Arama

Kur'an'ın Bilimsel Mucizeleri - Sayfa 4

Güncelleme: 3 Kasım 2010 Gösterim: 111.732 Cevap: 82
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Aralık 2005       Mesaj #31
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YARILAN YERYÜZÜ

Dönüşlü olan göğe andolsun. Yarılan yere de. (Tarık Suresi, 11-12)

Sponsorlu Bağlantılar
Yukarıdaki ayette geçen Arapça "sad'a" kelimesi Türkçede "çatlama, yarılma, ayrılma" anlamlarına gelmektedir. Allah'ın yerin yarılması üzerine yemin etmesi, Kuran'ın diğer bilimsel mucizelerinde olduğu gibi burada da dikkat çekici bir duruma işaret etmektedir.


yeryuzu yeryuzu2
Yukarıdaki temsili resimlerde yeryüzünün kırıklı yapısı görülmektedir. Yer kabuğunun altındaki magma tabakası, bu kırıklı yapı sayesinde dışarıya çıkış imkanı bulur; böylece yeryüzünün ısısı önemli ölçüde azalmış olur.

1945-46 yıllarında, bilim adamları mineral kaynaklarını araştırmak için ilk kez deniz ve okyanusların diplerine indiler. Araştırmalarında dikkati çeken en önemli noktalardan biri Dünya'nın kırıklı yapısı oldu. Dünya'nın dış yüzeyindeki kayalık tabaka; kuzey-güney ve doğu-batı doğrultulu olup, on binlerce kilometre uzunluğunda çok sayıda geniş çatlak (fay) ile yarılmıştı. Ayrıca bilim adamları 100-150 km derinde, denizlerin ve okyanusların altında erimiş magmanın bulunduğunu fark ettiler.
İşte bu kırık ve çatlaklar nedeniyle, denizlerin ortasında yer alan dağlardan dışarı lavlar akar. Yeryüzünün bu kırıklı yapısı sayesinde, önemli miktarda ısı dışarı atılır ve erimiş kayaların büyük bir kısmı okyanuslardaki tepeleri oluşturur. Eğer yeryüzünün, kabuğundan yüksek miktarda ısının dışarı çıkmasına olanak veren bu yapısı olmasaydı, Dünya üzerinde hayat imkansız olurdu.40
Kuşkusuz tespit edilmesi böylesine teknoloji gerektiren bir bilginin, 1400 sene evvel haber verilmiş olması Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun delillerinden biridir.
volkan
Eğer yeryüzünün, kabuğundan yüksek miktarda ısının dışarı çıkmasına olanak veren yapısı olmasaydı, Dünya üzerinde hayat imkansız olurdu.
Son düzenleyen Blue Blood; 26 Aralık 2005 13:22
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Aralık 2005       Mesaj #32
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DEMİRDEKİ SIR
demirkulce
Sponsorlu Bağlantılar
Demir külçesi



Demir, Kuran'da dikkat çekilen elementlerden biridir. Kuran'ın "Hadid", yani "Demir" adlı Suresi'nde şöyle buyrulur:
... Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik... (Hadid Suresi, 25)


Demir dünya üzerinde üçüncü en yaygın elementtir ve yer kabuğunun yüzde beşini oluşturur. Demir elementi, Dünya'da bu kadar fazla miktarda bulunmasına karşın, demirin oluşumu Dünya dışında gerçekleşmiştir. Modern astronomik bulgular, Dünya'daki demir madeninin dış uzaydaki dev yıldızlardan geldiğini ortaya koymuştur.41
Kuran'da bu bilimsel gerçek mucizevi bir şekilde bildirilmektedir.
Hadid Suresi'nin 25. ayetinde, demir için kullanılan "enzelna" yani "indirme" kelimesi, mecazi olarak insanların hizmetine verilme anlamında düşünülebilir. Fakat kelimenin, yağmur ve güneş ışınları için kullanılan "gökten fiziksel olarak indirme" şeklindeki gerçek anlamı dikkate alındığında, ayetin yukarıda ifade ettiğimiz bu önemli bilimsel gerçeğe işaret ettiği görülmektedir. Sadece Dünya'daki değil, tüm Güneş Sistemi'ndeki demir, dış uzaydan elde edilmiştir. Çünkü Güneş'in sıcaklığı demir elementinin meydana gelmesi için yeterli değildir. Güneş'in 6000 0C'lık bir yüzey ısısı ve 20 milyon 0C'lik bir çekirdek ısısı vardır. Demir ancak Güneş'ten çok daha büyük yıldızlarda, birkaç yüz milyon dereceye varan sıcaklıklarda oluşabilmektedir. Nova veya Süpernova olarak adlandırılan bu yıldızlardaki demir miktarı belli bir oranı geçince, artık yıldız bunu taşıyamaz ve patlar. Demirin uzaya dağılması işte bu patlamalar sonucunda mümkün olur.42


Bilimsel bir kaynakta bu konu ile ilgili olarak şu bilgiler yer almaktadır:
Daha yaşlı Süpernova olaylarını gösteren deliller de vardır: Deniz tabanında biriken demir-60 yaklaşık 5 milyon yıl önce Güneş'ten 90 ışık yılı uzaklıkta meydana gelen bir Süpernova patlamasının delili olarak yorumlanmıştır. Süpernova patlamasında oluşan demir-60, 1.5 milyon yıl yarılanma ömrü olan radyoaktif bir izotoptur. Dünya'nın yer altı katmanlarında bulunan demir-60 izotopu, yakın uzayda bulunan elementlerin nükleosentez geçirip, önce Dünya atmosferine oradan da yer altı katmanlarına saplanması sonucu oluşmuştur.43


Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi demir madeni Dünya'da oluşmamış, Süpernovalardan taşınarak, aynı ayette bildirildiği şekilde "indirilmiştir". Bu bilginin Kuran'ın indirilmiş olduğu 7. yüzyılda bilimsel olarak tespit edilemeyeceği ise açıktır. Ancak bu gerçek, herşeyi sonsuz bilgisiyle kuşatan Allah'ın sözü olan Kuran'da yer almaktadır.


