyor insan... İkisi de kötü, ikisi de hazin tarafı yaşantımızın...

Bir çocuğun önce doğmasını bekliyorlar, sonra yürümesini, konuşmasını, büyümesini...

Zaman ilerliyor, bu defa para kazanmasını, kanunlara saygı göstermesini, insanlarını sevmesini, aldanmasını, aldatmasını bekliyorlar. Ve sonra ölümü bekleniyor insanoğlunun.

Ya o ? Ya o ? İnsanlardan dostluk bekliyor, sevgilisinden sadakat, çocuklarından saygı ve bir parça huzur bekliyor, saadet bekliyor yaşamaktan. Zaman ilerliyor, bir gün o da ölümü bekliyor artık. Aradıklarının çoğunu bulamamış, beklediklerinin çoğu gelmemiş bir insan olarak göçüp gidiyor bu dünyadan. İşte yaşamak maceramız bu...

Yaşarken beklemek, beklerken yaşamak ve yaşayıp beklerken ölmek !

Özleme bir diyeceğim yok. O kömür kırıntıları arasında parlayan bir cam parçası. O nefes alış, sevgimizin, kavuşmalarımızın anlamı... O tek güzel yönü bekleyişlerimizin...

İnsanlığımız özleyişlerimizle alımlı, yaşantımız özlemlerle güzel...

Özlemin buruk bir tadı var, hele seni özlemenin. Bir kokusu var ki bütün çiçeklere değişmem. Bir ışığı var, bir rengi var seni özlemenin, anlatılmaz...

Verdiğin bütün acılara dayanıyorsam; seni özlediğim içindir... Beklemenin korkunç zehiri öldürmüyorsa beni; seni özlediğim içindir... Yaşıyorsam; içimde umut varsa, yine seni özlediğim içindir...

Seni bunca özlemesem; bunca sevemem ki !..
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1556
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Sakın Elimi Bırakma

Ilık rüzgarla gelen bir müzik sesiyle dalıverdim uzaklara; "Aşık olmak günahsa ben bir günahkarım, pişman değilim tanrım…" diyordu yumuşak bir ses… bir sızı saplandı ilk önce kalbime… sensizlik yüreğimi yakıyordu, sana hasrettim… sarı kurumuş yapraklar arasında yürürken rüzgarın yüzüme vurmasıyla kokunu duydum sanki… yalnızdım… mutsuzdum, sen yoktun… ebediyen gitmiştin… Şimdi yanımda olsaydın kollarınla beni sarar, yüzüme dağılan saçlarımı parmaklarınla düzeltirdin.. iki taraftan kulaklarımın arkasına sıkıştırır, "Böyle daha güzel aşkım"derdin… yüzüme düşen saçlarıma tuzlu gözyaşlarım karışıyor şimdi. "Sakın ha ağlama, seni birgün bile ağlarken görmek istemiyorum" derdin bana… şimdi bir yerlerden bakıyorsa gözlerin üzülüyorsundur… ama gözyaşlarıma söz geçiremiyorum sevgilim... Hani biz sonsuza kadar mutlu olacaktık? Hani birbirimizi terketmiyecektik? Neden beni tek başıma bırakıp gittin aşkım.? Kaza haberin geldiğinde inanamadım… evimizden nasıl çıktığımı bile hatırlamıyorum… hastanede seni öyle kanların içinde baygın bir şekilde görünce dünya başıma yıkıldı… elini tuttum ve sen gözlerini açtın "Sakın ha! Sakın elimi bırakma" dediğin zaman bile "Gözlerindeki ormanda yağmur yağmasın" dedin… yanaklarımdan süzülen sicim gibi yaşlar yüzüne döküldüğünün farkında bile değildim.. ameliyathanenin kapısına kadar elini hiç bırakmadım ve mecburen elini ayırdılar benden… saatlerce o odada kaldın… çıktığın zaman komadaydın… doktorlar ümitsizce gözlerime bakıyordu… seni odana götürdüler.. neydi, neden o makinaları vücuduna bağlamışlardı.? Sen yaşayacaktın.. beni bırakmayacaktın yemin etmiştin..yavaşça elimi elinin üzerine koydum.. hiç kıpırdamıyordun… günlerce başucunda bekledim… farkında bile değildin… hep uyuyordun… yanında seni beklerken; geçirdiğimiz günler bir film şeridi gibi gözlerimden geçti… beni kızdırmaların, sinirletmelerin ve ondan sonra gönlümü almak için bütün evi ben yokken çiçek bahçesine çevirmen… doğumgünlerimizde birbirimize aldığımız müzik kutuları… hani son doğumgününde sana mavi bir kazak almıştım da hemen giyip mankenlik yapmıştın ya ve ben seninle dalga geçmiştim sen de pastayı alıp yüzüme yapıştırmıştın ve sonra da bütün evi pastayla alt üst etmiştik… ne kadar deliymişiz, ne kadar aşıkmışız… mavi kazağını son gördüğümde kanlar içindeydi.. kaza günü onu giyiyormuşsun meğer… çok sinirlettin beni, nasıl çıkacak şimdi kazaktaki kan lekeleri? Olmadı şimdi, iyileşir iyileşmez kazağını sen yıkayacaksın.. onu sana ben aldım atmak olmaz ki… Hala uyanmadın… bir hafta geçti hiç bir kıpırtı yok…doktorların biri gidiyor biri geliyor.. söyledikleri hiçbirşeyi artık anlamıyorum.. bu arada o yağmurlu gün geldi aklıma.. bisikletlerle yarış yaptığımız o gün.. hani ani bir yağmur başlamıştı da eve zor yetişmiştik.. balkonda durup yağmuru izlerken bir gün bebeğimiz olursa ismini Yağmur koyalım demiştik… bizim yağmurumuz yaz yağmuru olsun demiştik… Ve bir gün daha geçti işte, yanında sen o yatakta hareketsiz yatarken bir gün daha geçti… elim elinde.. ve başım yatağın yanında, kendimden geçmişim.. ve aniden elin elimde kıpırdadı.. aniden kırmızı, şiş gözlerimi sana çevirdim… ve gözlerini açtın… o halinle bile gülümsüyordun bana… dudaklarına küçücük bir öpücük kondururken sessizce gözlerimden yine bilinçsizce tuzlu gözyaşlarım dudaklarına düştü… kızar gibi yine baktın bana… "Tamam" dedim "Ağlamıyacağım…" Gözlerime baktın buğulu… hiç beklemediğim bir anda dudakların kıpırdamaya başladı "Affet beni" dedin, "Birbirimizi terketmiyecektik, hala daha da seni terketmedim ama…." dedin ve gerisini duymak bile istemiyordum, parmaklarımla dudaklarını kapattım, "Konuşma, yorulma, sonra konuşuruz" dedim ama başınla "Şimdi" dercesine işaret ettin… "Şehre inmiştim, yıldönümümüz için beğendiğin tek taşlı pırlanta yüzüğü alacaktım, aldım da… yanında 25 tane gül vardı, arabanın torpido gözünde yüzüğün, koltukta da güllerin vardı" dedin… ve devam ettin "Hayatımda geçirdiğim en güzel yılları seninle paylaştım, gözlerim, kalbim hep yanında olacak, arabadan emanetlerini almayı unutma" dedin bana… gözlerimdeki yaşları artık durduramıyordum… "Bir dahaki sonbahara yürüdüğümüz yolda yanlız yürüyeceksin ve çok güçlü olacaksın, beni affet aşkım seni bensiz bırakıyorum, seni canımdan çok seviyorum, son bir öpücük ver bana" dedin ve bir elim elinde bir elimle alnını okşarken istediğini yaptım dudakların sıcaktı ve aniden makineden ince bir ses geldi, elin elimden kopuverdi…. Gözlerin yavaşca kapandı…. Doktorlar koşup geldiler… öylece orda kalıverdim hareketsiz kaldım, donmuştum, sen yoktun artık… doktorlar seni götürdüler… artık sen yoktun, yanlızdım.. Ve şimdi sensiz geçen ilk sonbahardayım… yürüdüğümüz yolda kurumuş yaprakların arasında tek başınayım. Arabadan bana getirdikleri emanetlerimin biri evde diğeri parmağımda… yüzüğünü yaşadığımı sürece parmağımdan, güllerini yatağımın yanından hiç ayırmayacağım… mavi kazağını yıkadım, temizledim… yastığının üzerinde duruyor.. Hazan mevisimi, hüzün mevsimi… aşk mevisimi.. ayrılık mevsimi… Kulağımda bana söylediğin şarkıyla yürüyorum tek başıma söz verdiğimiz gibi sarı yapraklı yolda....

"SANA RÜYA DIYEMEM, SENDEN UYANAMAM KI
NEREDE OLURSAN OL, SENINLEYIM BEN SANKI
BULUTLU GÜNEŞIMSIN, SEVGILIMSIN BENIMSIN
YAZ YAĞMURUM, KIŞ GÜLÜM, NEŞEMSIN KEDERIMSIN
SENINLE DOLU DÜNYAM, GÜNDÜZÜM GECEM SENSIN
ÖLSEMDE AYRILAMAM, BENLIĞIM RUHUM SENSIN..."

