Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 190

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 569.648 Cevap: 1.997
nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
11 Kasım 2006       Mesaj #1891
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
Anka KuşuRivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş...

Sponsorlu Bağlantılar
Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;

papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış);

Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;

baykuş yıkıntılarını özlemiş,

balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.

Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş... Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki;

"SİMURG ANKA - Otuz Kuş" demekmiş.

Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş.
Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.

Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır...

MARLON - avatarı
MARLON
Ziyaretçi
11 Kasım 2006       Mesaj #1892
MARLON - avatarı
Ziyaretçi
Hasret

Sponsorlu Bağlantılar
Hasret Hanım’la, hemşire olarak çalıştığım hastaneye yattığı gün tanıştım. Hasret Hanım sedyeden alınıp yatağına yatırılırken, eşi de yanındaydı. Yakalandığı ince hastalık olarak adlandırılan vereme karşı amansız bir savaş veriyordu. Hastalığı son safhasında olmasına rağmen; teni bembeyaz, solgun yüzü, biçimli kırmızı dudakları olan, neşeli ve canlı bir hanımdı. Yatağına yerleştirdik. Kullanacağı tüm eşyalarını yerleştirdikten sonra:
“Başka bir ihtiyacınız var mı?” diye sordum.
“Evet” dedi. Çantamdaki kitaplarımı alabileceğim kadar yakınıma koyar mısın? Duygulu, hassas ve romantik bir hanımdı. İlerleyen günlerde ki konuşmalarımızdan pembe dizilere, aşk konulu filmlere ve romantik kitaplara düşkünlüğünü gördüm. Aramızdaki dostluk; her geçen gün ilerliyordu.
Bir ara baş başayken: “Evleneli nerdeyse tam yirmi beş yıl oldu. Yani tam bir çeyrek asır. Kadınları sürekli ‘aptal kadın’ gözüyle gören bir erkekle evlilikte ne kadar mutlu ve mesut olabilirsiniz? Bunun ne kadar can sıkıcı bir hayat olduğunu bilir misin? Onun beni sevdiğini biliyorum ama bu güne kadar bir defa dahi olsa ‘seni seviyorum’ demedi. Hakkını inkar edemem. Ne aç koydu, ne açıkta bıraktı. Her insanın karnını doyurabilir, sırtını giydirebilirsiniz. Ama onalrdan daha önemlisi oların kalbini, yüreğini, düşünce ve duygularını da düşünmek, doyurmak gerekmez mi?” Hastanenin bahçesindeki yaprakları dökülmekte olan ağaçlara bakarken; son günlerini yaşamaktaydı. İçini çekerek söyleniyor, gözlerinden sıcak bir damla yanaklarına doğru kayarak düşüyordu. “Bana ‘seni seviyorum’ demesi için neler vermezdim. Ama bu onun sanki tabiatına aykırı gibi bir insan o...”
Kocası ise her gün Hasret Hanım’ı ziyarete geliyordu. Önceleri, Hasret Hanım yatağında kitabını okurken veya televizyon seyrederken, o da yatağının ayak ucunda oturuyordu. Hasret Hanım, daha sonraki günlerde, uzun saatler uyurken; odanın dışındaki koridorda aşağı yukarı veya hastanenin bahçesinde yürüyerek geçiriyordu. Çok geçmeden, Hasret Hanım hiç kitap okuyamaz oldu. Uyanık olarak geçirdiği süreler, dakikalarla ölçülür olmuştu. Ben ise vaktimin çoğunu onun yanında kocasıyla ile geçiriyordum.
Bana müteahhitlik yaptığını ve sık sık avlanmaktan zevk aldığını anlatmış. İki kız çocukları olmuş, birini yıllar önce yuvadan uçurmuşlar diğeri ise başka bir şehirde üniversitede okuyormuş. Hasret Hanım, bu amansız hastalığa yakalanana kadar, birlikte baş başa geçen, hayatın tadını çıkarmak adına bir çok seyahat ve gezi yapmışlar. Mesut Bey, eşinin yavaş yavaş ölüme yaklaştığı gerçeği karşısında, duygularını bir türlü dile getiremiyordu. Bir gün kafeteryada birlikte kahve içtikten, konuyu kadınlara ve biz kadınların yaşamlarında romantizme ne denli gereksinim duyduğumuza, eşimizden romantik sözler, mesajlar, kartlar ve aşk mektupları almaktan ne kadar hoşlandığımıza getirdim.
“Hasret Hanım’a kendisini hiç sevdiğini söylediniz mi?” diye sorduğumda, bana tuaf bir şey söylemişim gibi garip garip bakmıştı.
“Söylememe gerek var mı?” dedi.
“Kendisini sevdiğimi zaten o biliyor!”
“Elbette biliyor.” Dedim ve uzanıp elini tuttum.
Elleri sıradan bir erkeğin ellerinden daha sertti. Bir kazma kürekle çalışan birinin ellerinin olması gerektiği gibiydi... O anda tutunabileceği tek şeyin elindeki fincanmış gibi sıkı sıkıya ona yapışmıştı.
“Mesut Bey, Her kadın sevildiğini, seven için ‘ne anlama geldiğini bilmek’ ister. Bunları hiç düşündüğünüz oldu mu?”
Birlikte Hasret Hanım’ın odasına doğru yürüdük. Mesut Bey, odaya girdi. Ben ise diğer hastaları ziyarete gittim. Daha sonra, Mesut Bey’i Hasret Hanım’ın yatağının kenarında oturduğunu, onun elini tuttuğunu gördüm.
İki gün sonraydı. Sabah hastaneye gitmiştim. Mesut Bey, koridorun duvarına yaslanmış, gözlerini yere dikmişti. Hasret Hanım’ın güneşin yeni bir gün için doğmakta olduğu; sabah 05:45’de öldüğünü; baş hemşireden öğrendim. Mesut Bey beni görünce yanıma geldi. Gayri ihtiyari bana sarıldığında; bütün bedeni titriyordu. Gözleri kızarmıştı ve yanakları gözyaşlarının izleri vardı. Sonra, sırtını duvara yasladı ve derin bir nefes aldı.
“Sana bir şey söylemeliyim” dedi.
“Ona sevdiğimi söyledikten sonra kendimi çok iyi hissettim.” Sustu ve başını kaldırdı. “Söylediklerinizi uzun uzun düşündüm. Bu sabaha karşı ona: 'kendisini ne kadar çok sevdiğimi, onunla evli olmaktan ne kadar mutlu olduğumu' söyledim. Onun ne kadar güzel gülümsediğini görmeliydiniz!”
Hastaneden götürülmek üzere; hazırlıkları yapılan Hasret Hanım’a veda etmek için odasına girdim. Hasret hanım’ın yüzü asudelik içindeydi. Bir ömür boyu beklediği sözü, yeni bir hayata başlamak üzere giderken; alabilmiş olmanın rahatlığı ve huzuru içinde gibiydi. Başucundaki komodinin üzerinde Mesut Bey’in yazmış olduğu bir Sevgililer Günü kartı duruyordu. Üzerinde:
“Sevgili Karıma... Seni Seviyorum” diye yazıyordu.
Daha sonraki günlerdeydi. Mesut Bey'le yolda karşılaşmıştım. “Onun değerini, onu kaybettikten sonra çok daha iyi anladım. Geçen gün bir yazı okudum. Keşke onu yıllar önce okusaymışım. İnsanlığın yüce rehberinin bir hadisi şerifinde:
“Erkek hanımının yüzüne güler yüzle bakarsa ‘bir köle azat etmiş sevabı’, tebessüm ederse ‘haç ve umre etmiş sevabı’ kucaklar ve severse ‘sıddıklar’ sevabı yazılır” diyordu. “Bu hadisi şerifi okuduktan sonra daha da iyi anladım ki’ Söyleyenin kendisinden hiç bir şey eksilmediği halde; ‘Seni seviyorum’ dememekle; biz erkekler ne kadar da cimriymişiz meğer!..." diyordu.


