Arama

Kur'an'ın Bilimsel Mucizeleri - Sayfa 5

Güncelleme: 3 Kasım 2010 Gösterim: 111.731 Cevap: 82
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Şubat 2006       Mesaj #41
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
IŞIK VE KARANLIKLAR

Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı (nuru) kılan Allah'adır... (Enam Suresi, 1)
Sponsorlu Bağlantılar

Bilindiği gibi etrafta ışık kaynağı olmadığında, bir insanın çevresindekileri çıplak gözle görmesi mümkün değildir. Ancak bizim görebildiğimiz ışık, ışık yayan enerjinin çok küçük bir bölümüdür. İnsanın göremediği, fakat ışık yayan başka enerji çeşitleri de mevcuttur: Kızıl ötesi, ultraviyole, X ışınları ve radyo dalgaları gibi. Ve insan ışığın bu dalga boyları karşısında kör konumundadır.
Kuran'da "karanlık" kelimesinin her defasında "karanlıklar" olarak ifade edilmesi de bu bakımdan dikkat çekicidir. Arapçada "zulumat" olarak ifade edilen "karanlıklar" kelimesi, Kuran'da 23 ayette çoğul biçimde kullanılmıştır. Tekil olarak ise hiç kullanılmamıştır. Kuran'da karanlık kelimesinin bu kullanımı bizim görebildiğimiz ışık aralığının dışında da, farklı ışık çeşitleri olabileceğine dikkat çekmektedir.
Buradaki çoğul ifadenin sebebini bilim adamları yakın tarihlerde keşfetmişlerdir. Dalga boyları, elektromanyetik ışınım olarak bilinen enerjinin farklı şekilleridir. Elektromanyetik ışınımın tüm farklı şekilleri, uzayda enerji dalgaları şeklinde hareket ederler. Bu, bir gölün üzerine atılan taşların oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Ve nasıl, bir göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, elektromanyetik ışınımın da farklı dalga boyları olur.
Evrendeki yıldızların ve diğer ışık kaynaklarının hepsi aynı türde ışın yaymazlar. Bu farklı ışınlar, dalga boyuna göre sınıflandırılır. Farklı dalga boylarının oluşturduğu yelpaze ise çok geniştir. En küçük dalga boyuna sahip olan gama ışınları ile, en büyük dalga boyuna sahip olan radyo dalgaları arasında 1025'lik (milyar kere milyar kere milyarlık) bir fark vardır. Güneş'in yaydığı ışınların tamamına yakını, bu 1025'lik yelpazenin tek bir birimine sıkıştırılmıştır.
Bu sayının büyüklüğünü daha iyi kavramak için şöyle bir karşılaştırma yapmak yerinde olur. Eğer 1025 sayısını saymak istersek, gece gündüz hiç durmadan saymamız ve bu işi Dünya'nın yaşından 100 milyon kez daha uzun bir zaman boyunca sürdürmemiz gerekirdi. Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir yelpaze içine dağılmıştır. Güneş'ten yayılan farklı dalga boyları ise, %70'i 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındaki daracık bir sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın kızılötesi ışınlar ve yakın morötesi ışınlar. "Görülebilir ışık" olarak adlandırılan bu ışınlar, elektromanyetik yelpazenin 1025'te 1'inden bile daha az bir aralıkta olmalarına rağmen, güneş ışınlarının toplam %41'ini oluşturur.
Görüldüğü gibi gözlerimizin görebildiği elektromanyetik dalgalar, ışık tayfının çok küçük bir bölümünü meydana getirir. Diğer kısımlar ise insan için geniş karanlıkları ifade eder ve bu sınırın dışındaki dalga boyları insanın kör olduğu alanlarıdır.55

isik
cizgi

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Şubat 2006       Mesaj #42
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ATOM ALTI PARÇACIKLAR

Yunan filozofu Demokritos'un ünlü atom teorisini geliştirmesinin ardından, insanlar maddenin atom adı verilen çok küçük, parçalanamayan ve yok edilemeyen parçacıklardan oluştuğuna inanmaya başlamışlardı. Günümüzde ise modern bilim, maddenin en küçük birimi olarak bilinen atomun da parçalara ayrılabileceğini ortaya koymuştur. Henüz geçtiğimiz yüzyılda ortaya çıkan bu gerçek, Kuran'da bundan 1400 yıl öncesinde insanlara haber verilmiştir:
... Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır." (Sebe' Suresi, 3)
Sponsorlu Bağlantılar
... Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)

atomlar

Dikkat edilirse yukarıdaki ayetlerde "zerre"den ve bundan daha da küçük parçalardan söz edilmektedir. Arap dilinde kullanılan "zerre" kelimesi, "insanların bildiği en küçük parçacık, toz, atom" anlamlarını taşımaktadır.

Günümüzden 20 yıl öncesine kadar, atomları oluşturan en küçük parçacıkların protonlar ve nötronlar oldukları sanılıyordu. Ancak çok yakın bir tarihte, atomun içinde bu parçacıkları oluşturan çok daha küçük parçacıkların var olduğu keşfedildi. Atomun içindeki "alt parçacıkları" ve onların kendilerine has hareketlerini incelemek üzere "Parçacık Fiziği" isimli bir fizik dalı ortaya çıktı. Parçacık fiziğinin yaptığı araştırmalar şu gerçeği açığa çıkardı: Atomu oluşturan proton ve nötronlar da aslında "kuark" adı verilen daha alt parçacıklardan oluşmaktadırlar. İnsan aklının kavrama sınırlarını aşan küçüklükteki protonu oluşturan kuarkların boyutu ise hayret vericidir: 10-18 (0,000000000000000001) metre.
Bu konu ile ilgili dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta ise, zerre ilgili bu ayetlerde özellikle ağırlığa dikkat çekilmesidir. Ayette geçen "miskale zerretin" (zerre ağırlığınca) ifadesindeki, "miskal" kelimesi ağırlık anlamındadır. Nitekim atomu bölünebilir hale getiren proton, nötron ve elektron gibi parçaların, aynı zamanda atoma ağırlığını veren bileşikler olduğu keşfedilmiştir. Bu bakımdan "zerre"nin boyutlarına ya da başka bir özelliğine değil de, ağırlığına dikkat çekilmesi Kuran'ın ayrı bir bilimsel mucizesidir
Son düzenleyen Blue Blood; 16 Şubat 2006 15:42
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Şubat 2006       Mesaj #43
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BULUTLARIN AĞIRLIĞI

26as
Bulutların ağırlığı çok şaşırtıcı rakamlara ulaşmaktadır. Örneğin, kümülonimbüs türü fırtına bulutunda, 300.000 ton ağırlığa ulaşan miktarlarda su toplanmaktadır.

Gökyüzünde 300.000 tonluk bir kütlenin durabileceği bir düzenin "kurulmuş" olması kuşkusuz hayranlık uyandıran bir durumdur. Kuran'daki diğer bazı ayetlerde de bulutların ağırlığına şu şekilde dikkat çekilmektedir:
Rahmetinin önünde rüzgarları bir müjde olarak gönderen O'dur. Bunlar ağırca bulutları kaldırıp yüklendiğinde, onları (kuraklıktan) ölmüş bir şehre sürükleyiveririz ve bununla oraya su indiririz de böylelikle bütün ürünlerden çıkarırız… (Araf Suresi, 57)


O size şimşeği korku ve umut olarak gösteren, (yağmur yüklü) ağırlaşmış bulutları (inşa edip) ortaya çıkarandır. (Rad Suresi, 12)

Elbette Kuran'ın indirildiği dönemde insanların bulutların ağırlıkları ile ilgili bu bilgiye sahip olmaları mümkün değildir. Kuran ayetlerinde dikkat çekilen ve yakın geçmişte keşfedilen bu bilgi, Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun delillerinden bir diğeridir.
Son düzenleyen Blue Blood; 23 Şubat 2006 15:18
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Şubat 2006       Mesaj #44
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Anlamak o kadar zor ki akıl cidarlarınızı yırtmak değil parçalamanız lazım. Hadiseyi görünce nerede hata yaptılar ve yaptık diye derinden derine düşünmeye başladım. Nihayet yıllardan beri düşünen dimağlar, ehliyetli ağızlar, söz sahibi uzmanlar tarafından dile getirilen ‘kendi değerlerimizden uzaklaşma'nın bizi bu noktaya getirdiği/sürüklediği kanaatı ağır bastı bende. Mevzu alabildiğine basit ama o basit mevzudan hareketle başlayan tartışmanın aldığı boyut, karı-kocayı o tartışmaya sürükleyen zihniyetleri katiyyen basit değil. İşte bu, benim kendi değerlerimizden uzaklaşma dediğim şey. Zira biliyoruz ki, su kaynağından/yatağından uzaklaştıkça bulanır. Bizler de müslümanlar olarak yatağımızdan uzaklaştıkça bulanıyoruz vesselam. Bu gidişle, -Allah korusun- bir gün gelecek kendimiz dahi kendimizi tanıyamayacağız.
Kur'an “Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbise gibisiniz” (Bakara, 2/187) ayeti ile karı-kocanın birbirlerine karşı konumunu nazara vermektedir. Aslında şöyle demek daha uygun, Allah'ın karı-kocaya bakışı budur. Yani karı kocaya, koca da karısına karşı elbisenin eda ettiği fonksiyonu eda etmektedirler, eda etmekle mükelleftirler. Pekala elbisenin insan hayatındaki fonksiyonu nedir? Yüzlercedir ama en önemlisi insanın ayıp mahallerini, çıplaklığını kapatması, varsa bedeni eksik, gedik ve kusurlarını örtmesidir. İşin özü bu. Siz elbiseyi başka maksatlarla kullandığınızda işin özünden ayrılmış olursunuz. Nitekim modern (!) dünyada elbise başka gayelerle de kullanılabilmektedir. Kadınlar için güzelliğini gösterme, daha çekici ve cazibedar hale gelebilme, erkekler için seçtiği model ve kalite ile sosyal statüsüne ima ve işarette bulunma vs... Ama tahmin edeceğiniz gibi bunların hepsi ana çizgiden, işin özünden uzak olduğu için sosyal hayatta derin yaralar açmıştır. Elbiseye bu tür fonksiyonların biçilmesinin İlahi ve Nebevi nasslarla yasaklanmasının altında da bu vardır. Nasreddin Hoca'nın “ye kürküm” fıkrasını hatırlayın lütfen.
Gördüğüm hadise; kadının halk tabiriyle arz edeceğim müsadenizle ‘bulunmaz Hint kumaşı' imiş gibi üstünlüklerini kocasına hem de ‘başına vura vura' anlatması ile başladı, ardından kocanın Cemaziye'l evvelinden ahirine kadar bütün eksik, gedik, kusur ve hatalarını sayılıp dökmesi ile devam etti. Çarşaf çarşaf üçüncü şahısların gözleri ve kulakları önünde ortaya serilen bu hatalar/kusurlar -ki hem hatasız insan olmaz, hem de onların hata ve kusur olduğu bakış açısına göre değişebilir- karşısında koca boş durur mu; o da başladı aynı istikamette üstünlük ve faziletlerini anlatmaya, karısının eksik, gedik, hata ve kusurlarını sayıp dökmeye.
İki yanlış var burada. Birincisi; gerçek üstünlük halkın yanında değil Hakkın yanındaki üstünlüktür. Hak katında gerçek üstünlük vesilesi ise tek kelime ile takvadır. Allah'tan korkma, Allah haşyeti, marifeti, muhabbeti ve saygısı ile yanma, tutuşma, adeta ateşten bir kor/öz haline gelme ve dünyada yapageldiği dünyevi, uhrevi herşeyi doğru-dürüst ve tastamam yapma demektir. İnsanın Allah'ın verdiği kabiliyetlerle ve imkanlarla kendini yetiştirip dünyada onu başkalarından üstün kılacak hasletlere sahip olması ve onları insanlık yararına kullanması tabii ki takdirle karşılanacak bir şeydir. Ama o imkanları kendisine sunan Zatı unutup neticeye takılıp kalma ve örneğimizde