Biliyorum her an her saniye benimlesin, beni izliyorsun. Iyi ki şarkılar var ve şiirler. Sen sözünü tutmadın, beni bırakıp gittin. Belki birgün aşkım... Bu yağmurlar diner ve biz yine birlikte oluruz hiç ayrılmamacasına.

"HER YERDE HATIRAN VAR, HERŞEY SENINLE DOLU
HERŞEYDE SENIN IZIN, BU YOL AŞKININ YOLU
ALAMAZ BIN SEVGILI KALBIMDEKI YERINI
SANKI IÇIMDE AÇAR BU SARMAŞIK GÜLLERI.... "

Iyi ki şarkılar var...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1557
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BİR SALKIM ÜZÜM Bir dağ köyünün imanlı bir papazı tüm zamanını Allah’ı görmek için dua etmeye adayarak yaşarken; tüm çabalarının yetersizliğini Allah’ı bir türlü göremeyince anlar. Günlerce düşünüp taşınır ve bir de inzivaya çekilerek ibadet edeyim diye karar verir. Kararının sabahında dağa doğru yola çıkar ve yükseklerde bir yerinde dağın kuytu bir mağaraya rastlar. Büyük bir sevinç ve mutlulukla mağaraya girerek dua etmeye başlar. Duaların arasında Allah’a bir teklifte bulunur: Ey Allah’ım tüm ömrüm seni görebilmek için ibadet etmekle geçti. Eğer bana yüzünü gösterirsen istediğin her şeyi yaparım.
Mağaranın içinden bir ses yükselir : Ey kulum! Beni görmeyi madem bu kadar arzu ediyorsun dileğini yerine getireceğim, fakat önce bir dileğim var senden. Aşağı köyün şarabı çok güzeldir ve yaylada otlayan kuzuların eti de pek nefistir diye başlayan bir mükemmel sofra arzu eder papazdan ..
Papaz büyük bir sevinçle köye doğru koşmaya başlar ve Allah’ın istediği sofrayı hazırlamaya başlar. Hazırladığı sofrayı mağaraya taşırken çok mutludur artık Allah’ı göreceği için.
Sofrayı kurar ve Allah’a yakarmaya başlar: Allah’ım tüm istediklerini getirdim artık bana lütfen yüzünü göster.
Mağaranın içinden aynı ses yükselir: Şimdi git, getirdiklerini kontrol edeceğim bakalım istediklerimi gerçekten getirmiş misin?
Ertesi gün gelen papazı bir kaç bahaneyle reddeder. Buna rağmen yılmayan papaz ısrar eder. Bu ısrar karşısında aynı sofranın daha teferruatlısını talep ederek yüzünü kesin olarak göstereceğini söyleyerek papazı köye yollar Allah.
Galiba abarttım biraz papaza yaptıklarımı diye kıs kıs güler köyün çobanı.
Ertesi gün daha güzel bir sofrayla çıkagelen papaza Allah rolüne soyunan çoban seslenir: Ey kulum şimdi istediklerimi bana büyük bir teslimiyetle yapmanı istiyorum.
Elbette Allah’ım yeter ki bana yüzünü göster der.
Şimdi yüzünü mağaranın girişine dön. Papaz döner. Eğil dediğinde eğilir papaz. Cübbenin eteklerini sırtına doğru topla dediğinde papaz şüpheye düşer. Bunu anlayan çoban, tereddüt edeceksen vazgeç bu işten der. Allah’ın yü-zünü görmek için çırpınan papaz dediğini yapar Allah sandığı çobanın. Eteklerini sırtına doğru toplar cübbesinin ve beklemeye başlar. Çoban papazın arkasına geçerek papazın nazik poposuna merhaba der.
Başına geleni anlamayan papaz seslenir .Ey Allah’ım bana yüzünü göstereceğini söylemiştin ama sen ne yaptın der.
Allah ise Ey kulum sen beni içinde hissetmeyi yüzümü görmekten daha mı üstün tutuyorsun der.
Başına neler geldiğini düşünerek anlamaya çalışırken köye doğru inen papazı yolda bir çocuk durdurur.
Sayın papaz ben yan komşunun bağından bir salkım üzüm çaldım ve yedim acaba bu günahım yüzünden cehenneme girer miyim? Diye sorunca papaz çocuğa dönerek şunları söyler:
Allah’ın papazını .iktiği bu dünyada bir salkım üzümün lafı mı olur der.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1558
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Gelme diyecektim, geldin... İyi ettin geldiğine. Nerdeyiz ? Bir şehir yanıyor, dikkat et. Tutuşabiliriz. İşte ilk ateş gözlerine düştü, sonra dudaklarına, saçların arasına kıvılcımlar doldu ışıl ışıl. Yanıyorsun, yanıyorum, yanıyoruz...

Aramakla yetinsek bunlar gelmeyecekti başımıza. Yine de memnunum, iyi ettin geldiğine. Taş olup kalmaktansa, ağaç olup yanmak iyi. Ellerini ver, ellerini... Öpüşmeye susadım. Tırnak uçlarından öpmeye başlayacağım seni. Titreme, yanıyorsun...

Koluma yat, sağ koluma, güçlü, erkek koluma. Dağılsın saçların, bırak. Nasıl olsa onları da öpeceğim tutam tutam... Kulak memelerini, gür kaşlarını, dudaklarını da öpeceğim. Dolgun dudaklarını, seven, sevdiren dudaklarını... Dişlerim dişlerine değecek. Yum gözlerini, artık yaşamıyoruz. Belki de yaşamak bu, bizim bilmediğimiz.

Öyleyse yeni yeni başlıyoruz yaşamalara, derin nefes almalara, o ölümsüz olmalara...

Bir ekşi elma ısırıyordum, dişlerim kamaşıyordu omuz başlarını gördükçe ve biraz sen oluyordum sevdikçe, seviştikçe...

"Işığı söndür" diyordun, inadına yakıyordum. Yalvarıyordun, çıldırıyordun. Hiç ağlamadın. Ağlasan ne değişecekti. Ama ağlamadın işte yükseldin, yüceleştin, tanrılaştın bir yerde. Öyle güzeldin anlatılmaz.

Alnımdan ter boşanıyordu, saçlarım yapış yapış olmuştu. Yüz merdiven inip yüz merdiven çıkıyordum bir dakikada. Derin bir kuyudan su çekiyordum. Bir mağara ağzında sana sesleniyordum. Karanlıklar içinde birbirimizi aydınlatıyorduk.

Sağır bir zamandı yaşadığımız. Sağır ve merhametsiz. Kör bir geceydi yumruklayan kapıyı, kör ve dilsiz...

Artık hiç sönmeyecektik biliyordum.
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1559
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Çiçek ve Su

Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.
İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder
birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.

Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan
içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur.

İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar,
"Sırf senin hatırın için ey su" diye...

Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı
birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki,
çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.

Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba
"Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar.

Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek,
alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.

Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni
seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek
yine "Seni seviyorum" der.
Su, yine "Ben de" der.
Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler...

Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz
etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der.

Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der
ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek
artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler
çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine...

Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla
başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben,
gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum
karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır
nedir sorun diye...Doktor gelir ve muayene eder
çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu
ümitsiz artık elimizden birşey gelmez."

Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık
nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir
bakar suya ve der ki: "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum...
Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der.

Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece
"Seni seviyorum" demek yetmemektedir...
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1560
kambis - avatarı
Ziyaretçi
İNAN BATMIŞ ŞEHİRLER GİBİ ONARILMAZ ANILAR



Biri beyaz biri kara iki kedi..

birbirlerinin omzuna kollarını dolamışçasına birbirlerine şefkatle
sarılarak,

birbirlerine dayanarak yola çıkmışlar.

Gölgeler akşamüstünü söylüyor.

Yorgun bir günün sonunda eve dönüyorlarmış gibi.

Yüzlerini görmüyoruz ama eminim mırıl mırıl konuşuyorlardır. Belli sınanmış,
denenmiş bir dostluk bu,

uzun yolları da göze alabilen bir dostluk



Ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik
fırsatlarını ne yapıyoruz?

Akşam üstünün bir saatinde yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl
konuşabileceğimiz,

omzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun,

belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanıklı ayakların sahibi
karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu,

değerini biliyor, biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz? ...



Yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp

kendimizi hep ilerde bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına,

bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu? karşımıza çerken
çıkmış insanları yolumuzun dışına sürüklerken

bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?

Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir,

her zaman aynı fırsatları sunmaz, toyluk zamanlarını ödetir. Hoyratça
kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların

savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir
gün...



Bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz,

ya da olanlar olması gerekenler değildir.

Yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz,

gün gelir kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir...



Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir

kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak.

Bazılarının gelecekte sandıkları 'bir gün' geçmişte kalmıştır oysa;

hani şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız,

omzunun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boşverip

'Nasıl olsa ilerde bir gün tekrar karşıma çıkar.' dediğinizdir.

Oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir O,

boş yere bu sokaklarda aranırsınız



murathan mungan



Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar