Arama

Sahipsiz Mektup'lar - Sayfa 12

Güncelleme: 2 Haziran 2012 Gösterim: 265.268 Cevap: 628
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
10 Ağustos 2006       Mesaj #111
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Selam...

Sponsorlu Bağlantılar
“Belki duymuşunuzdur, bir hikaye anlatılır...

Kral karışık bir rüya görür. Rüyayı yorumlayan sarayın müneccimi der ki, ‘Efendim bütün akarbalarınız ölecek, sadece siz yaşayacaksınız. Kral bu yoruma kızar ve müneccimi idam ettirir. İşi bilen bir başka yorumcu getirilir. O da aynı rüyayı dinler ve şöyle der: ‘Kralım, o kadar çok yaşayacaksınız, o kadar çok ki şimdi yaşayan bütün akrabalarınızın ölümünü göreceksiniz...’ Bu yorumdan hoşlanan kral, kendisini ödüllendirir.

Aynı içeriğin iki farklı yorumu, çok farklı sonuç getirmede…
Bütün, parçaların birleşmesinden meydana gelmiş bütün... Parça ne, neler...? Parçalardan oluşan bütün ne…? Sınırsızın parçası olmayacağına göre siz hangi anlamda kullanıyorsunuz...?”

Bütün sonsuz, sınırsız ve tanımsız olan...

Ne demeli...?
Bütün parçalarının toplamından ibaret değildir…
Bütün bölünemez olandır; cüzde de varolandır;
Bilgiyi saklayan cüz, bütünü doğurandır.
Bütün tohumdur, tohumdan fışkıran yaşamdır;
Toprağa karışan beden, ilkbaharda yeşeren fidandır.
Bütün canda, kanda, tende, tinde ortak olandır;
Var edeb, yar eden, kah da har edendir.
Bütün, sevgiyi doğuran rahim, sevgiyi yoğuran candır.
Değiştiren ama değişmeyendir, hem geliştiren, hep gelişendir.
Bütün tek olan, tüm olan, tümel olandır.
Ben olan, bin olan, BİR olandır...

"Akıl, somut beynin soyut alanıdır… Soyut nedir, somut nedir...? Her insanın soyutu, somutu aynı mı? Soyut ve somut, farklı kapılar açacak önemli iki kavram… Fikirlerinizi beklerim.”

Somut, beş duyunun algı alanına girenler olarak tanımlanıyor… Duyularımız belli frekanslardaki titreşimlere duyarlı. Ancak frekans aralıkları kişiden kişiye farklılık gösterdiği gibi, kişi için de sabit değil. Bilinç yolculuğunda, kişinin alıcısı olduğu titreşim aralığı da genişliyor. Ve adım adım, soyut somuta dönüşüyor bu yolda…
Mevcut realitede duyu alanlarının sınırlaması dahilinde, beyin fizik bedenin bir parçası olarak somut iken, beynin melekesi olan akıl beş duyu ötesi bir olgu… Salt somut tezahürleriyle değerlendirilebiliyor. Ola ki mantal bedenin titreşim alanına uyumlanabilsin kişi, akıl da görülür, koklanır hatta…

‘Vicdan nedir...? İçteki, ÖZdeki ses denir… İçimizdeki hakim de denir... Her yüzde zuhur eden vicdan aynı değil... Bana vicdanlı gelen başkasına göre vicdansızca gelebiliyor... Ego, malum ne anlama geldiği... Vicdandaki bu kadar farklı yüzü nasıl açıklayabiliriz...?"

Vicdan, çoğunlukla ahlak olgusuyla ilişkilendirilir zihinlerde ve bu nedenle onca farklı anlamla çıkar karşımıza. Şüphesiz, tanımlamaya aşık olan ekollerce binlerce yıldır binbir tanımı konulmuştur insan önüne… Kah “edimin ruhu” denmiştir vicdan için, kah “tanrısal iradenin organı”… Kaçınılmaz bir doğru-yanlış terazisi olarak değerlendirenlerin yanısıra, vicdanı terkedilmesi gereken geleneksel, göreneksel ilkelerin bütünlüğü olarak görenler de vardır.
Tanımlamanın, sınıflamanın yarattığı sınırlılık içinde “vicdansal” olanın görecelik taşıması şaşırtmamalı. Oysa vicdan, varlığımızın bütünle bağlantılı olduğunu “bilen” veçhesidir ve bu yüzdendir ki sınırsız ve sonsuz olanın tanımlanamazlığını içerir. Vicdan kaynaklı seçimler, anlıktır -- öncesiz ve sonrasız, plansız ve beklentisiz… Ve vicdansal olanın ölçütü, kişide uyanan şaşmaz bir “uygunluk” duygusudur.

“Bilim hür akla, düşünceye gereken önemi verip, konuyu enine boyuna her yönü ile inceleyip sağlıklı bağlantıları kurduğunda, bağlantıları kurarken bireysel, toplumsal kirleri, yanlışları, çıkarları karıştırmadan yaparsa doğru sonuçlara erecek… “

Bilimin içinde bulunduğumuz fizik evrene uyumlanmamızdaki katkısı doğaldır ki tartışma götürmez. Belki sorgulamamız gerekenbilimsellik adı altında kişilerin benimsediği ve kullandığı belirgin düşünsel kalıplar ve bunların yansımaları...
Bir olgunun bilimsel olarak kabul görmesi için kanıtlanabilir olması beklenir. Kanıt kabul edilen niteleme ise, olgunun istenilen anda tekrarlanabilmesi, aynı koşullar altında aynı sonuçları vermesi ve bu sonuçların herkes tarafından gözlemlenebilir olmalısıdır. Ancak kanıtın algılanması beş duyuyla sınırlıdır ve bu da kaçınılmaz olarak en az katı madde kadar gerçek ve işlevsel olan düşünce ve düşüncenin türevi duyguları devre dışı bırakır.
Bilimsellik arayışı içinde dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, bilimin düşünsel evreni anlamadaki mevcut yetersizliğini gözden kaçırmamaktır. Bilimsel gelişmedeki sınırları zorlayan ivmeye rağmen, gelinen noktada yaradılışın asal ve belki de tekil parametresi olan düşünce enerjisini sınıflamak, ölçmek, tartmak mümkün mü? Veya sarsıcı bir fiziksel sonuç doğuran bir düşünsel süreci yeniden, aynen tekrarlama olasılığı var mı?
Bilimsel çevrelerde rastlanan başka bir zaaf ise bir olgu kabullenilmeden önce tüm vecheleriyle araştılırken, reddetme konusunda aynı titizliğin gösterilmemesidir.
Bilim, din ve felsefe... Aynı gerçeğe üç farklı pencereden bakan, birbiriyle örtüşemez olduğu varsayılan ve bu yüzden bir diğerini yadsıyan veya çatışmayı seçen üç temel öğreti... Tıpkı bir fili tanımlamaları istenen gözü bağlı üç kişinin, bulundukları noktadaki algılarına göre farklı sonuçlara ulaşmaları gibi, çalışma evreni sınırlandığında bütünsel bir senteze ulaşmak mümkün görünmüyor.
Oysa kuantum fiziğindeki gelişmelerle ilk kez bilim, din ve felsefe bir ortak payda bulma şansını yakaladı. Maddeyle enerjinin bu kadar içiçe ve sürekli etkileşim içinde olduğu bir makrokozmoz içinde, herşeyin temelinde yatan sonsuz bir enerji ağıyla bağlı olduğumuzun bilincine varınca, birbirimizle çatışmanın kendimizle çatışmak anlamına geldiğini düşünmeden edemiyor insan...

“Hep şaşan yanımız, ‘BANA GÖRE’ diye başlayan mantık yanımız…”

Bense ‘BENCE’ kelimesini, fikirlerin göreceliğini vurgulamak amacıyla kullanırım hep. Ben de ‘Bu böyledir!’ demek yerine ‘BENCE bu böyledir’ demeyi yeğledim hep… Umarim, dilerim bunu hissetmişsindir…

“Dost o ki, senin egonu beslemez, seni öldürür, seni benliğinden öldürür; koş ona…”

Oysa nasıl kaçmak isteriz, egomuza dokunan sözden, gözden… Öz olandan kaçıştır bu aslında, bilene…
Bilsek de, gülümsesin isteriz DOST yine de…
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
11 Ağustos 2006       Mesaj #112
kambis - avatarı
Ziyaretçi
GURBETTE ALINAN MEKTUBUN YAZDIRDIKLARI
Cepheden yazılmış zafer haberlerine
benzeyen mektubunu;
Sokak köpekleri
karıştırmadan çöp kutularını,
adımlar düşmemişken daha kaldırımlara,
kepenkleri açılmamışken dükkanların aldım.
Seni koklar gibi
_okumadan yazdıklarını_
uzun uzun kokladım zarfı;
Karadeniz kokuyordu...
Çaya fındık karışmış,
mısır ekmeğinin buğusunu çektim içime...
Sonra;
Güneşin doğumunu karşılayan Budist rahibin sevinciyle,
bir çırpıda okudum yazdıklarını,
susuzluğunu dindirmek isteyen Çöl Bedevisinin iştahı ile
doldurdum içimi.
Her satırda fırından yeni çıkmış ekmeğin sıcaklığı vardı...
Oya işler gibi yazdığın her harfi öptüm;
Uzun parmaklarını öper gibi...
Gözlerini düşündüm, saçlarını ve ellerini sonra...
Güneşli bir kumsaldaki taşlar gibi parlak gözlerin,
rüzgara kapılmış ekinler gibi titreyen ve uçan saçların,
dokunmak ve sevmeye yarayan ellerin...
“Özledim” diye bitirmişsin mektubunu...
Bir kuş kanadına yükleyip sevdamızı, yola çıkarmışsın...
Umutsuzluğu, karanlığı, yalnızlığı koy bir yana.
Şimdi sana bakıyorum uzaktan.
Şimdi bin yürek, bin göz, bin kulak olurum.
Şimdi yanında olurum.
Papatya kokuyordu mektubun...
Atila IŞIK

Sponsorlu Bağlantılar
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
11 Ağustos 2006       Mesaj #113
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Selam...
Realiteden kaçış gibi gelir soyuta yönelmek… Oysa soyutla beslenir somut… Buradaki sohbetlerimiz doğrudan yaşanan gerçekliği yönlendirmede an be an… İnansak veya inanmasak, farkında olsak veya olmasak, odaklanılan düşünce alanı fizik realitede tezahür edecektir, er veya geç… O yüzdendir ki, güzeli, olumluyu düşünmek, konuşmak gerek, eğer ki huzurlu yaşamak istiyorsak…

”İçten tebessümle bakmak, oluyor bir süre… Ardından peşi sıra olaylar… Bir an sendelediniz mi düşmek, bu sefer de düşülen duygular içinde yol almalar başlıyor... Sıkıntılar zirveye vurunca ne yapıyorum...? Ne yapıyorsam kendime, deyip tekrar iç denetim, sil baştan aynı bakışı kazanma uğraşları... Zor ama umutsuz değilim… An içinde yaşanılanlar, buradaki tecrübeler bir sonraki bakışta yardımcı olmada... Geçen her şey güzeldi, diyorum -- nasıl olursa olsun olması gerekenler oldu… Bunu aşmakla “keşke”lerden kurtuldum, geçmişin sıkıntıları azaldı...

HA ÖYLE Mİ..? diyebilmek, gelene tepkisiz kalmak, itiraz etmemek… Kaç kişi böyle davranabilir…?”

İsteyen herkes!… Ama, ah, o kişilik kalıpları yok mu!… O kalıpları korumak adına ölümüne savaşmak varken, kim ister ki…!?

Kişiliğin de bir giysiden öte olmadığını anlamak gerek… Neyi saklıyor veya neyi gösteriyor, ona bakmak gerek…

”Gelenlere ayna olmak da başka bir oluş biçimi... Kişiye hakkını vermek, hak ettiğini vermek, yerli yerince davranmak... ADALET… Böylesi bir yaklaşım da söz konusu… Elbette oluşlar kişinin kapasitesi kadar... Etki-tepki biçiminin geçerli olduğu hayatta böylesi tepki çok üst düzey davranış.”

Peki “hak” ne sence…? “Hak” dağıtmaya kimin “hak”kı ola ki…?

“Çakraların aktivite olması ile neler yaşanmaya başlanır...? Bir çakradan örnekle açar mısınız...? Çakranın kapanması... nasıl…?”

Kundalini yükseldiğinde çakralar boyunca hareketini sürdürür ve birer birer çakraları aktive eder. Eğer bir çakrada tıkanıklık söz konusuyla, Kundalini’nin rahat akamamasından dolayı, o çakraya ilişkin psişik ve fiziksel sistemlerde rahatsızlık başgösterir. Yani bir bakıma kişinin arınmışlık seviyesine bağlı olarak Kundalini’nin hareketiyle belli bir çakraya atfedilen niteliklerin olumlu veya olumsuz yanları tezahür eder. Bu nedenle Kundalini hareketi kişinin ruhsal sürecinde engel oluşturan ana unsurları tespit edebilmesi adına çok önemli bir süreçtir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Ağustos 2006       Mesaj #114
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gözlerinden bir yudum nefes alıp alıp sana yazıyorum yine. Yürek mürekkebiyle yazılmış onca karalamaya inat seni yaşıyorum satırlarımda. Sen ve ben. İki ayrı kentin sabahında aynı güneşle uyanan iki sevdalı. İmkansızlığın içinde, yokluğun acı nefesinde " aşkı " soluyan iki yürek. Boşver gülüm. Suyla ateşin, geceyle güneşin birbirlerini sevmesi gibi imkansız olsa da aldırma. Yağmuru dilenen kuru toprak gibi her sabah nefesini soluyorum ben. Güneşi bekleyen kuru yaprak gibi akşam kızıllıgında seni bekliyorum. Biliyorum hicbir zaman kapımı çalmayacak ellerin, hiçbir zaman ellerini tuttugumda avuç içlerin terlemeyecek. Bırak bu dünya bize hasret borcu olsun. Hasretlikler hep demir parmaklıkların ardında kalsın. Kavuşmasın sırtlarımız birbirlerine. Değmesin dudaklarımız dudaklarımıza. Sevgi bu değil mi ? Yokluğunda bile sevmeyi bilmek. Aşkı yücelten bu değil midir ki ?. Bak şehrime yağmur yüklü bulutlar konuk olduğunda ben seni ararım her damlasında. Saçlarımı ıslatan bir yağmur damlası kadar berraktır sevgin.. Musluğu açıp avuç içlerime akan suyu delice içmek. Çünkü içtiğim sendin. Kana kana yüreginin deryalarındaki nefesi içtim her defasında.

Gözlerim bağlı halde karanlıkta merdiven inerken hep senin sevdana yürür gibi emindim adımlarımdan. Başımı kaldırdığımda bulutlar kanap açıp gözlerinin içinde sıcak iklimleri gördüm. Dokunduğum herşey de ellerinin sıcaklığını aradım durdum. Oysa ellerini hiç tutmadım ki !.. Baktığım her noktada gözlerinin derinliğindeki umudu sevdim. İnan gözlerini hiç yakından görmedim ama hep seni yaşadım. Rüzgarın hep senin saçlarına ılık meltem gibi dokunduğunu bildim. Görmeden sevmeyi, dokunmadan hissetmeyi öğrendim.

Sen gülümsediğinde gecekondu pencerelerinde cicekler açar. Her nefes alışında gökyüzüne nice yıldızlar kanatlanır. Yağan yağmur kadar bereketlidir gözyaşların. Engin denizlerin içinde sakladığı berraklık kadar yalındır bakışların. Ve saçların, rüzgar bile kıyamaz saç tellerini savrulmaya. Biliyorum bu hasret mapuslugunda günleri saysam da, bu özlem her gün acılarımı kanatsa da ben seni sevdim. Yüreğinin içinde büyüyen bir cocuk gibi gözlerinde gülümsüyorum hayata. Ben seni gözlerinde biriktirdiğin düşlerle sevdim.

Seni sevdiğimden beri kuşluk vakti kıyamadığım gözyaşlarını kelebeklerin sırtında taşıyan bir yürek oldum ben.Gözbebeklerinden süzülen nemli yaşları baharların koynunda kuruyan ciceklerin köklerine sundum her defasında. Öyle değerli ki ; gözlerinden süzülen yaşlar , imkanım olsa o nemli yaşlarınla ciceklerin yüreklerini yıkardım..Seni sevmek böyle duru böyle yalın bir aşk.. Seninle her gece yıldızların sağnağında sana düşlerimi sundum. Bir an hayat yokusunda yorulsam, kenar köşelerde değil ben senin yüreğinde " nefesini " soludum. Reyhan kokulu gecelere inat ben senin kokunla yetindim. Rüzgarın keman çaldığı ve yıldızların nağmelerle bestelere gebe oldugu vakitlerde hep seni düşledim. Sevgini soframdaki ekmek gibi bereket bildim. Ben senin gülen yüzünü sürdüm arsız yaralarıma. Uykusuz yüreğime ayazlar çivileri reva görseler ben senin sacların daldım rüyalara..Seni düşündüm zamanın ötesinde. İmkansızlıgı sevdim. Gözlerindeki nemin saflığını, gözyaşların duruluğunu ve iki dudağın arasında hayata hediye ettiğin nefesini sevdim.


" Bilir misin
Nefesinde baharların soluduğunu ?
Bilir misin her gece
Yetim kuşların yüregine dolduğunu ?
Bilir misin her gözyaşınla
Topraktan yeni filizler doğduğunu ?
Uzaklar da bir adamın
Senin her gülüşünde
Hayata sımsıkı tutunduğunu
Bilir misin ey yar ?
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
14 Ağustos 2006       Mesaj #115
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
16 Haziran 2001


"... Paralel evren yazınızdaki bazı hususları sormak istiyorum. Felsefede daha fazla geçer, paradokslar, bunlardan amaç nedir...? Sonuç vermeyen düşünceler... Bu düşüncelerin bizlere, düşünenlere katkısı neler...?
Boyutu şöyle düşünüyorum... Şu an görme, duyma, hissetme, tatma kapasitemle belli tireşimdeki frekansları algılıyorım. Bu çerçevede bir alem imajı kafamda belirmede, bunlara göre yaşıyorum. Algıladığım frekanslar gibi sınırsız titreşimler var... O halde diğer titreşimler de manalar yüklü... Algı kapasitesi nasıl artar...? Nasıl ki sadece FM dalgaların alan bir radyonun olduğu ortamda orta uzun ve FM dalgalarını alan bir radyonun iletecekleri farklı olacaktır... Ya da televizyonda yayın alma kapasitesi kadar görüntü olacak. Bizdeki bütün imajlar beyinde olduğuna göre işin çözümü de beyinde olsa gerek.
İbadet yoğunlaşması beyni nasıl etkilemede, beynin yayınını nasıl yönlendirmede...? Hissedilmeyenler nasıl yaşanır hale gelmede ibadetlerin, derin tefekkürün ardından...?
Zamanın kısalması bilimsel olarak nasıl ifade edilmede...? "

Selam Olsun...
En başta şunu söylemek isterim, burada yazacaklarımın bir kısmı farklı kaynaklardan derlediğim bilgiler. Okuduklarımın, duyduklarımın detayları fazla kalmaz zihnimde, ki ben de böyle olmasını istiyorum zaten. “Bilgi”yi zihnimle değerlendirmek yerine, olabildiğince yansız bir alıcı olmaya çalıştım hep. Ben kapıları açık tutuyorum, bırakıyorum “bilgi” girsin içsel evrenime, yayılsın, dağılsın ve kendi sürecinde yerini bulsun…
Ve başlasın bakalım bugünkü gezintimiz, söz aleminde… :-)
Paradokslar da, bir bakıma, koanlar gibi düşünsel süreç içinde sonuç vermeyen önermeler… Kişi yanıt arama telaşında, ola ki, mantığın yetersizliğinin bilincine varır ve mantık bariyerini aşarsa, bilinçte bir sıçramaya hizmet edebilirler – tıpkı koanların “aydınlanma”da tetikleyici görev görmeleri gibi… Ama zihin çerçevesinde kaldıklarında, entellektüel bir oyalanma aracı olmaktan öte bir değer taşımıyorlar bence.
Beyin birbiriyle bağlantılı da olsa farklı işlevleri olan iki kısımdan oluşuyor. İki yarının aktivitesi ayrı ayrı gözlemlendiğinde, herbirinin diğerinden farklı 14 frekansta beyin dalgaları yaydığı ölçülmüş – adeta aynı anda çalışan iki FARKLI beyin! Beynimizin dual yapısı nedeniyle gerçeği algılayışımız da bütünsel değil, parçalı oluyor.
Sağ lop bilinçliliğin dişil öğesi – sentezci/bütünleyici, sezgisel, sanatsal ve duygusal etkileşimlerde etken…
Sol lop ise eril prensibin egemenliğinde – analitik/ayrıştırıcı, rasyonel, plancı ve detaylara odaklı…
Mistik bir ifadeyle, sağ lop yüreğin/vicdanın, sol lop ise zihnin/egonun aracı…
Eğer herhangi bir anda, sağ veya sol lop belirgin bir biçimde dominant ise, beyin dalgalarının beta seviyesinde (14 - 30 hertz) olduğu ölçümlenmiş. Gündelik/dışa dönük aktivite sürecinde beyin genellikle bu modda ve hızla bir düşünceden diğerine atlayan bir hareketlilik içinde… Beta frekanslarının üst sınırında düalite en yoğun biçimde hissediliyor… Kişi keskinleşen ayrılık illüzyonuna parallel olarak nörotik, uyumsuz davranışlar sergilemeye başlıyor.
Beyin, iki yarısı senkronize olmaya başladığında ise alfa moduna (7-14 hertz) geçiyor. Beyin dalgaları yavaşlamakla kalmıyor, aynı zamanda dalganın niteliği de değişiyor. Bu durum uyku öncesi hale benzeşse de, eğer kişi farkındalığını korursa sezgisel duyarlılığı artıyor.
Teta dalgaları (4-7 hertz) derin uyku eşiğinde saptanmış. Kontrollü olarak ise derin medital hallerde, beyinde teta dalgalarının “hücum”u ile farklı gerçeklik alanlarına geçildiği belirlenmiş.
Delta modu (0-3 hertz) ise normal olarak derin, rüyasız bir uyku hali. Ama bu mod farkındalık içinde yaşanırsa, düalitenin tamamiyle aşıldığı, BİRliğin idrak edildiği bir HALe giriyor kişi… Bu hal içinde beynin iki lobundan yayılan dalgaların aynı fazda, uyumlu, tek bir dalga haline dönüştüğü gözlemlenmiş; başka bir ifadeyle, beynin iki yarısını bilinçli bir birliktelik ve tam bir uyum içinde çalışmaya başlıyor. Ayrıca beynin bu aşamada haz duygusu yaratan endorfin denilen kimyasal maddeyi yoğun ölçüde salgıladığı bulunmuş. Muhteşem bir huzur ve HERŞEYle BİR olma hali…
Ancak delta dalgalarının huzurlu alemine doğru yolculuk zorlu aşamalardan geçer. Kişi alfa ve teta modlarına doğru ilerledikçe bilinçaltının gizil alanına düşer yolu… Burada kişisel deneyimini kodlayan yapının projeksiyonu ile karşılaşır. Bu “yüzleşme” oldukça sarsıcı olabilir! Aslında uyku halinde de olan budur -- REM aşamasında kişi alfa ve teta boyutunda bilinçaltı verilerini taramakta ve değerlendirmektedir. Ama uyandığında, hatırlasa bile, “rüya” deyip geçtiği için dünya deneyimine fazlaca katkısı olmaz bu aktivitenin…
Delta aşamasında kişi “insan” olmanın anlamına dair asal “şifre program”ların deposu diyebileceğimiz “bütünsel bilinçaltı”na açılır. Bu HALde neden uzun sure kalınamadığının bilgisi de ancak bu HALde anlaşılır!…
Kadim zamanlardan beri sayısız yol ve yöntem sunulmuş insana… Hepsi kişinin ÖZsel koduna uygunluğu derecesinde ruhsal açılıma hizmet etmiş. Belli tekniklerle bu süreci yapay olarak hızlandırmak mümkün şüphesiz -- bilhassa nefese odaklı rutinlerin faydası yadsınamaz. Ama kişi tekamülünde gerekli olgunluğa ulaşmadan farklı gerçeklik alanlarına açılırsa, pek çok olumsuz tezahürün de beraberinde yaşanabileceği unutulmamalı.
Bir tohum hazır olduğunda hiç bir müdahaleye gerek olmadan kabuğunu kırar, özü fışkırır içinden… Muhteşem bir zamanlama ile ve en “doğru” biçimde… Önemli olan “hazırlanma” sürecinin bilincinde olmak ve şüphesiz bir inançla OLANa teslim olmak…
Ve zaman… Zaman, üzerinde konuşulması en zor soyut kavramlardan biri... İlk akla gelen niteliğiyle, yani sosyal yaşamı düzenlemek adına saptanan bir ölçek olarak değerlendirildiğinde fazlaca bir sorun yok. Zaman ölçümü, aslında, doğada herhangi bir şekilde kendini düzgün olarak tekrarlayan bir hareket saptayıp, bu hareketin salınımlarını saymaktan ibaret... Bu ister kum veya suyun bir aralıktan akışı olsun, ister ay veya güneşin hareketi, temelde aynı prensibi içeriyor. Doğadaki düzen, başarılı bir zamanlama için sayısız “araç” sunmakta -- bir bakıma doğa, doğal saatlerle doludur diyebiliriz. Tarih boyunca hemen her toplumda sosyal aktivitelerin senkronize edilmesi adına ortak bir referans belirlendiği ve bir anlamda “zaman”ın sabitlendiği biliniyor.
Zaman kavramı Einstein ile tam bir devrim geçiriyor. Bireysel boyutta algılanan “zamanın göreceliği” Einstein’ın dehası ile artık bilimsellikte de yerini buluyor. Evet, zaman, o döneme kadar varsayıldığı gibi “mutlak” bir değer değil, gözlenen noktaya bağlı olarak değişim gösteren, hatta hareket ve/ya çekim gücüne bağlı olarak eğilip bükülen bükülebilen, “elastik” bir kemiyet...
Zamanın algılanışı bağıl hızlara bağlı... Yani hız arttıkça zaman kısalıyor... Literatür buna dair çeşitlemelerle dolu... Çok bilinen “ikizler etkisi” bunlardan sadece biri... İkizlerden biri dünyada kalırken, diğeri ışık hızına yakın bir hızla uzay yolcuğuna çıkar. Roket geri döndüğünde yeryüzünde kalan ikiz 10, seyahat eden ise 1 yıl yaşlanmıştır. Bunun nedeni uzayda seyahat eden kardeş için zamanın daha yavaş akmasıdır. O hızda kalp atışları da saatin tiktakları gibi yavaşlar, organizma daha geç yaşlanmaktadır. Işık hızında ise zaman durur.
Tüm bunlar bir yana, ZAMAN ne demek...? Bireysel olarak zamanı algılayışımız nasıl?
Salt sezgisel bir ifadeyle “zaman, değişimin algılanışıdır” diyeceğim. “Ben” dediğim bir alan var, sayısız titreşim formunun yarattığı bütünsel bir alan… Tek tek odaklandığımda, beyin, kalp dalgalarımdan hücrelere, atom ve hatta atom-altı boyutlara kadar farklı frekanslarda dalgalar birbirine geçişerek “an” içinde değişen bir alan yaratıyor. Bu alanın, değişmekte olan başka bir alanla, göreceli hız/titreşim farkı sayesinde değişimi algılıyorum. Bu da edinilmiş bir güdüyle “zaman” denen soyutlamaya yol açıyor.
Hız/titreşim farkı yüksek ise “zaman kısaldı” duygusuna kapılıyoruz. Bence tekamülde özlenen hal, bu farkın gitgide azalması. Değişime uyumlu bir titreşim alanı içinde olursak (ki bilinen uç değer ışık hızı!), ZAMAN duracaktır bizim için… Başka bir deyişle, ZAMAN aşılacak, AN yaşanacaktır…
İlginçtir, “AN en kısa zaman birimidir” diye tanımlanır. Oysa AN sonsuz olandır, ZAMAN ise zihnin olayları sıralayabilmek, sınıflayabilmek adına yarattığı sanal bir ölçek. Bir bakıma ZAMAN, ANın parsellenme çabasıdır… Gerçek varoluş hali, ANın sonsuzluğuna dalıştır, DÜNün kalıntılarından, YARINın beklentilerinden uzakta…
Zormuş zamana gömülmek!… Bu kadar yeter diyeyim…
Ve sevgiyle…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Ağustos 2006       Mesaj #116
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sen gittin ya.. Eksik kaldı ömrüm. Sen gittin ya, sensizliğime döndüm. Varlığınla başlayan hayatım son nefesini verdi bir imzanla. Şimdi bana ait olmayan bir yürekte de çarpıyor varlığın. Sen gittin ya, sana ait bir şeyler kaldı bende. Hepsini bir gözyaşına koyup bir mendile sakladım.
Bir hayatın sırlarını bir göz yaşına sığdırıp herkesten ve senden habersizce, bir mendile katladım. Sana diyemediğim "Seni seviyorum"lar, bir geleceği sakladığım hayallerim, beni ben yapan benliğin.. nasıl da girdiler bir mendile. Nasıl?
Aşkımdan haberin yok, ölüyorum. Sen bir başka yüreğin kollarında uyuyorsun. Sana sevgimi haykıracak bir gün için yaşıyor(d)um. Şimdi nefes alan, nefes veren, canlı olan ama normal olmayan bir insan tanımadığın. Gizli bir aşkı gizliyorum senden. Sen bana ait olmayan gözlere bakıyorsun. Benim pişirmediğim yemekleri yiyorsun, benim olmadığım bir sofraya oturuyorsun. Bilseydin aşkımı, söyleyebilseydim bir kez olsun. Katlanırdım hepsine. Benim olmadığım bir hayatta varlığını kabullenirdim belki. Bende kalmasaydı bu "Seni Seviyorum"lar ve ismin anıldıkça fırlamasaydı hıçkırıklar yüreğimden. İsmin bir hastalık olmasaydı tıp sözlüğümde. Ben de kabullenirdim gittiğini.
Seni beklemeseydi bir çift göz her gece evinde bu sızı olmazdı yüreğimde. Sırlarım olmazdı belki. Bilseydin yüreğimi. Seninle aynı dalgaların çarptığı bir sahil kasabasında renklendirmeseydin dünyamı, aynı aya yıllarca baktığımızı bilmeseydim. Seni senden habersiz günlerce izlemeseydim, adını bilmeseydim, deniz kenarında yüzünü okşayan rüzgar olmak istemeseydim, gözlerini görmeseydim bu kadar acı çekmezdim. Derdimi gizlemeyi tercih etmezdim sevmeyi bilmeyen insanlardan.
Sen gittin ya.. eksik kaldı ömrüm. Sen gittin ya.. ben öldüm. Sen, hayallerimin benden habersiz kahramanı; gittin ve varlığımı sona erdirdin. Sen gittin ya bu yürekle yaşanmaz artık bende.
Sen gittin ya, kaybedecek neyim kaldı?...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
14 Ağustos 2006       Mesaj #117
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Selam....
Önce söz sende... :-)
"Evet sevginin karşısında durabilecek bir güç yok gibi... Benlenmeden, çıkar gözetmeden, hiçbir art niyeti olmadan... Yaradılanı severim, Yaradan’dan ötürü... Böylesine bir anlayışın getirdiği sevgi tüm engelleri aşar… Böyle bir sevgi, kayıtlanmadan, içten, samimi, çifte standart yok... Her durum ve şartta sevgi yayan, sevgi ile karşılık veren, gelen olumsuzlukları bünyesinde eritip yine güzellikler yansıtan bir GÖNÜL ehline kim karşı durabilir!... Dili güzel, yüzü güzel, düşünceleri güzel ve HAL’i güzel...
Korku, benlik ve sahip olduklarımızı kayıp ederiz endişesi ile beslenmede, egodan beslenmede... Bireysel BEN ve sahip oldukları oldukça korku da kaçınılmaz görünüyor, az veya çok. Buzun eriyip deryaya karışması ile kim neden korkacak...? Hayal yok olacak, cesaret kalacak ki olan da o... Korku, varlık çiftinin hayal yanı zaten YOK…
Tüm bunlar güçle olur, öncelikle bilgi gücü... Sevgideki derinlik, yoğunluk gücü... Davranış yapa yapa meleke gücü… Bireysellikten kopup TEKe erebildiğimiz kadar bunlar olmada, yapabildiğimiz çalışmalar kadar.
KILDAN İNCE KILIÇTAN KESKİN KÖPRÜ... SIRAT... Şu an o köprü üzerindeyiz... Yürümedeyiz, her dem başka bir engelle karşılaşarak... ÖZ’e giden yol o kadar zor ki..."

Haklısın… “Sırat köprüsü”, üzerinde olduğumuz yol… Her anın ince, şaşmaz dengesinde, şaşan, sarsılan, düşeyazan yolcularız biz. Sonsuz ince, sonsuz keskin bu görünmez köprü üzerinde, ip cambazları misali ustalaşmaya çalışıyoruz…

Ve kişi yapayalnız köprüde… Asla elele, kolkola, birilerini sırtlayarak veya birilerinin sırtına binerek geçilebilecek bir köprü değil bu…
Peki bu yolculukta birbirimize katkımız ne olabilir…? “Yardım” kavramını da bütünüyle yeniden gözden geçirmemiz gerekli bence. Biz birbirimize müdahale etmeyi, somut hatta soyut alanda birbirimizi itiştirip çekiştirmeyi “yardım” diye bellemişiz! Gerçek manada yardım, kişinin “olmasına” izin vermektir… Katkımız olabilir, evet… Katkımız da, kendimiz gibi “olmak”tır!…
Kendimizce bir deneyimin sonucunu, öğretisini paylaşmak isteriz. Yoğun ego sapmaları bir yana, oldukça saf bir niyet taşıyor olsak bile, bildik tuzaklara düşmek çok olası… “Bak bu doğru, ben biliyorum. Bunu sen de kabul etmelisin.” yaklaşımıyla öğreticiliğe soyunmak, bu hikayeye dahil olanların tümünü aynı sırat köprüsünün üstüne yüklemeye çalışmak gibidir!
En iyi öğreti yolu, “örnekleme”dir derler. Eğer belli bir “iyi”ye inanıyorsan, o “iyi”yi benimse… Ve bırak, o “iyi”den doğanlar dolansın heryeri…

"Belki okumuşunuzdur Dr.Alexis Carrel’in “İnsan Denen Meçhul” adlı kitabı... Bir bölümü üzerinde sizinle tartışmak, bir eğitimci olarak sonuçlar çıkarmak, toplumda uygulanabilirlik yönü ile ilgili fikir alışverişinde bulunmak isterim:

Toplum sağlığını etkileyen bulaşıcı hastalığa yakalananı karantinaya alarak bir süre yaşadığı çevreden uzaklaştırır, iyileşince tekrar toplumun içine yollanır. Böyle yapmakla kamu sağlığı korunmuş olur. Dedikodu yapan, riyakarca davranan insanların topluma yaptığı zarar bir verem, veba gibi salgın hastalık mikrobundan daha az mı zarar vermede…? Hayır…"

Evet, Carrel’i okudum… Üzgünüm, ama çoğu düşüncesine, hele de alıntı yaptığın pasajdaki düşüncelerine hiç katılmıyorum. Her insan kadar (ve her insanda da koşullara bağlı olarak az veya çok değişime uğrayan) ahlak anlayışları söz konusu. Belli bir “ahlak” kalıbını belirleyip, bu kalıba uymayanları toplumsal mikroplar olarak değerlendirmek, onları tedaviye yönelmek! Buna kimin, ne hakkı olabilir?! Hitler de belli niteliklerde bir toplum yaratmak için ortaya çıkmıştı!! Aslında bu dünya ne çektiyse toplumu, toplumları “düzeltme” savıyla ortaya atılanlardan çekti! Bu “kurtarıcılık” senaryoları fazlasıyla denendi, sonuçlarına yorum bile gerekmiyor bence… Bir de hiçbir şeyi “kurtarmamayı” denese insanoğlu diyorum!…

Farklılığı kabul edemeyen, farklılıkları bir potada eritmeye çalışan hiç bir ideoloji, hiç bir öğreti, insanı, insanları bağlayamadı, bağlayamaz… İnsan doğası en doğal tepkisiyle asıl böylesi “yanlış” ve “zarar verici” anlayışları temizler toplumdan…
Tekrarlamak bile gereksiz belki, ama insan içselleştirmediği hiç bir olguya uyumlanamaz. Binbir nedenle belli bir kalıpta yol almaya yönelse de, zoraki bir yolcudur aslında. Nedeni her ne olursa olsun, ne kadar yüce görünürse görünsün, herhangi bir dışsal kaygıyla benimsenen ahlak anlayışı, yamadır, yapaydır, sahtedir… Bence gerçek anlamda ahlak, şöyle veya böyle olmak değil, ne olduğunu farketmek ve öyle olmaktır… Ve bunun en sarsmaz ölçütü de kişinin kendi başınayken tavırlarının, edimlerinin, kalabalık ortasındakinden farklı olmamasıdır. Ahlak, yapayalnızken giyindiğin içsel giysindir…
İşte bir Zen hikayesi… ve güzel bir ahlak dersi…

NEHİR

İki keşiş Tanzan ile Ekido bir nehirin kıyısında bir genç kıza rastlarlar. Nehirdeki akıntıdan endişe duyan genç kız yardım ister. Ekido tereddüt ederken, Tanzan kızı omuzlarının üstüne alır ve karşı kıyıya taşır. Kız teşekkür eder ve ayrılırlar.
Yolculukları sürerken, Ekido tedirgin ve düşüncelidir. Sonunda dayanamaz ve sessizliğini bozar:
- Kardeşim, bizim öğretimize göre hiç bir kadınla temasımızın olmaması gerekiyor. Oysa sen onu onu omzuna aldın ve taşıdın.
Tanzan yanıt verir:
- Ama ben onu karşı kıyıda bıraktım, görüyorum ki sen hala taşıyorsun!

"Toplumsal düzenleri, kurallara uymaları, birbirlerini denetlemeleri, insana verilen kıymet, sözünde durmak gibi güzellikleri niçin yapamıyoruz...?

1999 depremi… Bir çok ülkede bu tür olaylar yaşanmasına rağmen en ağır faturayı biz ödedik… Niçin...? Çıkış nasıl olacak…? Nasıl bir yol izlemeliyiz...?
Sağlıklı toplum, temiz insan nasıl olur...?"

Ezoterik ilimlerde farklı bilinç seviyelerine tekabül eden yedi temel ruhsal merkezden bahsedilir. Bu merkezler bedende de belli bölgelere rast düşer. Alt üç merkez, üreme, cinsellik, maddi güvence ve güç alanlarıdır. Çoğu kişi için yaşam enerjisi bu merkezler arasında dolanıp durur, realitenin kilitlendiği bir döngüdür bu. Bu merkezlerde devinenler için “ahlak”, düzeni sağlamak adına benimsenmesi gereken dışsal kurallar topluluğudur.

Dördüncü merkez, kalp veya sevgi merkezi, somuttan soyuta geçiş kapısıdır. Sevgi boyutunu geçenler tamamen farklı bir bilinç alanına açılırlar. Bu noktadan sonra, irade, ifade ve “üçüncü göz” (veya “gönül gözü”) denilen merkezler dengelenmeye başlar. Bu aşamalarda artık kişi için tüm sistemler, buna bağlı olarak da “ahlak” anlayışı tamamen içselleşmiştir. Lineer doğru-yanlış ekseninin çembere dönüştüğü bir haldir bu. Kişinin yaşama katılışı, dışsal değişkenlerden bağımsız bütünsel bir anlayışın tezahürüdür, doğal, içten ve “zararsız”… Artık kişi dıştan içe doğru beslenen değil, içten dışa yayan, yansıtandır… “Düzen”i korumayı vaadeden kurallarla güdülenemez… Düzen onun doğallığında kendiliğinden varolur. Bundan sonra ise, BÜTÜNün idrak edildiği en üst merkez gelir ki, kişi 3. boyut realitesini aşmıştır artık…
Öylesine bir mekanizma ki, asal bazda düzeni korumak adına geliştirilen kurallar, katı, kızgın ve değişmezlik savıyla uygulandığı taktirde, bireyin bu kuralların gerekmediği bilinç sevyesine sıçramasına da engel teşkil ederler. Sürekli güdülmeye alışmış bir koyun misali, çobansız kalmanın ne demek olduğunu düşünemez bile. Çoban’a bağımlılık onu sözde tehlikelerden koruyordur, ama bu “güvence” bağımlılığı koyunun sürünün ötesinde mevcut yaşamı deneyimlemesine engel oluyordur, ne yazık!
Toplumlarda varolan sorunların kaynağı, kanunların, kuralların eksikliğinden midir acaba? İddiaya girerim ki insandan çok kanun var bu platformda! Peki neden bunca kargaşa, bunca karmaşa…? Öngörülen düzen kurulamıyor, çünkü mevcut her yasanın yanısıra, bu yasayı aşmak için her yolu deneyen ve çoğunlukla başarılı olan bir faktör var: İNSAN!
Gerekli olan, insanı alt merkezlerin çekiminden sevgi eşiğine getirebilecek bir anlayış değişimi… Bebeklikten başlayıp korkuyu, sakınmayı, korunmak adına savunmayı ve gerektiğinde saldırmayı şırınga eden toplumsal bilincin en başta bireysel bazda terkedilmesi… Evet, değişim bireyde başlamalı… Bu yüzden kişinin kendini tanımak adına sürdürdüğü içsel yolculuk çok önemli. Barış, düzen, huzur önce içsel boyutlarda gerçekleşmeli, sonra dalga dalga tesirini yayacaktır her alanda…
"Herkes evinin önünü süpürürse" misali, toplumsal arınmadan hepimiz sorumluyuz. Hepimiz bir tesir odağıyız, ola ki bunun farkındalığında yaşayalım...
Ve hep sevgiyle…
HÜLIA - avatarı
HÜLIA
Ziyaretçi
15 Ağustos 2006       Mesaj #118
HÜLIA - avatarı
Ziyaretçi
gozuyasli10jtxr0
Gözlerinin hasretinde yüregim bosluklarda sesini arıyor...Yankılansa sesin odama ve gözlerin geceme yıldız misali düşse yeter bana..Baska bir sey istemiyorum....Bir tek gülüsün tüm acılarıma iyi gelecek kadar güzel..Ve seninle yasayacagımız güzel günler tüm hayatıma bedel.. Bos duvarlara ismini söylüyorum ve seni yıldızlara soruyorum acaba neler yaptı diye...Vurulmusum sana ,gözlerine yanıyorum bir alev topu giibi..
Hasretin sanki volkan gibi kösebaslarinda patlıyor..Sensiz düsüncelere dalsam her fikrim kör kursunlara ispat ediyor...Gözlerinden mahrum gecelerim katrana boyanıyor ...Ucurtmalarimi senden haber alır mi diye omuzlarımdan kaldırdım..Yüregimi göcmen kuslarla sana yolladim..Bos gelmeyeceklerdi biliyorum...Yüregini ve gözlerini bırakacaklardı avuclarıma...

Acıların yarınlarda müjde kokan ciceklerdi..Düsünsene karların altındaki citlenbikleri...Aylarca toprakla kar arasında kalırlar..Ama içlerinde hicbir zaman umutsuzluguna yenilmezler.Yaprakları hazani andırsa da icindeki umutlarını sererler dudaklarına..Bahar oldu mu nazlı bir gelin gibi günesin koynuna girerler.. Tüm umutlarını günesle sevda kokan yüreklere sererler...Aynı o misal sende hicbirseye yenilmeyeceksin..Yarınlarını bahar addedip icindeki sevgi yapraklarını yüregime sunacaksin..Her yapragıda ölümüne sevdanin naif durusunu, yalnızlıga karsi dik baslılıgını ve acılara karsı metanetini görecegim..Gördükce sımsıkı saracagım seni..Bırakmayacagim seni acıların kollarına ...Bu kadar kolay pes etmeyecektik fani yaralarımıza...İyilesmesi yılları sürecek acılarına ben her gün nefesimle merhem olacagim..Yavas yavas iyileseceksin...her güneste sana umutları bırakacagim ve gözlerin dünden daha iyi parlıyorsa o zaman daha cok saracagim iyilesmen icin...Tüm acılarina ben kefilim..Yeter ki sen mutluluklara gülümse.''
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Ağustos 2006       Mesaj #119
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
"Bu gece bir şeyler değişecek, sen gideceksin, ben biteceğim. Ardından isyanlar, isyanlar...

Bu gece bir şeyler bitecek, içimdeki sen, hayalindeki ben gidecek, ve bir daha asla geri gelmeyecek.

Komik! Bir an ne kadar da zayıf kalmışım sana karşı. Nasıl inanmışım sana. Gideceksin ne kadar "kal" desem de. Ardında yalnızlığının hediyesini bırakarak gideceksin. Sen; beni sevdiğini söyleyeceksin , ben de; "sevgin bensizliğin olsun" diyerek cevap vereceğim
sana. Belki de güzel olabilirdi. Belki de çok kötü...

Bir yaşamı daha bitirerek gidiyorsun işte. Söz söylemeye cesaretin yok. Susuyorsun yine, her zaman olduğu gibi. İçin içini yiyor ve sen yine de konuşmak istemiyorsun biliyorsun ki sende haksızsın en az benim kadar. Sen de suçlusun en az benim kadar. Şimdi git,bir daha seni bulamayacağım bir yere, sesini duymayacağım, yüzünü göremeyeceğim uzak bir diyara.Hatırlanmayacak kadar uzaklara git, git, git!


Bir yıl sonra...

Dün seni gördüm. Çok değişmişsin deli kız çok değişmişsin. O gülen kıza ne oldu, söylesene? Zayıflamışsın iyice, yüzünde eskisi kadar canlı değil ne oldu sana? Kim yaptı sana bunu, söylesene kim?

Konuşmadın yine, yine o keçi inadın tuttu. Bilirim seni, dediği dediksindir. Yapacağım dedikten sonra geri dönüş yoktur senin için. Değer miydi sence?

O sevimli kız nerede?Bir gün karşılaşırız diye bekledim.Ama bu şekilde olmamalıydı. Bende ardından üzüldüm. Bende yalnız kaldım, bende küstüm kendime, bende öğrendim gecelerle dost olmayı, bende alıştım soğuk gecelere ve bende...

Şimdi sen karşımdasın, o kadar gururlusun ki yüzüme bile bakamıyorsun, biraz olsun konuşmaya bile cesaretin yok. Suçluluğunu kabulleniyorsun, yine diyecek bir şeyin yok.

Düşündüm hem de çok, defalarca hata kimde diye?

Ne yaptım ki ben sana o kadar değişecek...
Bir rüya gördüm sandım, ama karşımdaydın,en olmadık bir zamanda...

Bir hafta sonra...
Bir telefon çaldı az önce, sevdiğin bir şarkı vardı ya onu dinletti bana arayan....Hemen eski rehberleri karıştırdım. Telefonunu buldum. Evet halen o şarkı çalıyordu o unutulmaz şarkı.

Birkaç gün sonra...

Gazete okuyordum, arkadaşlarımla şakalaşarak.Bir an "neyin var" diye haykırdıklarını hatırlıyorum. Sonrası... Eve getirmişler, bayılmışım
"Olamaz!" diye bağırmışım. Sanki çok korkmuş gibi sapsarı kesilmişim oracıkta. Sevdiklerim, dostlarım eve kadar yanımda gelmişler. Adını sayıklamışım yol boyunca. Telefona sarılıp aradım "Doğru mu?"
diyerek. Korkunçtu, inanılmazdı. Sen yaşamdan vazgeçmiştin, o tatlı kız bir delilik yapmıştı yine.

Neden ben neden? Vazgeçmediğin neden ben? Deli yarim ne yaptın bize
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
15 Ağustos 2006       Mesaj #120
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Selam...

Yine biraz senden, biraz benden satırlarda düşünceler...


"...Dostumuzu düşündüğümüz zaman yanımızda, düşüncede zaman, mekan kaydı yok... AN içinde olmada… Sevdiklerimizi de hep düşünürüz, yaydığımız titreşimimizle etkileriz, etkileniriz… Bedensel olarak birlikte olduklarımızla, dostluk anlamında iletişim olmamışsa mekanik şekilde ilişkiler sürmede, mekanın getirdiği uzaklıkla birlikte tümden kayıp olmada… Gerçek dostluk, arkadaşlık bilinçte olandır ki, onunla olmak, konuşmak, fikir alış verişinde bulunmak tarifsiz zevktir... Her an yeni bakış ufku kazandırılar birbirlerine… Böylesi bir anlayışı dar zaman mekan formları nasıl hapis eder…? Belki milyarlarca yıl sürecek… Farklı her boyutta dostların SEVGİ dolu titreşiminden başka ne kalacak...? İnancım odur ki böylesi yakınlık hissedenleri zaman mekan ayıramaz ve her istediklerinde birlikte olurlar.


Şu AN içimden gelen ve yazı ile ifade ettiklerimi okulda, mahallede pek yaşamasam da internet ortamında karşılaştığım çok az sayıdaki bilinç ile hissetmekteyim… Hatta diyebilirim ki hissettiğim duyguların yoğunluğunu hiç yaşamadım... Hayal mi yaşıyorum...? Öyle mi sanıyorum...? Kendimi mi şartlandırıyorum…? Sanmıyorum… Duygular dosttan karşılıksız aynı safiyetle gelmede... Öyle olmasa bunları yaşayamazdım... Sadece benden olanlar olsa idi nette görüştüğüm her kişiye aynı şeyleri hissederdim, bazılarında olmada bu hissediş. "


Netle ilk tanıştığımda heyecanlanmıştım… Boyutlu sohbetler yapabileceğimi umuyordum, hem de kişiselleşmeden… Bir süre her selam verene yanıt verdim doğalca -- bana dair bilgileri okuyup “uyduğu” için sohbet talebinde bulunduklarını sandım… Ya hava-su gevezeliğinin ötesine geçmedi konuşma, ya birden aşırı “samimi” bir hale dönüştü karşımdakinin tavrı. Bir iki dostla muhteşem bir uyumla yazıştık bir süre, “bak bu da mümkünmüş” diyordum sevinçle… Ama eninde sonunda hepsi bir noktada sersemletti beni! Sıradan arayışların karşılık beklediği bir noktada tıkandı iletişimler...


Bir bakıma insanı tanımama büyük katkısı oldu, bu yüzden minnettarım internete… Ekrana çarptım ve yıllarca taşıdığım pembe gözlüklerim kırıldı! Farkettim ki, insan olma yolundaki beşer, zaaflarından son derece hoşnut, hatta onları besleyecek her ortama çılgınca sarılıyor… Hayır, sevmedim bu ortamı!… Zaafların at koşturduğu ve dahası en YALAN sözlerle beslendiği bir ortam… Üzgünüm, senin aksine bu ortamda dostluk savına da inanmıyorum… Sana ilk mektubumda da bunu kastetmiştim… Evet, sözlerin büyüsünde doyumsuz hallere girebiliyor kişi… Sözlerde ideali kurmak, olanı idealize etmek öyle kolay ki… Bu da ideal olana duyulan yoğun özlemin sonucu… Ama sonuçta salt sözlerin yarattığı bir alem bu ve ilk gün dediğim gibi “sözler insanı taşımıyor, taşıyamaz.” Sözlerle kurulan, yine sözlerle yıkılmaya mahkum – ki er veya geç olan da hep bu…

Sonra… sonra sustum ben de… Ben ki kelimelerin oya gibi işlediği ifadelere aşık, ben ki “kelam”a aşık… En kısa, en yalın olan sözü yeğledim… Ne kadar abartılı, ne kadar süslü ise “söz”, o kadar örtüyordu gerçeği bence… Bu yüzden severim Zen felsefesini – en doğrudan, en dolaysız anlatımı seçer, en yoğun bilgiyi naklederken hem de…

Bilhassa “asla”, “daima”, “sonsuza dek” gibi sınırlılığı aşan çağrışımları olan sözlere gücendim kendimce… Dost bana “şu an için böyleyim” diyorsa kabülümdü, değişime karşı duran değişmezlik vaadleri yerine…

Dostluk adına yaşanan etkileşimlerde kişi karşısındakinden ve daha da önemlisi kendinden öyle zorlayıcı beklentiler içinde ki, iki yönlü düş kırıklıkları kaçınılmaz… Yakınlaştıkça daha da artıyor beklentiler ve saran sarmalayandan başlayıp, sıkan, boğana dönüşen bir zorunluluk yaşanıyor beraberce… Yılların öğrettiği şu oldu bana: “Bana benden öte yol yok, bana benden öte yar yok, dost yok…” Bu bencilce bir kapanış değil, içimdeki BENle, ÖZümle BİR olma hali.

Tek ve gerçek huzur ancak ve ancak kişinin ÖZü dışında herşeyden bağımsız olması bence… Beşeri yanım, dışımda bir DOSTa, dostluğa inanmak istese de, inanç ötesi bir bilme eşiği var ki, bana “HAYIR, DOSTLUK KAVRAMI BEKLENTİLERLE ÖRÜLÜ BEŞER ALEMİNDE… HAYIR, SENİN DİLEDİĞİN ANLAMDA DOSTLUK YOK” dedirtiyor…

Yine de sonuna kadar sevmeye devam... Ama sesli ama sessizce... Beklentisizce ve kendimce…



ve Tao Te Ching'den dizelerin sendeki, bendeki yansımaları...



Bir ülke anlayışla yönetildiğinde,
İnsanları yalındır.
Ülke şiddetle yönetildiğinde ise
İnsanları kurnazdır.



"Yönetime toplumun meyvesi de denir, özü, özeti, yansıması... Nasıl bir altyapı varsa sonucu da o kadar... Mesela yaşadığımız toplumda genelimiz doğruluğa, güzelliğe, sevgiye, hoşgörüye sözde değil HAL ile sahip çıkmadıkça hiçbir tedbir sonuç vermeyecek… İşin bir başka ilginç yanı, bozulan altyapı olumsuzu yansıtmada, olumsuz üst yapı aynı ile geri göndermede… Yönetilenlerdeki umutsuzluk, sıkıntılar artmada, nefret, isyan gibi yollarla birbirini kandırma, benliği ön palana çıkarma şeklinde negatifler güçlenerek çıkmada… Böylesine birbirini destekleyen, yoğunlaştıran dönüşüm söz konusu... "



Gücün tesir alanının bireyleri nasıl etkilediğini gösteren çarpıcı bir ifade... Anlaşılan 2500 yılda fazla bir şey değişmemiş insan doğasında! Birey, gücün şiddetine karşı korunma mekanizmasını oluşturuyor ve kurnazlıkta ustalaşıyor ne yazık ki... Sonuçta tuzaklarla dolu bir toplumsal yapı şekilleniyor, en kurnazı için bile...




Mutluluğun kökü derdin içine gömülüdür.
Dert, mutluluğun arkasında pusuda bekler.
Geleceğin ne taşıdığını kim bilebilir ki?



"Ağır bir bölüm… Anlayışımca şöyle ifade edebilirim: Çeşitli şartlanmaların, duyguların altında kalıp, bu yapısına ters gelen olaylarla sıkıntıya düşenin, dert çekenin mutluluğu o derdin aşılmasında yatıyor. Benim dediği şeylerin kaybı derttir, ama bunları er geç bir gün zaten kaybedecek... Kayıp, plan gereği deyip teslim olmayı öğrendiği gün önemli bir derdi çözmüş, o konuda mutluluğu yakalamıştır... Ama eksik olduğu başka yönü ile ilgili olaylar dizisi içinde başka derde düşecektir, bu da kaçınılmaz... SAFlaşana, ÖZe erene kadar devam edecek olaylar dizisi ile karşı karşıyayız… Dolayısıyla da dert-derman dönüşümlü olarak birbirlerini takip edecek... "



Sürekli değişip dönüşmede haller… Evrenin değişmez yasası bu… Bilgelik odur ki, her halde aynı huzur, mutluluk hissedilsin. Ama bu yolda kişi salınımları yoğunlukla hisseder. Ne dert kalıcıdır, ne de dertsizlik… Bataklıkta çiçeklerin açması gibi, derdin toprağı da nice güzelliklere yaşam verir. Dert, uyarır, uyandırır ve besler mutluluğu. Dert içindeki sevinç de bu olmalı – doğacak mutluluğa inanmak… Ama kişi bilmeli ki, mutluluk da derdin gölgesi düştüğünde puslanır, kararır.


Her an kendi enerjisiyle yaşanır, ola ki kişi o enerjiye uyumlanabilsin ve abartmasın hissettiklerini…



Dürüstlük yoktur,
Dürüstlük sahtekarlaşır.



"Her toplumda insanların büyük bir bölümü dert, derman, mutluluk zincirini farklı şekilde anlamada... Bireysel zevklerinin engellenmesi, duygularının tatmin edilmeyişi derttir... Nedenini, niçinini düşünmediği için anlık tepkiler vererek yaşam sürdüğünden hayatı yeterince değerlendiremez, acı çeker… Bir süre sonra o acıların getirdiği mutlulukları yaşar, ama düşünce hayatında fazla yer etmediğinden farkında değildir derdin getirdiği mutluluğun. Onun içindir ki dürüstlük gösterileri, istediklerini elde edinceye kadardır... "



Dürüstlük salt beğenilme, sevilme, onay bulma, kabul ve takdir görme güdüsüyle benimsenen bir tavırlanma ise, yapaydır, yalandır, sahtekardır. Kişinin iç aleminde harmanlamadığı bir değer gerçekliğini yitirir. Tıpkı altın tozuna batırılmış teneke gibi, parlayışı geçicidir ve en umulmadık anda dökülür kaplama, asıl olan göz önüne serilir…




İyilik büyü şekline döner,
Ve insanın büyülenişi
Çok uzun zaman sürer.



"İyilik görüntüdedir, özünde başka niyetler taşır... Karşılıksız verme, paylaşma nedir, bunlara yabancıdır. Ters yönde gidenin bilinç kirlenmesi, gerçeklere karşı körlüğü her geçen gün artar, ama o farkında değildir. Bireysel arzuları yerine geldikçe de iyi yolda olduğunu zanneder, daha da batar öze giden yolun daha başında. "



Şüphesiz “iyi”ye bağımlı olmak çok kolay… Kişi öyle çabuk benimser, öyle alışır ki kendine “iyi” gelene, tutsaklığa dönüşür bu hali. Bu halin bir gün bitebileceğini düşünmek bile mutsuzluk nedenidir. Aşkla, servetle, güçle yaşanan budur işte… Kişi büyülenmiş gibidir ve yaşadığının sürekli olması için herşeyi yapmaya hazırdır. Adeta “iyi”yi korumak adına “kötü” devreye girer…


Yaradan “iyi”nin büyüsünden korusun! :-)



Bu nedenle bilge, keskindir ama kesmez,
İncelmiştir ama delmez;
Direkt ama kontrolsüz değil,
Parlak ama körletircesine değil..



"Bilgeler toplumların bu riyakar hallerini görür ama onlar da bir farklı yoldan hareketle karanlıklardan aydınlığa çıkarmaya çalışırlar. Bilge gerçekleri, yalnızca gerçekleri söyler ama her gerçeği her yerde söylemez... Şartlar olgunlaşmadan Don Kişot gibi ortaya çıkmaz... Sözü ile ifade edemezse HAL dili ile her zaman anlatır, anlayanlara.


GÜNEŞin parlaklığına kaç göz dayanabilir…? Direkt bakan göremez, ancak varlığını çeşitli yerlerdeki yansımalarına bakarak anlar, bilir... Bazıları ışığına bile dayanamaz, hiç ortaya çıkmaz... Kendi gibi gönlü karanlık olanlar...

Bilge o muhteşem ışığı bütün parlaklığı ile vermez... Verirse bilir ki, ya alaya alınır, ya da inkar edilir… Onlar mahrum olur. Işığa aşıklar, sevdalılar gözlerini ovuşturarak bilgeyi takip ederler, anladıkları kadar, hazmettikleri kadar ışığa erişirler... Yavaş yavaş aydınlığa, gerçeklere bakmaya başlarlar. Ne kadar...? Her bilinç hazmettiği kadar, gücü kadar ışığa bakar...”


Bilgelik bir içsel denge halidir. Dışa yansıması ise ılımdır, uyumdur. Abartılar yoktur bilgenin tavırlarında. Yaşam içinde olaylarla keskinleşmiştir, incelmiştir, ama yansımasında bu farkedilmez hiç. Yolunu, yönünü bilir ve kendinden emin katılır yaşama. Işığını paylaşırken varolan herşeyle, filtrelemeyi de bilir gerektiğinde. Yormaz, sarsmaz aydınlatırken…


Aydınlığa selam olsun...

Ve sevgiyle…

Benzer Konular

17 Haziran 2009 / _PaPiLLoN_ Taslak Konular
19 Haziran 2014 / By_Dark Cevaplanmış
16 Ağustos 2014 / Misafir5 Cevaplanmış
3 Şubat 2016 / Safi X-Sözlük
15 Eylül 2015 / Safi X-Sözlük