Günümüz astronomi bilgileri bize diğer elementlerin de Dünya'nın dışında oluştuğunu göstermektedir. Ayetteki "demiri de indirdik" ifadesinde geçen "de" vurgusu bu gerçeğe dikkat çekiyor olabilir. Ancak ayette, demire özellikle dikkat çekilmesi ise, 20. yüzyılın sonlarında elde edilen bilgiler dikkate alındığında son derece düşündürücüdür. Ünlü mikrobiyolog Micheal Denton, Nature's Destiny (Doğa'nın Kaderi) adlı kitabında demirin önemini şu sözleriyle vurgulamıştır:
Tüm metaller içinde demirden daha çok hayati önem taşıyanı yoktur. Bir yıldızın çekirdeğinde demirin birikmesi süpernova patlamasını tetikler ve böylece hayat için gerekli olan atomların tüm evrene yayılmasına imkan verir. Demir atomlarının Dünya'nın ilk aşamalarında çekirdekte oluşturduğu yerçekimiyle üretilen ısı, Dünya'nın başlangıçtaki kimyasal farklılıklarına neden olmuş ve atmosferin oluşumu ile sonuçta hidrosferin meydana gelmesini sağlamıştır. Dünya'nın merkezinde bulunan erimiş demir, dev bir mıknatıs görevi yapar ve dünyanın manyetik alanını oluşturur. Bu alan sayesinde Dünya'nın yüzeyini yüksek enerjili yıkıcı kozmik radyasyondan koruyan Van Allen radyasyon kuşakları oluşur ve hayati önem taşıyan ozon tabakasını kozmik ışın yıkımından korur.
Demir atomu olmaksızın evrende karbona bağlı yaşam olması mümkün olmazdı; süpernovalar olmaz, Dünya'nın ilk dönemlerinde ısınması gerçekleşmez, atmosfer ya da hidrosfer olmazdı. Koruyucu manyetik alan olmaz, Van Allen radyasyon kuşakları oluşmaz, ozon tabakası olmaz, (insan kanında) hemoglobini meydana getirecek hiçbir metal bulunmaz, oksijenin reaktifliğini yatıştıracak metal oluşmaz ve oksidasyona dayanan bir metabolizma meydana gelmezdi.


Hayat ve demir ile kanın kırmızı rengiyle uzaktaki bir yıldızın ölümü arasındaki bu gizemli ve yakın ilişki sadece metallerin biyoloji açısından önemli olduğunu göstermekle kalmaz, aynı zamanda evrenin biyolojik yönden önemini vurgular.44


demir
El-Hadid Suresi Kuran'ın 57. suresidir, El-Hadid kelimesinin Arapça'daki sayısal değeri ise 57'dir. Sadece "hadid" kelimesinin sayısal değeri 26'dır. Yandaki periyodik cetvelde de görüldüğü gibi 26 sayısı demirin atom numarasıdır. Üstün kudret sahibi olan Allah, Hadid Suresi'nde indirdiği ayetle hem demirin nasıl oluştuğuna dikkat çekmekte hem de ayetin içerdiği matematiksel şifreler ile bilimsel bir mucizeyi bize göstermektedir.



Demir atomunun önemi, bu açıklamalarla rahatlıkla anlaşılmaktadır. Kuran'da özellikle demire dikkat çekilmesi de bu madenin önemini vurgulamaktadır. Peygamberimiz (sav) döneminde demir kullanılıyor ve çeşitli aletler imal ediliyordu; ancak demirin insan hayatındaki önemi hakkındaki bilgiler çok yetersizdi. Dünyanın çekirdeğinde demir bulunduğu, insanın kanında demir olduğu ve demirin canlılık için hayati önemi, 20. yüzyıla kadar henüz bilinmeyen gerçeklerdi. Tüm bunların yanı sıra Kuran'da demirin önemine dikkat çeken bir sır daha vardır.
İçinde demirden bahsedilen Hadid Suresi'nin 25. ayeti iki matematiksel şifre içermektedir:
"El-Hadid", Kuran'ın 57. suresidir. "El-hadid" kelimesinin Arapçadaki sayısal değeri, yani ebcedi hesaplandığında karşımıza çıkan rakam da aynıdır: "57". (Ebced hesapları ile ilgili bilgi için bkz. Kuran'da Ebced Hesabı bölümü)
Sadece "hadid" kelimesinin sayısal değeri 26'dır. 26 sayısı ise demirin atom numarasıdır.
Öte yandan 2004 yılında gerçekleştirilen bir kanser tedavisinde demir oksit tanecikleri kullanıldı ve olumlu gelişmeler kaydedildi. Almanya'daki dünyaca ünlü Charite Hastanesi'nde doktor Andreas Jordan başkanlığındaki ekip, kanser hastalığının tedavisi için geliştirdiği yeni bir yöntemle -manyetik likid hipertermia (yüksek ısılı manyetik sıvı)- kanser hücrelerini yok etmeyi başardı. Hastanede ilk kez 26 yaşındaki Nikolaus H. adlı bir öğrenciye uygulanan bu yöntem sonucunda, bu kişide üç aydır yeni kanser hücrelerine rastlanılmadı.


Kullanılan bu tedavi şekli özetle şu şekildedir:
1- İçinde demir oksit tanecikleri bulunan sıvı, özel bir şırıngayla tümörün içine gönderiliyor. Bu tanecikler, tümör hücrelerine dağılıyor. Bu sıvının 1cm3'ünde demir oksitten oluşan ve alyuvarlardan 1.000 kat daha küçük milyonlarca parçacık bulunmakta ve bunlar kolaylıkla kan damarlarında dolaşabilmektedir.45
2- Hasta, daha sonra güçlü manyetik etkisi olan bir aletin altına yatırılıyor.
3- Dışarıdan uygulanan bu manyetik akım, tümörün içindeki demir taneciklerini hareketlendirmeye başlıyor. Bu esnada demir oksit tanecikleri içeren tümördeki ısı artı 45 0C'ye kadar çıkıyor.
4- Sıcağa karşı kendini koruyamayan kanser hücreleri birkaç dakika içinde zayıflatılıyor ya da yok ediliyor. Daha sonra yapılan kemoterapiyle tümör tamamen kaybolabiliyor.46


Bu tedavide sadece kanserli hücreler, demir oksit parçacıkları içerdikleri için, sağlıklı hücreler manyetik akımdan olumsuz etkilenmemektedir. Bu yöntemin yaygınlaştırılması, ölümcül olabilen bu hastalığın tedavisi açısından çok büyük bir gelişmedir. Kanser gibi yaygın bir hastalığın tedavisinde, Kuran'daki ifadeyle "insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demir"in kullanılması son derece dikkat çekicidir. (Hadid Suresi, 25) Nitekim Kuran'da bu ayetle demirin insan sağlığı açısından bu yöndeki faydalarına da işaret ediliyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)
Son düzenleyen Blue Blood; 27 Aralık 2005 13:05
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Aralık 2005       Mesaj #33
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
PETROLÜN OLUŞUMU

Rabbinin yüce ismini tesbih et, ki O, yarattı, 'bir düzen içinde biçim verdi', takdir etti, böylece yol gösterdi, 'yemyeşil-otlağı' çıkardı. Ardından onu kuru, kara bir duruma soktu. (A'la Suresi, 1-5)

Bilindiği gibi petrol, denizlerdeki bitki ve hayvanların çürüdükten sonraki kalıntılarından oluşur. Bu kalıntılar deniz yatağında milyonlarca yıl boyunca çürüdükten sonra, geriye yalnızca yağlı maddeler kalır. Çamur ve büyük kaya katmanları altında kalan yağlı maddeler de petrol ve gaza dönüşür. Yerkabuğundaki hareketlenmeler bazen denizlerin kara parçaları haline gelmesine ve petrol içeren kayaların binlerce metre derine gömülmesine yol açar. Oluşan petrol de bazen kaya tabakalarındaki gözeneklerden sızarak kilometrelerce derinden yüzeye çıkar ve burada buharlaşarak (gaz haline dönüşerek) geriye zift birikintisi bırakır.
Ala Suresi'nin ilk dört ayetinde dikkat çeken üç husus petrolün oluşum aşamalarıyla son derece parelellik içindedir. Öncelikle otlak, kır, çayır anlamlarına gelen "elmer'a" ifadesi ile petrolün oluşumundaki organik kökenli maddelere işaret olması son derece muhtemeldir. Ayette ikinci dikkat çekici kelime ise siyaha çalan yeşil, yeşile çalan siyah, karamsı, esmer, isli renkleri tarif etmek için kullanılan "ahva" kelimesidir. Bu kelime de yer altında biriken bitki atıklarının zaman içinde siyaha dönüşmesi olarak düşünülebilir. Çünkü bu kelimeler üçüncü bir kelime ile -"gusaen"le- desteklenmektedir. Kimi meallerde çer-çöp, süprüntü olarak çevrilen "gusaen" kelimesi, sel suyunun otları, çöpleri birbirine katarak sürükleyip getirdiği ve derelerin etrafına fırlattığı ot, çöp, yaprak ve köpük gibi karışım anlamına da gelmektedir. Bu kelime, içerdiği "kusma, istifrağ etme" anlamından ötürü kimi kaynaklarda "sel kusuğu" olarak tercüme edilmekte ve toprağın petrolü kusması olarak tarif edilmektedir. Nitekim petrolün oluşumu, ortaya çıkış şekli, köpüklü görünümü, rengi göz ününde bulundurulduğunda, ayetlerde kullanılan kelimelerin ne kadar hikmetli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
Görüldüğü gibi ayetteki bitkinin kara ve akışkan bir sıvıya dönüşmesi petrolün oluşumu ile son derece benzerdir. Petrolün oluşumu hakkında bilgi sahibi olunmadığı bir dönemde, böylesine uzun yılları kapsayan bir oluşumun tarif edilmesi, kuşkusuz Kuran'ın Allah'ın vahyi olduğunun bir başka delilidir.
Son düzenleyen Blue Blood; 30 Aralık 2005 16:00
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Aralık 2005       Mesaj #34
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ZAMANIN GÖRECELİĞİ
Kur'an'ın Bilimsel Mucizeleri
Zamanın göreceliği konusu bugün ispatlanmış bilimsel bir gerçektir. Ancak bu gerçek, yüzyılın başlarında Einstein'ın görecelik kuramı ile ortaya çıkmıştır. O döneme dek insanlar zamanın göreceli bir kavram olduğunu, ortama göre değişkenlik gösterebileceğini bilmiyorlardı. Ama ünlü bilim adamı Albert Einstein, görecelik kuramı ile bu gerçeği açık olarak ispatladı. Zamanın, kütleye ve hıza bağımlı bir kavram olduğunu ortaya koydu. İnsanlık tarihi boyunca hiç kimse bu konuyu açıkça dile getirmemişti.

Tek bir istisnayla; Kuran'da, zamanın izafi olduğunu gösteren bilgiler veriliyordu. Bu konuyla ilgili bazı ayetleri şöyle sıralayabiliriz:
... Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir. (Hac Suresi, 47)
Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir. (Secde Suresi, 5)
Melekler ve Ruh (Cebrail), O'na, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir. (Mearic Suresi, 4)

610 yılında indirilmeye başlanan Kuran'da böylesine açık bir şekilde zamanın göreceliğinden bahsediliyor olması, onun İlahi bir kitap olduğunun bir başka delilidir.
Son düzenleyen Blue Blood; 31 Aralık 2005 13:20
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Ocak 2006       Mesaj #35
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ALTI GÜNDE YARATILIŞ


Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır… (Araf Suresi, 54)
Kuran ile modern bilim arasındaki uyumun bir örneği, evrenin yaşı konusudur: Kozmologlar evrenin yaşını 16-17 milyar yıl olarak hesaplamışlardır. Kuran'da ise tüm evrenin 6 günde yaratıldığı açıklanmaktadır. İlk bakışta farklı gibi görünen bu zaman dilimleri arasında aslında çok şaşırtıcı bir uyum vardır. Gerçekte, evrenin yaşı ile ilgili elimizde bulunan bu iki rakamın her ikisi de doğrudur. Yani evren, Kuran'da bildirildiği gibi 6 günde yaratılmıştır ve bu süre bizim zamanı algıladığımız şekliyle 16-17 milyar yıla karşılık gelmektedir.
1915 yılında Einstein, zamanın göreceli olduğunu, mekana, seyahat eden kişinin süratine ve o andaki yerçekimi kuvvetine bağlı olarak zamanın akış katsayısının da değiştiğini öne sürmüştür. Kuran'da 7 farklı ayette bildirilen evrenin yaratılış süresinin, zamanın akış katsayısındaki bu farklılıklar göz önünde bulundurulduğunda bilim adamlarının tahminleri ile büyük bir paralellik içinde olduğu görülür. Kuran'da bildirilen 6 günlük süreyi, 6 devre olarak da düşünebiliriz. Çünkü zamanın göreceliği dikkate alındığında, "gün" sadece bugünkü koşullarıyla, Dünya üzerinde algılanan 24 saatlik bir zaman dilimini ifade etmektedir. Ancak evrenin bir başka yerinde, bir başka zamanda ve koşulda, "gün" çok daha uzun sürelik bir zaman dilimidir. Nitekim bu ayetlerde (Secde Suresi, 4; Yunus Suresi, 3; Hud Suresi, 7; Furkan Suresi, 59; Hadid Suresi, 4; Kaf Suresi, 38; Araf Suresi, 54) geçen 6 gün (sitteti eyyamin) ifadesindeki "eyyamin" kelimesi, "günler" anlamının yanı sıra "çağ, devir, an, müddet" anlamlarına da gelmektedir.
Evrenin ilk dönemlerinde, zaman bugün alışık olduğumuz akış hızından çok çok daha hızlı akmıştır. Bunun nedeni şudur: Big Bang anında evren çok küçük bir noktaya sıkıştırılmıştı. Bu büyük patlama anından bu yana evrenin genişlemesi ve evrenin hacminin gerilmesi, evrenin sınırlarını milyarlarca ışık yılı uzağa taşıdı. Nitekim Big Bang'den bu yana uzayın geriliyor olmasının evren saatinin üzerinde çok önemli sonuçları oldu.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ocak 2006       Mesaj #36
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ünlü baharatları yüzünden döneminin önemli ticaret merkezlerinden biri olan Ubar, İskenderiye, Şam ve Kudüs’e yapılan seferlerle çölün ortasında filizlenmiş ve bir gün ansızın ortadan kaybolmuştu.
Söylentilere göre şehirde baş gösteren sapkınlık sonucu Yaradan’ın gazabına uğramışlardı. Kur’an-ı Kerim’de, Binbir Gece Masalları’nda ve dilden dile aktarılan hikâyelerde bahsi geçen bu gizemli şehir, kaşiflerin ve arkeologların listesinde her zaman bir numara oldu. Kim burayla ilgilendiyse çölde kayboldu. Ubar’dan haber alınamadı. Ve şehir, efsanelerin dinginliğine terk edildi… Ta ki, belgesel yapımcısı ve maceraperest Nicholas Clapp, NASA’dan jeolog Dr. Ronald Blom, kariyerinin doruklarındaki arkeolog Dr. Juris Zarins ve Guinness Rekorlar Kitabı’na göre ‘yaşayan en başarılı kaşif’ olarak isimlendirilen Sir Ranulph Fiennes’den oluşan ekip bir araya gelene kadar. Turkuaz, gelişmiş uzay teknolojisini de kullanan ekibin 90’lı yılların başında Ubar’ı ya da Kur’an’da yer alan adı ile İrem’i keşfetmelerinin izini sürdü.
Uzay mekiği Challenger, rutin mekik uçuşlarından birini gerçekleştiriyordu. Mürettebat dünyanın etrafındaki 95. turlarını tamamlamış, kendilerinden beklenen deneyleri tamamlamıştı. 96. dönüş öncesi mekiğin koordinatları değiştirildi, yeni değerler bilgisayara girildi. Yeni dönüş çizgisi, Arabistan Yarımadası’nın ucundaki Umman üzerinden geçiyordu. Mekiğin bu kez, öncekilerden çok farklı bir hedefi vardı. Kur’an’da, Arap edebiyatında, Yunan ve eski Roma kaynaklarında bahsi geçen efsanevi kent Ubar’ın yerini tespit etmeye çalışacaktı. Bundan önce de sayısız maceracı, arkeolog ve de yağmacı, Ubar’ı gün yüzüne çıkarmaya niyetlenmiş; ama hepsinin eli böğründe kalmıştı. Neredeyse Ubar için, ‘boşuna uğraşıyoruz, bu sadece bir efsane’ kanaati yerleşiyordu ki, uzay teknolojisi imdada yetişti. Ubar’a dair ciddi bulgular olduğuna kanaat getiren ve anlatılanlardan etkilenen NASA’daki bilim adamları, mekiğin rotasının değiştirilmesine onay verdi. Rub al Khali olarak bilinen noktanın üzerine gelen mekik, kumların altında yatanları daha iyi gösterecek güce sahip radar sinyallerini hedefine yolladı. NASA’nın Jet Propulsion laboratuvarına yollanan fotoğraflara, aynı nokta üzerinden geçen diğer iki uydudan çekilen görüntüler de eklendi. Veriler masaya yatırıldı. Bilgisayarda zenginleştirildi ve manzara netleşti. Birtakım jeolojik düzensizlikler göze çarpıyordu. Soluklar tutuldu ve karara varıldı: ‘Beyler, Ubar’ı bulduk!..’
Ubar’ı bulan ekip de bir macera filminin castinde rol alsa sırıtmayacak nitelikteydi. Ekibin başı olan Juris Zarins, 1945 doğumlu bir Alman’dı. Amerika’da büyümüş, ülkenin önde gelen arkeologlarından biri olmuştu. Suudi Arabistan Krallığı antika bölümlerine arkeoloji danışmanlığı yaptığı yıllarda Suudi Arabistan, Mısır, Umman ve Yemen’de sayısız arkeoloji çalışmalarında bulunmuş, Ubar söylentileriyle o dönemde tanışmıştı. Kendisinden önce yola çıkanlar 1930, 1947 ve 1953’te hayal kırıklığına uğramış, seferden elleri boş dönmüştü. 1992’de Ubar’ın uzay teknolojisinin de yardımıyla ortaya çıkarılması, oldukça ses getirmiş, aynı zamanda Discover, Time ve Newsweek tarafından o yılın en çok ses getiren 10 buluşundan biri olarak gösterilmişti. 5 Şubat 1992’de, vaktiyle Arabistanlı Lawrence tarafından ‘Kumların Atlantis’i olarak tanımlanan, Kur’an-ı Kerim’de de ‘Kuleler Şehri’ olarak isimlendirilen efsanevi Ubar şehrinin kalıntılarının bulunduğu ilan edildiğinde, arkeoloji dünyasının gündemine bomba gibi düşen bu olay, aynı zamanda dünya kamuoyunu da bir süre meşgul etmişti. İlk kez, uzay teknolojisi, dinî kaynaklı bir iddianın gerçekliğini araştırmak için devreye girmiş, sıkı elemanlardan oluşan bir kadroyla yapılan expedisyon sonucu da varlığı ve yokluğuna dönük söylentilerle bir muamma topuna dönüşen Ubar’dan artakalanlara ulaşılmıştı. Araştırmacılara göre Ubar, tarihte bilinen ilk reçine ve tütsü üretim merkezlerinden biriydi. Yıkıntılara ulaşılabilmesi için şiddetli kum fırtınaları ve ölümcül çöl yılanları ile mücadele etmek zorunda kalan ekip, Ubar’ın sekizgen kulelerinden ve 15 metreye varan sur duvarlarından artakalan yıkıntılara ulaştıklarında, tarih ile teknolojiyi harmanlamanın ödülünü alıyorlardı.
Ekibin dişli üyelerinden, San Diego Üniversitesi Jeoloji Bölümü’nden ve aynı zamanda NASA’ya bağlı Jet Propulsion Laboratuvarı’nda da görevli Jeoloji Profesörü Ronald Blom’a göre, Ubar’ı, uzay mekiğinin desteğiyle bulmuşlardı. Blom, ‘Challenger’daki radarlar ve optik kameralar tarafından çekilen ve bizim ‘false colour’ dediğimiz teknikle analiz edilen resimlerde göze çarpan antik çöl yollarını takip ederek şehre ulaştık.’ derken, konuyla ilgili araştırmaları bulunan din alimi Abdullah Yusuf Ali ise Ubar’ın Kur’an’da bahsi geçen İrem şehri olduğunu söylüyor. Ali’ye göre İrem, Ad kavminin başkentiydi. Zaten keşiften çok öncesinde de İngiliz araştırmacı Bertram Thomas’ın 1932’de kaleme aldığı ‘Arabia Felix’ isimli eserde de İrem’e atıfta bulunuluyordu. Thomas da İrem ile oldukça ilgilenmiş, hatta bölgedeki Arapların kendisine gösterdiği patika izlerinden hareketle İrem’in yerini tespit ettiğini iddia etmişti. Araştırmalarını tamamlayamadan ölünce, İrem de onunla birlikte tarihin sandukasında beklemeye bırakıldı. Ta ki, maceracı Clapp, hadiseye el atana kadar. İrem’i bulma fikri ilk olarak, 1981’de Los Angeles’lı belgesel yapımcısı; ama daha da önemlisi bir maceraperest olan Nicholas Clapp’in aklına düşmüştü. Arap tarihinin gizemli sayfalarına ilgisini hiç saklamayan Clapp, Thomas’ın izinden giderek kayıp şehri bulmayı kafaya koyduğunda, ekibini toparlamaya soyundu. Thomas’ın yazdıklarını inceleyen Clapp de kitapta bahsedilen bu kayıp şehrin varlığına inanmıştı; ama bir türlü bulunamıyordu. ‘O halde büyük resmi görmek için, daha da yukarılardan bir yerlerden bakmalıydık diye düşündüm ve aklıma NASA geldi.’ diyen Clapp, uzun bir uğraşıdan sonra uzay mekiğinden bu bölgenin resimlerinin çekilmesi için gereken izinleri aldı. ‘Her halükarda elimizdekileri güçlendirecek tarihî vesikalara da ihtiyaç vardı.’ diyen macera tutkunu Clapp, soluğu Californiya’daki Huntington Kütüphanesi’nde aldı. Kısa bir araştırmadan sonra ünlü coğrafyacı Batlamyus tarafından MS 200 yılında çizilmiş bir harita geçti eline. Harita, söz konusu bölgedeki eski bir şehrin yerini ve bu şehre giden yolları gösteriyordu. Mekiğin çektiği fotoğraflar da gelmişti. ‘Uzaktan algılama’ tekniği ile çekilen fotoğraflarda yerden çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan; ancak havadan net olarak görülebilen bazı yol izleri bariz şekilde görünüyor, hem haritadaki hem de uzaydan çekilen fotoğraflarda görülen yollar birbirleriyle kesişiyorlardı. Kesişen noktalarda kazılar başlayınca, ‘Kumların Atlantis’i Ubar’ da ortaya çıkıyordu.
Her ne kadar bazı arkeoloji çevreleri, Ubar’ın sadece bir efsaneden ibaret olduğunu savunsa da Zarins kendinden emin bir şekilde, ‘Klasik metinlere ve Arap tarihi kaynaklarına bakarsanız Ubar, bazılarının iddia ettiği gibi, sadece bir şehre değil, bir kavme, insanlar topluluğuna ve bölgeye verilen isim. İtiraz edenler bu noktayı ıskalıyor.’ diyor ve ekliyor: ‘Ubar vardı ve biz de onu bulduk!’
‘NASA bulmadı, biz bulduk!’
Sir Ranulph Fiennes’ göre, kazı ekibinin NASA’yı ikna etmesi çok uzun sürmüş. ‘Biz üç aşağı beş yukarı şehri bulmuştuk ki; ancak mekiği üzerimizden uçurmaya ikna oldular. Evet, geldiler. En azından çektikleri fotoğraflar emin olmamızı sağladı, kazı yapacağımız alanları azalttı; ama asıl işi biz yaptık!’ diyen Sir, New York Times’ı da suçluyor, ‘Başarımızı sadece NASA’ya mal ettiler, gerçeği anlatmamıza rağmen haberi de geri çekmediler...’
12 katlı yüksek binaları ile birlikte bütün şehir kumlara gömüldü Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden Abdülbaki Güneş’in ‘Kur’an Kıssaları ve Medeniyetlerin İnşası’ adlı kitabı, türüne ender rastlanacak eserlerden. Eser, Kur’an’da bahsi geçen helak olmuş kavimleri mercek altına alıyor. Güneş, Kur’an’da Ad kavminin, yüksek binalar inşa ettikleri için ‘zatü’l-imad’ yani, ‘yüksek sütun sahibi’ diye nitelendirildiğini söylüyor. Dünyada bu tür binaları ilk defa onlar inşa etmiş. Rivayetlere göre Ad kavminin lideri Şeddad b. Ad, İlahi kitaplarda cennetin niteliklerini okumuş ve benzerini inşa etmeye karar vermiş. Altın, gümüş, yakut vb. değerli maddeleri kullanarak saraylar yaptırmış, her türlü sebze ve meyvenin yetiştiği bahçeler ve bunları sulayacak kanallar inşa ettirmiş. Kur’an; Ad kavminin, ihtişam ve debdebelerinin göstergesi olmaktan öte bir anlam taşımayan yüksek binalar ve anıtlar diktiklerinden söz ediyor. Eğlenme, zevk-ü sefa peşinde koşma, israfa dayalı lüks bir hayatı tercih etme, kısacası hedonist bir yaşam sürmekten başka bir amaç taşımayan bu insanlar, ölüm ötesi hayat için herhangi bir hazırlık içinde olmamışlar. Kur’an’da; Ad kavminin, dünya zevklerine dalıp insanî erdemlerden uzaklaşarak aşağı sosyal katmanlara mensup insanlara zulmettikleri görülüyor. Ayette, kavmin kendisine azap getirecek olan bulutu gördüğü; ancak bunun gerçekte ne olduğunu anlayamadıkları ve bir yağmur bulutu sandıkları belirtilmekte. Çünkü çöl kumunu kaldırarak ilerlemekte olan bir kasırga da uzaktan bir yağmur bulutuna benziyor. Bir kum fırtınasının ilk işareti, kuvvetli rüzgârla savrulan ve yükselmekte olan akımlarla yüzlerce metre yükseğe çıkan kumla dolu bir buluttur. Nitekim Ubar, metrelerce kalınlıktaki bir kum tabakasının altından çıkarıldı. Fransız Ça m’Interesse dergisi aynı tespiti şu ifadeyle bildirir: “Ubar, çıkan bir fırtına neticesinde 12 metre kumun altına gömülmüştü.” Kavmin tüm verimli ekili tarlaları, su kanalları, barajları kumlarla kaplanmış, tüm şehir ve içindekiler diri diri kuma gömülmüşlerdir. Kavim helak edildikten sonra da zamanla genişleyen çöl, bu kavimden hiçbir iz bırakmayacak şekilde üzerlerini örtmüştür. Ubar’ın bugünkü halini gören kimse, bir zamanlar buralarda şanlı ve çok güçlü bir medeniyetin yaşamış olduğunu düşünemez. İçerlerine girmeye kimse cesaret edemiyor. 1943 yılında Bavyeralı bir askerin hatıralarına düştüğü notlar şehrin bugünkü halini anlatması açısından önemli: “Hadramut’un kuzeyde yer yer beyaz kısımları vardı ki eğer onlara bir şey düşerse o kumun içinde mahvolur gider ve tamamen çürürdü. Bedeviler katiyyen oraya gitmeye cesaret edemezler. Buranın kumu âdeta toz gibi çok incedir. Ucuna ip bağlı bir şakülü uzaktan fırlattım. Beş dakika içerisinde hemen kumun içine gömüldü. İpin uç kısmı ise çürümüştü.”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Ocak 2006       Mesaj #37
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KADER GERÇEĞİ

Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (İnsan Suresi, 30)
California Üniversitesi nörofizyologlarından Prof. Benjamin Libet, 1973 yılında yaptığı deneyler sonucunda tüm kararlarımızın, seçimlerimizin önceden belirlendiğini, bilincin ise herşey olup bittikten yarım saniye sonra devreye girdiğini ortaya koymuştur. Bu durum diğer nörofizyologlarca da, hep geçmişte yaşadığımız ve bilincimizin tüm yaşananları yarım saniye sonra gösteren bir "monitör" gibi olduğu şeklinde yorumlanmaktadır.
Dolayısıyla algıladığımız deneyimlerin hiçbiri gerçek zamanda değildir, fakat gerçek olaylardan yarım saniye kadar gecikmelidir. Benjamin Libet, çalışmalarını beyin ameliyatlarının narkoz verilmeden, yani hastanın bilinci tamamen yerindeyken yapılabilmesinden yararlanarak gerçekleştirmiştir. Libet, deneklerin beyinlerini düşük elektrik akımlarıyla uyararak, ellerine dokunulduğu algısı oluştururken, denekler bu "dokunuşu" neredeyse yarım saniye önce hissettiklerini söylüyorlar. Benjamin Libet yaptığı ölçümler sonucunda şöyle bir sonuca varmıştır: Normalde tüm algılar beyne iletiliyor. Burada bilinçaltında değerlendirilip yorumlanırken, ben(lik) hiçbir şeyin farkında değil. Zihnimizde canlanan, yani farkına varabildiğimiz bilgilerse epeyce uzun bir gecikmeden sonra, kortekse -bilincin bulunduğu bölgeye- gönderiliyor.
beyin

Ortaya çıkan sonucu şöyle özetlemek mümkündür: Bir kas hareketini gerçekleştirme kararı, bu kararın şuuruna varmadan önce gerçekleşir. Her zaman nörolojik ya da algısal bir süreç ile, bizim onu temsil eden düşüncenin, hissin, algının ya da hareketin şuurunda olmamız arasında bir gecikme vardır. Diğer bir deyişle, biz ancak bir karar zaten alındıktan sonra o kararın şuurunda olabiliriz.
Prof. Benjamin Libet'in deneylerinde bu gecikme 350 milisaniye ile 500 milisaniye arasında değişmektedir, fakat ortaya çıkan sonuç bu rakamlardaki kesinliğe bağlı değildir. Çünkü Libet'e göre bu gecikme olduğu sürece -ne kadar büyük ya da küçük olursa olsun, bir saat ya da bir mikro saniye olması fark etmeksizin- bizim maddesel olan şu anı yaşamamız, her zaman geçmiştedir. Bu her düşüncenin, duygunun, algının ya da hareketin, biz şuuruna varmadan önce gerçekleştiğini gösterir ki, bu da geleceğin tamamıyla bizim kontrolümüz dışında olduğunu ispatlamaktadır.
Prof. Benjamin Libet, diğer bazı deneylerinde parmaklarını ne zaman hareket ettireceklerinin seçimini deneklere bırakmıştır. Parmaklarını hareket ettirme anı beyinlerinden izlenen deneklerin bu kararı almadan evvel, ilgili beyin hücrelerinin faaliyete geçtiği görülmüştür. Diğer bir deyişle kişiye "yap" emri gelmekte, hareketi yapmak üzere beyin hazırlanmaktadır; kişi ise ancak 0,5 saniye sonra bunun bilincine varmaktadır. Bir hareketi yapmaya karar verip de sonra yapmakta değildir, kendisi için önceden belirlenen hareketleri yapmaktadır. Fakat beyin, bir zaman ayarlaması yaparak insanın aslında geçmişte yaşadığı hissini ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla şu an dediğimizde, geçmişte belirlenmiş bir olayı yaşıyoruz. Görüldüğü gibi bu çalışmalar, İnsan Suresi'nin 30. ayetinde bildirildiği gibi, herşeyin Allah'ın dilemesiyle gerçekleştiğini tasdik etmektedir.
Son düzenleyen Blue Blood; 12 Ocak 2006 17:39
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Ocak 2006       Mesaj #38
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YARATILIŞTAKİ ÇİFTLER

Yerin bitirmekte olduklarından, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) yücedir. (Yasin Suresi, 36)

Erkeklik-dişilik, "çift" kavramının bir karşılığı olmakla birlikte, ayette bahsedilen "bilmedikleri nice şeylerden" ifadesi daha geniş bir anlam içermektedir. Nitekim günümüzde ayetin işaret ettiği anlamlardan biri ile karşılaşmaktayız. Maddenin çiftler halinde yaratıldığını ortaya koyan İngiliz bilim adamı Paul Dirac, 1933 yılında Nobel Fizik Ödülü'nü kazanmıştır. "Parité" adı verilen bu buluş, maddenin anti-madde denilen bir çifti olduğunu ortaya koymuştur. Antimadde, maddenin tersi özellikler taşır. Örneğin maddenin tersine antimaddenin elektronları artı, protonları da eksi yüklüdür. Bu gerçek bilimsel bir kaynakta şöyle ifade edilmektedir:
... Her parçacığın zıt yükte bir antiparçacığı vardır. Kararsızlık ilişkisi bize bu çiftlerin varoluşu ve yokoluşunun her yerde ve her zaman aynı anda oluştuğunu göstermektedir.
Yaratılıştaki çiftlere bir diğer örnek de bitkilerdir. Botanikçiler bitkilerde cinsiyet ayrımı olduğunu ancak 100 sene evvel keşfedebilmişlerdir.51 Halbuki bitkilerin çiftler halinde yaratıldığı Kuran'da 1400 sene önce aşağıdaki ayetlerle açıkça bildirilmiştir:
O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik. (Lokman Suresi, 10)
"Ki (Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardık." (Taha Suresi, 53)
Aynı şekilde meyveler de dişi ve erkek olarak farklı yapılara sahiptirler. Kuran'da bu bilgi Rad Suresi'nin 3. ayetinde ifade edilmektedir:
O'dur ki arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti, orada her meyveden iki çift (erkek-dişi) yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örter. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ayetler vardır. (Rad Suresi, 3)
Ayette "çift" olarak çevrilen "zevceyni" kelimesi, Arapça'da "eş" manasında kullanılan "zevc" kelimesinden gelmektedir. Bilindiği gibi olgunlaşan bitkilerin ürünlerinin son şekli meyveleridir. Meyveden önceki aşama ise çiçektir. Çiçeklerin de erkeklik ve dişilik organları bulunmaktadır. Çiçeğe polen taşınarak döllenme gerçekleştiğinde -erkek ve dişi üreme hücreleri birleştiğinde- meyve vermeye başlar. Zaman içerisinde meyve olgunlaşır ve tohum dökmeye başlar. Bu gerçek -meyvelerde farklı cinsiyetlere ait özellikler olduğu- Kuran'da işaret edilen bir başka bilimsel bilgidir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ocak 2006       Mesaj #39
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KARADELİKLER

20. yüzyılda evrendeki gök cisimleri ile ilgili pek çok yeni keşif yapılmıştır. Günümüzde henüz yeni tanınan bu cisimlerden biri de karadeliklerdir. Karadelikler, yakıtı tükenen bir yıldızın kendi içine doğru büzülmesi ve en sonunda, yıldız yerine sınırsız yoğunlukta ve sıfır hacimde çok büyük bir çekim alanının ortaya çıkmasıyla oluşmaktadır. Karadeliği, yüzey yerçekimi oldukça güçlü olduğu ve ışık içinden kaçamadığı için, en büyük teleskoplarla bile göremeyiz. Ancak içine çöken yıldız bulunduğu yerin çevresine olan etkisiyle algılanabilir. Allah Vakıa Suresi'nde yıldızların yerleri üzerine yemin ederek bu konuya şöyle dikkat çekmiştir:
Hayır, yıldızların yer (mevki)lerine yemin ederim. Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir. (Vakıa Suresi, 75-76)
karadelik
"Karadelik" kavramı ilk kez 1767 yılında İngiliz bilim adamı John Michell tarafından ortaya atılmış ve "karadelik” ifadesi ise ilk kez Amerikalı fizikçi John Archibald Wheeler tarafından 1969 yılında kullanılmıştır. Önceleri tüm yıldızları görebildiğimizi varsayarken, sonraki yıllarda uzayda ışıklarını göremediğimiz yıldızların da var oldukları anlaşılmıştır. Çünkü enerjisi tükenen bu yıldızların ışıkları da yok olmaktadır.
Karadelik, bir kütlenin, ışığın artık sızamayacağı kadar küçük bir alanda toplanmasıdır. Şiddetli çekim alanı, fotonları ve en hızlı parçacıkları dahi bu bölgede hapseder. Güneş'in 3 katı büyüklüğündeki kütleye sahip tipik bir yıldızın yanması ve patlaması sonucunda oluşan karadeliğin çapı sadece 20 km kadardır. Kara delikler "kara"dır, yani doğrudan gözlemlemek mümkün değildir. Kendilerini dolaylı olarak, diğer gök cisimlerine uyguladıkları yüksek çekim güçleriyle belli ederler. Aşağıdaki ayette de kıyamet günü tasvirlerinin yanı sıra, bir yönüyle de karadeliklerle ilgili bu bilimsel bulguya işaret ediliyor olabilir:
Yıldızlar 'örtülüp (ışıkları) silindiği' zaman, (Mürselat Suresi, 8)
Karadelik, bir kütlenin, ışığın artık sızamayacağı kadar küçük bir alanda toplanmasıdır. Şiddetli çekim alanı, fotonları ve en hızlı parçacıkları dahi bu bölgede hapseder. Güneş'in 3 katı büyüklüğündeki kütleye sahip tipik bir yıldızın yanması ve patlaması sonucunda oluşan karadeliğin çapı sadece 20 km kadardır. Kara delikler "kara"dır, yani doğrudan gözlemlemek mümkün değildir. Kendilerini dolaylı olarak, diğer gök cisimlerine uyguladıkları yüksek çekim güçleriyle belli ederler. Aşağıdaki ayette de kıyamet günü tasvirlerinin yanı sıra, bir yönüyle de karadeliklerle ilgili bu bilimsel bulguya işaret ediliyor olabilir:
Tarık Suresi'nin üçüncü ayetinde ise "delen yıldız"dan söz edilmektedir:
Göğe ve Tarık'a andolsun, Tarık'ın ne olduğunu sana bildiren nedir? (Karanlığı) Delen yıldızdır. (Tarık Suresi, 1-3)
Ayetin Arapçası'nda "delik" anlamına gelen "sakb" kelime kökünden, "delik açan, delen ve delip geçen" anlamlarına gelen "essakibu" ifadesi kullanılmaktadır. Kardelikleri tarif eden bilimsel yayınlarda ise "delik açmak, delmek" anlamlarına gelen "puncture" kelimesi kullanılmaktadır. Karadeliklerin özelliğini ifade etmek için Kuran'da kullanılan bu kelime son derece hikmetlidir. Ayette yıldızlarla ilgili bu bilgiye de dikkat çekilmiş olması, Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan bir diğer önemli bilgidir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Ocak 2006       Mesaj #40
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SİRİUS YILDIZI

Kuran'da geçen bazı kavramlar, 21. yüzyılın bilimsel verileriyle araştırıldığında karşımıza bir Kuran mucizesi olarak çıkmaktadırlar. Bunlardan biri, Necm Suresi'nin 49. ayetinde geçen Sirius yıldızıdır:
Doğrusu, 'Şi'ra (yıldızı)nın' Rabbi O'dur. (Necm Suresi, 49)
Arapça karşılığı "Şi'ra" olan Sirius yıldızının, sadece "yıldız" anlamına gelen Necm Suresi'nin 49. ayetinde geçmesi son derece dikkat çekici bir durumdur. Çünkü bilim adamları geceleri gökyüzünün en parlak yıldızı olan, Sirius yıldızının hareketlerindeki düzensizliklerden yola çıkarak, onun bir çift yıldız olduğunu keşfettiler. Dolayısıyla Sirius, Sirius A ve Sirius B olarak ifade edilen iki yıldızdan oluşan bir takım yıldızdır. Bunlardan daha büyük olan Sirius A, Sirius B'den Dünya'ya daha yakındır ve özelliği çıplak gözle görülebilen en parlak yıldız olmasıdır. Sirius B yıldızının özelliği ise teleskopsuz görülememesidir.
ayetler3
Sirius takım yıldızları, birbirlerine doğru yay şeklinde bir eksen çizerler ve her 49,9 yılda bir birbirlerine yaklaşarak gökyüzünde sarkarlar. Bu bilimsel veri, günümüzde Harvard, Ottawa ve Leicester Üniversiteleri'nin astronomi bölümlerinin fikir birliğiyle kabul ettikleri bilimsel bir gerçektir.54 Bazı kaynaklarda bu bilgiler şöyle aktarılır:
En parlak yıldız Sirius gerçekte bir çift yıldızdır... Dolanım periyodu 49.9 yıldır. (Exposes Astronomiques, La troisième loi de KEPLER,
http://www.astrosurf.com/eratosthene/HTML/exposetheoastro.htm)
Bilindiği gibi, Sirius-A ve Sirius-B yıldızları birbirleri çevresinde her 49,9 yılda bir çift yay çizerek dolanırlar. Burada, dikkat edilmesi gereken nokta, iki yıldızın birbirleri etrafında dolanırken yay şeklinde iki adet yörünge çizdikleridir.
Ancak 20. yüzyılın sonlarına doğru anlaşılabilmiş bu bilimsel gerçeğe, mucizevi bir şekilde bundan 14 asır önce Kuran'da işaret edilmiştir. Necm Suresi'nin 49. ve 9. ayetleri beraber olarak okunduğunda bu mucize karşımıza çıkmaktadır:
Doğrusu, 'Şi'ra (yıldızı)nın' Rabbi O'dur. (Necm Suresi, 49)
Nitekim (ikisi arasındaki uzaklık) iki yay kadar (oldu) veya daha yakınlaştı. (Necm Suresi, 9)
Necm Suresi'nin 9. ayetinden anlaşılan "ikisi arasındaki uzaklık" anlatımı bizlere bu iki yıldızın çizdiği yörüngede birbirlerine yaklaştığını ifade etmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.) Kuran'ın vahyedildiği dönemde bilinmesi mümkün olmayan bu bilimsel gerçek, bize, Kuran'ın Yüce Rabbimiz'in bir sözü olduğu gerçeğini bir kez daha kanıtlamaktadır.
cizgi

Benzer Konular

14 Nisan 2017 / asla_asla_deme Akademik
25 Mayıs 2012 / virtuecat Hz. Muhammed
27 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Cevaplanmış
5 Temmuz 2012 / ThinkerBeLL Müslümanlık/İslamiyet
3 Eylül 2013 / Şeb-i Yelda Müslümanlık/İslamiyet