Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 21

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.806 Cevap: 211
HerHangiBiri - avatarı
HerHangiBiri
Ziyaretçi
28 Aralık 2008       Mesaj #201
HerHangiBiri - avatarı
Ziyaretçi
Erdal Safak

Erdal Şafak

Sponsorlu Bağlantılar
Zavallı Gazze

Dünyaya yazıklar olsun. Siyasilerin seçim hesaplarının, bazı güçlerin kışkırtmalarının ve uluslararası topluluğun vurdumduymazlığının, hatta vicdansızlığının bedelini bir kez daha Gazzeli siviller ödedi.

İsrail'in Gazze Şeridi'nde dün başlattığı misilleme operasyonunun nedenlerini anlamak için biraz geriye gitmek gerekiyor.

Hamas, 2007 Haziran'ında Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas'a bağlı El Fetih örgütü militanlarıyla kanlı bir iç çatışmanın ardından Gazze Şeridi'nin denetimini ele geçirdi. Daha sonra buradan İsrail kent ve kasabalarına füze saldırıları düzenlemeye başladı.

Geçen 19 Haziran'da Mısır'ın arabuluculuğuyla İsrail ile Hamas arasında 6 aylık, yani 19 Aralık'a kadar geçerli olacak ateşkes ilan edildi. Sürenin dolmasına yakın, Filistin örgütü ateşkesi uzatmamaya karar verdi. Gerekçe olarak da İsrail'in Gazze'ye uyguladığı ablukayı ve ambargoyu daha da sertleştirmesini gösterdi. Gerçekten de İsrail son bir aydır Gazze'ye insani yardımların ulaştırılmasına bile izin vermiyordu. O da bu uygulamaya, Hamas'ın silahlı kolu olan İzzettin El Kasım Tugayları'nın İsrail'e füze saldırılarını artırmalarını gerekçe gösteriyordu. Kim haklı? Tavuk-yumurta misali.

Sonuçta ateşkes sona erdi ve Hamas her gün İsrail topraklarına onlarca füze göndermeye başladı. Bu saldırıların eninde sonunda İsrail'in sabrını taşıracağını ve misillemeye zorlayacağını biliyordu. Ayrıca topu topu 360 kilometrekarelik alanda 1.5 milyon insanın yığıldığı Gazze Şeridi'ne yapılacak operasyonların, askeri hedeflerin sivillerden ayırt edilmesinin imkânsızlığı nedeniyle, çok ağır can kayıplarına yol açacağını da biliyordu. Bilmekle kalmıyor gelişmelerin bu yönde olmasını istiyordu.

Şiddet doğuran şiddet

Çünkü Hamas kısa vadeli stratejisini İsrail ve Filistin'deki seçimler üstüne kurdu.
İsrail'de Şubat ayında erken genel seçim var. Hamas bu seçimi sertlik yanlısı, "Barışa karşılık toprak" politikalarını reddeden Likud'un kazanmasını arzu ediyor. Böylece bir yandan ABD Başkanı Barack Obama'nın bir yandan da Rusya'nın yeni girişimlerle canlandırmaya hazırlandıkları barış sürecini dinamitleyeceğini hesaplıyor.

Filistin'de ise önümüzdeki ay parlamento seçimleri yapılacak. Hamas, Mahmut Abbas liderliğindeki El Fetih'i, yönettiği Batı Şeria'da da devirmeyi hedefliyor. Bunun yolu da Gazze'ye bir kez daha İsrail müdahalesinden ve bir kez daha sivillerin ölümünden geçiyor. Böylece "Gazze halkının katledilmesine seyirci kalmak"la suçlayacağı Mahmut Abbas'ın altını oyması bir hayli kolaylaşacak.

İktidarda son günlerini yaşayan İsrail Başbakanı Ehud Olmert bu tuzağa düşmemek için çok uğraştı. Hatta "El Arabiya" televizyonu aracılığıyla Gazze halkına "Gelin, kan gölünü önlemek için Hamas'ı devirin" çağrıları bile yaptı. Ama Hamas füzelerinin vurduğu
kasabalardan yükselen çığlıkları seçim malzemesi yapan Likud ile meydanı ona bırakmamak için sertlik yarışına giren diğer partilerin bilediği halk öfkesine daha fazla direnemedi.

Hamas'ın en azından şimdilik hesaplarını tutturduğunu söyleyebiliriz.

Ne var ki, birileri müdahale etmezse, girilecek olan kısır döngü Ortadoğu'yu yeniden tutuşturabilir. Zira İsrail'in "Daha başındayız" dediği operasyon Gazze Şeridi'nden yeni misilleme saldırılarına neden olacak. Hem de sadece füzelerle değil, intihar eylemleriyle, canlı bombalarla da... Bu misillemeler ise İsrail'in saldırılarının dozunu artıracak. Dozu artan saldırılar da misillemeleri kamçılayacak... Son halkası olmayan bir şiddet zinciri.

Açık hava cezaevine dönmüş Gazze'deki facianın nedenlerini anlatmak için biz 1.5 yıl öncesine, 2007 Haziran'ına uzandık ama aslında Hamas'ın dürüst ve şeffaf yapıldığını tüm gözlemcilerin kabul ettikleri seçim sonucu demokratik yollardan iktidara geldiği 2006 başına kadar gitmek gerekiyor.

Günahın en büyüğü o günlerde işlendi: ABD ve AB olmak üzere dünya Hamas'ın seçim zaferini kabul etmedi, dahası onu "Şer güçleri" arasına koyup tümüyle dışladı.

Oysa Hamas'ın meşruiyeti tanınıp el uzatılsaydı, ne Filistin halkı trajik bir biçimde bölünürdü, ne dünyanın kaderine terkettiği Gazze'de insanlık faciası yaşanırdı, ne de bölge bir kez daha uçurumun eşiğine gelirdi.

