Ziyaretçi
DİPSİZ KUYU
Büyüyor içimde hasretin. Canımın çeperleri sızlıyor; ne odalara, ne sokaklara sığabiliyorum. Çıkarıp attım bileğimdeki saati, evdeki bütün saatleri kırdım. Saat tik-taklarının, önünde buluşulan saat kulelerinin, birbirini kovalayan akreplerin, yelkovanların anlamı yok artık; hiçbir şeyin anlamı yok. Zamanı durdurdum! Akrebin kıskançlığı sündü, uysal bir kuşa döndü. Birlikte okuduğumuz kitaplar ortak anılarımızın ağırlığıyla yaslı sırtlarını birbirine dayamış, sessizce hüznüme yoldaşlık ediyorlar. Ben onlara bakıyorum, onlar bana… Birine elimi atsam, ateş olup elimi yakıverecek sanki. Suskunum benim!.. Ben saçlarının o reyhan kokusunu içime çekerken sen Neruda’dan şiirler okurdun; kimi kez mırıl mırıl, kimi kez çavlanlaşan sesinle. O kitap içindeki şiirlerle birlikte senin gittiğin eylül sabahına ağlıyor şimdi. Biraz kulak kabartsam iç çekişlerini duyacak gibiyim. Çıldırmaktan korkuyorum!.. Beni bağışla sevgili, en çok sen kızardın bu hâlime görseydin, biliyorum…
Kar yağıyor dışarıda. Göksel bir kuşun beyaz tüyleri gibi… Ne çok severdin karda yürümeyi! Kırmızı atkın ve beren, soğuktan kızarmış yanakların, çakmak çakmak gözlerinle beliriveriyorsun gözlerimin önünde. Kartopu yapıyorsun minik, eldivenli ellerinle ve bana atıyorsun. Ah, senin o hâlini kucaklayamamanın, seni bir daha kucaklayamayacak olmanın çıldırtan hüznü!.. Ne çok anımız var, her mevsime bol bol yetecek kadar, ne çok anı! Sevgin her şeye, seni kuşatan her şeye yeterdi; sevginle beslenen her şey güler, güzelleşirdi. Bir gün bir kucak dolusu çiçek fidesiyle çıkagelmiştin, gözlerinden ışıklar taşırarak. Karagöz çiçekleri, petunyalar, hercai menekşeler… İçim kavruluyor. Nasıl severdin, nasıl her gün konuşurdun onlarla. Ah, onlarla birlikte ben de kurudum. Yok olup toprağa karışsam ben de onlar gibi, unutsam. Gökteki bir yıldız olsam, bulut olsam ya da bir avuç toprak. Rüyalarımda, gri bir boşluğun içinde, ağzını durmaksızın açıp kapayan, gözleri donuk ama pulları pırıl pırıl parlayan balıklar görüyorum. Boğuluyorlar. Soluk alamıyorlar. Suda değiller demek ki. Ama gri, puslu, sisli, tül gibi bir boşluğun içinde yüzüyorlar. Boğulmak üzere olan bir insan gibi soluk soluğa uyanıyorum.
Seninle her ânım bir şölendi. Seni ilk tanıdığım günden beri… Sen benim şölen soframdın. O yıllar önceki, bir ışık gibi yaşamıma girdiğin günden beri. Atkuyruğu saçın, boğazlı uçuk pembe kazağın, seni tüm yaşamın boyunca hep göreceğim gibi, elinin altında tutkuyla okşadığın bir kitapla. Genç doktor adaylarını ağlarına düşürmek için her türlü kurnazca taktiği deneyen diğer kızların arasında duru bir suyu andıran ferah güzelliğin ve içten tavırlarınla ışık gibi, aydınlık bir sabah gibi girdin yaşamıma. Soluğunun havaya karıştığı her yer benim cennetimdi. Şimdi yaşamım bir cehennem. Önce iğnelerle, ilaçlarla ayakta duruyordum; şimdi içkinin o koyu, yoğun, zihnimi uyuşturan esrikliğine sığınıyorum. Ben eskiden bir seninle içerdim, bir de dost sofralarında. Şimdi yalnız içiyorum, ya da tanımadığım tatsız, varlığıyla yokluğu benim için bir insanlarla… Kendimi öldüresiye içiyorum. Cömert bir ****** gibi alkol; cömert, arsız, sakınmasız; istediğini veriyor sana ama için için de çürütüyor seni. Biliyorsun ki bardaktaki, dudağına götürmekte sabırsızlandığın şu ateşten sıvı aslında bir yalan. Onu hem istiyorsun, hem de asla güvenemeyeceğini, ondan kurtulman gerektiğini biliyorsun. Kanına giriyor, seni zehirliyor ama zehirlerken de acılarını unutturuyor. Hep orada, elini uzattığın anda seni kucaklamaya, avutmaya hazır. Kaçmıyor, terk etmiyor seni. Sen kaçtın, sen terk ettin beni. Hani bir şarkı vardı; “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın…” Sen beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın sevgili. Basamaksız, tutanaksız… Beni kör bir karanlığın içinde bırakıp gittin. Yönüm, günüm, güneşim yok artık. Aysız bir gecedeyim artık, dipsiz, kör bir gecede.
Bazen akşamüstleri amaçsızca yürüyorum. Saç sakal bir karış, gözlerim kan çanağı. Yürüyorum ve ayaklarım beni deniz kıyısına götürüyor. Seninle kumsala iner, ayakkabılarımızı çıkarır, ıslak kumların üzerinde yalınayak yürürdük. Senin ayaklarının izi küçücük, benimkilerse kocaman olurdu. Senin eteklerin, benim pantolonumun paçaları ıslanırdı, aldırmazdık. Kahkahandaki minik çıngırak sesleri dalgaların hışırtısına karışırdı. Sen kızardın çıngırak benzetmeme ama ben senin kahkahanda bir yaz balkonunda asılı, pembe deniz kabuklarıyla süslü bir çıngırağın rüzgârda çıkardığı berrak tınıyı bulurdum. Tenin gibi, gözlerin gibi, ruhun gibi…
En sade alyansı seçmiştin. Bana bırakıp da gittin. Çekmecede, benimkini de onun yanına koydum. Eve geliyorum, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey düşünmeden uzanıyorum kanepeye, saatlerce öyle kalıyorum. Sen çok severdin bu kanepeyi, şu yastığa kim bilir kaç kez başını dayamışsındır! Ateş gibi yanan başımı ona dayıyorum. Kaç kez ıslanıp kurumuştur göz yaşlarımla!.. Küllükler ağzına kadar izmarit, yerlerde ayağıma takılan boş şişeler… Gelip birileri dökene, temizleyene kadar öylece kalıyorlar. Bir ölü ne kadar yaşarsa, ne kadar bu yaşamın içindeyse ben de o kadar yaşıyorum, o kadar içindeyim yaşamın…
Yarın sabah köşedeki çiçekçiye gideceğim, senin o çok sevdiğin beyaz şebboylardan bir buket yaptıracağım. Seni yattığın yerde son kez ziyaret edeceğim meleğim. Sonra bu şehirden ebediyen gideceğim, seni ve yüreğimdeki yangını da yanımda götürerek. Sonrası yok, bilmiyorum.
Sponsorlu Bağlantılar
Kar yağıyor dışarıda. Göksel bir kuşun beyaz tüyleri gibi… Ne çok severdin karda yürümeyi! Kırmızı atkın ve beren, soğuktan kızarmış yanakların, çakmak çakmak gözlerinle beliriveriyorsun gözlerimin önünde. Kartopu yapıyorsun minik, eldivenli ellerinle ve bana atıyorsun. Ah, senin o hâlini kucaklayamamanın, seni bir daha kucaklayamayacak olmanın çıldırtan hüznü!.. Ne çok anımız var, her mevsime bol bol yetecek kadar, ne çok anı! Sevgin her şeye, seni kuşatan her şeye yeterdi; sevginle beslenen her şey güler, güzelleşirdi. Bir gün bir kucak dolusu çiçek fidesiyle çıkagelmiştin, gözlerinden ışıklar taşırarak. Karagöz çiçekleri, petunyalar, hercai menekşeler… İçim kavruluyor. Nasıl severdin, nasıl her gün konuşurdun onlarla. Ah, onlarla birlikte ben de kurudum. Yok olup toprağa karışsam ben de onlar gibi, unutsam. Gökteki bir yıldız olsam, bulut olsam ya da bir avuç toprak. Rüyalarımda, gri bir boşluğun içinde, ağzını durmaksızın açıp kapayan, gözleri donuk ama pulları pırıl pırıl parlayan balıklar görüyorum. Boğuluyorlar. Soluk alamıyorlar. Suda değiller demek ki. Ama gri, puslu, sisli, tül gibi bir boşluğun içinde yüzüyorlar. Boğulmak üzere olan bir insan gibi soluk soluğa uyanıyorum.
Seninle her ânım bir şölendi. Seni ilk tanıdığım günden beri… Sen benim şölen soframdın. O yıllar önceki, bir ışık gibi yaşamıma girdiğin günden beri. Atkuyruğu saçın, boğazlı uçuk pembe kazağın, seni tüm yaşamın boyunca hep göreceğim gibi, elinin altında tutkuyla okşadığın bir kitapla. Genç doktor adaylarını ağlarına düşürmek için her türlü kurnazca taktiği deneyen diğer kızların arasında duru bir suyu andıran ferah güzelliğin ve içten tavırlarınla ışık gibi, aydınlık bir sabah gibi girdin yaşamıma. Soluğunun havaya karıştığı her yer benim cennetimdi. Şimdi yaşamım bir cehennem. Önce iğnelerle, ilaçlarla ayakta duruyordum; şimdi içkinin o koyu, yoğun, zihnimi uyuşturan esrikliğine sığınıyorum. Ben eskiden bir seninle içerdim, bir de dost sofralarında. Şimdi yalnız içiyorum, ya da tanımadığım tatsız, varlığıyla yokluğu benim için bir insanlarla… Kendimi öldüresiye içiyorum. Cömert bir ****** gibi alkol; cömert, arsız, sakınmasız; istediğini veriyor sana ama için için de çürütüyor seni. Biliyorsun ki bardaktaki, dudağına götürmekte sabırsızlandığın şu ateşten sıvı aslında bir yalan. Onu hem istiyorsun, hem de asla güvenemeyeceğini, ondan kurtulman gerektiğini biliyorsun. Kanına giriyor, seni zehirliyor ama zehirlerken de acılarını unutturuyor. Hep orada, elini uzattığın anda seni kucaklamaya, avutmaya hazır. Kaçmıyor, terk etmiyor seni. Sen kaçtın, sen terk ettin beni. Hani bir şarkı vardı; “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın…” Sen beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın sevgili. Basamaksız, tutanaksız… Beni kör bir karanlığın içinde bırakıp gittin. Yönüm, günüm, güneşim yok artık. Aysız bir gecedeyim artık, dipsiz, kör bir gecede.
Bazen akşamüstleri amaçsızca yürüyorum. Saç sakal bir karış, gözlerim kan çanağı. Yürüyorum ve ayaklarım beni deniz kıyısına götürüyor. Seninle kumsala iner, ayakkabılarımızı çıkarır, ıslak kumların üzerinde yalınayak yürürdük. Senin ayaklarının izi küçücük, benimkilerse kocaman olurdu. Senin eteklerin, benim pantolonumun paçaları ıslanırdı, aldırmazdık. Kahkahandaki minik çıngırak sesleri dalgaların hışırtısına karışırdı. Sen kızardın çıngırak benzetmeme ama ben senin kahkahanda bir yaz balkonunda asılı, pembe deniz kabuklarıyla süslü bir çıngırağın rüzgârda çıkardığı berrak tınıyı bulurdum. Tenin gibi, gözlerin gibi, ruhun gibi…
En sade alyansı seçmiştin. Bana bırakıp da gittin. Çekmecede, benimkini de onun yanına koydum. Eve geliyorum, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey düşünmeden uzanıyorum kanepeye, saatlerce öyle kalıyorum. Sen çok severdin bu kanepeyi, şu yastığa kim bilir kaç kez başını dayamışsındır! Ateş gibi yanan başımı ona dayıyorum. Kaç kez ıslanıp kurumuştur göz yaşlarımla!.. Küllükler ağzına kadar izmarit, yerlerde ayağıma takılan boş şişeler… Gelip birileri dökene, temizleyene kadar öylece kalıyorlar. Bir ölü ne kadar yaşarsa, ne kadar bu yaşamın içindeyse ben de o kadar yaşıyorum, o kadar içindeyim yaşamın…
Yarın sabah köşedeki çiçekçiye gideceğim, senin o çok sevdiğin beyaz şebboylardan bir buket yaptıracağım. Seni yattığın yerde son kez ziyaret edeceğim meleğim. Sonra bu şehirden ebediyen gideceğim, seni ve yüreğimdeki yangını da yanımda götürerek. Sonrası yok, bilmiyorum.

Anlayana