olduğu gibi ‘ben şöyleyim, ben böyleyim' deme kim bilir belki de insanın kendine tapması demektir. Kur'an'ın: “Baksana şu kendi heva ve heveslerini tanrı edinen kimseye!” (Furkan, 25/43) ayeti ile anlatıp bizleri uyardığı ve ardından: “Kalbini Bizi zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme.” (Kehf, 18/28), “Eğer senin bu dâvetini kabul etmezlerse, bil ki onlar sadece heva ve heveslerine uymaktadırlar. Halbuki Allah tarafından bir delil olmaksızın kendi heva ve hevesine tâbi olandan daha şaşkın ve sapkın kimse olabilir mi? Allah, zulmü kendine meslek edinen kimseleri hidâyet etmez, emellerine ulaştırmaz.” (Kasas, 28/50) ayetleri ile de direkt ve dolaylı üslupla münasebet tarzımızın olması gereken şeklini nazara verdiği insanlar, hep bu türlü düşünce sapmaları ile bu yola giren insanlardır.
İkinci yanlış ise ayetin ifadesiyle birbirlerine karşı elbise olan/olması gereken iki insanın, birbirlerinin kusur ve hatalarını af etme, düzeltme, iyiye, güzele ve doğruya giden istikamete yönlendirme yerine onları faş etmeleridir. Bakış açısı bu olunca insanlar birbirlerinin kurdu olur, kusur avcılığı yapmaya başlarlar. Tüm mesailerini ona sarfederler . ‘Bir hata yapsa da bir kenara yazsam, yeri gelince kullanırım' mantığı ile hareket ederler. Bu ise, tarafları birbirine yakınlaştırmaz, aksine uzaklaştırır. Halbuki yapılacak şey, Allahın ‘lihikmetin' kadın ve erkeğe verdiği farklı ve üstün özellikleri kabullenme, onlardan istifade yolunu tercih etmedir. Zayıf yönleri abartmayıp kapatma cihetine gitmedir. Aksi takdirde küçücük, daracık bir ev içinde, aynı yatakta yatan iki kişi arasında bile olsa kamplaşma meydana gelecektir. Bu sürecin uzayıp gitmesi de anlaşma, uzlaşma zemini yok edecektir. Nitekim ettiği gibi. Görüyorsunuz ne hale gelmişler. Üçüncü şahısların önünde ‘Vur Abalıya!.' Aman Allahım!. Siz Allah'in rahmet ve bereketinin bu hane halkı üzerine olacağına ihtimal verir misiniz?
Hasılı bu iki yanlış müslümanın, İslami değerlere, emirler ve yasaklar manzumesine inanan, inandığını söyleyen kişilerin hali, tavrı ve vasfı olamaz, olmamalı. Unutmayın bu dünya bir imtihan yurdudur. Kur'an bunu ‘fitne' kelimesi ile anlatır. Mal, mülk, es, çocuk, ilim, makam, şöhret vs aklınıza gelen her şey fitne yurdunda yani dünyada fitne yanı imtihan vesilesidir. İmtihan ise iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, başarılıyı başarısızdan ayırmak için yapılan şeye verilen isim ve unvan değil midir? “Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik.”(Ankebut, 29/3) diyen Allah “ O amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek içın ölümü ve hayatı yarattı." (67/Mülk,2) demek suretiyle bizi de imtihan ettiğini açıkça beyan etmektedir. Bu imtihanın gereği olarak O, insan denilen madeni ateş potasında eritmektedir. Ta ki cevher ile posa birbirinden ayrışsın. Sonuçta cevher cennetin, posa da cehennemin yolunu tutacak.
Ne güzel der İnsanlığın İftihar Tablosu: “ Allah'ım bana Hakkı Hak olarak göster ve ona uymayı nasib et, batılı batıl olarak göster ve ondan kaçınmayı bana nasib et” Amin….
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mart 2006       Mesaj #45
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kuranda Matematiksel mucize
KURAN'DA KELİME TEKRARLARI

Kuran'ın şimdiye dek incelediğimiz mucizevi özelliklerinin dışında bir de "matematiksel mucize"leri vardır. Bu mucizeye bir örnek, Kuran'daki bazı kelime tekrarlarının verdiği ortak sayıdır. Birbiriyle ilgili bazı kelimeler şaşırtıcı bir biçimde aynı sayıda tekrarlanırlar. Aşağıda, bu tür kelimeler ve Kuran içindeki tekrarlanış sayıları verilmiştir.

"Yedi gök" tabiri 7 kere geçer. "Göklerin yaratılışı (halku semavat)" ifadesi de 7 kere tekrarlanır.


"Gün (yevm)" tekil olarak 365 kere geçerken, çoğul yani "günler (eyyam ve yevmeyn)" kelimeleri 30 defa tekrarlanır. "Ay" kelimesinin tekrar sayısı ise 12'dir

"Bitki" ve "ağaç" kelimelerinin tekrar sayısı aynıdır: 26

"Ceza" kelimesi 117 kere yer alırken, Kuran'ın temel ahlak özelliklerinden olan "affetmek" ifadesi, bu sayının tam 2 katı kadar yani 234 kere tekrarlanır.

"De" kelimelerini saydığımızda çıkan sonuç 332'dir. "Dediler" kelimesini saydığımızda da aynı rakamı elde ederiz.

"Dünya" kelimesi ve "ahiret" kelimesinin tekrarlanış sayıları da aynıdır: 115

"Şeytan" kelimesi Kuran'da 88 kere geçer. "Melek" kelimesinin tekrar sayısı da 88'dir.

"İman" (tamlama almadan) ve "küfür" kelimeleri Kuran boyunca 25 kere tekrarlanır.


"Cennet" kelimesi ve "cehennem" kelimesi de aynı sayıda tekrarlanır: 77.

"Zekat" kelimesi Kuran'da 32 kere tekrarlanırken, "bereket" kelimesinin tekrarlanış sayısı da 32'dir.

"Yaz-sıcak" kelimeleri ile "kış-soğuk" kelimelerinin geçiş sayıları da aynıdır: 5

"Şarap (hımr)" ve "sarhoşluk (sekere)" kelimeleri de Kuran'da aynı sayıda tekrarlanır: 6

"Akletmek" ve "nur" kelimelerinin tekrar sayısı da aynıdır: 49

"Dil" ve "vaaz" kelimeleri eşit sayıda -25 kere- tekrar edilir:

"Yarar" kelimesi 50, "bozma" kelimesi de 50 kere tekrarlanır.

"Ecir" ve "fail" kelimelerinin tekrar sayısı da aynıdır: 108

"Sevgi" ve "itaat" kelimelerinin tekrar sayısı aynıdır: 83

"Dönüş" ve "sonsuz" kelimeleri, eşit sayıda yer almaktadır: 28

"Musibet" kelimesi ve "şükür" kelimesi, Kuran'da aynı sayıda geçmektedir: 75 kere

"Güneş (şems)" ve "ışık (nur)" kelimeleri Kuran'da 33'er kez geçmektedir.


Doğru yola ileten (Elhuda)" ve "rahmet" kelimelerinin tekrar sayısı eşittir: 79


Kuran'da "sıkıntı" kelimesi 13 kere yer alırken, "huzur" kelimesi de 13 kere tekrarlanmaktadır.


"Kadın" ve "erkek" kelimelerinin tekrar sayısı da aynıdır: 23
Kadın-erkek kelimelerinin Kuran'da tekrar sayısı olan 23, aynı zamanda insan embriyosunun oluşumunda yumurta ve spermden gelen kromozom sayısıdır. İnsanın kromozom sayısı da anne ve babadan gelen 23'er kromozomun toplamı olarak 46'dır.




Onlar hala Kuran'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının Katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok ayrılıklar (çelişkiler, ihtilaflar) bulacaklardı.
(Nisa Suresi, 82)


"İnsan" kelimesi Kuran'da 65 kere geçer; insanın yaratılış safhalarının sayısının toplamı da aynıdır:

İNSAN

65

TOPRAK turabun 17

NUTFE nutfun 12

EMBRİYO alak 6

BİR ÇİĞNEMLİK ET meda'a 3

KEMİK ızamun 15

ET lehmun 12
Toplam 65



Salavat kelimesi bütün Kuran'da 5 kere geçer ve Allah insanlara günde beş defa namaz kılmalarını bildirmiştir.

"Kara" kelimesi Kuran'da 13 kere geçerken, "deniz" kelimesi 32 kere geçmektedir. Bu sayıların toplamı bize 45 sayısını verir. Eğer karaların Kuran'da bahsediliş sayısı olan 13'ü 45'e bölersek, %28,888888888889 sayısını buluruz. Denizlerin Kuran'da bahsediliş sayısı olan 32'yi 45'e böldüğümüz zaman ise, %71,111111111111 sayısını buluruz. Bu oranlar ise, gezegenimizdeki su ve kara parçalarının gerçek oranıdır.238
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Mart 2006       Mesaj #46
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
AY'IN YÖRÜNGESİ
Ay'a gelince, Biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalı gibi döndü (döner). Ne Güneş'in Ay'a erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedir (Yasin Suresi, 39-40 )
ay tutulmas
hurmadali
Ay'ın yörüngesi diğer gezegenlerin uyduları gibi düzgün bir yörüngede ilerlemez. Ay, yörüngesinde seyrederken Dünya'nın bazen önüne bazen arkasına geçer. Aynı zamanda Dünya'yla birlikte Güneş'in etrafında da döndüğünden, uzayda sürekli "S" harfi benzeri bir yörünge çizer. Ay'ın uzaydaki bu yörüngesinin şekli, Kuran'da "eski bir hurma dalı gibi döndü (döner)" ifadesiyle tarif edildiği gibi, kurumuş hurma ağacı dalının eğriliğine oldukça benzemektedir. Nitekim ayette geçen "urcun" kelimesinin anlamı, kuruyup incelmiş, bükülmüş hurma dalıdır ve hurma ağacının meyveleri toplandıktan sonra, salkımdan geriye kalan kısmı ifade etmek için kullanılır. Ayrıca bu salkım dalının "eski" ifadesiyle tasvir edilmesi de son derece hikmetlidir, çünkü hurma dalının eskisi daha ince ve daha eğridir.
Kuşkusuz ki 1400 sene evvel Ay'ın yörüngesi hakkında bilgi sahibi olmak mümkün değildi. Günümüz teknolojisi ve bilgi birikimi ile tespit edilebilen bu şeklin, Kuran'da böylesine kusursuz bir benzetme ile bildirilmesi, Kuran'ın bir başka bilimsel mucizesidir.

kuran mucizeleri .com dan alinti
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Nisan 2006       Mesaj #47
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KONUŞMA MUCİZESİ

Ümit Şimşek


Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve
renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir. Bilginler için elbette bunda ibretler vardır.
— Rûm Sûresi, 22





“ÇÜRÜMÜŞ kemikleri kim diriltecek?” diye soran kimseden daha acınacak biri var mıdır dünyada?
O bîçâre görmez ki, sorduğu sualin cevabı o sözün çıktığı yerdedir. Düşünmez ki, o soruyu soruşu bile ölülerin dirilmesine açık bir misaldir. Bilmez ki, telâffuz ettiği her kelime ile, bizzat kendisi, soluduğu havanın zerrelerine her an milyarlarca tevhid ve haşir delillerinin nakşedilmesinde bir kalem gibi kullanılmaktadır.
Bir sorabilse o bîçâre kendi aklına: Ağzından çıkan o sözleri yaratmak mı zor, yoksa bütün ölüleri diriltmek mi?
Bir sorsa, iki dudak arasındaki o lisanın her an ve her yerde, bütün ağızlardan çıkan bütün kelimelerde, sebeplere ve tabiata hal diliyle meydan okuyuşunu işitecektir:
“Bir kelime yaratmak da, bütün ölüleri diriltmek de sonsuz bir kudret ister. Öyleyse bunlardan birini yapan, diğerini de aynı kolaylıkla yapar.”

İşte, gözümüz önünde her an milyarlarca ağızda sayısız kelimeler yaratılıyor. Ve o kelimelerden herbirinin üzerine öyle tevhid ve haşir mühürleri vuruluyor ki, ilmi, iradesi ve kudreti herşeyi kuşatamayan birisi ne o mühürlere el karıştırabilir, ne de bir tanesinin taklidini yapabilir.
Gelin, o mühürlerden birkaç tanesine göz atalım.


KONUŞAN İNSAN, önce neden yaratıldığına baksın:
Anne ile babanın vücudundaki cansız besin parçalarından iki tane yarım hücre yaratılmış; birbirinden tamamen bağımsız şekilde yaratılan kör, sağır, dilsiz ve şuursuz bu iki yarım hücreden de yaşayan, gören, işiten, düşünen ve konuşan bir insan yapılmıştır. Kimin işi bu?
Hergün göz önünde yüz binlercesi cereyan eden bu fiil, eğer iddia ettikleri gibi fâilsiz ve tesadüfi ise, haydi, kendileri fail olsunlar da onu taklit etsinler:
Ölüden diriyi çıkarsınlar ve çıkardıklarını konuştursunlar.
Eğer konuşturamazlarsa sussunlar. Yoksa, ağızlarından çıkan her kelime, kendi yalancılıklarını yüzlerine vuracaktır.

KONUŞMA FİİLİNİN üzerindeki mührün taklit edilmezliğine delil, onun yoktan ortaya çıkmasıdır. Çünkü konuşan hiçbir varlığın aslında ve başlangıcında konuşmadan eser yoktur. Konuşan insanlarla dolu dünyanın başlangıcında da bu fiilin en küçük bir belirtisi yoktu.
Benzeri olmadan, bir yerden iktibas etmeden, hiçbir ipucuna sahip olmadan, hiçten ve yoktan icad edilip sonra da bütün canlılar dünyasını renk renk tecellileriyle kuşatan bu fiil üzerinde de, dilediğini yoktan yaratan bir irade ve kudretin mührü vardır. Kimin bu mühür?
Kör tabiatta ve şuursuz sebeplerde bu fiilin kaynağını arayanlar, bel bağladıktan bütün sebepleri bir araya toplasınlar, onlara kendi akıllarını da ilâve ettikten sonra konuşma gibi bir fiil yaratsınlar ve o mührün bir benzerini bu fiil üzerine vursunlar!
Yoksa hiç konuşmasınlar. Çünkü konuştukları herşey aleyhlerinde bir delil olarak kullanılacaktır.

KONUŞMAYA esas teşkil eden düşüncenin yaratılması, en az konuşmanın kendisi kadar akıl almaz bir mucizedir. Başlangıcı cansız besin maddelerinden ibaret bir damla, gözümüz önünde bir insan olup çıkarken, kafasına öyle bir kütüphane yerleştiriliyor ki, dünyanın bütün kütüphanelerinde ve bütün bilgisayarlarında saklanan bilgiler, o iki avuçluk kütüphaneyi doldurmakta yetersiz kalıyor!
Öyle bir kütüphanenin hayat boyu her saniye dışarıdan bilgi alması, içinde o bilgileri değerlendirmesi ve kelimelere dökmesi öyle taklit edilmez bir mühürdür ki, bugün düzinelerce ilim dalında yürütülen hummâlı faaliyetler, o mührün üzerindeki esrar perdesini biraz olsun aralayabilmiş değildir. Bir yanda milyarlarca ışık yılı ötelerdeki yıldızları sayan, diğer yanda atom parçacıklarıyla misket oyunları oynayan insan, kendisine bütün bunları yaptıran organının nasıl çalıştığı konusunda hâlâ yüzyıllar öncesinin âcizliği içindedir.
Lâkin, bir de bakmışsınız, o âciz insan, nasıl parladığı bilinmeyen ilham ışıkları kafasında belirir belirmez, yaratıcılıktan söz etmeye başlamıştır! Neyi nasıl yarattığını bilemeyen bu zavallı “yaratıcılar,” nedense, hergün kaç kâinat kapasitesinde yüz binlerce beyni yapıp çalıştıran bir kudrete aynı niteliği yakıştırmakta cimrilik ederler. Halbuki birtek beynin bir dakikalık faaliyetiyle boy ölçüşemeyen dünya dolusu bilgisayarları kendilerine yaptıran, yine kafalarındaki o taklit edilmez mührün bir eserinden başka birşey değildir.

BİR BEYNİ ve ondaki sayısız düşünce ve duyguları yoktan yaratmak bir yana dursun, bütün bunları tabiatın ve evrimin eline hazır verecek olsanız, ne yapacağını ikisi de bilemez. Çünkü o düşünce ve duyguları beynin dışına çıkarmak ve kullanılır hale getirmek için, taklit edilmez bir dizi mühre daha ihtiyaç vardır.
Önce o düşünce ve duyguların sembollere tercüme edilmesi gerekir. Halbuki ne tabiat, ne de evrim, sembolleştirmek fikrini yoktan icad edemez ve son derece bilinçli bir şekilde düzenlenerek kademe kademe tercüme edildikten sonra kelime meyvelerini veren bir sembol sistemini kurup işletemez.
Oysa, kelimenin tam anlamıyla sınırsız olan düşünce ve duygu bileşimlerinin sembolleştirilmesinde, birbirinden farklı başlıca iki yol seçilmiş ve sembolleri bir yandan lisan ile ses enerjisine, diğer yandan parmaklarla yazıya çevirmek için iki mükemmel sistem icad edilmiştir. İnsan vücudu içinde çok küçük bir yer işgal eden bu iki organa böylesine büyük ve önemli bir işlevi gördürmek için de, beyin korteksinde en geniş iki bölge onlara ayrılmış; bu organlardaki herbir kas ve sinir hücresiyle bağlantılar, en gelişmiş bir şehir telefon sisteminden daha mükemmel bir surette kurulmuştur.
Düşünce ile sembolleştirme ve sembolleri çözme arasındaki hassas ilişkilerin hiçbir kusur kaldırmadığını, “afazi” denen konuşma bozukluklarında açıkça görmek mümkündür. Böyle bir vak’ada hasta, ne anlatmak istediğini bilse bile, bunu ne konuşarak, ne de yazarak ifade edemez. Afazinin reseptif şeklinde ise, hasta konuşur, fakat dinlediği ve okuduğu hiçbir şeyi anlamaz. Hattâ kendi konuştuğunu dahi anlamadığı için, ağzından çıkan sözler de anlamsız bir kelime yığınına döner. Eğer bir insan beynini, düşünceleri ve sembolleriyle birlikte hazır şekilde evrimin eline verip “Konuştur bunu” deseniz, alacağınız sonuç aynen bundan ibarettir!
Düşünme, konuşma, yazma, işitme, okuma ve anlama fiilleri arasındaki bu olağanüstü ilişkilerin ve karmaşık önlemlerin üzerindeki taklidi imkânsız mühürler, iman edenlerin gözüne güneş parlaklığı içinde görünürken, evrimcileri de ebediyen içinden çıkamayacakları bir soruyla karşı karşıya bırakır:
“Bunların hangisi hangisinden çıktı?”
Soruyu yanlış sordukları gibi, cevabı da yanlış yerde aramaktan vazgeçmezler. O taklit edilmez mührün Sahibini arayacakları yerde, şempanzelerin anlamsız hareketlerinden anlam çıkarmak için yıllarını harcarlar da, sonra yine başladıkları yere gelirler:
“Diğer canlılar için mümkün olmayan konuşmayı insan beyninin nasıl mümkün hale getirdiği sorusu, hâlâ tatmin edici bir cevap bekliyor.”1

DÜŞÜNCENİN yaratılıp sembollere tercüme edilmesinden sonra, gözle görünen bir dizi mucize, konuşmanın yaratılışını tamamlar ve bütün bu faaliyetlerin üzerine taklidi imkânsız bir dizi tevhid mührünü daha peş peşe basar.
Evvelâ, anlam ifade eden sembollerin kullanılır hale getirilmesi, yani, bir enerji şekline dönüştürülmesi gerekir. Bu enerji ne olabilir ve nasıl paketlenir?
Bu konuda düşünülebilecek en kestirme, en ucuz, en hızlı, en pratik ve en mükemmel yol, çevremizde en bol bulunan ve her yere rahatça girip çıkan bir unsuru hammadde olarak kullanmaktır. Nitekim bir atmosfer dolusu hava zerreleri, aynen böyle bir işlev için kusursuz birer aday olarak yaratılmışlardır: Milyonlarca yıl boyunca aynı işi tekrar tekrar yaparlar ve ne masraf çıkarırlar, ne yıpranırlar, ne de kayıtları birbirine karıştırırlar.
Fakat Âlemlerin Rabbi, hava zerrelerini kelime yaratmakta kullanmadan önce, hikmet ve rahmetiyle onun üzerine bir tevhid mührü daha basar. Önce o zerreleri, vücudun yüz bin milyar hücresine erzak taşıtmakta görevlendirir. Sonra da, işini bitirmiş ve vücut içinde tehlikeli hale gelmiş olan atık zerreleri geri gönderirken, onları nefes borusundaki bir jeneratörden geçirir. Egzos dumanından bedava üretilen bu “çöp” enerjisi, yaratılacak kelimelerin, birbirinden güzel seslerin, şiirlerin ve şarkıların hammaddesidir.
Ses enerjisi, daha birçok görevi aynı anda yapan hançere, yutak, burun-boğaz boşluğu, burun ve ağız boşlukları, dişler, dil ve dudaklardan geçtiğinde, üzerinde güneş gibi bir ehadiyet mührüyle belirir:
O ses sadece o insan için takdir edilmiş, sadece ona özgü olarak yaratılmıştır ve bilimsel adıyla o insanın “dahilî simasıdır.”
Kendi sesinin seçiminde hiçbir seçme hakkı bulunmayan ve kendisine kendi dilediği gibi bir ses takdir etmekten bütünüyle âciz olan insan, doğrudan doğruya Rabbinin hazinesinden ona hediye gelen sesinin geçirdiği şu merhalelere bir baksın.
Her merhalede, yaratılışın en güzel mertebesini görsün. Ve Tebârekallahu Ahsenü’l-Hâlıkîn tesbihini kendi ses tellerinden işitsin.

BİR KELİMEYİ telâffuz etmek, ağzımızı açmak kadar bize basit gelir. O kelimenin yaratılışı ise, onu Yaratan için daha da basittir—kolay olduğu için değil, Onun kudreti sınırsız olduğu için.
Çünkü tek bir kelimenin yaratılışı, atmosferde başlayıp yine atmosferde biten ve ikisinin arasında insanı solunum sisteminden sinir sistemine, kaslarından kemiklerine, ruh dünyasından duygu ve hayallerine kadar bütün varlığıyla işin içine katan bir mucizeler silsilesidir.
Semâyı ve insanın en ücra hücresini birlikte tutan bir kudretten başka hangi şey bu yaratılışa müdahale edebilir?
Herşeyde herşeyi gören ve herşeyin herşeyle ilişkisini bilen bir ilimden başka hangi şey bu yaratılış aşamalarından bir tanesine parmak karıştırabilir?
Her yarattığını bir kâinat yaratır gibi yaratan bu ehadiyetten başka hangi şey her insanın gırtlağında farklı bir sima nakşedebilir?
Yeryüzünü binlerce defa öldürüp binlerce defa dirilten ve haşirde bütün ölüleri tek bir emirle huzurunda toplayan bu ezelî ve sınırsız kudretin Sahibinden başka kim insanın iki dudağı arasında bir kelime yaratabilir?
Gökleri yıldızların, kıt’aları ve denizleri sayısız canlıların renk renk tesbihatlarıyla konuşturan ve bir Ümmî Peygambere Kur’ân’ı indiren Ezelî Kelâm Sahibinden başka kim soluk borusuna tanbur tellerini yerleştirip onu konuşturur, güldürür, ağlatır, şarkılar söyletir, dualar ettirir?
“Yoksa onlar Allah’a, Onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da onların yarattıkları Allah’ınkine benzer mi göründü?”2
Şempanzelerle oynaşanlar, fosil karıştıranlar, Darwin’in ardında doludizgin Cehenneme koşanlar, gelin! Bütün sebeplerinizi, tesadüflerinizi, mutasyonlarınızı, tabiatlarınızı toplayın da öyle gelin.
Gelin ve bütün malzemesi size ait olmak üzere bir kelimeyi yoktan yaratın.
Soracaksanız, ondan sonra sorun “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye.
Eğer Âlemlerin Rabbine meydan okuyacaksanız, kendi malınızla meydan okuyun—Onun yarattığı kelimelerle değil!
Aksi takdirde, ağzınızdan çıkan her söz, sayısız hava zerrelerine Onun Hüve nüktesinden sayısız nakışları, iç içe tevhid mühürleri içinde resmeder, durur. Siz bilseniz de, bilmeseniz de, kabul etseniz de, etmeseniz de...
Siz ise, inkârınızla, sizi ve sözlerinizi Yaratana hiçbir zarar vermiş olmazsınız. Sadece kendinizi, kâinat dolusu ibâdet ve tesbihatların bir tercümanı olarak Âlemlerin Rabbiyle sohbet etmek gibi bir nimetten mahrum edersiniz, o kadar. Çünkü bir kelimeyi baştan sonra hikmetler zinciri içinde yaratan Allah, insana da o nimeti pek büyük bir hikmet için vermiştir:
“Nasıl ki bir zât hârika bir makine yapsa, o makinenin başında bir fonograf, bir fotoğraf gibi ayrı ayrı, kendi kendine işler, konuşur, yazar, muhabere eder cihâzât bulunsa, o adamın istediği tarzda işlese, neticelerini güzelce verse, o makineye bakan nasıl ki o adamı mâşaallah ve bârekallahlar ile alkışlar, manevî hediyeler verir. Aynen o makine de ondan maksud olan neticeleri, eserleri mükemmel izhar etmekle, o cihâzâtın lisan-ı haliyle sanatkârını takdirler ve tahsinler ve mâşaallahlar ile tebrik edip alkışlar, tahiyye ve hediyeler verir.
“İşte, bütün zîhayatın herbirisi, başında pek çok muhtelif fonograflar, fotoğraflar, telgraf ve telefon makineleri gibi çok makineler var. Onlar hilkatlerindeki netâici, maksatları nihayet derecede mükemmel gösterdiklerinden, hayatlarının tezâhürâtıyla tahiyyat tâbir edilen manevî alkışlar, hediyeler, tebrikler ve tahsinlerle Sâni-i Zülcelâlin tesbihâtını, hem kemâlât-ı sanatını ilân ediyorlar demektir.
“Biz ise, Ettahiyyâtü demekle, kendi lisanımızla o tahiyyatları yâd edip kendi hesabımıza dergâh-ı İlâhiyeye takdim ederiz. Zâten lisan o makinelerden birisidir. Ve ondan matlup neticelerden birincisi, bir tercümanlıktır.”3

1. Steven Rose, The Conscious Brain, s. 174.
2. Ra’d Sûresi, 16.
3. 29. Lem’a’dan.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
2 Nisan 2006       Mesaj #48
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
EVRENİN VAROLUŞU

Kuran-ı Kerim'de evrenin ortaya çıkışı şöyle açıklanır:

“O gökleri ve yeri yoktan var edendir...„

(En'am Suresi, 101)

Kuran'da verilen bu bilgi, çağdaş bilimin bulgularıyla tam bir uyum içindedir. Bugün astrofiziğin ulaştığı kesin sonuç, tüm evrenin madde ve zaman boyutlarıyla birlikte, bir sıfır anında, büyük bir patlamayla var olduğudur. "Büyük Patlama", orijinal adıyla "Big Bang" teorisi, tüm evrenin yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana geldiğini kanıtlamıştır. Büyük Patlama teorisi bugün evrenin varoluşu ve başlangıcı konusunda bütün bilim çevreleri tarafından ortak kabul gören yegane bilimsel açıklamadır.

Big Bang'den önce madde diye bir şey yoktur. Maddenin, enerjinin, hatta zamanın dahi bulunmadığı, tamamen metafizik olarak tanımlanabilecek bir yokluk ortamında madde, enerji ve zaman yaratılmıştır. Modern fiziğin ortaya koyduğu bu büyük gerçek, Kuran'da bize 1400 yıl önceden haber verilmektedir.



Koyu kahverengi bölgeler arka plan radyasyonunu göstermektedir. Açık kahverengi bölgeler soğuktur. Açık pembe bölgeler sıcaktır. Koyu pembe bölgeler en sıcak yerleri belirtmektedir.


NASA'nın 1992'de gönderdiği Cobe uydusunun hassas tarayıcıları Big Bang'den sonra tüm evrene yayıldığı varsayılan radyasyonun kalıntılarını buldu. Bu buluş evrenin yoktan var edildiği gerçeğinin bilimsel bir açıklaması olan Big Bang teorisinin ispatı oldu.



Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Nisan 2006       Mesaj #49
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KURAN MUCİZELERİKURAN’DAKİ BİLİMSEL MUCİZELER
Ateist düşünceye sahip olan kişiler dine getirdikleri eleştirilerde örnek olarak gösterdikleri olaylar genelde batıda yaşanan kilise ve bilim tartışmaları olmuştur. Gerçekten de kilise ve bilim arasında yaşanan tartışma oldukça kapsamlı ve sancılı geçmiştir. Bugün batı toplumu hala bu tartışmanın travmasını yaşamaktadır. Bu tartışmadan yola çıkarak dini eleştirmeye çalışan kişiler, benzer argümanları İslam dini için de kullanmaya isteseler de, bu gerçeği yansıtmamaktadır. İslam dinin kaynağı olan Kuran’ı bilmeden yapılan bu eleştiriler oryantalist bir bakış açısının ürünüdür. Gerçek ise bundan çok farklıdır.
İslam dünyasında batıda olduğu gibi din bilim tartışması olmamıştır. Bunun sebebi Kuran’da gizlidir. Kuran bilim dışı yada bilime karşı değildir. Aksine ayetler de onlarca yerde, Allah insanları düşünmeye, akletmeye, araştırmaya davet eder. Bunun dışında ayetlerde bilim dışı ve karşıtı hiçbir fikir vaaz edilmez.
Ayetler dikkatli bir şekilde okunduğunda içlerinde ancak günümüz bilimi ile bilinebilecek bir çok gerçeğin saklı olduğu anlaşılmaktadır. Bu bölümde, ancak son yüzyılda ortaya çıkmış bilgilerle bilinebilecek gerçeklerin Kuran ayetlerinde nasıl geçtiğini göreceğiz. Kuran’da bilimsel bu gerçekleri insanlara aktarılırken, hiçbir hurafe yada bilimdışı yanlış bilgiye yer vermemiştir.
Kuran bir bilim kitabı değildir. Bir hidayet kitabıdır. Fakat tüm evreni yaratan ve bu yarattığı evrendeki her bilgiye sahip olan Allah, bu bilgilere de Kuran’da yer vermiştir. Biyolojiden, gök bilimine; jeolojiden, tarihsel gerçeklere kadar bir çok bilgi Kuran’da insanlara sunulmuştur.
RESİM-48
Kuran Allah’ın sözüdür. Göklerin yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin Rabbi olan Allah bizlere bir hidayet rehberi ve yol gösterici olarak bu kitabı kulu Hz. Muhammed’e vahyetmiştir. Kuran’daki bilimsel mucizeleri okurken her bölümde kendinize şu soruyu lütfen sorun: Bu sözleri 14 asır önce çöl’de yaşamış; bilim ve teknolojiden uzak bir insan söylemiş olabilir mi? Bu ayetler samimi bir şekilde değerlendirildiğinde bunun imkansız olduğu ve Kuran’ın Allah sözü olduğu anlaşılacaktır.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
4 Nisan 2006       Mesaj #50
arwen - avatarı
Ziyaretçi
EVRENİN VAROLUŞU
Bigbangerev20. yüzyılın ortalarına dek hakim olan görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeydi. "Statik (durağan) evren modeli" adı verilen bu anlayışa göre, evren için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi.
Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, evreni sabit, durağan ve değişmez bir maddeler bütünü olarak kabul ederken, bir Yaratıcının varlığını da reddediyordu. Oysa 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji, materyalistlere zemin sağlayan durağan evren modeli gibi ilkel anlayışları kökünden yıkmıştır.
21. yüzyılın başlarında olduğumuz şu dönemde, evrenin bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla var olduğu modern fizik tarafından pek çok deney, gözlem ve hesapla ispatlanmış durumdadır. Ayrıca, evrenin, materyalistlerin iddia ettikleri gibi sabit ve durağan olmadığı, tam tersine sürekli bir hareket ve değişim içinde olduğu, genişlediği de saptanmıştır. Bugün bu gerçekler bütün bilim dünyası tarafından kabul edilmektedir.
Kuran-ı Kerim'de evrenin ortaya çıkışı şöyle açıklanır:
O gökleri ve yeri yoktan var edendir... (Enam Suresi, 101)
Kuran'da verilen bu bilgi, çağdaş bilimin bulgularıyla tam bir uyum içindedir. Başta da belirttiğimiz gibi astrofiziğin ulaştığı kesin sonuç, tüm evrenin madde ve zaman boyutlarıyla birlikte, bir sıfır anında, büyük bir patlamayla var olduğudur. "Büyük Patlama", orijinal adıyla "Big Bang" teorisi, tüm evrenin yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana geldiğini kanıtlamıştır.
Big Bang'den önce madde diye bir şey yoktur. Maddenin, enerjinin, hatta zamanın dahi bulunmadığı, tamamen metafizik olarak tanımlanabilecek bir yokluk ortamında, madde, enerji ve zaman bir anda yaratılmıştır. Modern fiziğin ortaya koyduğu bu büyük gerçek, Kuran'da bize 1400 yıl önceden haber verilmektedir.

Benzer Konular

14 Nisan 2017 / asla_asla_deme Akademik
25 Mayıs 2012 / virtuecat Hz. Muhammed
27 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Cevaplanmış
5 Temmuz 2012 / ThinkerBeLL Müslümanlık/İslamiyet
3 Eylül 2013 / Şeb-i Yelda Müslümanlık/İslamiyet