İnsanın bazen insanlığından utanası geliyor.


e.said coskun - avatarı
e.said coskun
Ziyaretçi
30 Aralık 2008       Mesaj #202
e.said coskun - avatarı
Ziyaretçi
İsrail, Gazze'ye yaptığı ve yapmakta olduğu şiddetli ve ağır hava saldırıları ile ne yapmak istiyor? Bu soruya İsrail'in Güney Kuvvetleri Komutanı Yoav Glant'ın şu açıklamasıyla cevap vermek mümkün.
Şöyle diyor general bu konuda: 'İsrail ordusunun zayiatını asgaride tutup düşmanın zayiatını azamiye çıkarırken düşmanın silah kapasitesini onlarca yıl geriye atmaya çalışmak.'
Sponsorlu Bağlantılar
Bu genel cevabın ana unsuru olan 'düşmanın silah kapasitesini onlarca yıl geriye atmak' ile kastettiği de öncelikle Hamas ve alakalı grupların elinde bulunan roket kapasitesini mümkünse tamamen yok etmek, edemediği takdirde bu kapasiteyi geriletmek elbette.
Esasen tek cümlede belirtmek gerekirse İsrail'in saldırılarının amacı Gazze'den İsrail'in güneyine atılan roket ve havan ateşine son vermek. Bunun için de Hamas kadrolarının yanı sıra roket yapımında kullanılabilecek her yeri Amerika'dan yeni aldığı akıllı bombalarla vurup duruyor. Bu bakımdan saldırıların seçimle, Amerika'daki geçiş dönemiyle ya da Hamas'ı teröre zorlamakla falan yakın alakası yok. Kaldı ki, İsrail, Hamas'ı niye teröre zorlasın; bundan en çok zararı kendisi görmeyecek mi? Bırakın İsrail'i, herhangi bir ülke kendisine zarar verebilecek bir şeye tevessül eder mi?
Bugün İsrail'in baş hedefi olan bu roketler yaklaşık 10 kilogramlık savaş başlığı taşıyan basit ve ilkel silahlar. Gazze'deki çeşitli metal atölyelerinde imal ediliyorlar. Ana gövdeleri çelik boru, kanatları bu gövdeye kaynatılan metal plakalar, patlayıcı başlığı basit patlayıcılardan meydana gelen ve son derece basit fünyelerle donatılan bu roketlerin bir adı da var: Kassam ya da Kassım füzeleri. Kassım adı da 1930'larda İngiliz manda yönetimine karşı ilk Filistin direniş hareketini organize eden ve 1935'te öldürülen merhum Şeyh İzzettin Kassam'dan geliyor.
Kassamlar sahneye 2000 yılının sonlarına doğru patlak veren İkinci İntifada sırasında çıkmış ve o tarihten bu yana binlercesi İsrail topraklarına atılmış bulunuyor. Aklımda kaldığı kadarıyla Gazze'den İsrail topraklarına bugüne kadar 8-9 bin civarında Kassam ve havan mermisi atılmış bulunuyor. Zayiat bakımından ise dünkü de dahil İsrail'in zayiatı 12-13 ölü, yüzlerce yaralı. Füzeler çerçevesinde İsrail'in son 4-5 yılda Filistinlere karşı yaptığı operasyonlar sonucunda da en 2.000-3.000 arası kişi ölürken binlercesi de yaralanmış bulunuyor.
İsrail, Gazze'ye operasyon yapmakta geçen cumartesi gününe kadar o kadar istekli de değildi; ancak roket ateşini bir türlü kesemediği ve roketlerin menzili ve etkinlikleri arttığı için operasyona karar vermiş bulunuyor.
Esasen İsrail, Kassam roketleri ya da benzeri kısa menzilli füzelere karşı operasyon yapmaya gerek kalmayacak teknolojik çözümü de çoktandır arıyor da. Bu bapta mesela Demir Kubbe ve Davud'un Sapanı adlarıyla anılan iki çok önemli füzesavar sistemi üzerinde çalışıyor. Ancak bu sistemlerin tamamlanıp operasyonel hale getirilmeleri için de her şey yolunda gittiği takdirde en az iki-üç yıl gerekiyor.
Son saldırıların da ortaya koyduğu gibi ne İsrail'in güneyinde yaşayanların ne de İsrail genelkurmayının bu iki-üç yılı daha bekleyecek hali kalmamış, son operasyon için işte bu yüzden düğmeye basılmıştı.
Bu yazı operasyon için gelinen süreci anlatmaya çalışan, konuyu soğukkanlı ve akıllı bir tarzda açıklamaya çalışan bir yazı. İsrail'i kınamak, lanetlemek ise başka bir konu elbette. Son söz: İsrail operasyonunun durması, Filistinlilerin kanının daha fazla dökülmemesi, daha fazla acı çekmemeleri isteniyorsa, bunu isteyen sorumlu ve yetkililer ne yapıp yapıp Hamas ve diğerlerini roket ateşine son verme konusunda bir an önce ikna etmeliler; zira bu olmazsa daha çok kan dökülür, daha çok acılar yaşanır. Hamas açısından acı, katlanması zor bir şey; ama bugünkü şartlarda bundan başka bir çare yok ne yazık ki...

FİKRET ERTAN
ZAMAN GAZATESİ


e.said coskun - avatarı
e.said coskun
Ziyaretçi
6 Ocak 2009       Mesaj #203
e.said coskun - avatarı
Ziyaretçi
İsrail tankları ve binlerce askerden oluşan birlikleri hafta sonu Gazze'ye son dört yılın en büyük saldırısını gerçekleştirdiğinde kesin olan tek bir şey vardı: Sivil kurbanların sayısının katlanarak artacağı.
Cumartesi günkü kara saldırısı başlamadan hemen önce İsrail'in Gazze şehrinin en önemli alışveriş merkezi olan Filistin Meydanı'na attığı bombada beş Filistinli öldü. Ondan evvel, militanların da saldırısına uğramış olan, şehrin tek özel okulu Uluslararası Amerikan Okulu dümdüz edildi. Akşam namazı esnasında gerçekleştirilen bir başka hava saldırısı, Beyt Hanun'daki bir camide on iki Filistinlinin ölümüne sebep oldu. Dün, Gazze şehrine yapılan bir saldırıda bir anne dört çocuğuyla birlikte hayatını kaybetti.
Dün İsrail güçleri Gazze şehrinin eteklerinde çarpışırken masum Filistinliler öldürülmeye devam ediliyordu. İnsan Hakları İzleme Örgütü'ne göre, tankların Gazze'ye geçtiğimiz yılın şubat ve mart aylarındaki son girişinde ölen Filistinlilerin yarısından fazlası sivildi. Şimdi bu örnek aynen tekrarlanıyor. Bir hafta süren hava bombardımanının ardından, ölü sayısı 500'e yakın. Bağımsız Filistin kaynaklarına göre, bunların yaklaşık 70'i çocuk, 27'si kadın. 2.650 yaralı Gazzeliden de 270'ten fazlası kadın, 650'den fazlası da çocuk. İsrail'in tek hedefinin Hamas militanları olduğu iddiası işte ortada. Kelimeyi, polisleri de içine katacak şekilde genişletseniz dahi, bu, yüzlerce sivilin öleceği bir "kesin hedeflere yönelik" müdahale. Öte yandan, kesin olmayan birçok şey var. İsrail'in 2006'da Hizbullah tarafından rezil edilişinin hayaleti, bu operasyonun üzerinde dolaşıyor ve İsrail, bundan kurtulmak isteyecek. Gazze'de Hamas'ın ve diğer militan grupların silah altında yaklaşık 15.000 adamı var ve bunlardan sadece 1.000 kişilik İzzeddin el Kassam Tugayları eğitimli bir çekirdek oluşturuyor. Bu boyuttaki bir gücün İsrail'i Lübnan'daki gibi bir askerî zayiata uğratabileceği şüpheli. İsrail, bu operasyonun başarısını, Hamas'ın komuta yapısını ve füze atma kapasitesini zayıflatmasıyla ölçecek. Ama İsrail ordusu hedeflerine ulaşarak Hamas'ı hem ordu hem de örgüt olarak ortadan kaldırması durumunda, aynı zamanda şehirdeki idarî yapının son kalıntılarını da çökertmiş olacak. Böylelikle 1994'te Filistin otoritesinin bulunmadığı, Gazze'yi doğrudan İsrail'in yönettiği duruma dönülmüş olacak. Oysaki bu tam da İsrail'in istemediği şey çünkü aynı zamanda, bir buçuk milyon Gazzeliyi yönetmeyi üstlenmesi anlamına geliyor. Vekaleten bir Filistin hükümeti yerleştirmek de bir o kadar rahatsızlık verici olur. Gazze'deki Hamas idaresinin altyapısını ortadan kaldırmak aynı zamanda gelecekteki bir ateşkesin bel bağlayacağı etkin bir yönetimi de imha etmek anlamına gelecektir. Hamas, bir gerilla ordusundan fazlası. Aynı zamanda siyasî bir hareket. İşgalcinin kudretinin en önemli kurbanı olarak görülecek olan Hamas'ın, Filistin ulusal hareketinin lideri olma iddiası kuvvetlenmiş olacak. Eğer Birleşmiş Milletler kara harekâtına seyirci kalmaya devam ederse, Filistin sokakları, gittikçe artan bir şekilde, Batı Şeria'daki Fetih'i işbirlikçilikten başka bir şey yapmayan bir Vichy rejimi olarak görecek. Ortada hakiki bir öfke var. Öfkenin en kötüsü, etkin bir liderlikten yoksun olanı. İsrail kuvvetlerinin giriştikleri siyasî tuzaktan tek bir çıkış var, o da derhal ateşkes yapılması. Hamas'ın itibarını artıracaktır ama toptan bir zaferin artırabileceği kadar değil.

The Guardian Başyazı
5 Ocak 2009
e.said coskun - avatarı
e.said coskun
Ziyaretçi
12 Ocak 2009       Mesaj #204
e.said coskun - avatarı
Ziyaretçi
Deniliyor ki, "Ergenekon topluma mal edilemedi, çünkü sağ görünüyor; solcular, polisi destekler imajı vermekten çekindikleri için Ergenekon'a gönülsüz bakıyorlar."
Durumu bu mudur; tam öyle değilse bile böyle göründüğü muhakkak.
Bu akıl yürütme biçimi mantığa uygun değildir de Türkiye'nin pratiğine münasiptir. Paradoks yapıyoruz çünkü paradoks, yaşadığımız tuhaflığın anlaşılması için en uygun izahtır. Solcuların polise serin durması, yakın tarihte sol-polis ilişkilerinin, şekerrenk kıvamda tecelli etmesinden. Paradoksa devam edelim; polise serin duran zamâne solcularının askerle münasebeti hangi kıvamda? Polis out, asker in! Doğru mu? En insaflı cevap: "Soluna göre değişir". Nasıl yani? Otuz sene öncesinin Maocuları, hatta Arnavutlukçuları bugünlerde kuvayı milliye kalpağı ile sıkı ulusalcı pozlar kesmekteler. Ulusalcı diyebiliyoruz ama milliyetçi diyemiyoruz, çünkü aynı şeyler değildir efendim. Ulusalcı, milliyetçinin "dini durumlardan pek hazzetmeyen takımı" gibi bir şey oluyor. Irkçılığa icabında eyvallah fakat İslâm'ın renklerine alerji. Milliyetçiler -hâlâ öyle midir bilmem- biraz milli hakimiyetçi, milletçidir; milli irâdenin sair kuvvelere faikiyetini savunurlar; Ulusalcılar kestirmeci, "yahu vatan elden giderken seçimin, hukukun, şunun bunun hesabı yapılır mı?" fikriyatında adamlar. "Az soluklan yeğenim, hele bir cigara sar" molasının zamanı değil; muhteviyatında solculuk da var ulusalcılığın. "Nasıl oluyor o öyle bakiim" diye afallamıyoruz. Dilde vaktiyle çook esaslı inkılâp yaptığımız için kavramlar demir tarıyor. Demir taramak şu: Gemi sabit kalsın diye denize çapa atıyorsunuz ama akıntı, rüzgâr vesaire güçlü olduğu için dipteki demiri kımıldatıyor; hoop bir başka adrese sürükleniyorsunuz. Yıllarca yapmayın dedik ne oldi? Ulusalcılar solci, eski "demokrat"lar darbeci oldi! Solcular faşizme doğru demir taradı. Milletin milliyetçiliğin içi boşaldı.

Palavra atmıyoruz burada; CHP nasıl bir parti meselâ; sol bir parti? Gerisini buradan hesap edebilirsiniz; Bekri Mustafa'nın Ayasofya'ya imam olma vaziyetleridir. Bekri Mustafa Ayasofya'ya imam olmuşsa, bütün kavramların adres bilgilerini silbaştan kontrol etmek şarttır. Anlam kayması berbat bir şey: Vatansever dersiniz, işbirlikçi, dinci dersiniz, mülhid, solcu dersiniz cuntacı, bürokrat dersiniz darbeci çıkar.
Alın cumhuriyet lâfzını, tarayın gazeteleri; bakalım kimler hangi manada kullanıyor? Buna bakarak aklı başında bir Cumhuriyet tarifi kotarabilene yüz Cumhuriyet altını taksanız yeridir. Laikliğin târifi var mı; solun, sosyalizmin, milliyetçiliğin, idealizmin, sadakatin, hatta aşkın?
Birtakım saf arkadaşlar, bizim Arapça Farsça lafızlara bayıldığımızı zannediyorlardı herhal; bu adamlara lugât kavramını anlatamamışız; kabahat bizde midir bilmiyorum. Lugât denilen şey, Ulus'taki Atatürk heykeli gibi bir şeydir. Sabit noktadır. Kime söylesen anlar ve başka bir şeyle karıştırmaz. Uydurukçular Türkçe'yi otobüse bindirilmiş seyyar kütüphaneye çevirdiler; iki gün üst üste aynı yerde bulmak ne saadet? Adam diyor ki, "böyle aklı başında, muteber, güvenilir, devlette mühim vazifeler görmüş adamlar içeri alınır mı?" Pardon! Hani biz imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış felân bir kitleydik? Yoksa bazılarımız daha mı eşit? Adamın aklı yok değil var, mantığı da var kendince ama lugati yok. Psikoloji testlerinde resimler vardır hani; kimisi genç bir kız görür, kimi yaşlıca bir hanım. O yüzden kendilerine isnad edilen cürmü, daha doğrusu "kendilerine cürm isnad edilmesini" an-la-ya-mı-yor-lar! İnsan hiç evladını sevip öperken tâcizcilikle suçlanabilir mi yahu? Adam da vatanını seviyor, öpüyor, mıncıklıyor; savcı da diyor ki, "bu muhabbet tabii görünmüyor, tâcize benziyor." Bizimki şaşırıyor, "Ne, nesi suç bunun?" Çünkü bilumum memleket bunun evlâdı veyahut yeğeni filan gibi bir şey. Vatan, devlet, hattâ millet bu adamların evi, şahsi mülkü, "Kapıdan da girerim, pencereden de sana ne" diyor bize... Efendimiz (s.a.v.) ise der ki, "kendi evinize bile kapıyı vurmadan girmeyin!" Haa, demek ki lugât neymiş?

Ahmet Turan Alkan
Zaman Gazetesi


e.said coskun - avatarı
e.said coskun
Ziyaretçi
20 Ocak 2009       Mesaj #205
e.said coskun - avatarı
Ziyaretçi
Global enerji konularını, enerji jeopolitiğini elimden geldiği kadar iyi takip etmeye, bunları bu köşeden sizlere de yansıtmaya çalıştım. Nitekim, bu konularda bu köşede yüzlerce yazım da yer almıştır.
Ne var ki, İsrail'in Gazze saldırıları, ortaya çıkardığı yeni durum ve dinamikler dolayısıyla bugünlerde enerji konularına fazla zaman ayıramadım; özellikle de Güneydoğu Avrupa'yı ciddi biçimde etkileyen, devam etmesi halinde bizi de etkileyecek olan Rusya ile Ukrayna arasındaki doğalgaz krizi konusunda önceki yıllardaki benzer krizleri çok yazmama rağmen bu defa anlattığım gibi yazamadım.
Neyse ki, bu defa bu konuyu yazmama gerek kalmadan kriz de çözülmüş bulunuyor. Haberlerde iki ülkenin başbakanlarının Moskova'da geçen pazar sabahına kadar devam eden zorlu görüşmeler sonunda bir anlaşmaya vardıkları, anlaşmanın bu yazıyı yazdığımız gün imzalanacağı bildirilmişti.
Anlaşma, benim anladığım kadarıyla tarafları en çok uğraştıran fiyat problemini çözmüş bulunurken özellikle Ukrayna Başbakanı Yulia Timoşenko'nun yıllardır büyük mücadele verdiği bir konuyu ise çözüp çözmediği tam anlamıyla bilinmiyor.
Bu konu Ukrayna ile Rusya arasındaki doğalgaz ticaretinde yer alan bir aracı şirket ile ilgili gerçekten çok önemli bir konu. Bu aracı şirket RosUkrEnergo adlı bir offshore şirketi. RUE, esasen başka bir offshore şirketinin devamı sayılır. Bu şirket Türkmen doğalgazını geçmiş yıllarda Ukrayna ve daha sonra Avrupa'ya pazarlayan Ural Trans Gas (EGG) adlı 2001 yılında Macaristan'da kurulmuş bir şirket. 2001 yılı Aralık ayında Gazprom ve Naftogaz ile Türkmen doğalgazının Ukrayna'ya sevkiyatı konusunda aracılık sözleşmesi imzalayan EGG daha sonra medyada çıkan Rus organize suç örgütleriyle ilgisi olduğu yönündeki haberler üzerine şaibeli şirket olarak görülmeye başlanmış ve Rus lider Putin ile zamanın Ukrayna lideri Kuçma'nın Kırım'da yaptıkları zirvede vardıkları mutabakat sonucu faaliyetlerine son verilmiş, iki lider bu şirketin faaliyetlerinin yeni kurulan RUE şirketi tarafından devam ettirileceğini açıklamışlardı.

Putin ile Kuçma'nın 2004 yılı Temmuz ayında Kırım'da yaptıkları zirveden sonra doğmuş olan RUE değişik ve ilginç bir şirket. RUE'nin yüzde 50 hissesi Gazprombank'ın (ki bu banka Gazprom'un bir yan kuruluşu ve kontrol de tabii ki Gazprom'da); geriye kalan yüzde 50'si Raiffeisen Investment adlı şirkete ait. Raiffeisen Investment ise Avusturya merkezli Raiffeisen Bankası'nın bir yan kuruluşu. Rus haber ajansı Interfax'a göre, iki Ukraynalı işadamı Raiffeisen Investment'in hissedarları olarak görünüyor. Bunlardan Dimitro Firtaş yüzde 90, Ivan Fursin adlı diğer işadamı ise yüzde 10 hisseye sahip durumda. Firtaş Ukrayna'da iki kablo televizyonun, bir basketbol takımının da sahibi. Fursin ise Ukrayna eski Devlet Başkanı Leonid Kuçma'nın yardımcılarından Levoçin ile bağlantılı birisi.

RUE, 2005 yılında o zaman da başbakan ve bugün de başbakan olan Timoşenko tarafından 'suç örgütü' olarak ilan edilmiş, Ukrayna gizli servisi SBU'nun şirketle ilgili araştırma-soruşturma açması istenmişti. Bunun ardından da SBU Başkanı Oleksandır Turçhinov şirket hakkında soruşturma açıldığını açıklamıştı. Ne var ki, bu soruşturma daha sonra Turçhinov'un aniden görevden alınmasıyla rafa kaldırılmış ve bir daha bu konudan hiç söz edilmemiş, ayrıca soruşturmayı yürüten SBU ajanı Andriy Kozemyakin de başka bir göreve atanmıştı.
Geçmiş yıllarda burada bazı özelliklerini anlattığım RUE benim okuduğum iki habere göre artık taraflar tarafından devre dışı bırakılmış bulunuyor ve bu husus anlaşmada yer alıyor. Bu ne kadar doğru henüz tam bilmiyoruz; ancak doğruysa RUE konusunda 2005 yılından bu yana mücadele eden Bayan Timoşenko amacına ulaşmış ve ülkesi bakımından büyük bir başarıya imza atmış bulunuyor. Fiyatlar bir yana, bana göre anlaşmanın en önemli kısmı RUE'nin artık devre dışı bırakılmış olması...


FİKRET ERTAN
ZAMAN GAZATESİ


e.said coskun - avatarı
e.said coskun
Ziyaretçi
21 Ocak 2009       Mesaj #206
e.said coskun - avatarı
Ziyaretçi
Yakın geleceği öngörmek gibi zor bir mesleği icra eden biri için aylardır programlanan büyük bir olayı, Obama'nın ABD başkanı olmasını, önceden söylemek son derece mutluluk verici bir durum.



ABD'nin ilk siyah, sanayi eyaleti İlinois'den gelen -Abraham Lincoln'dan sonra- ikinci, yine -bu defa Franklin Roosvelt'ten sonra- kaçınılmaz bir paradigma değişimi, daha doğrusu tarihsel sınırlarına erişen bir ekonomik ve sosyal medeniyetin büyük dönüşümüne işaret eden bir ekonomik bunalımın ortasında göreve başlayan ikinci başkanın seçilmiş olması hiç şüphesiz büyük bir olaydır.
Tüm bunları le changement (değişim) başlıklı Odile Jacob yayınlarından çıkan kolektif ve antolojik kitapta buluyoruz. Barack Obama'nın imzasıyla çıkan bu kitap, Obama'nın belli başlı konuşmalarından hareketle 2008 seçim kampanyasının yolunu çiziyor aman aynı zamanda ortak bir çalışmanın ürünü olan program metinleriyle de 44. başkanın medenileştirici azmini açıkça aktarıyor. Büyük siyaset adamı, her zaman için kaçınılmaz değişimi öngören ve bu öngörü üzerinden kaçınılmaz temel düşünceleri ile aynı yönde ilerleyen ve kaçınılmaz olanın bir nevi en uygun şekle sokmayı başaran kişidir.
Obama'nın durumunda önsezi tam da burada ortaya çıkmaktadır: amerikan yönetici sınıfının uzun zamandır, 1980'de Ronald Reagan'nın başkan olmasından bu yana, - o zaman da büyük bir krizin ortasındaydık ama ekonomik değil de jeopolitik nitelik arz eden bir krizle-, yürürlükte olan bir ana kalıbın evrensel ve geri döndürülemez krizi sözkonusudur. Reagancı program, dışarıda Avrupa'yı, Çin'i ve Japonya'yı içeren tam anlamıyla siyasi nitelikli bir koalisyon oluşturmak ile aynı zamanda içeride de gerilemeye başlayan Demokrat Parti'nin temel yapılarını parçalamayı içermekteydi. Buna karşılık olarak sendikal korporatizmin sonu, vasat maaşlarla hizmet sektöründe istihdamı geliştirerek tam istihdamın sağlanmasıydı.
Bugün bu ana kalıptan kaynaklanan tüm unsurular artık çalışmaz halde: piyade birlikleri, istihbarat, bir toplumu yeniden oluşturabilme kapasitesinin yerini ileri teknoloji, nükleer ve uçak gemilerinin aldığı bir sahada bir devrim savaşını yürütmeyi pek de iyi bilmeyen devasa bir teknolojik ordu sözkonusudur. Hizmet sektöründeki ilerleme gelir dağılımdaki eşitsizlik ve yeni büyüyen ülkelerin artan rekabeti nedeniyle tümüyle bloke olmuş durumda. Mülk sahibi olma konusunda gelince o uygulama da ödenmeyen kredilerden kaynaklanan krize neden oldu.
Clintoncuların kazanacaklarmış gibi göründükleri bu kampanya sırasındaki yenilgileri zincirin iki ucundaki iki stratejik hataya dayanmaktadır: bir yandan Hillary Clinton, bugün Fransa'da Martine Aubry'nin oynadığıyla aynı kartı oynadı, tüm birlikleri ve sendikaları aynı talep katalogu içinde birleştirmeyi hedefleyen bir sol nitelikle çağrı ile aynı zamanda Clinton'un sekiz yıllık başkanlık döneminden gelen Demokratların varolan modelde büyük bir değişim yapmayacağını ama bir nevi "insani yüzlü reagancılık"a ulaşan bir mesaj verilmişti.
Barack Obama'nın dehası adaylığını ikili bir ret, sendikaların ve korporasyonlar ile reagancı modelin reddi üzerine kurmuş olmasıdır. Bu muğlâk olabilecek çaba 15 Eylül 2008'de gitgide daha güçlü hissedilen bir gerçeklik ile, ileri teknolojiler dünyasının orta sınıflarının, taleplerden çok etik üzerinde, hemen ve özensiz bir yeniden dağıtımdan çok değerlerin dönüşümü üzerine kurulu bir programa can verme iradesi ile karşılaştı.
Bu orijinal program, aynı zamanda hem Harvardlı olmanın hem de Chicago South Side'ın sosyal hizmet çalışmalarında bulunmanın deneyimini yaşayan Obama'nın şahsında, Siyahların cemaatçi bir birlik olarak değil de herkese seslenen yeni bir siyasetin güçlü bir vektörü olarak kendilerini takdim ettikleri yeni bir paradigmanın doğuşudur. Böylece Obama'nın art arda kendisiyle rekabet eden Demokrat ve Cumhuriyetçi Partiden en güçlü iki adayı yenebilecek kapasiteyi göstermesi, son derece yerinde bir şekilde oluşturduğu hükümet ile daha da güçlü bir ifade bulan siyasi dehasını kesin olarak kanıtlamaktadır.
Şimdi geriye kalan sadece eyleme geçmek değil, Obama'nın programının en zayıf noktalarının idaresidir: tırmanan korumacılık ve mevcut tehlikelerin önemsenmemesine dayanan silahlı güçler karşısındaki güvensizlik.
Alexander Adler - Le Figaro
e.said coskun - avatarı
e.said coskun
Ziyaretçi
4 Mart 2009       Mesaj #207
e.said coskun - avatarı
Ziyaretçi
2003 yılında hayatını yitiren şarkıcı Edwin Starr, 1970 yılında hit olan War adlı şarkısında defalarca şunu soruyordu: "Savaş neye yarar?"

ABD ekonomisi tepetaklak düşüşte, bankacılık sistemi tamamen çökmüş durumda ve Amerika'nın her köşesindeki insanlar hayat standartlarını düşürüyor. Bildiğimiz haliyle ulus gözlerimizin önünde solup gidiyor ve biz, Irak ve Afganistan'da, amacı bir türlü tanımlanamayan savaşlara milyarlarca dolar harcamaya devam ediyoruz.
ABD Irak'taki birliklerini azaltmaya başlasa da, Afganistan'a binlerce ek asker gönderiyor. Savunma Bakanı Robert Gates'in de kabul ettiği gibi, bu artışın stratejik hedefi pek açık değil.
Pazar akşamı NBC'de kendisine yöneltilen soruya verdiği karşılık şöyleydi: " Müttefiklerimizle, Avrupalılarla görüşüyoruz. Stratejimizin ne olduğunu belirleme değerlendirmesini yaparken çok sayıda insan ve çok sayıda görüşü bir araya getiriyoruz. Sık sık, ek 17.000 birliğin orada ne kadar kalacağı ve daha fazla birlik gönderilip gönderilmeyeceği sorularıyla karşılaşıyorum. Her şey bu stratejik değerlendirmenin sonucuna bağlı ve birkaç hafta içinde tamamlanmasını umut ediyorum".
Afganistan'ı işgalimizin üzerinden yedi yıldan fazla zaman geçti. Ne El Kaide'nin ne de Taliban'ın belini bükebildik. Usama bin Laden'i ne ele geçirebildik ne de öldürebildik. Artırma stratejimiz bile yok. Çıkış stratejimiz ise hiç yok. Durumun bahtsız Hamit Karzai'nin liderliğindeki yolsuzluklarla dolu ve etkisiz Afgan hükümetini de dikkate alan dürüst bir değerlendirmesi, maalesef fiyasko ve çıkmaz gibi kavramlara varacaktır.
Irak'a gelince; Başkan Obama geçtiğimiz hafta, önümüzdeki bir buçuk yıl içinde ciddi sayıda birliğin geri çekileceği ve ABD'nin savaş operasyonlarının 2010 yılı Ağustos ayı itibariyle sona ereceğini açıkladı. Ancak, ciddi sayıda -belki de 50.000 kadar- birliğin "geçiş dönemi" için Irak'ta kalacağını da ekledi.
Bu rakam çok büyük ve onları orada tutmanın bedeli de devasa olacak. Ayrıca başkanın şu yorumu beni şaşırttı: "Elbette ki zor dönemler ve taktik düzenlemeler olacak ama düşmanlarımızın hiç şüphesi olmasın. Bu plan, ordumuza, Iraklı dostlarımıza destek olması ve başarıya ulaşması için gerekli olan esnekliği sağlıyor".
Uzun lafın kısası, daha çok uzun zaman bu iki ihtilafta yer alacağız ve ortada, onları sonlandırmaya yönelik net bir plan da yok. Afganistan'da ve Irak'ta işlerin kızıştığı ve içeride büyük bir ekonomik felakete yakalanan ABD'nin; aynen insanlığın doğuşundan bu yana toplumların bitmeyen savaşlarla kendi kuyularını kazdıkları gibi, zaten çok hassas olan düzeltme çabalarını baltaladığını rahatlıkla hayal edebiliyorum.
Bu savaşlar için çok korkunç bir fatura ödedik bile. Ölen ve sakatlayıcı yaralar alan binlerce görevliye ilaveten, RAND şirketinin yaptığı araştırma, yaklaşık 300.000 kişinin travma sonrası stresi ya da depresyonu yaşadığını, 320.000'inin de muhtemelen travmatik beyin zedelenmesine maruz kaldığını gösteriyor.
Time dergisi "tarihte ilk kez olarak, çok sayıda ABD askerinin, Irak ve Afganistan'daki uzun ve mükerrer turların gerdiği sinirlerini yatıştırmak için antidepresan aldığını ve bu sayının gitgide arttığını" bildirdi.
Askerler arasında intihar vakaları 2008 yılında arttı. Önceki her üç yılda da, bir önceki yıla oranla daha fazla intihar vakası yaşanmıştı. Geçtiğimiz yıl 128 askerin hayatına son verdiği tahmin ediliyor.
Bir bankacı ya da otomobil şirketi yöneticisinin özel jetiyle uçması ülkenin büyük kısmını çileden çıkartabiliyor. Ama binlerce genç erkek ve kadını çatışmaların cehenneminde takrar tekrar -üç, dört veya daha fazla- turlara gönderiyoruz ve bu duruma pek de fazla itiraz duyulmuyor.
Ekonominin patlamada olduğu bir dönemde, Lyndon Johnson, Asil Toplumu'nu Vietnam Savaşı'nda kaybetti. Risk aldığını biliyordu. Daha sonraları Doris Kearns Goodwin'e şunları söyleyecekti: "Sevdiğim kadını, Asil Toplum'u, dünyanın öteki yanındaki o lanet savaşa sokmam durumunda içeride her şeyi kaybedecektim. Tüm programlarımı... Tüm hayallerimi..."
Birleşik Devletler, ekonomik olarak dizlerinin üstüne çökmüş durumda. Ekonomiyi düzeltme hayalinin ve hazırladığı sayısız programın mücadelesini veren Başkan Obama, kafasını kaldırıp, Johnson döneminin halen içten içe yanan enkazı ile Vietnam arasındaki bağlantıya bakabilir.





Bob Herbert
New York Times
e.said coskun - avatarı
e.said coskun
Ziyaretçi
12 Mart 2009       Mesaj #208
e.said coskun - avatarı
Ziyaretçi
On bir yıl önce Çin'e yaptığım bir ziyaretimde bana ülkelerindeki kadın koşullarını geliştirme çabalarını anlatan kadın aktivistlerle görüşmüştüm. Kadınlar, karşılaştıkları zorlukların tablosunu canlı bir şekilde ortaya koymuşlardı:


İş ayrımcılığı, yetersiz sağlık bakımı, aile içi şiddet ve kadınların ilerlemesini engelleyen eski dönemden kalma yasalar. Birkaç hafta önce, o kadınlardan bazıları ile dışişleri bakanı olarak Asya'ya yaptığım ilk ziyaretimde yeniden görüştüm. Bu kez son on yılda yapılan ilerlemeyi dinledim. Ancak bu önemli ileri adımlara rağmen, tıpkı dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi, bu Çinli kadınların hâlâ daha engeller ve eşitsizliklerle karşı karşıya kaldığı kesindi.
Kendi ülkelerinde siyasi, ekonomik ve kültürel yaşamda bütünlüklü katılım fırsatı arayan kadınlardan her kıtada buna benzer hikâyeler dinledim. Ve 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nü kutlarken, gerek yapılan ilerlemeleri gerekse kalan zorlukları ifade etme yanında, 21'inci yüzyılın karmaşık küresel sorunlarını çözmede yardımcı olmak için kadının oynaması gereken hayati rol üzerine düşünme fırsatımız da vardır. Günümüzde karşılaştığımız sorunlar kadınların tam katılımı olmadan çözümlenebilmek için fazla büyük ve karmaşıktır. Kadın haklarını güçlendirmek, sadece ahlakî bir zorunluluk değil aynı zamanda küresel ekonomik kriz, terörizm ve nükleer silahların yayılması, aileleri ve toplumları tehdit eden bölgesel çatışmalar, iklim değişikliği ve dünya sağlığını ve güvenliğini tehdit eden tehlikeler ile karşı karşıya kaldığımız bu dönemde bir ihtiyaçtır.
Bu zorluklar elimizdeki her şeyi talep etmektedir. Onları yarı buçuk önlemlerle çözemeyiz. Ancak yine de çoğu kez bu ve diğer konularda dünyanın yarısı geride kalmaktadır. Günümüzde, önceki nesillere kıyasla artan sayıda kadın, hükümetlerde, işyerlerinde ve sivil toplum örgütlerinde öncülük etmektedir. Ancak bu iyi haberin bir de öteki yüzü vardır. Kadınlar hâlâ daha dünyanın fakir, beslenmeyen ve eğitimsiz nüfusunun çoğunluğunu oluşturmaktadırlar. Hâlâ daha bir savaş taktiği olarak tecavüze maruz kalmakta ve bir milyar dolarlık piyasası olan bir suç endüstrisinde tüm dünyada insan tacirleri tarafından sömürülmektedirler.
Bugün dünyanın çok fazla yerinde kadına yönelik namus cinayetleri, sakat bırakma, kadın sünneti ve diğer şiddet ve aşağılama uygulamaları hâlâ daha tolere edilmektedir. Sadece birkaç ay öncesine kadar Afganistan'da genç bir kız okula giderken, kızların eğitimine karşı olan bir grup adam tarafından yüzüne asit dökülerek kalıcı şekilde gözlerine zarar verilmişti. Kızı ve ailesini korkutma çabaları başarısız olmuştu. Kız şöyle demişti: "Ailem öldürülsem bile okula gitmeye devam edebileceğimi söyledi."
O genç kızın cesareti ve kararlılığı kadın-erkek, hepimize kızlara ve kadınlara layık oldukları hak ve fırsatların düzenlenmesi için elimizden geldiğince çalışmaya devam etmemize bir esin kaynağı oluşturmalıdır. Özellikle de mali krizin ortasında, araştırmaların bize gösterdiklerini hatırlamamız gerekmektedir: Kadınları desteklemek yüksek verimli bir yatırımdır, daha güçlü ekonomiler, daha etkin sivil toplumlar, sağlıklı topluluklar ve daha fazla barış ve istikrarı getirir. Ve kadına yatırım yapmak, gelecek nesilleri desteklemenin bir yoludur: Kadınlar gelirlerinin çoğunu yiyecek, ilaç ve çocukların eğitimine harcamaktadır. Gelişmiş ülkelerde bile kadınlar tam ekonomik güce sahip değildir. Birçok ülkede kadınlar hâlâ aynı iş için erkeklerden daha az para kazanmaktadır. Başkan Obama bu yıl Amerika Birleşik Devletleri'nde bu boşluğu kapatmak amacıyla bir adım atarak kadınların eşit olmayan ödemelere karşı çıkma gücünü güçlendiren 'Lilly Ledbetter Adil Ödeme Akdi'ni imzalamıştır.
Kadınlara adil ödenek, kredilere ulaşma ve işyeri açabilme imkanı verilmelidir. Siyasi eksende de eşitliği hak eden kadınlar, hem oy sandıklarına gidebilme hem de seçilebilme ve hükümette yer alabilme eşitliğini hak etmektedirler. Kendileri ve aileleri için sağlık hizmeti alabilme, çocuklarını -oğullarını ve kızlarını- okula gönderebilme hakları vardır. Ve tüm dünyada barış ve istikrarı sağlamada hayati bir rolleri vardır. Savaşların paramparça ettiği bölgelerde, genelde kadınlar farklılıkları birleştirebilmekte ve ortak yönler keşfetmektedirler.
Yeni görevimde dünyayı dolaşırken, her kıtada tanıdığım kadınları aklımda tutacağım. Bu kadınlar tüm imkansızlıklara rağmen mülk edinebilmek, evliliklerde hak sahibi olabilmek, okula gitmek, ailelerini desteklemek ve hatta barış arabulucusu olmak için yasaları değiştirmek için mücadele eden kadınlardır. Ve diğer ülkelerdeki meslektaşlarımla ve sivil toplum örgütleriyle, işyerleriyle ve bireylerle çalışarak, bu konuları öne çıkarmaya devam edeceğim. Kadın ve kızların tam potansiyel ve kapasitelerini anlamak sadece bir adalet konusu değildir. Küresel barışı, ilerlemeyi ve gelecek nesillerin refahını artırma konusudur.



Hillary Clinton
Zaman Gazetesi
İçin Yazdı

Mavi Melek - avatarı
Mavi Melek
Ziyaretçi
25 Aralık 2009       Mesaj #209
Mavi Melek - avatarı
Ziyaretçi
Asıl katsayı sorunu bu!

Danıştay’ın iptalinden sonra kat sayılar tekrar belirlendi.

Kendi alanıyla ilgili program tercihinde Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanları (AOBP) 0.15, alan dışı tercihte 0.13 ile çarpılacak.

Yani meslek liseleri kendi alanları dışında bir tercih yaparsa, puanları 0.13 ile çarpılacak.

Dezavantajlı durumdalar.

Burada tartışılan ne? 0.15 ve 0.13 kat sayıları.

Ama asıl sorun bu değil?

Asıl sorun 0.13 ve 0.15 ile çarpılan Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanın kendisi.

Yani gizli katsayı.

GİZLİ KATSAYI

Dün Eski Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Prof. Dr. İrfan Erdoğan ile çok keyifli bir sohbette bulundum.

Gizli katsayıyı çok güzel izah etti.

Şöyle ki: 0.15 ve 0.13 ile çarpılan ne?

Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanları. Bu puanlar, her okulun ortalama ÖSS ham puanına göre ayrı ayrı hesaplanıyor. İşte asıl adaletsizlik ve sorunda burada başlıyor.

İyi okullara giden öğrenci, kötü okula giden ve aynı puan alan öğrenciye göre daha avantajlı.

BİR DURUM

Diyelim ki iki öğrenci var ve ikisi de sınavdan 320 puan almış, ama biri çok iyi bir lisede öğrenci, diğeri de kötü bir lisede.

İyi veya kötü olmasına o okullarda sınava giren öğrencilerin ÖSS puan ortalamalarına göre karar veriyoruz.

İyi lisede okuyan öğrencilerin ÖSS puan ortalamaları yüksek olacağı için iyi lisede 320 puan alan öğrencinin Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı, kötü lisede okuyan öğrencininkine göre yüksek olacaktır.

Örneğin, birisi iyi okula gittiği için 100 üzerinden 90 alırken, diğeri sadece 60 alacaktır.

Yani bu sistemde iyi okulda başarılı öğrenci olmak kötü okulda başarılı öğrenci olmaya göre çok avantajlı.

MESLEK LİSELERİNİN DURUMU

Meslek liselerinin ÖSS başarılarının daha düşük olduğunu biliyoruz.

(zaten bundan dolayı ‘bazı’ milletvekilleri çocuklarını yurtdışına gönderiyor.)

Bu da dolayısıyla o okulda okuyan öğrencilerin Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanını düşürüyor ve bu öğrencileri dezavantajlı yapıyor.

Bu dezavantaj içinde 0.15 ve 0.13’un çok da önemi yok zaten.

Asıl düzeltilmesi gereken sorun bu Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı sistemidir.

Tamamen kaldırılmalıdır.


Özgür BOLAT


hurriyet
Mavi Melek - avatarı
Mavi Melek
Ziyaretçi
27 Aralık 2009       Mesaj #210
Mavi Melek - avatarı
Ziyaretçi
Sayıyla kendine gelmek - Can Dundar'dan





NTV'deki "Neden" programında "Aleviler ve Siyaset"i tartıştık. Açılışta Alevi-Bektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Turan Eser'e sordum:
"Neden her seçim öncesi 'Sünniler ve Siyaset' değil de 'Aleviler ve Siyaset' tartışılır?"
Eser, rakamlarla yanıtladı bu soruyu...Verdiği rakamlar, tartışmaya yer bırakmayacak kadar net bir tablo sergiliyordu.
Bu rakamları yorumsuz olarak sizlerle paylaşmak istiyorum:
* * *
Türkiye'de kaç okul var?
67 bin...
Kaç hastane var?
1220...
Kaç sağlık ocağı var:
6 bin 300...
Peki kaç cami var?
85 bin...
Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor.
Peki kaç kilise var?
270...
Kaç cemevi var?
100.
* * *
Türkiye'de kaç doktor var?
77 bin...
Peki kaç din görevlisi var?
90 bin...
Türkiye'de her 900 kişiye bir doktor düşerken, her 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor.
Eğitim-Sen'e göre Türkiye'nin 200 bin öğretmen açığı var.
* * *
Türkiye'de kaç kütüphane var?
1435...
Almanya'da kaç kütüphane var?
11 bin...
Türkiye'nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var?
13...
Kaç kentte kuran kursu var?
81...
Bu kursların toplam sayısı kaç?
3852...
* * *
Türkiye'de 1 opera derneği var; 11 bale, 10 heykel, 18 resim, 18 sinema, 38 tiyatro derneği var.
Peki kaç tane "cami yaptırma derneği" var?
35 bin...
* * *
İçişleri Bakanlığı'nın bütçesi ne kadar?
783 trilyon...
Ulaştırma Bakanlığı'nın?
678 trilyon...
Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın?
677 trilyon...
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın?
632 trilyon...
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın?
280 trilyon...
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın?
249 trilyon...
Çevre ve Orman Bakanlığı'nın?
404 trilyon...
Sadece Sünnileri temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi ne kadar?
1.3 katrilyon...
8 bakanlığın bütçesi kadar...
22 üniversitenin toplam bütçesine denk...
* * *
Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yıldan yıla büyümesine bakalım:
1997'de 66 trilyon.
1998'de 119...
1999'da 180...
2000'de 270...
2001'de 302...
2002'de 553...
2003'te 771...
2004'te 1 katrilyon...
2005'te 1 katrilyon...
2006'da 1,3 katrilyon...
2007'de 1.7 katrilyon...
* * *
Bir ülke, Diyanet'e, bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar pay ayırıyor ve bunu son bir yılda ikiye katlıyorsa, doktordan, öğretmenden fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil cami yaptırıyor, kütüphaneden çok Kuran kursu açıyorsa, o ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez mi?

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap