Arama

Sahipsiz Mektup'lar - Sayfa 13

Güncelleme: 2 Haziran 2012 Gösterim: 265.246 Cevap: 628
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
15 Ağustos 2006       Mesaj #121
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Selam...

Sponsorlu Bağlantılar

“Bir düşünürün tespiti şöyle: Geçmişe, geleceğe yönelik istek ve beklentiler üzerinde pek etkili olamayız. AN içinde istemeyi bilmek gerek...”



Gökkubbenin altında 'suç' mevcut ise eğer,
'En büyük suçlu bellektir' mi demeli?
Karmaşa içinde anılar ve beklentiler,
Neler yaşandı neler, şimdi neler istemeli?


Zaman doğar ve sürer bellek ile beraber,
Başlangıçlar an be an sona doğru ilerler...
Kah neşe, kah gam yüküyle trenler,
Bellek peronundan geçerler, birer birer...


Bellek cömertçe sunar, parça, bütün verileri,
Niceliği niteler, niteliği nicelerken zihin...
Ağ atıp yakalarken son moda değerleri,
Yeniden biçimlenir senin kriterlerin...


Kaydedilen hatırlanır, hatırlanan sorgulanır,
Beynin mahkemesinde dost, düşman yargılanır...
Neden-sonuç zinciri gerilir huzursuzca,
Hedefler kurgulanır, olgular kıyaslanır...


Oysa 'an' anımsamaz, unutamaz da,
'An' biriktirilmez, saklanamaz da...
Onu hapsedemezsiniz belleğinizde,
’An’ sonsuzlukta devinmektedir hala...



'Akan bir nehirde, aynı suda iki kez yıkanamazsın' diye bir söz vardır. Yıkandığın su, bu 'an'a aitir, önceki veya sonraki değil… Geçmişe veya geleceğe sarılmak, giden suyu yakalamak için ileriye, gelmekte olan su için geriye, koşup durmaya benziyor. Ama ne kadar uğraşsak da, her noktada karşılaştığımız yine o ‘an’ oluyor… Gerçek olan sadece ‘an’da mevcut… Tüm yaratı, tüm tezahür, an içinde… ‘OL’ emri ile yaratılmış olan sonsuz ‘şimdi’ içindeyiz. Bilinçte farklılaşmayla, varolan ‘şimdi’nin farklı gerçeklik alanlarına dahil oluyoruz sadece.


Bu yüzdendir ki, zihni aşmak gerek, çünkü zihin, tüm sınırlılığıyla, oluşu anlama çabası içinde ‘zaman’ denilen bölünmeye gereksinim duyuyor ve zamanı yaratıyor an içinde. ‘Zaman yaratma’nın diğer bir anlamı ise ‘gecikme’… Yaşadığımız bu işte… Bu ‘an’ın sunduklarını farketmiyecek derecede bir kurguya kapılmışız, gecikmeler içinde…


“Bu oluş, dediğiniz gibi, yağmur-toprak ilişkisi gibi olmalı, her ikisi de gerekeni yapmada... Yağmur ayırmaz, ayrımsız damlalarını verir, nice nice doğuşu hazırlar… Suyu alan hayat bulur. Toprak, üzerindekileri ayırmaz, kucak açar hayat sürenlerin hepsine. Veren kime vermiş, niye vermiş önemli değil, ayrımsız verir... Böylesine vermek, verebilmek, beklentisiz olmak...


Olanları vermek… Genelde cimrilik ön plana çıkar, eksilecek korkusu galip gelir… Maddi, manevi, her ne ise vermek EKSİLTMEZ...

Vermenin sonuçlarını daha da açmak gerek... önemli mesajar var.”

Bu boyutta yaşamla eşdeğer bir olgu nefes alıp vermek… Ve pek çok alanda en güzel örneklemeyi sunuyor bence. Gündelikte farkında bile değilizdir nefes alış verişimizin, alınan veriliyordur doğallıkla… Sonra, yeniden alış ve yeniden veriş… En uygun ritmde gerçekleşir ve yaşam verir bedene… Bir rahatsızlık söz konusu değilse, düşünmeyiz alınanı, verileni --saymayız, hesaplamayız, ölçüp biçmeyiz… Herşey olması gerektiği gibidir çünkü ve olanın doğasına hissedilen bir güven söz konusudur temelde. İşte hayata, ilişkilere katılım da bunca doğal olmalı… Yaşamın muhteşem düzenine inandığımız taktirde, gelen ve gidenin paniğine düşmeden paylaşırız niceliği, niteliği…

Çoğu kavram öylesine nasırlaşmış ki zihinlerde, duygusu bile hissedilmiyor bellenirken… , Çoğu kavram, uğruna nice kavgalar, savaşlar verilen… Öyle çok ki klişelerimiz… Bir örnek, “ben kendimi kullandırmam!” deriz. Kişiliğimiz adına öylesine önemli bir savdır ki bu!… “Öyleyse hiçbir işe yaramazsın!” demek geçer içimden… Aslında bize ait gördüğümüz herşey sadece bir araç, bütüne hizmet adına… Ve evet, bu yolda her araç, kullanılmak içindir. Ama buradaki ince çizgiyi de belirtmek gerek -- kullanalım, kullanılalım, ama, “hizmet” egolara olmasın… “Ben kendimi kimsenin, ben dahil, egosuna araç kılmam!” demek çok daha doğru bence…

Dileyelim ki tüm paylaşımlar, güzelliğin paylaşımı olsun…


“Aynı bardaktan içmeyin, birbirinizin ekmeğini yemeyin, sevgi bağ olmasın... Harika mısralar... ama daha da açmak gerek...


Her yaşamın belli bir teması, belli bir işlevi söz konusu… Ruhsal yolculuğun en önemli aşamalarından biri, yaşananların sembolizmasında kişinin kendi özgün temasını farketmesi… Bu farkındalıkla birlikte, temayı daha da netleştiren deneyimleri kendine çekmeye başlar. Aynı temel mesajı içeren deneyimlerin yoğunluğu içinde, kendini dengelemek adına yaşanandan alması gereken “ders”leri alması, başka bir ifadeyle “karma”sını temizlemesi kolaylaşır.

Herkes kendi yaşam sahnesinin başrol oyuncusudur şüphesiz, çevresindekiler ise onun rolünü destekleyen yardımcı oyuncular. Amaç o ki, kişi diğer rollere kendini kaptırıp, kendi rolünü unutmasın!… İşte bilhassa, yakın ilişkilerde yaşanan en önemli hata bu… Karmaların içiçe girmesiyle, netleşmekten öte, daha da KARMAşıklaşan yaşam öyküleri…

Takıntılar, zaaflar, aşırılıklar,vs. kişilerin bu okuldan mezun olmak adına “halletmek” zorunda oldukları konuları işaret ederler aslında. Bu yol işaretleri doğru okunduğunda, yolculuğun yönü ve kulvarı netleşir yolcu için. Diyelim, bireyin halletmesi gereken “kendine güven” sorunu var --tüm düşünce, duygu kalıpları, davranışları bu güvensizlik nüvesinden kaynaklanır ve form bulur. Kişi bu temel zaafın tesiriyle, çoğunlukla da farkında olmadan, birini seçer ve ona yaslanır… Bu desteğin sahte güvencesinde, içsel çırpınışı dinlenir bir süre, kısa veya uzun. Aslında salt kendini değil, karmasını da yüklemiştir yanındakinin hayatına… İki taraf için de, yaşanırken sevimli, hatta muhteşem bile gelse bu birliktelik, bir gecikmedir, geciktirmedir ruhsal boyutta… Oysa en güzel birliktelik, kişinin kendisiyle olan randevusunu unutturmayan, hatta bu yönde hızını arttıran ve yolculuğunu kolaştıran bir paylaşım olmalı…

Evet, Cibran Usta’nın dediği gibi “cennetin rüzgarları” dolaşabilmeli kişiler arasında, nefes aldıran, besleyen, büyüten…


Yine bir hoşcakal an’ı...

Ve sevgiyle…

HÜLIA - avatarı
HÜLIA
Ziyaretçi
21 Ağustos 2006       Mesaj #122
HÜLIA - avatarı
Ziyaretçi
200306072052122px
Artık aldanmak istemiyorum. Beni sevgilerinin ölümsüzlüğüne inandır, korkulardan, şüphelerden kurtar. Hiç aldanmamışların o engin iç rahatlığına hasretim. Ayıkla, arıt beni... Bütün insanlar aldanıyormuş, sürekli bir aldanmaymış yaşamak... Ne çıkar? Ben artık aldanmak istemiyorum ya! Sen ona bak... Onun için seni erişemeyeceğin bir yere çıkarmayacağım, olduğun gibi seviyorum seni. Olmanı istediğim gibi değil... Hiç olamayacağın gibi değil... Neredeysen orada dur... Nasılsan öyle kal...
Sponsorlu Bağlantılar

Bütün mevsimleri bir günde, bütün yılları bir mevsimde yaşamaya razıyım seninle. Yanımda olduğun zamanlar nasıl apaydınlık oluyorum, nasıl içim huzurla doluyor, görmüyor musun? Gözlerimin derinliğine bakma; başın dönmesin... Gelecek günleri düşünme, korkma büyük hazlar yaşamaktan. Erişemeyeceğin hiç bir mutluluk yok. "Yaşadım" diyemeyeceğin hiç bir günün olmayacak benimle...

Hiç aldatma beni, hiç yalan söyleme... Bir gün aldatsan bile; aldandığımı senden öğrenmeliyim önce. O zaman ölsem de mutlu ölürüm, inan... Biraz da olsa inanmış ölürüm.

''Aldanmak...
En büyük yıkıntısı iç dünyamızın...
Aldanmak...
Ses veren üç telimizden birinin kopması...
Aldanmak...
O en son fakat en kesin kabullendiğimiz gerçek...
Sen hiç aldatma ne olur!..''


Yıkılışım da sevgim kadar büyüktür benim. Bırak, kalbimden ses veren bütün teller ben yaşadıkça sana inanmayı söylesin. Sana kayıtsız, şartsız inanmak olsun; bütün kazancım yaşamaktan. O zaman her şeye katlanırım. Korkulardan, endişelerden uzakta her saniye yaşadığımı bilirim. Çaresizlikler beni korktumaz. Şu aşağılık dünyanın hiç bir acısı seni sevmeyi unutturamaz bana artık.
İnanmak; seni düşündükçe söylediğim bir şarkı olmalı dudaklarımda...

İnanmak; gökyüzünün en karanlık zamanında bile görebileceğim bir yıldız olmalı...

Dağlardan, denizlerden esen serin rüzgarlar gibi, senden gelen bir şey olmalı inanmak. Kimi gün kalem olmalı parmaklarımda, kimi gün kulağımda musuki, gözlerimde ışık olmalı. İçtiğim suda, yediğim ekmekte sana tüm inanmanın tadını duymalıyım. Her sabah ilk ışık, sana inanarak yaşayacağım mutlu bir gün getirmeli bana. İşte o zaman yokluğuna bile dayanabilirim, özlemlerim daha derin bir anlam kazanır. Seni beklerken şüphelerin o kahredici zehiri ile, geciktiğin her saniye bir defa ölmem.

Artık aldınmak istemiyorum. Seni aldatmak zevkinden sonuna kadar mahrum edeceğim. Beni aldatmanın acısını da, sevincini de hiç tattırmayacağım sana. Çünkü, aldattığın zaman; yemin ediyorum yeryüzünde olmayacağım. İnanmışlığım ölüme kadar sürsün, bırak...

Zarımı son defa senin için atıyorum!..


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Ağustos 2006       Mesaj #123
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ßir turLu sonu geLmeyen hayaLLerdeydim
yuregime dusen goLgeydi ayrıLık
seni gokyuzunun gorunmedigi geceLerde sevdim guzun yaprak doktugu ßahceLerde,sessizce koL gezerken gozLerimde yaLnızLık...

hic umudu kaLmayan insanLar gibi
kendimden gecerek,herseyi goze aLarak sevdim iste o zaman anLadım tutusmus yurekLerin acısını o zaman hissettim gonuLLerde hic sonmeyen yangının dinmeyen yasını...
oysa bir gokkusagı guzeLLigindeydi yasamak bastan cIkarIyordu ßirdenßire geri geLmeyecegini biLe biLe gidenLerin bekLemek bir oLumdu ve tutsak oLmak sabırsız ßekLeyisLere...

ßir turlu sonu geLmeyen hayaLLerdeydim
ßir gun nasIL oLsa yaLnız kaLacaktım
nasıL oLsa geceLer boyu agLayacaktım
ßiLİyordum ßir cıg gibi dusecekti yuregime ama oLsun,sevmesem deLi oLacaktım...

TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
21 Ağustos 2006       Mesaj #124
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi

Lütfen Geç Kalmayın!

10. Sınıf

İngilizce dersinde yanımda bir kız oturuyordu onun için 'benim en iyi arkadaşım' diyordum... ama ben onun ipek gibi saçlarına bakıp onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum, dersten sonra kalktı ve geçen gün sınıfta olmadığı için o günün notlarını istedi ona notları verirken bana teşekkür etti ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

11. Sınıf

Telefonum çaldı, arayan oydu ve ağlıyordu bana aşkın nasıl kalbini kırdığını anlattı, beni evine çağırdı, yalnız kalmak istemediğini söyledi, bende tabiki gittim, koltuğa, onun yanına oturdum, güzel gözlerine bakmaya başladım ve onun benim olmasını diledim, 2 saat sonra Drew Barrymore'un bir filmi başladı ve onu izledik filmi izledikten sonra uyumaya karar verdi, bana her şey için teşekkür etti ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Son Sınıf

Mezuniyet balosundan bir gün önce yanıma geldi ve "çıktığım çocuk hasta ve partiye gelemeyecek" dedi, benimde çıktığım biri yoktu ve 7. sınıfta birbirimize söz vermiştik eğer çıktığımız biri olmazsa partilere birlikte gidecektik, "en iyi arkadaş" olarak. Ve partiye birlikte gittik, o akşam çok güzeldi, her şey yolunda gitti, partiden sonra onu evine kapısının önüne kadar bıraktım, kapının önünde ona baktım o da bana o güzel gözleriyle gülümseyerek baktı. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum, bana "hayatımın en güzel zamanını geçirdiğini" söyledi ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Günler, haftalar, aylar geçti ve mezuniyet günü geldi çattı...

Sürekli onu izledim onun mükemmel vücudunu seyrettim. Diplomasini almak için sahneye çıkarken sanki havada süzülen bir melek gibiydi. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Herkes evine gitmeden önce yanıma geldi ve ağlayarak bana sarıldı sonra başını omzuma koydu ve "sen benim en iyi arkadaşımsın, teşekkürler" deyip yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Aradan yıllar geçti...

Bir kilisedeyim ve o kızın nikahını izliyorum... evet artık evleniyordu, onun "evet, kabul ediyorum" demesini, yeni hayatına girmesini izledim, başka bir adamla evli olarak. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Yeni hayatına girmeden önce yanıma geldi ve "nikahıma geldin teşekkürler" deyip yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Yıllar çok çabuk geçti...

Şu an benim bir zamanlar en iyi arkadaşım olan kızın tabutuna bakıyorum, eşyaları toplanırken lise yıllarında yazdığı günlüğü ortaya çıktı... Hemen günlüğünü aldım ve günlükte okuduğum satırlar şöyleydi...

"Onun gözlerine bakarak onun benim olmasını diledim... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum... Keşke bana beni bir kez sevdiğini söyleseydi..."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Ağustos 2006       Mesaj #125
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
uzun yazmak diyorum,
Sebepli sebepsiz,mantıklı saçma...
Sorgulamaksızın hiç kimseyi,sorgulamaksızın hiçbirşeyi.
Sade ve sadece hissetmek,hissettiğini kaleme dökmek...
Sensiz geçirdiğim bu İstanbul akşamından sana sesleniyorum
Seni çok özledim...
Seni görmediğim,sesini duymadığım anlar bu dünya çekilmez geliyor bana.
Yüreğim sıkışıyor,kalbim acıyor...
Gözyaşlarım aktığında silenim olmuyor
Yada omzuna yaslanıp ağlayabileceğim biri..
YOK...
Hep yokluğunu yaşıyorum,hep sensizliği yaşıyorum.
Seni çok özledim..
Sensiz geçen her dakika,
Daha doğrusu sensiz geçirmeye çalıştığım her dakika hayatımda bir boşlukmuş gibi geliyor bana.
Sanki,
Sanki hayatım bir kitapta o sayfalar eksikmiş gibi..
Sanki tüm bu yaşadıklarım bir hikayeymişte,hikayenin bir bölümü eksikmiş gib.
Hasret diyorlar bunun adına.
Bense ölüm diyorum..
Çünkü sensiz kalmak ölüme,
Ölümse sensizliğe eşdeğer benim nazarımda...
Anlatmaya çalışıyorum sana beni.
Sensizken neler yaptığımı,neler yaşadığımı..
Ama olmuyor..
Sanki kalemim ne yazacağını biliyormuş gibi kendiliğinden akıyor.
Aklımın sesini hiç dinlemiyor,yüreğimin söylediklerininse bir harfini bile kaçırmıyor...
Seni, evet seni galiba çok seviyorum be gülüm..
Şimdi yanında olmayı,gözlerinin içine bakıp,ellerini tutup
Seni ne kadar çok sevdiğimi yüreğine haykırmak isterdim..
Sonra ürkek bir kedi gibi göğsüne yaslanıp bir daha hiç ayrılmamacasına sıkı sıkı sarılmak sana..
Kulağına şarkılar fısıldamak isterdim.
Sonra yanında olduğum halde seni ne kadar çok özlediğimi anlatır
Ve şimdiki çaresizliğimi,sensizliğimi
Sensizliğimde neler çektiğimi sana iyice hissettirirdim ki
Benden asla vazgeçeme diye..
He sabah huzurla kalkıyorum yatağımdan.
Çünkü hala orada senin olduğun duygusu var içimde.
Sanki oraya gidince karşıma sen çıkacakmışsın gibi..
Ama yoksun...
O an içimden bir şey kopuyor sanki..
Hıncını kayalardan alırcasına kayalara çarpan deniz gibi bende kendime kızıyorum
Nedenini sorma bir tanem...
Çünkü inan bende bilmiyorum...
Kendime çiçekler alıyorum,
Tek başıma sahile iniyorum ve herşeyi tek başıma yapıyorum.
Bu öyle zorki...
Sonra seni düşünüyorum İstanbul a karşı
Senin için koskoca İstanbul u karşıma alıyorum
Çünkü, çünkü ben seni İstanbul dan daha büyük bir aşkla seviyorum...
İstanbul da şimdi akşam,hatta gece bile diyebilirim.
Bu saatlerde daha bir hüzün,daha bir sensizlik sarıyor yüreğimi
İçim titriyor..
Şimdi diyorum "O" olmalıydı,
Şimdi "BİZ" olmalıydık...
Korkuyorum gülüm.
Seni bu kadar çok severken,
Sana böyle delicesine aşıkken sensiz kalmaktan korkuyorum.
"Ya!" diyorum dönünce benden vazgeçersen,
Ya döndüğünde senden vazgeçersem...
Ya biterse içimizde birşeyler...
"Bitmez" de bana
"Ne ben senden vazgeçerim,ne de sen benden vazgeçersin" de..
"Beni senden ancak ölüm ayırır" de.
Eğer bu yazdıklarımın içinde seni kıran,inciten yada üzen bir şey olduysa
Ve eğerki saçmaladıysam sakın bana kızma,kırılma...
Unutmaki bunların hepsi sana olan sevgimden,hepsi heyecanımdan ve hepsi sana olan sonsuz sevdamdan...
Şimdilik hoşçakal gülüm...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
21 Ağustos 2006       Mesaj #126
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Selam...


"Bilinç yolculuğunda, kişinin alıcısı olduğu titreşim aralığı da genişliyor. Ve adım adım, soyut somuta dönüsüyor bu yolda…


cümlenizi misallerle açar mısınız...? Bildiğiniz gibi beş duyu kanalından gelenler beyinin belli bölgelerinde olan bioelektrik akımdan başka bir şey değil... Mesela mavi gök derken aramızda ortak olan mavi ve gök kelimeleri… Aynı şeyleri mi kastediyoruz, bunu hiç bir zaman bilemiyecegiz… Çünkü ifade ötesinde algıladıklarımı aynı ile bir başkasına aktaramam. Dışarıda dediğimiz gök, beyinde algılanmada… Dışarı nere...?"


Birliği hissetmenin bir yolu olarak, evreni kendi bedenim gibi düşünürüm, belli yoğunluk anlarında. “Her şey içimde” duygusunu büyütmek adına… Mavi de, gök de içimde… Dışarısı YOK… Aslında gerçek olan da bu. Kozmoz sürekli bir bütünlük, iç ve dış tanımayan… Gözlemliyene göre sınırlanıyor, sınıflanıyor sadece.


İkiliği yaratan, gözlemliyenin “zihin” perdesine bakıyor olması. Zihin gerçek anlamda bir perde, ışığa hazır olmayanlar için bir koruyucu adeta. Bu perdeye yansıyan ise gerçeğin bulanık bir görüntüsü oluyor. Görünenler somut kabul edilirken, görünemiyenler soyutun belirsizliğini taşıyor. Zihinde arınma ile görüntü netleşiyor, soyut alandan somuta geçişiyor nice görüntü… Ama hele ki zihin perdesi kalksın, o ışık, ah o ışık, içinde ne somut kalıyor, ne de soyut…


“Rüya hayal diyoruz... Şu andaki yaşam da hayal değil mi...? Aralarındaki fark, farklar neler...? Rüya ve şu an ki yaşam… algılar… Açılımlarınızı beklerim.”



Yollar hem ayırır, hem buluşturur mekanları,
Amaçlar kah böler, kah uzlaştırır insanları...
Rüzgar söndürür mü, körükler mi alevleri?
Aynı Güneş kavurur mu, yaşatır mı bitkileri?


Konuşmanın anlamı ne sesler duyulmazsa,
Sesleri niteleyen sessizlik varolmasa?
Gözlerle görülüp, dokunulan şey gerçekse,
Görüp dokunulmayan rüyaların gerçeği ne?


Sevgide olmak da mümkün, boğulmak da,
Bilgiyle doğrulmak da, yanılmak da...
Beyazın yansıtır da, yutar ya siyah perde,
Doğrudan yanlışa geçilen çizgi nerede?



Chuang Tzu (İ.Ö. 4. yüzyıl) en çok şu mesel ile bilinir:


Chuang Tzu bir gün rüyasında kelebek olduğunu gördü: Sevinçle kanat çırpan, mutlu, Chuang Tzu diye birinden haberi bile olmayan bir kelebek.

Sonra uyanıverdi birden… İşte Chuang Tzu olmuştu yeniden!

Düşündü: ‘Acaba Chuang Tzu mu kelebek olduğu görmüştü düşünde, yoksa kelebek miydi Chuang Tzu olduğunu düşleyen…?’


Rüyada iken yaşadığımızın GERÇEK olduğuna yemin edebiliriz… ta ki uyanana dek… Peki şu anki realitemizden uyandığımızda ne hissedeceğiz…?


Kişi dahil olduğu ve uyumlanabildiği titreşim alanını “gerçek” olarak değerlendirip, bu alanın dışındakileri yadsımayı seçiyor. Aslında gerçeği algılayışımızın ne denli göreli olduğunu göstermek adına çok önemli kesitlerdir rüyalar. Oysa çoğumuz için rüyalar ‘eğlencelik’ olmaktan öte bir değer taşımıyor hala.

Uyku halinde, bedensel faaliyetlerin azalmasına bağlı olarak zihnin de sakinleşmesi sonucunda, bilincin farklı titreşim alanlarına dahil olmasıdır rüya… Rüyaların bir kısmı günlük olayların kortekste asılı kalan izlerinin bilince yansımasından ibaret. Burada fizik plana çok yakın bir titreşim alanı söz konusu. Ancak ‘astral yolculuk’ da denilen bir kısım rüyalarda, bilincin çok daha yüksek titreşimlere uyumlanması sonucunda, üst gerçeklik alanlarına geçiş gerçekleşir. Bir bakıma bir bölgeyi yukarıdan seyretmek gibi, üst planlardan çekilen bilgi “haberci” rüya niteliğini taşır.

Aslında herkes ‘astral yolculuk’ yapar. Uyurken, hızla yüksek bir yerden yere doğru düştüğümüzü hissettiğimiz olmuştur. Tam o anda da bir sarsıntıyla uyanırız. İşte bu, frekans geçişinin ani ve keskin olması sonucu yaşanan bir haldir. Belli bazı yöntemlerle, astral yolculuğu yönlendirmenin mümkün olduğu söylenir. Ama böyle yöntemlere başvurmadan da, kişi ruhsal gelişiminin doğal süreci içinde astralde gitgide daha yüksek boyutlara ve o boyutların bilgisine ulaşmaya başlar.


”Vicdan seçimini neye, nelere göre yapar...?”



Neye göre…? Sevginin dışında bir referans aradığımız anda, düalite içindeyizdir… Tanımlamalara yöneldiğimiz anda, parçalanmaya başlarız, her boyutta…


Sev, severek yap yaptığın herşeyi ve orada, o anda bırak!… Yaptığını düşündüğün anda, önce veya sonra, zihindesin demektir ve yine ikiliğin oyununda…

Yaşanan realitede, vicdan maskesiyle gezen egonun ta kendisidir çoğunlukla, ince veya kalın… Ve, kendi yüzünün bile farkında olmayan nice kişi, maskesini de hissetmez, şaşmamalı… Nedir, eğer bir tavırda “yardım” zihniyeti varsa, “yol gösterme” çabası varsa, acıma, bağışlama, vs. gibi güdüler varsa, kişi kendine diğerlerinden farklı ve üstün bir rol biçiyor demektir. Hatta “haklısın” demekte bile ego işbaşındadır. “Bak ben seni onaylıyorum” ifadesidir bu, ki sevinçli bir gurur taşır derinlerde. Bu durumda en iyi niyetli görünen veya olan çoğu davranış, nefsi beslemektedir, ince ince veya kalın kalın…Ama vicdan adına yaşanan en tipik sapma, "iyi olma" veya "iyi görünme" çabasıdır...

Aklıma gelen ilk örnek... Dişini fırçalarken, kullanmadığın süre içinde musluğu kapatmak... Bunun, "aman su parası az gelsin"den, başlayıp, "memleket ekonomisine zarar gelmesin"e, "dünya su reserveleri sınırlı, dikkatli kullanmalıyız"a kadar uzanan nedenleri olabilir. Şüphesiz her durumda, sonuç "su" adına olumludur. Ama kişinin motivasyonu, ruhsal açıdan farklı nitelikler taşır. En olumlu görülenin bile gerisinde "Bak ben ne iyi insanım!" gururlanması yatıyordur sanki... Oysa "suyu sevdiğim için ziyan etmek istemem" anlayışı en sade, en "ego"suz olanı...

Vicdan, yalın, sade ve maskesiz gezer…


“Esruhunuzun gözleri sizin gözlerinizdir… cümlesini açmanızı isterim...”



Sevginin çok daha düşük titreşimli türevlerinde bile “biz”lik ve “bir”lik bilinci kendini gösterir. Sevenler birbirlerinin gözleriyle bakar gibidirler evrene… Hele ki eşruh bütünlüğünde, hele ki ÖZdeki bütünlüğün her boyutta hissedildiği o paylaşımda, birebir eşleşir duyumlar… Görülen aynıdır, ortak bir pencereden…



Ve sevgiyle…


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Ağustos 2006       Mesaj #127
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Uzun uzun yazmak diyorum,
Sebepli sebepsiz,mantıklı saçma...
Sorgulamaksızın hiç kimseyi,sorgulamaksızın hiçbirşeyi.
Sade ve sadece hissetmek,hissettiğini kaleme dökmek...
Sensiz geçirdiğim bu İstanbul akşamından sana sesleniyorum
Seni çok özledim...
Seni görmediğim,sesini duymadığım anlar bu dünya çekilmez geliyor bana.
Yüreğim sıkışıyor,kalbim acıyor...
Gözyaşlarım aktığında silenim olmuyor
Yada omzuna yaslanıp ağlayabileceğim biri..
YOK...
Hep yokluğunu yaşıyorum,hep sensizliği yaşıyorum.
Seni çok özledim..
Sensiz geçen her dakika,
Daha doğrusu sensiz geçirmeye çalıştığım her dakika hayatımda bir boşlukmuş gibi geliyor bana.
Sanki,
Sanki hayatım bir kitapta o sayfalar eksikmiş gibi..
Sanki tüm bu yaşadıklarım bir hikayeymişte,hikayenin bir bölümü eksikmiş gib.
Hasret diyorlar bunun adına.
Bense ölüm diyorum..
Çünkü sensiz kalmak ölüme,
Ölümse sensizliğe eşdeğer benim nazarımda...
Anlatmaya çalışıyorum sana beni.
Sensizken neler yaptığımı,neler yaşadığımı..
Ama olmuyor..
Sanki kalemim ne yazacağını biliyormuş gibi kendiliğinden akıyor.
Aklımın sesini hiç dinlemiyor,yüreğimin söylediklerininse bir harfini bile kaçırmıyor...
Seni, evet seni galiba çok seviyorum be gülüm..
Şimdi yanında olmayı,gözlerinin içine bakıp,ellerini tutup
Seni ne kadar çok sevdiğimi yüreğine haykırmak isterdim..
Sonra ürkek bir kedi gibi göğsüne yaslanıp bir daha hiç ayrılmamacasına sıkı sıkı sarılmak sana..
Kulağına şarkılar fısıldamak isterdim.
Sonra yanında olduğum halde seni ne kadar çok özlediğimi anlatır
Ve şimdiki çaresizliğimi,sensizliğimi
Sensizliğimde neler çektiğimi sana iyice hissettirirdim ki
Benden asla vazgeçeme diye..
He sabah huzurla kalkıyorum yatağımdan.
Çünkü hala orada senin olduğun duygusu var içimde.
Sanki oraya gidince karşıma sen çıkacakmışsın gibi..
Ama yoksun...
O an içimden bir şey kopuyor sanki..
Hıncını kayalardan alırcasına kayalara çarpan deniz gibi bende kendime kızıyorum
Nedenini sorma bir tanem...
Çünkü inan bende bilmiyorum...
Kendime çiçekler alıyorum,
Tek başıma sahile iniyorum ve herşeyi tek başıma yapıyorum.
Bu öyle zorki...
Sonra seni düşünüyorum İstanbul a karşı
Senin için koskoca İstanbul u karşıma alıyorum
Çünkü, çünkü ben seni İstanbul dan daha büyük bir aşkla seviyorum...
İstanbul da şimdi akşam,hatta gece bile diyebilirim.
Bu saatlerde daha bir hüzün,daha bir sensizlik sarıyor yüreğimi
İçim titriyor..
Şimdi diyorum "O" olmalıydı,
Şimdi "BİZ" olmalıydık...
Korkuyorum gülüm.
Seni bu kadar çok severken,
Sana böyle delicesine aşıkken sensiz kalmaktan korkuyorum.
"Ya!" diyorum dönünce benden vazgeçersen,
Ya döndüğünde senden vazgeçersem...
Ya biterse içimizde birşeyler...
"Bitmez" de bana
"Ne ben senden vazgeçerim,ne de sen benden vazgeçersin" de..
"Beni senden ancak ölüm ayırır" de.
Eğer bu yazdıklarımın içinde seni kıran,inciten yada üzen bir şey olduysa
Ve eğerki saçmaladıysam sakın bana kızma,kırılma...
Unutmaki bunların hepsi sana olan sevgimden,hepsi heyecanımdan ve hepsi sana olan sonsuz sevdamdan...
Şimdilik hoşçakal bitanem...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
21 Ağustos 2006       Mesaj #128
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
“Aynı boyut içinde ve aynı zaman/mekan şartları içinde görme, duyma kapasitesi fazla ve gelişmiş olan, diğerine GÖRE farklı bilgilere sahip olacak ve onun hayata bakışı, olayları değerlendirmesi de farklı olacaktır. Verdiğiniz örnekteki gibi bilim bazı olayları önceden çeşitli yollarla tahmin etmede, ya da olayların gelişme mantığından hareketle KANUNLAR tesbit etmede, böylelikle içinde yaşadığımız sistemi kısmi de olsa çözerek, olmadan olacakları görebilmekte. Daha geniş alanı görenin diğerlerine tesbitlerini ulaştırması, bilimsel yollardan hareketle doğal olayların kanunlarını tesbit ederek uyarmaları, ya da telepati ile aynı zaman mekan içindekilerin iletişime geçmeleri gibi yollarla kendi zamanımız içinde bir nevi yolculuk yapılmada.
AN içinde bunlar olurken, bazıları tarafından izah edilemeyen yollarla geçmişten haber verme olayı var… Araştırmacılar geçmişte yaşamış insanların yaydıkları beyin dalgalarını sesli görüntülü olarak deşifre çalışmaları bilimsel anlamda yapılmakta... AN içindeki tesbitlerin bir anlam ifade etmesi için duyanların İNANMALARI gerekir... Bilime inanmak, haberi verene inanmak… İnanılmayan bilgi, bilim, o kişiler için bir şey ifade etmeyeceği için sonuç vermeyecektir.
İçinde bulunduğumuz titreşim alanından hareketle farklı alanlara gidilebilir mi…? İletişime geçilebilir mi...? Bize göre alt ya da üst boyutta neler var…? Bizle ilgisi ne...?"

Selam...
Alt/üst... her boyutta aslında sadece biz varız.
Kişi neye inanıyorsa onu projekte ediyor. Her boyutta yaşadığı sadece kendi düşünce/ duygu kalıplarının yarattığı bir realite... Atheist olan, bu inancını sorgulamadığı sürece, bunu besleyen deneyimleri kendine çekiyor - gitgide daha ve daha çok inanıyor, inançsızlığına. İnanan ise, inancını güçlendiren olayların içinde buluyor kendini. Kişi inancının tezahürünü mutlaka yaşıyor ve her yaşanan bir “ispat” niteliğinde mevcut inanç kalıbını destekliyor... İşte bu yüzdendir ki, herkes kendi inandığının TEK doğru olduğuna emin... Ve haklı, çünkü onun bulunduğu noktada gerçekten de TEK doğru onun inandığı...
Kişi enerjisini neye yöneltirse, o besleniyor, büyüyor ve tezahür ediyor... Bu konulara belli bir bilinçle yöneldiğim ilk günlerde, ben de yoğun bir şekilde normal-ötesi denen türden deneyimler yaşamayı istedim. Bir kitapta telekineziyi okuduktan sonra günlerce objelere odaklanıp bakışlarımla hareket ettirmeye çalıştım! Astral seyahat konusunu okuyunca, denemediğim yöntem kalmadı!! :-) Çeşit çeşit meditasyon teknikleriyle tanıştım... Evet, farklı algılarım oldu... İnancımın öznel ispatlarını yaşadım... Ama amaç bu mu olmalı...?
Bu tür deneyimlerin çekimini yadsımıyorum… Bir çeşit ruhsal erk özlemi… Ama tüm bunlar, bir konferansa katılması gereken birinin, konferans salonuna giden koridorun iki yanına dizilmiş alışveriş veya kültür merkezlerine girip çıkmasına benziyor. Kişi uğradığı her yerde gelişimi adına ilginç, faydalı bir şeyler bulabilir, faklı edinimlerle “yük”ünü arttırır. Ama “mutlaka” gitmesi gereken yer koridorun sonundaki salon ise, zaman kaybetmeden oraya yönelmesi daha doğru bir seçim bence. Ben “hakikat” yolcusunun “marifet”le, hatta “keramet” le fazla oyalanmaması gerektiğini düşünüyorum. Gönülden inanıyorum ki, “hakikat”e eren kişi her marifete/ keramete muktedirdir, ama onlarla ilgilenmez artık. Onların yolcuyu şevke getirmek adına açığa çıkan yetiler, bir anlamda “ruhsal oyuncaklar” olduğunun bilincindedir çünkü…
“Mucize”ye duyulan özlem, ruhsallığın temel tuzaklarından biri bence. Otuz yıla yakın süredir ruhsallık alanında çalışmalar yapan bir dost Bilkent’te konferans veriyordu. “Bilgi”yi en doğal, ama aynı zamanda en çarpıcı haliyle anlatıyordu gençlere... Ama bu yeter mi!?? Onlar mucize görmek istiyorlardı!! O dost ki, babam beyin kanaması geçirip solunum aletine bağlandığında, biz günler ve gecelerce başucunda beklerken, babamla ruhsal boyutta temasa geçmiş ve onun ne zaman göçeceğini günü gününe söylemişti bize... Bazı ruhsal yetileri olduğunu pek çok kişi biliyordu, ama bunları gösteri malzemesi olarak değerlendirmek ona göre değildi...
Ama “tamam” dedi dost ve bir öğrencinin kürsüye gelmesini istedi. Herkes heyecanla ne yapacağını beklerken, o öğrenciyi yanaklarından öptü... “İşte en büyük mucize bu,” dedi, “SEVGİ...” Bunu değerlendirecek bilinç seviyesinde kaç kişi vardı orada bilmiyorum, ama söylediği benim için gerçeğin ta kendisiydi...
Herşey inancın gücüne bağlı – evet, YETERİNCE İNANDIĞIN HERŞEY TEZAHÜR EDER, SENİN İÇİN GERÇEK, YANİ, SENİN GERÇEĞİN OLUR...
“Sevginin gücüne en katı kalpli bile inanır ama yapamaz… Niye…? İnananlar dahi bunu sürekli yapamaz... Bazı kişisel eksiklikler desek de, içinde bulunduğumuz şartların, izah edemediğimiz iç duyuşların bunda etkisi büyük... “
SEVGİ tek ve gerçek mucize... Bunu hissediyoruz, biliyoruz aslında, ama bunu yaşam biçimi haline getirmede çok isteksiziz... Ama bu mümkün ve kolay... Olumsuz duygular içinde devinmekten bin kere daha kolay!... Ayrılıktan doğan acıları sonlayacak sevgi halini kişisel yaşamımızda kuşanmamız için gerekli olan sadece ama sadece “şüphesiz bir inanç” ve “saf ve sarsılmaz bir niyet”... yani, “yeterince” istemek ve inanmak...
“Güzel duygular nasıl sürekli hale gelir...? Tüm zamanlarda, mekanlarda geçerli olan, olacak EVRENSEL değerler nelerdir…? Sistemle nasıl bütünleşebiliriz…? Sisteme ters düşmek ne…?”
Tüm zamanlarda, mekanlarda geçerli olan/olacak olan asal EVRENSEL değer bence YARADILIŞ MUCİZESİNE DUYULAN AŞK… Tavırlar, farklı realitelerin göreceliği içinde doğru-yanlış kılıcıyla onurlandırılsa veya biçilse de, bu aşkla yaşayan BÜTÜNle uyumludur… Benim düşünceme göre, sisteme ters düşmek, ikiliği besleyen tavırlanmanın bir ürünü, amacımız ne olursa olsun… Şu doğru, şu yanlış sınıflaması düalitenin yöntemi ve ne yazık ki, tüm çatışmaların, acıların kökeninde bu yatıyor. Bu değerlendirmeyi yapmak en büyük şirktir bence… “Ben kim oluyorum ki, başka bir realiteyi yargılayabiliyorum…?!” Güzelliği doğuracak olan, ince ince doğru-yanlış kavramını dokuyarak düaliteye hizmet etmek yerine, bu “yargısızlık” halini edinmek ve sürekli kılmak olmalı…
Yaradan’ın yarattığı çeşitliliği ben nasıl olur da iyi veya kötü diye sınıflayabilirim…??? Tek yapabileceğim kendi realitemde inandığım güzelliği korumak ve yansıtmak olabilir. Sistemle bütünleşmek ise HER NE OLURSA OLSUN, OLAN’IN GÜZELLİĞİNE İNANMAK VE OLAN’LA PARALEL OLARAK KENDİ GÜZELLİK ANLAYIŞINI GELİŞTİRMEYE ÇALIŞMAK olmalı… Örneğin, INTERNET olayı… Hatası, sevabı üzerinde günlerce, yıllarca konuşabilirim… Ama bu neyi değiştirir?! İnternet VAR ve BÜYÜYOR, tıpkı canlı bir organizma gibi. Ben sadece bunu kabul edip, olaya uyumlanabilirim. Ama İNTERNET’in sınırsız ve çeşitli farklılıktaki tesir alanına bilinçsizce dahil olmak yerine, kendi tesir alanımın farkında olarak, “değişmeden” demiyeceğim, ama kendi güzellik anlayışımı koruyarak…
Ve benim için “güzellik” en sıradanda “olağanüstü”yü görmek, toprakta büyüyen, suda devinen, rüzgarda esen, havada nefeslenen mucizeyi hissetmek... Gündüzde görülmeyeni, gecede örtülmeyeni... bildiğimi bilmediğimi... herşeyi sevmek...

Ve sevgiyle...
HÜLIA - avatarı
HÜLIA
Ziyaretçi
22 Ağustos 2006       Mesaj #129
HÜLIA - avatarı
Ziyaretçi
Kıyamadığımsın


buttomjw8
Gün, eteklerini toplayıp şehrimi terk ederken , ben gecenin karanlığını aydınlatacak gözlerine yalınayak koşuyorum. Şehrimin bozkırlarında filizlenen iğde dallarını toplayıp avuçlarından mutluluklarını içmeye geliyorum.

Gün, eteklerini toplayıp şehrimi terk ederken , ben gecenin karanlığını aydınlatacak gözlerine yalınayak koşuyorum. Şehrimin bozkırlarında filizlenen iğde dallarını toplayıp avuçlarından mutluluklarını içmeye geliyorum. Akşam kızıllığı düşerken okyanuslara, seni hayal ediyorum bulutların avuçlarında. Sana gelirken ayaklarıma batan dikenleri toplayıp " yanakların " diye yüreğinden öpüyorum onları. Seni fısıldıyorum çiçeklerin yüreklerine. Susamış çardak kuşlarına avuç içlerimde biriktirdiğim gözyaşlarını sunuyorum. Dualarını alıyorum nice yetim kuşların. Sana kavuşmanın heyecanında alnımdan terler akıyor toprağın dudaklarına..İliklerim titriyor gözlerini solurken ... Kanımda tarif edemediğim telaş anaforları. Dilimde mutluluk yağmurlarında bestelenmiş sevda türküleri. Ellerimde dalından yeni koparılmış bir nefeslik çiğdemler. Gözlerinde geceyi emzirmeye geliyorum. Ve dizlerinde göz kapaklarımı dinlendirmeye geliyorum.

Gözlerindeki Cennetin zemzem kokan sularında delicesine kulaç atmaya geliyorum. Güneş karanlıkları elerken avuçlarında sana yağmaya geliyorum. Yağmurun ıslaklığını giyinip üzerime dudaklarındaki vuslatı öpmeye geliyorum. Gelirken uçurumlara hayallerimden köprüler kuruyorum. Çiğ tanesi ıslaklığındaki kirpiklerine uzanıp güneşi senin yüreğinde karşılamak istiyorum. Geldiğimde” hayalen “ kollarına sarılıp varlığını soluyacağım. Göğündeki beyaz bulutlarla yıkayacağım hasretinde küllenen dudaklarımı.

Çatısız hayallerimde bedenimi senin gözlerine kapatıp sabah ezanı okunmadan göz kapaklarından güneşe selam durmalıyım. Gece, güne yenik düşmeden ben uykuya dalmış kardelenleri uyandırmalıyım. Ve tenini gül kokulu yağmurlar yıkarken , ben kırgın düşlerimi göğsüne yaslayıp senin avuçlarında mutlulukları kana kana içmeliyim. Sana küçük ellerimden gecenin karanlığında nice hayali yıldızlar çizmeliyim. Güllerle yıkanmış saçlarının kokusuyla ılık meltemleri kıskandırmalıyım. Rüzgar, yavru ceylanları üşütmeden ben utangaç yanaklarından toprağa bir cemre misali yuvarlanmalıyım.

Her soluk aldığında dalgaların kıyıları dövdüğü zamanlardan kalma kırık uçurtmalarımı toplayıp yeni fideler ekiyorum ezik gül bahçelerine. Goncalar düşerken yüzün coğrafyasına, ben kuytu köşelerde ay teninin kokusunu soluyorum. Küçük ellerimle bakır tenli bulutların yüreğine “gözlerini “ çiziyorum. Bu gece “ gözlerindeki Cenneti “ soluyup sabah güneşini senin yanında karşılamak istiyorum. Sonra varlığının sıcaklığına uyanıp senin avuçlarından mavi semaya kanatlanmalıyım. Yüzünün ince çizgilerinden kayıp güneşin eteklerine koşmalıyım. Pencerene gün doğmadan yüreğimle alnına baharları , dudaklarımla gözlerine yıldızları bırakıp engin okyanuslara koşmalıyım.

Geldiğimde yüreğimin sıcaklığını hissetmeyeceksin. Göz kapakların hulyalara dalarken ben yatağına gülleri serpiştireceğim. Usulca saçlarını tokasından çözüp yıldızları işleyeceğim saç tellerine. Yumduğun avuç içlerini sen fark etmeden açıp ince çizgilerine yaslanıp mutlulukları soluyacağım. Kurumuş dudaklarına gözlerimin ıslak nemini bırakıp ayak uçlarına taze papatyaları sereceğim. Ve kuşluk vakti, dudaklarımla usulca yüreğini öpüp pencerenden güvercinin ayak uçlarına tutunup şehrime döneceğim. Sabah uyandığında gözlerinin sevdaya gülümsediğini fark edeceksin. Güneşin, bu sabah tenini bir başka ısıttığını ve hoyrat rüzgarın dağınık saçlarını usulca taradığını hissedeceksin. Suskun duvarlar dile gelip kulağına “ sevda “ türkülerini fısıldayacaklar. Ve bu sabah ekmeğin kokusu bir başka olacak. Rüzgarın, koynuna baharları doldurduğunu ve omuzlarında nice yetim kuşların soluduğunu fark edeceksin. Avuç içlerinin anlamsız terlediğini ve dudaklarının sebebsiz titrediğini hissedeceksin. Penceredeki boynu bükük ciceklerin sana seslendiğini duyar gibi olacaksın. Ve en sonunda aynaya gülümsediğinde beyaz peçeteye yazılı şu notu okuyacaksın ;

“ Gül yüreklim ;
Bu gece, yüreğine uzanıp sabaha kadar ılık nefesinde gezindim durdum.Kah kirpiklerinde rüzgarları kovaladım kah avuç içlerinde yavru keklikleri uyandırdım. Dizlerine başımı yaslayıp sabaha kadar her soluğuna bir dua ekledim. Varlığının huzurunda nice seni seviyorum kelimelerini fısıldadım kulağına. “ Geldiğinde niye uyandırmadın beni “ der gibisin. Biliyorum. Uyandırmaya kıyamadıım işte. Eğer uyandırsaydım seni , gül kokulu Melek’lerin yüreğini güllerle yıkamasına ve yetim güvercinlerin dudaklarına baharı bırakmasına engel olacaktım. Kıyamadım o kuru dudaklarından öpmeye. Kıyamadım işte. Ve giderken her zaman beni soluman icin yüreğimi “ ılık nefesine “ bıraktım. . Kıyamadığım yüreğine nice seni seviyorum cümlelerini yolluyorum…”

“ İyi ki varsın .
Nefesine dokunamadığım,
Yüreğimde soluduğum cansın.
Sen, kıyamadığımsın,
Mutluluklarda nefes aldığımsın…”

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
22 Ağustos 2006       Mesaj #130
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Selam...

Buraya yazmak için oturduğumda, tek dileğim zihinden değil, yaşanandan süzülmesi sözlerin… Evet, fikir alışverişi çok güzel, ama burada olan başka bir şey var – birbirimizi gerçekten dinleyerek ve dinlediğimizi iç evrenimize yansıtarak farklı kapılardan geçiyoruz. Bir fikri çürütmek güdüsüyle yeni fikirler üretmek sapmasına düşmeden, fikri netleştirmeye, büyütmeye yönelik bir içtenlikle… Sağol...

“Kişisel görüşüm şimdi CENNETe giremeyen... bilinçte yaşamayan diğer boyutlarda giremez gibime geliyor” diyorsun...

Benim de hissettiğim bu… Her boyutta deneyimlerin niteliği farklılaşsa da tema aynı kalıyor bence. CENNET “temelden çatıya” aynı örgüyü içermeli – her zerrede aynı güzellik… Ve her seçim bu güzelliğe hizmet etmeli…

O sevgi yer etti mi bir kere, “beden” bildik halleri yaşıyor gibi görünse de, TEKe uyumu, hizmeti mükemmeldir bence… O yüzden bedenin sınırlaması, zorlaması o kadar ürkütmüyor beni…

Bilinçte TEKlik bedende COKluk’tan etkilenmez bile… Her edimde sevgiyi yayar, birebir alıcısı olsa da olmasa da…

Tıpkı çiçeğin kokusunu kaygısızca herkese sunması gibi… koku alma yeteneğini yitirmiş olanları veya kokusundan hoşlanmayanları umursamadan…

Tıpkı yağmurun coşkuyla yağması gibi… düştüğü yer kil mi, kum mu, mermer mi – suyunu kabul mu eder, red mi, telaşına düşmeden…

Veya Güneş’in yansızca, yönsüzce ışınlarını yayması gibi… odasının perdelerini sıkıca kapatmış olanları, karanlık gözlükler takanları veya yeraltında yaşayanları hesaplamadan…

Diğer konu ise boyut kavramına ilişkin...

"Boyuttan kastım, gözün görme, kulağın duyma eşikleri ötesindeki dalgalar algılandığında, görüşün duyuşun nasıl olacağı... Tabi bunlar bugünkü fiziğin konuları... Bu yöndeki bilgilerinizi paylaşmak isterim." diye yazmışsın...

Beş duyunun kapasitesinin mevcut algılama yetisinin ötesinde olduğuna inanıyorum. Ama bence asıl “görme”, “duyma”, vs. fizikselin aşıldığı bir alanda başlıyor. Belli bir frekans alanıyla rezonansa geçmek gibi bir hal sanki. Ve yine bilinçte bir “seyahat”in farklı eşikleri…

Yaşanan huzur olsun, sevgi olsun...
Hoşcakal…

Benzer Konular

17 Haziran 2009 / _PaPiLLoN_ Taslak Konular
19 Haziran 2014 / By_Dark Cevaplanmış
16 Ağustos 2014 / Misafir5 Cevaplanmış
3 Şubat 2016 / Safi X-Sözlük
15 Eylül 2015 / Safi X-Sözlük