Yazar : Hasan Kocamanoğlu Tarih : 18.09.2004

nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
11 Kasım 2006       Mesaj #1893
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
Evvel zaman içinde deniz kenarında küçük bir köy varmış. Bu köyün halkı denizcilikten başka iş bilmezmiş. Yaşlı, genç, kadın, erkek bütün köy halkı denizle uğraşır, hayatlarını mavi suların kendilerine sağladığı nimetlerden faydalanarak sürdürürmüş. Dış dünya onlara kapalıymış. Deniz insanlara, insanlar birbirlerine yardım ederlermiş. Kimi balık avlar, kimi ağ örer, kimi sünger çıkarır, kimi tekne yapımında uzmanlaşmaya çalışırmış. Bir de herkesin hayalini süsleyen bir iş varmış: Beyaz Kaptan'ın denizaşırı gemisiyle uzun seferlere çıkıp, ticaret yapmak. Böylece bilinmezi bilmek, görülmeyeni görmek, tadılmayanı tatmak mümkünmüş çünkü. Ama Beyaz Kaptan yanında çalışacakları çok zorlu sınavlardan geçirip seçtiği için, bu öyle herkesin gerçekleştirebileceği türden bir hayal değilmiş. O seferlere çıkabilmek için gözüpek olmak, geride bırakabilmek, denizden başka bir şeye aşık olmamak gerekirmiş. Gemi sefere çıktı mı, beş altı aydan önce dönmezmiş köye. Her gelişinde genç kızların dört gözle beklediği kumaşları, süs eşyalarını, köyde bulunmayan faydalı otları ve alışveriş karşılığında aldıkları değerli şeyleri boşaltır, insanların satmak istediği malları yükledikten sonra yeni bir sefere çıkarmış. Geminin mürettebatı sadece bu değiş tokuş için karaya iner, yükleme işi bittikten sonra onları gören olmazmış. Beyaz Kaptan'sa sadece miço ile çımacı geminin törensel yanaşmasını gerçekleştirirken kaptan köprüsünde belli belirsiz görülürmüş. Geminin miçosu limana her yanaşmalarında, çımacı dostunu görünce büyük bir keyifle halatı fırlatır, çımacı da büyük bir maharetle halatı havada yakalayıp tek bir harekette babaya dolarmış. Bu ikisinin ustalık dolu hareketlerini izlemek köy halkının en sevdiği şeylerden biriymiş. Birbirlerinin gözlerine baktıklarında dostluğu gören miço ile çımacı, köy halkı kendilerini alkışladıkça daha da büyük bir şevkle sarılırlarmış işlerine. Kaptan belki deniz aşkıyla yıllar önce terkettiği köyü daha fazla görmenin rahatsızlığı, belki de geride bıraktığı karısı, oğulları ve kızı tarafından görülmenin korkusuyla, uzaktan izlermiş olanları. Sonrası yine açık deniz, sonrası yine uzun bir sefer… Kaptan herkesin gerçeğinin ayrı olduğuna ve herkesin bir gün kendi gerçeğini bulacağına inanırmış. Hatta miçosuyla çımacının bir kayanın üstüne oturup sohbet ettiklerini gördüğü gün, "Ah deli çocuk, bilmez misin ki denizcinin dostu, denizdedir" demiş kendi kendine ama hiç karışmamış bu imkansız dostluğa. Limana bir sonraki yanaşmalarında miço gelip de "Ah Kaptan ah, denizcinin dostu denizdeymiş." deyince içinin cız edeceğini bile bile karışmamış. Bir gün köye çeşit çeşit malı getirirken, yerle göğü bir eden korkunç bir fırtınaya yakalanmışlar. Usta denizci köye yanaştıklarını biliyormuş ama deniz fenerini göremediği için bir türlü gerekli manevraları yapamıyormuş. Neden sonra denzi fenerinden cılız bir ışığın yükseldiğini görünce rahatlamış. Tam dümeni köye kıracakken, yağmur damlalarının kanatlarına kırbaç gibi inmesine aldırmayan bir papağan gelip konmuş omzuna ve dile gelmiş: "Babası terkettiğinden , ağabeyleri de denize sırtlarını döndüklerinden beri lanetli damgasıyla yaşayan mavi gözlü ceylan, sırf gemin karaya oturmasın diye canını ortaya koyup yaktı bu gece feneri. Ama köyün utanç içindeki halkı lanetlidir deyip güvenmedi ona, delidir deyip dışladı, her zaman olduğu gibi suçladı. Şimdi incecik bedeni buz gibi gecenin ortasında geminin limana yanaşmasını bekliyor. Kimbilir belki de gizli bir sevdanın cesaretiyle tek başına fırtınayla savaşıyor." Beyaz Kaptan bu sözleri duyar duymaz önce kendisiyle sonra da miçosuyla yüzyüze gelmiş. Ve bir anda fırtınayı korkutan bir sesle gürlemiş: "İstikamet açık deniz!.." O günden sonra köy halkı Beyaz Kaptan'ın gemisini bir daha asla görememiş. Bir daha asla dış dünyadan bir şeye dokunamamış. Ama deniz kızları, kimi hüzünlü gecelerde Beyaz Kaptan'ın bilinmez denizlerde suda yüzen bir mavi gözlü ceylan gördüğünü ve hüzünlü bir türkü söylemeye başladığını anlatıp durmuşlar:

Bilirim ki sevgimiz
Aslında veremediğimiz
Bir bilinmez denizde
Yitip gitti bedenimiz.

recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
11 Kasım 2006       Mesaj #1894
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Uzun zaman önce dünya yaratılmadan , insanlar dünyaya ayak basmadan önce iyi ve kötü huylar ne yapacaklarını bilmez vaziyette dolanıyorlarmış . Bir gün toplanmışlar ve her zamankinden daha fazla canları sıkkın oturuyorken SAFLIK ortaya bir fikir atmış "Neden saklambaç oynamıyoruz ?" ve hepsi bu fikri beğenmiş , hemen çılgın ÇILGINLIK bağırmış "Ben ebe olmak istiyorum !" ve başka hiç kimse ÇILGINLIK'ı arayacak kadar çıldırmadığı için ÇILGINLIK bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış . 1,2,3,...

ÇILGINLIK saydıkça , İYİ HUYLAR'la KÖTÜ HUYLAR saklanacak yer aramışlar . ŞEFKAT Ay'ın boynuzuna asılmış , İHANET çöp yığınının içine girmiş , SEVGİ bulutların arasına kıvrılmış , YALAN bir taşın altına saklanacağını söylemiş ama gölün dibine saklanmış . TUTKU Dünya'nın merkezine gitmiş , PARA HIRSI bir çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış ve ÇILGINLIK saymaya devam etmiş , 79, 80, 81, 82, 83...

AŞK dışında bütün İYİ ve KÖTÜ HUYLAR o ana kadar zaten saklanmış , AŞK kararsız olduğu gibi nereye saklanacağını da bilmiyormuş ... Bu bizi şaşırtmamalı , çünkü hepimiz aşkı saklamanın ne kadar zor olduğunu biliriz . ÇILGINLIK 95, 96, 97... ye gelmiş ve 100'e vardığı anda AŞK sıçrayıp güllerin arasına girmiş ve saklanmış . Ve ÇILGINLIK bağırmış "Önüm , arkam , sağım , solum sobe , geliyorum" .

Arkasına döndüğünde ilk önce TEMBELLİK'i görmüş , o ayaktaymış çünkü saklanacak enerjisi yokmuş . Sonra ŞEFKAT'i Ay'ın boynuzunda görmüş , ve İHANET'i çöplerin arasında , SEVGİ'yi bulutların arasında , YALAN'ı gölün dibinde ve TUTKU'yu Dünya'nın merkezinde ... Hepsini birer birer bulmuş sadece biri hariç ! ÇILGINLIK umutsuzluğa kapılmış , en son saklı kişiyi bulamamış , derken HASET ÇILGINLIK'ın kulağına fısıldamış :

"AŞK'ı bulamıyorsun çünkü o güllerin arasında saklanıyor "

ÇILGINLIK çatal şeklinde tahta bir sopa almış ve güllerin arasına çılgınca saplamış , saplamış , saplamış ... Ta ki yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar ... Ve haykırıştan sonra , AŞK elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış . Parmaklarının arasından sicim gibi kan akıyormuş , gözlerinden . ÇILGINLIK , AŞK'ı bulmak için , heyecandan AŞK'ın gözlerini çatal sopa ile kör etmiş ... "Ne yaptım ben ? Ne yaptım ben ?" diye bağırmış "Seni kör ettim , nasıl onarabilirim ?" AŞK cevap vermiş ; "Gözlerimi geri veremezsin ama benim için birşey yapmak istersen benim kılavuzum olabilirsin !"

O günden beri AŞK'ın gözü kördür ve o günden beri ÇILGINLIK da her zaman onun
yanındadır ...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
12 Kasım 2006       Mesaj #1895
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Çoğu zaman pek çok şeyi çocuklardan öğreniriz.

Bir sure önce, bir arkadaşım, 3 yasındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kağıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı. Durumları iyi değildi ve kızının kağıtları, ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti.

Buna rağmen, küçük kız, ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve "Bu senin için babacığım" dedi. Arkadaşım, gösterdiği tepki için kendini suçlu hissetti, ama kutunun bos olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı.

Kızına bağırdı:
"Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun?"

Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi:
"Ama babacığım, kutu bos değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim. Hepsi senin için babacığım."

Babanın içi paramparça olmuştu. Kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı.

Arkadaşım bu altın renkli kutuyu yatağının bas ucunda yıllarca sakladığını anlattı bana. Ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu.

Gerçek anlamda bakmak gerekirse, her birimiz arkadaşlarımız ve ailelerimiz tarafından bize sunulan karşılıksız sevgi ve öpücüklerle dolu altın renkli kutulara sahibiz. Dünyada sahip olabileceğimiz daha değerli bir şey olamaz
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
12 Kasım 2006       Mesaj #1896
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Allah, Âdem için bir çocuk yaratmak istedi ve onu Akl-ı kül’de şekillendirdi. Oradan da düşünceyi arşa doğru üfledi ve “ol” dedi. Arşı ve Kürsi’yi geçen düşünce ilk gökte kendilerden sonra, on iki burcun arasında gezindi. Daha sonra düşünce toprak ile karıştı, su katılıp yoğruldu, rüzgâr ile kurutuldu ve ateş ile pişirildi. Bu hamurdan bir zerre dünya göğüne düşürüldü. O kadar hızlı indi ki; bir buluta tutunmasaydı, yere düşüp parçalanacaktı. Bulut sımsıkı tuttu ellerinden çünkü o, Allah’ın nefesi idi. Sonra Allah göğe buyurdu:

“Suyunu dök!”

Emrin ağırlığı ile gök, döktü incilerini. Allah’ın mucizesi olan yağmur ile yavaşça indi nefes toprağın üzerine. Toprak çok sevdi onu. Ne de olsa, o Allah’tandı. Yaratılanı sevmişti o, yaratandan ötürü. İncitmeden çekti içine ve anladı ki; bu Âdem’in çocuğuydu. Bir bitkiye seslendi: “Gel, al yükümü benden” diye ve hatırlattı.

“Bu Âdem’in çocuğudur.”

Bitki usulca uzattı köklerini, yavaşça aldı gövdesine, Allah’ın emanetini. Daha sonra otlamaya çıkan bir hayvan geldi yanına ve Allah’ın izni ile onu yedi.

Âdem’in canı et istedi ve mızrağını alıp ava çıktı. Az ötede emaneti taşıyan semiz hayvanı gördü. Mızrağı kaldırdı ve “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek fırlattı hayvana. Hayvan adeta taş kesilmiş, mızrağın vücuduna girmesini bekliyordu. Ve mızrak saplandı, hayvan yere yığıldı. Âdem sevinç ile yaklaştı hayvana. O bilmiyordu ama sadece bir yemek sandığı hayvanın içinde bir nesil yatıyordu. Bir hayvanın ölüsünden insanlık doğuyordu.

Adem ile Havva, hayvanı yediler. Emanet artık Âdem’in kanındaydı. Oradan saklanacağı yere geldi. İki su birbirine aktı ve karıştı. Emanet Havva’nın rahmine düştü. Milyonlarca küçük hayvancığın yarışında Allah’ın seçti göğüsledi ipi. Emanet kırk gün birbirine karışmış iki su, iki hücre olarak derlenip toplandı, sonra kan pıhtısı olup Havva’ya bağlandı. Sonra bir et parçası kadar oldu ve Allah bir melek gönderdi. Ona, “yaz!” dedi. Melek yazdı. Genleri belirleyen atomlar tek, tek dizildi. Doğumdan ölüme kadar olan her şey kaydedildi. Ve Allah emretti, o et paçasına ruh üflendi. O et, kemikleşti ve üzerine et giydirildi. Sonra şekil verenlerin en güzeli olan Allah, onu bambaşka bambaşka bir yaratılış ile tamamladı ve Allah “ol” dedi.
O da bir insan olarak dünyaya geldi. Ve sonra kardeşlerinin, çocuklarının ve tüm insanların doğumu böyle gerçekleşti.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Kasım 2006       Mesaj #1897
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Elinde avucunda ne varsa toplayıp gitti. Arkasına bir an olsun bakmak için durakladı sanki. Bir ses “dur gitme” dese, dönecek gibiydi. Başını salladı, belini doğrulttu ve arkasına bakmadan gitti. Yaşadığı ve artık yaşamak istemediği bütün güzellikler adına gitmek ve karışabilmek geceye cesaret işiydi. Parmaklarında saatlerdir yanmayı bekleyen sigarasını, kendine has itinasıyla yaktı. Derin bir nefes çekti ve çok kısa bir an karanlığı deldi beyaz dumanı. Sigarasını bir sevgilinin dudaklarını ıslatır gibi ıslattı. Bir sevdiği vardı elbet. Düşünmemeye çalıştı, dudaklarını ısırdı, dudakları kanadı...
Yorgunluğunu sudan sebeplerle süslemeye çalıştı, beceremedi. Yorgun olan kendisi miydi yoksa yüreği mi? Hoş, bunu da bilmiyordu ya..Beyninde hiç durmadan üreyen soruların cevap hanesi boş bırakılmıştı. Eskiden olsa bir çıkış yolu bulabilirdi belki. Ama yaşananlar ama yaşadıkları ve gördükleri izin vermiyordu hiçbir soruyu cevaplamaya. Yüreğini yokladı. Terk edilmiş bir ev gibiydi sanki. Soğuk ve kimsesiz, tozlu ve dağınık...
Gözlerine gitti elleri, ıslaktı. Sonra ellerine gitti gözleri, titriyorlardı. Kendine hakim olup, durdurmaya çalıştı; olmadı, beceremedi. Elleri, ellerini düşündü. Bu eller ki ne eller tutmuştu bir zaman önce. Sevgiyle, ısıtırcasına tutardı. Bazen de kaçırmamak için, eğer bir itirafsa. İtiraflar..Başlarsa susamazdı ki..Hem başlasa bile şu dakika kim dinleyebilirdi? Yalnızdı, hiç olmak istemediği kadar. Yalnızdı, hiç alışkın olmadığı kadar. Yorgundu, bunu kabul edemeyecek kadar.
Yürüdü..Yol uzun, adımları kısaydı. Her an dönebilir korkusuyla yürüyordu. Sokaklar boştu, sessizdi, ürküyordu. Bir cinayete şahit olmuş gibi donuktu yüzü, yüzü sarıydı. Karanlıkta duyduğu, duyabildiği tek ses, ayağının altında ezilen, bile bile ölüme giden sonbahar yapraklarıydı. Sonbahar gelmişti, tam da zamanında. Yüreğine sığınan hüznü unutmaya çalıştıkça, hatırlatıyordu sonbahar. Hüzün onun bir parçasıydı. Hüzün onun kanayan, bastıkça çıtırdayan yarasıydı. Hüzün onun kaçmak istedikçe ayaklarına dolanan vazgeçilmeziydi, azaltmaya çalıştıkça çoğalan yalnızlığıydı. Hüzün onun gözleriydi, ta kendisiydi yani, aynaya baktıkça gördüğü..Birlikte olduğu bütün kadınlar bile hüzünle kardeşti sanki. Hem sevdi hem nefret etti. Çünkü hüzün ayrılıktı biraz da. Ayrılık hüzündü, öpüştüğü ve seviştiği bütün kadınlarda.
Yürüdü..Hayatında ilk defa bir yere yetişmek zorunda değildi. İlk defa beklemeyecek, ilk defa beklenilmeyecekti. Yolunu gözleyen de yoktu, meraktan çıldıran da. Hazin hazin çalan telefonun sesini bile artık duymayacaktı. Kaygılar, endişeler, yalanlar yoktu. Yalan söyleyecek kimsesi de..Sorguların acısını hissetmeyecekti artık içinde. Suskunluğuyla vuracağı, kafana göre diyebileceği biri olmayacaktı hayatında. Merak ettiği, edildiği, hatta düşündüğü hiç kimse.. “Neresin? ” diyen sesler yankılanmayacaktı kulağında. İstediği kadar içebilir, her sokak başında sızabilir, istediği kadar kaçabilirdi. “ Kimsen yok ulan! Kimsesizsin işte!” diye haykırdı. Onca itirafın içinde en acısı buydu belki, kimsesi yoktu gerçekten. Her şeye dayanabilirdi ama buna..?
Yürüdü..Cebinde biriktirdiği bütün bozukluk sevişmeleri, önüne çıkan ilk dilenciye verdi. Dilenci şaşkın, o şaşkın, gece şaşkındı olancası. Şaşkınlığını, karanlığa bağışladı. Karanlık bütün vücudunu sardı; iliklerine kadar gece, iliklerine kadar yalnızlık aktı...
Yürüdü ve yalnızlığını hatırladı. Neden kaçmıştı, neden gidiyordu, neden yalnızdı..? Elindeki sigarayı aynı itinasıyla yaktı. Derin bir nefes, bir nefes daha..Islatırcasına, kanatırcasına, savaşır gibi çekti dumanı içine. Üşüyordu, üşüdü..Geride bıraktığı sarılmaları hatırladı. Kavuşmaların içine sıkıştırılan “merhaba” ları, sorgulamadan seviştiği bedenleri, sorgusuzca kendini verdiği bedeni..Bir erkek de verebilirdi kendini, bu sessiz itirafa şaşırdı. Sevmekten mi, sevilmekten mi korkuyordu? Yoksa aynı acıları tekrar yaşamaktan mı? Taşıdığı ümitsizliği ve korkuları bir başkasına yüklemek yanlıştı belki. Beraberinde getirdiği geçmişini, dokunduğu her şeye, her kadına bulaştırıyor; yüreğinde, hiç istemeden belki de, sürekli ayrılık biriktiriyordu. Çok şey değil, sadece kendi olmak istemişti. Paylaşmak, güvenmek, bir sevdaya ait olmak istemişti. İnadına yaşamak, inadına gülmek, inadına mutlu olmak istemişti. Çok şey istemişti...Sevmek, kanadı kırık bir martı olmamalıydı. Sevmek, başkasının kanatlarıyla uçmamaktı. Sevmek, her şeye rağmen “varım!” diyebilmekti, vazgeçmemekti, korkmamaktı..Sevmek, sonuna kadar mücadele etmekti. Durdu..Geride bıraktığı adımları saymak istedi. Durdu, yürüyemedi. Yorgunluğu kendinden değil, geçmişten geliyordu. Yorgunluğunu ve güvensizliğini bir başkasının omuzlarına yükleyemezdi. Korkuları yüzünden güzel bir sevdayı uzaklaştıramazdı kendinden. Durdu..Geçmişi onu yakaladı, ona yetişti.. Durdu..Acılarını yok etmek için hep farklı mevsimlere kaçıyor, üşüyeceğini bile bile bu mevsimlerle sevişiyordu. Ve her seviştiği mevsime acılarını bulaştırıyor, onları kendine bağlıyor ama sonra sinsice kaçıyordu. Bu defa kaçmak istemiyordu..Bu defa durmak ve tek bir mevsime ait olmak istiyordu ve böyle biri vardı. Onunla sevişirken üşümüyordu..Onunla konuşurken rahattı...Onca sorun ve acıyı ona bulaştırdığı halde; sıkılmayan, kaçmayan ve inatla sevmeye devam eden kadındı o... Çok fazla kalbini kırdığı halde yüzünden gülümsemeyi yok etmeyen, onu bağışlayan kadındı o...Hayatı boyunca sığınabileceği, mutlu olabileceği bir liman, bir mevsim, bir yürekti o..Her şeye rağmen onu bekleyen bir kadını oynamıştı..Ama o korkuları ama o geçmişi ama o üzerinden bir türlü atamadığı güvensizliği yüzünden; onu bırakmış, sevgisinden uzak durmuş ve uzaklaştırmıştı...Sevgiden kaçmamalıydı çünkü seviyordu..Cebinde sakladığı ama veremediği bütün veda mektuplarının arkasına; dolmuşçasına, ard arda, doğum yapar gibi yazdı. Ve düşündü..Kaçıyorum ama nereye kadar? Bütün güzellikler ona aitti sanki, bütün yollar onunla uzuyordu. Neden bu kadar geç fark etmişti...? Kahrolası yaşamın dakikaları sınırlıydı. Sevda yüreğinde beslediği en yumuşak duyguydu. Korkuyordu ama yine de, her şeye rağmen sevmek istiyordu. Sevişmek istiyordu gün ışığını görene kadar. Neden kaçıyordu..? Neden korkuyordu itiraf etmekten..? Neden acı çekiyordu, çektiriyordu..?
Issız bir sokağın başında, nasıl geldiğini hiçbir zaman anlayamadığı bir halde, karanlık ve yalnızlık kokan bir telefon kulübesinde buldu kendisini. Hızla, hayatında hiç yapmadığı kadar hızlı çevirdi numaraları. Saat sabahın 3’üydü. Karanlık bastırmıştı iyice. Ay yalnızdı güneşten uzak. Saatler sabırsızdı gün ışığına. Elleri titriyordu, kalbi çıkacak gibiydi.
Yorgun ve uykulu bir ses açtı telefonu:
“ Efendim..!”
Ah! Ne zamandır beklemişti bu anı. Bütün sorunların ve acıların üstünde duruyordu vereceği cevap. Ahizeyi kavradı, gözleri güldü, başını dik tutmaya çalıştı ama yorgun ama kararlı bir sesle haykırdı:
“ Seni seviyorum!!!”
“ Evet, seni seviyorummmm..!!!”
feather
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Kasım 2006       Mesaj #1898
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Öğretmen, yetişkin sınıflardan birisine şöyle bir ödev verir:

- "Sevdiğiniz birine gidin ve ona kendisini sevdiğinizi söyleyin."

Bir sonraki dersin başında ise öğrencilerden birisi söze şöyle başlar:

- Geçen hafta bize bu ödevi verdiğinizde size sinirlenmiştim. Bu sözleri söyleyebileceğim hiç kimsenin olmadığını düşünüyordum. Eve giderken bir anda yüreğimin sesine kulak verdim. İşte o zaman kime "Seni Seviyorum" diyeceğimi anladım.

Bundan beş yıl önce babamla aramızda bir tartışma geçmişti ve o günden bu yana bu sorunu çözememiştik. Önemli aile toplantılarının dışında birbirimizi görmemeye çalışıyorduk ve hemen hemen hiç konuşmuyorduk. Eve vardığımda babama kendisini çok sevdiğimi söylemeye hazırdım. Bu kararı almak bile üzerimden büyük bir yük kaldırmıştı. Saat 5:30'da annemle babamın evinin kapısını çaldığımda kapıyı babamın açması için dua ettim. Çünkü kapıyı annem açarsa kendimi tutamayıp, ona kendisini sevdiğimi söylemekten korkuyordum. Fakat Allah yardım etti ve kapıyı babam açtı. Hiç zaman kaybetmeden eşikten adımımı attım ve :

- "Baba, buraya seni sevdiğimi söylemeye geldim" dedim. Babam sanki bir anda başka bir adam olmuştu. Yüzündeki ifade yumuşadı, kırışıklıklar yok oldu ve ağlamaya başladı. Kollarını açtı, beni kucakladı ve bana :

- "Ben de seni seviyorum oğlum, ama bunu hiçbir zaman dile getirmedim" dedi.

Fakat sizlere asıl anlatmak istediğim esas nokta bu değil. Babamı ziyaretimden iki gün sonra babam bir kalp krizi geçirdi ve hala hastanede. Şimdi yaşam savaşı veriyor. Şimdi sizlere şu mesajı vermek istiyorum:

- "Yapmanız gerektiğine inandığınız hiçbir şeyi ertelemeyin. Ya babama olan sevgimi ifade etmek için hala bekliyor olsaydım? Yapmanız gerekeni hemen yapın, hiç beklemeden...
selenes - avatarı
selenes
Ziyaretçi
12 Kasım 2006       Mesaj #1899
selenes - avatarı
Ziyaretçi
Duygular yaratıldığında daha yerleşecek insan yüreği bulamadıklarında dünyada avare avare dolaşıyorlardı.
Koca dünya onlara aitti ve canları çok sıkılıyordu.Tüm duygular toplandılar ve ne yapacaklarını düşünmeye başladılar. umut ortaya bir fikir attı "saklanbaç oynayalım" kötü bir fikir değildi aslında tüm duygular umutlandı."eee peki ebe kim olacak" dedi karamsarlık, çılgınlık ebe olmak istediğini belirtti kimse onun kadar çılgın olmadığından ebe olmak istemedi. kıskançlık bir ağacın altında oturmuş "ne güzel anlaşıyorlar bende katılmalıyım onlara " die düşündü ve aniden "bende oynamak istiyorum "die haykırdı mutluluk "tabi neden olmasın dedi.kimse bu mutluluğu bozacak kadar mutsuz olmadı.çılgınlık bir ağaca yaslandı ve saymöaya başladı.duygular dört bir yana dağıldı.kıskançlık buşlutların arasına,mutluluk gölün dibine, umut bir ağacın altına saklandı belkide beni bulamaz die ümitlendi. karamsarlık dağların arkasına doğru gitt daha pek çok duygu saklandılar.
en sona kalan tembellik çılgınlık 100 dediğinde güllerin arasına sıçradı ama çılgınlık onu gördü. çılgınlık göklere çıktı ve kıskançlığı buluverdi. kıskançlık çok sinirlendi çok çabuk bulunmuştu ( kıskançlık eğer oynamak istiyorsa çok çabuk bulunur)bu yüzden herkesin yerini bulması için çılgınlığa kopya werdi ( tüm duyguları ortaya çıkarır)tüm duygular sobelendi sadece aşk kalmıştı( aşkı bulması zordur) ve o güllerin arasındaydı.kıskançlık çılgınlığa fısıldadı"bir sapayla güllerin arasını karıştır bak ne bulacaksın"çılgınlık bunun çok çılgın bir fikir olduğunu düşündü( kıskançlıkta çılgınlıktır) çatal biçimli bir sopa alan çılgınlık güllerin arasını karıştırdı taki yürek burkan bir acı duyana kadar ...
aşk gözlerinden kanlar akarak çıktı gözleri görmüyordu onları kaybetmişti artık. kıskançlık yüzünden aşkın gözü kör olmuştu. ( aşk zorlamaya gelmez) buna çok üzülen kıskançlık aşkın yanından ayrılmamaya ve içinde mutluluğu barınmauya söz verdi
kıskançlık ve aşk iyi arkadaş oldular. kıskançlık aşkın gözü oldu ve aşk kıskançlığın içindeki mutluluğu ortaya çıkardığında hep güzel şeyler gösterdi ona ama çolgınlık onlar bırakmadı ikisinin ortasında bi yerlerde kaldı ayrılık çılgınlıktan yer bulamadı araya giremedi taki çılgınlık gidene kadar...
nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
12 Kasım 2006       Mesaj #1900
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
Bu hikayeyi bize Avustralya'dan Mary Nol gönderdi.
Kendisine bu hikaye
için tesekkür ediyoruz.
Bir kiz ve bir delikanli, bir motosikletin üzerinde
180 Km hizla
gidiyorlar ve aralarinda söyle bir konusma geçiyor;
Kiz : Lütfen yavasla, ben korkuyorum
Delikanli : Hayir, bak ne kadar eglenceli
Kiz : Lütfen, lütfen, çok korkuyorum
Delikanli : Peki, beni sevdigini söyle
Kiz : Seni çok seviyorum, lütfen yavasla
Delikanli : Simdi de bana sikica saril
* Kiz delikanliya sikica sarilir
Delikanli : Sapkami alip, kendine takar misin? Basimi çok *****..
Ertesi gün gazetelerde söyle bir haber çikti:
Motorsiklet Kazasi;
Motorsiklet, fren arizasi nedeniyle, bir binaya çarpti. Üzerindeki 2
kisiden sadece biri kurtuldu.
Gerçek ise söyleydi; Yolun yarisinda, delikanli frenlerin bozuldugunu
anlamis ama bunu kiza belli etmek istememisti. Bunun yerine, kizdan kendisini sevdigini söylemesini istemis ve
kendisine son defa sarilmasini istemisti. Sonra da kendi ölümü pahasina, kizin basligi takmasini ve hayatta kalmasini saglamisti.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar