Arama

Kıssadan Hisseler - Sayfa 12

Güncelleme: 10 Aralık 2018 Gösterim: 77.083 Cevap: 180
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Haziran 2006       Mesaj #111
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Adanmış bir insanın mefkûresiyle alâkalı olmayan konularda şahsî bir kısım hedefler peşine düşmesi asla düşünülemez.
* * *
Sponsorlu Bağlantılar
İstikbal vaad etmeyenlere istikbal emanet edilmez.
* * *
Dirilmenin yolu nazarîyi amelîye çevirme, sonra da amelde temâdî ile olur
* * *
Yıkma düşüncesiyle harabeler, yapma mülâhazasıyla da ümranlar meydana gelir.
***
Allah'tan yine Allah istenmeli; O'nun rızası talep edilmelidir. Bu itibarla da, hakiki bir mü'min, yürekten “Allah'ım, Sen benden razı ol, yeter!” diyebilendir.
***
Namaz bir manada Allah'la irtibata geçmek demektir. Onun için de, namazın başında ve içerisinde, içinizi de, dışınızı da bilip gören bir Zat'ın huzurunda bulunduğunuzu hatırlayacak ve mülahazalarınızı ‘mâsiva'dan arı-duru hale getireceksiniz.
***
Aramadın ki, bulasın!
***
Bir hizmet erinin hedefi kendini aşmak, kendi rekorunu kırmak olmalıdır.
***
İslam'a, maalesef en büyük zararı onu doğru-dürüst yaşamayan müslümanlar veriyorlar. Keşke önce kendimizi bir düzeltebilsek!.
***
Efendimiz'e (aleyhi efdalüssalavât ve ekmelüttahiyyât) inanma Din(in bir rüknü) olduğu gibi, O'nu sevme de Din'dir.
***
Kur'an-ı Kerim, “Ey iman edenler, iman edin!” demek suretiyle bizi her zaman imanımızı gözden geçirmeye, tazelemeye davet ediyor.
***

Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:48
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
12 Haziran 2006       Mesaj #112
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi

ADALET VE TEVAZU

Emevi halifelerinin büyüğü Ömer b. Abdülaziz Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı. Gece çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı. Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle ilgili yazışmalarda kullanırdı. Halife, birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi.
Yakınlarından birisi Ömer b. Abdülaziz'e bir elma hediye göndermişti. O da elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi:
Sponsorlu Bağlantılar
- Ona de ki, elma yerini bulmuştur.
Fakat görevli itiraz edecek oldu:
- Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır.
Halife cevap verdi:
- Evet ama, Rasulullah s.a.v.'e verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.
Valilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle açıklardı:
- Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler.
Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki:
- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin.
- Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem.
- Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım.
- Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.
Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi:
- Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer'im.
İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde adaleti hakim kılmıştı. Büyük dedesi Hz. Ömer r.a. gibi adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk yaşlarında iken onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b. Abdülaziz, paraları adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de kaçmasını söylemişti.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:48
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Haziran 2006       Mesaj #113
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

BİR ÖLÜM


Bir zamanlar bir yerde Allah'ın bir veli kulu yaşardı. Temiz kalpli, ihlaslı, safça bir mü'mindi. Her gördüğünü iyiye yorumlar, Allah'a çok tevekkül ederdi. Bir kötülük, bir çirkinlik görse iyi tarafından alır, "Bunda bir hikmet vardır" diyerek gönlünü hoş tutardı. Her şeyin iyi yönünü görür, gülleri devşirir, dikenlerle hiç ilgilenmezdi. Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görür, onlara güler yüzle nasihat ederdi.
Müslümanların kıskanmasına aldırmaz. Onlara karşı yine hüsn-ü zan ederdi. Şeytanı ve nefsini tam ve katıksız düşman bilir, Allah'a sığınırdı. Nefsinin hücumlarına karşı iman kalesine girer, elden geldiğince ona karşı silahlanırdı.
Açıktan küfrünü açıklayanlara, Tevhid'i bulmaları için dua ederdi. Hayatı nurlu, gönlü sürûrlu has bir kuldu. Kur'an-ı sıkça okur, ayetleri anlamaya çalışırdı.
O gün yine nafile oruca niyetlenmişti. Dûha namazını biraz erkence kılmış, şehrin dışına doğru yürüyüşe çıkmıştı. Çevre duvarlarının dışına ağaç gölgelerinin sarktığı eski mezarlığa doğru yürüdü.

Kabristana girdi. Fatiha ve ihlası okudu. Bunu da, ebedi ikamegâhlarında yatanların ruhlarına hediye eyledi.
Koyu gölgeli bir ağacın altına oturup alnında biriken terleri mendiliyle sildi. Derin bir tefekküre daldı. Mezardakilerin hallerini düşünüp, onlar için kaygılandı. Yüreğine ılık bir şeyler aktı, gözleri yaşardı.

Sevgili Peygamberimiz kabir konusunda ne buyurmuştu? "Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur."

Şimdi burada yatanlar acaba hangisinde?
Acaba bunlar dünya hayatında neler yaptılar? Nasıl inandılar, nasıl yaşadılar? Şimdi cennet bahçesinde zevk mi ediyorlar, yoksa cehennem çukurunda azap mı çekiyorlar? Bir meraktır kapladı içini...
Bu eski mezarlıkta kimler yatıyor? Zengiler, fakirler, iyiler, kötüler, zalimler, günahkârlar...

Sonra yaşadığı zamanı düşündü... Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışanları, mazlumlara eziyet eden zalimleri, vatan, millet, bayrak diye halkı uyutanları, bankalarındaki hesaplarını kabartabilmek için herşeyi mübah sayanları düşündü.

Bir lokma için çöplük karıştıranları, televizyonda gördüğü sanatçı(!)lara ilah muamelesi yapanları, sırf okumak için gittikleri okula; senin giyinişin, kılık-kıyafet yönetmeliğine aykırı diye umudunu o okula bağlamış kızları okula almayan zihniyeti, dininin gereği giyindiği için okuluna alınmayan kızları, alkolün ve uyuşturucunun batağına düşmüş gençleri, ekranlarından fuhuştan başka birşeyin gösterilmediği televizyonların yöneticilerini düşündü... Allah'ım aklıma mukayyet ol! Sen ki duaları kabul edersin. Bizleri Rasulullah'ın (s.a.v.) sancağı altında toplananlardan eyle!..

Senin dininin gereklerini yerine getirmeyenler, bu hayatın sonunda hesap yok zannediyorlar. Oysa Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde:
"Bu hayatın sonunda hesap yok mu zannettin sen?
Lokantanın garsonu bile; 'hesap lütfen' diyor.
Sen nasıl olur da; bizlere herşeyi bahşeden, sen...

Hesap sormazsın?..
İlahî onları affet, onlara hidayeti nasip et."
Ya Rabbi! Çok sürmeden beni de buraya getirecekler. Benim halim ne olacak? Her nefis ölümü tadacaktır. "Ölümün acısı üç yüz kılıç yarasından fazladır." buyurulmuş. Ben nasıl dayanacağım?

Şeytan son anda bana musallat olursa ben ne yaparım? O zaman halim nice olur. Kabir hayatı, sonra diriliş, hesap-kitap, mizan-terazi, sırat, cennet, cehennem...
Gelen iki meleğe nasıl hesap vereceğim? Onların sorularına cevap verebilecek miyim?..

Bu düşünceler içindeyken uyku bastırdı. Başını yaşlı ağacın gövdesine dayadı. Dualar mırıldanırken gözü dallara, yapraklara kaydı. Sanki o yapraklarda ölmüş insanların isimleri vardı. Onları okumaya çalıştı. Uyku iyice bastırdı. Gözleri kapandı. Derin bir uykuya daldı.

Rüyasında mezardakileri gördü. Güyâ kendisi de ölmüş, orada bulunan kabir arkadaşları hâl diliyle kendisine bir şeyler anlatıyorlardı. Geriye dönüşü olmayan dünya hayatlarını, çaresizliklerini, nasıl aldandıklarını, halen hayatta olanlara nasıl gıpta ettiklerini, kendilerine fırsat verilse ve dünyaya dönseler sırf Allah'ın (c.c.) rızası için nasıl yaşacaklarını, hepsini, hepsini...

Sonra kabrin içinde en çok feryatların, iniltilerin geldiği kabrin sahibine sordu:
- Arkadaş halin nedir? Neden en çok azap sana çektiriliyor?
Kabirdeki şöyle cevap verdi:
- Ah!.. Aman... Halimi hiç sorma. Ben dünya hayatında Allah'a (c.c.) şirk koştum. Her günah affolunur, benim günahım affolunmaz.
- Anladım...
Sonra ana-babasına karşı gelenlerin, katillerin, intihar edenlerin, zulüm yapanların, zina yapanların, içki içenlerin, faiz yiyenlerin, kumar oynayanların, iftira atanların, riyakârların, münafıkların, rüşvet yiyenlerin, yetim malı yiyenlerin, sihirle uğraşanların, avret yerini açanların, karşı cinse benzeyenlerin, ilmiyle âmil olmayan alimlerin, hatta sattığı süte su karıştıranların hayatını dinledi. Çektikleri azaba tanık oldu.

İçi sıkıldı iyice. Çıldıracak gibi oldu. Sonra duyduğu kuş sesleriyle, hissettiği ve tarif bile edemediği eşsiz korkularla kendine geldi..

- Ya sen ey mevta! Nedir tüm bu güzelliğin sebebi? Seni görünce içim açıldı, gönlüm rahatladı. Senin yerinde olması ne kadar isterdim. Belli ki cennete namzetsin. Seni bu makama çıkaran nedir? dedi.
- İmandır kardeş, iman.
- Nasıl yani?
- Ben dünyadayken "La ilahe illallah Muhammedürresullah" lafzını tam manasıya anladım, layıkıyla iman ettim, ibadet ettim.
Allah'ım bu güzelliklerini hepimize nasip et, düşüncesi içinde diğer cennetlikleri; zekat verenleri, oruç tutanları, namaz kılanları. Allah'ı (c.c.) çokca zikredenleri ana-babasına hürmette kusur etmeyen evlatları, iyiliği emredip kötülükten nehyedenleri. İffet sahibi insanları, şehidleri, ehl-i takva sahiplerini dinledi. Onlara yapılan izzet-i ikramı gördü. Onlara gıpta ile baktı.

Bizim Allah dostu rüyasında kabir aleminde dolaşırken gelen gürültülerle uyandı. O kabristana yeni bir ölü getirilmişti. Kalabalık bir cemaat vardı. Ölüyü kabre koydular. Üzerini toprakla örttüler. Yasin, tekasür, ihlas, fatiha surelerini okuyup dua ettiler. Ellerini yüzlerine sürüp kabristandan ayrıldılar. Kabrin başında ölenin oğlu, kardeşi, bir de imam kaldı. İmam ayağa kalkıp:

- Ey Ahmet oğlu Hasan! diye üç kere bağırdı.
Dünya üzerinde bulunduğun inancı hatırla. O da şudur: "Allah'tan (c.c.) başka ilah olmadığına, Muhammedin (s.a.v.), Allah'ın (c.c.) Rasulü olduğuna, senin Rab olarak Allah'a (c.c.) Din olarak İslam'a, Peygamber olarak Hz. Muhammed'e (s.a.v.) razı olduğuna dair şahitliğindir." dedi...

Artık imamın ve yanındakilerin işi bitmişti. Son kez kabre bakıp çıkışa doğru yürümeye başladılar.
Kendisini halen rüyada zannediyordu ki; karşıdan gelen imam:
- Hey! Mübarek kalk ne yatıyorsun? sözleriyle irkildi ve birden ayağa fırladı.
- Sen kimsin? Ben nerdeyim? Öldüm mü? dedi..

İmam tebessüm ederek:
- Korkma, dünyadasın. Güneşin altında mezarlıkta uyumuşsun. Az önce bir kardeşimizi ahirete uğurladık. Uyuyacağına cenaze namazına iştirak etseydin, daha iyi olurdu dedi.
- Çok derin uykudaydım hocaefendi. Öyle rüyalar gördüm ki... Bende, ölmüş gibiydim...
- Hayırdır inşaallah. Nasıl olsa öleceğiz. Şimdi önce bir abdest al açılırsın. Sonra öğlen namazının vakti çıkmadan namazını kıl.

İmam ve yanındakiler kabristandan ayrıldılar. O ise halen gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Elinin tersiyle alnının terini sildi. Rüyasında bile cehenneme tahammül edememişken nasıl olur da yaşadığı hayatı cennete gidebilmek için harcamazdı...

İlahi! Bizi af ve mağfiret eyle. Rahmeti ve mağfiretini üzerimizden eksik etme.
Bizlerin canını Senin yolundayken al. Yoksa biz sorgu meleklerine nasıl hesap verir, kabir azabına ve cehenneme nasıl dayanırız?..
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:49
MaTTo - avatarı
MaTTo
Ziyaretçi
12 Haziran 2006       Mesaj #114
MaTTo - avatarı
Ziyaretçi

Artan Pilav

Yahya baba , II. Bâyezîd Hân zamanında , Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe giriştimi, ibadet ettiğini sanırsınız. Pirinçleri salavat getire getire ayıklar, yağını tekbirlerle eritir. Tuzunu Besmele ile , suyunu Fatihalarla salar. Zaman zaman gözünü yumar, enbiyayı, evliyayı aracı yapar, Allah'tan bereket arzular. Onun pilavı herkese yeter, hatta artar. Ancak o tek pirinç tanesine bile kıyamaz; artanı Tuna nehrine atar. Balıklar onun geleceği saati bilir, köprü başında toplanırlar. Kilerci, bakar pilav artıyor; pirinci aşçıya az vermeye başlar. Ama Yahya Baba bir kere bile "Bu prinç yetermi?" demez. Kilerci şaşkındır. Her gün pirinç miktarını biraz daha kısar ama pilav azalmaz, aksine çoğalır. Yine herkes doyar, Tuna'nın balıkları bile nasibini alırlar. Kilerci, bunu izah edecek tek kelime bilir: "Bu bir keramet!" Çok dener ve emin olunca Pâdişaha çıkar. "Bu Yahya Baba boş değil sultanım der, halbuki biz ona amele muamelesi yapıyoruz." Bâyeziîd-i Velî gönül ehlidir ve aşçı ile tanışmak ister. Kilerci ile bir plan yaparlar. O gün Yahya Baba'ya çok az, hatta gülünç denilecek kadar az pirinç verilir. O her zamanki gibi okur, âlemlerin Rabbi'nden Halil İbrahim bereketi diler. Pilavı çok lezzetli olur, üstelik kazanlara sığmaz. Yahya Baba artanları yine yüklenir, Tuna'nın yolunu tutar. Tam kepçeyi daldırıp balıklara atarken Padişah ortaya çıkar. "Ne oluyor bre der. Yoksa devlet malını israfmı edersin?" Yahya Baba tutulur kalır. Ancak balıklar kafalarını sudan çıkarıp; "Ayıp olmuyormu sultanım derler. Koca devletin artığını bize çok mu görüyorsun?" Yahya Baba öylesine mahçup olur ki, anlatılamaz. Utancından secdeye kapanır, Allah'a sığınır. Bâyezîd-i Velî onun kalkmasını bekler, ama geçmiş ola.... Mübarek çoktan rûhunu teslim edip kavuşmuştur rahmet-i Rahmana
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:49
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Haziran 2006       Mesaj #115
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Akıbetimizden eminmişiz gibi bir halimiz var; hiç eksiğimiz, kusurumuz yokmuş gibi davranıyoruz.

* * *
Saygısızlığın ve edepsizliğin başını alıp yürüdüğü bir dönemde hiç olmazsa Peygamber vârisi olan hizmet erleri, insanî değerlerin yeryüzünden bütün bütün kaybolmadığını ortaya koymalı değiller mi?!
* * *
Sefâhet, ruh sefâletinin neticesidir.
* * *
Biraz dişimizi sıkıp hakikî müslüman olsak hiç çözülmeyecek gibi görünen pek çok mesele kendiliğinden hallolacaktır.
* * *
Allah (celle celâlühû) iddiayı hiç sevmez. Onun için konuştuklarını iddialı sözlerle te'yîd etmeye çalışanlar, Allah nezdinde hiç de hoş olmayan bir davranış içinde olduklarını iyi hesap etmelidirler.
* * *
Sevgi, bilip tanıma üzerine bina edilirse kalıcı olur.
* * *
Kendi yaptığı işi beğenme bir münafıklık alâmetidir.
* * *
Hüzün Peygamberi (aleyhi efdalüssalavât ve ekmelüttahiyyât) nice meseleyi hüznüyle, ızdırabıyla ve gözyaşıyla çözmüştü. Ümmetinin de karşılaştığı meseleleri bir defa olsun o yolla aşmayı denemesi gerekmez mi?!
* * *
“Neticesinde Sen'i kaybedeceğim bir muvaffakiyeti bana verme Allahım!”
* * *
Bilme sığlaşmaya sebep olmamalı; derinleşmenin yolunu açmalıdır.
* * *
Siz ismet yörüngeli hareket eder, kasden günaha girmez, iradenizle hep masum kalmaya çalışırsanız, Allah da sizi sıyanetine alır ve masûn kimseler arasına dahil eder.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:49
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Haziran 2006       Mesaj #116
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ey Azrail!.. Ey Azrail! Bilirim, bu sözlerim çok yersiz, Neden böyle ansızın, geliverdin habersiz ?... Ne olurdu üç beş yıl, önce haber verseydin. Hiç değilse rüyama, bir kerecik girseydin... Aşk, meşk, derken, dünyadan bir türlü kopamadım. Senden özür dilerim, hazırlık yapamadım.,. Görüyorsun yanımda, ne valiz var, ne bavul

Ey Azrail!.. Ey Azrail! Bilirim, bu sözlerim çok yersiz, Neden böyle ansızın, geliverdin habersiz ?... Ne olurdu üç beş yıl, önce haber verseydin. Hiç değilse rüyama, bir kerecik girseydin... Aşk, meşk, derken, dünyadan bir türlü kopamadım. Senden özür dilerim, hazırlık yapamadım.,. Görüyorsun yanımda, ne valiz var, ne bavul. Uykum öyle ağır ki; ne zil duydum, ne davul.. Yaşım yetmiş olsa da, gör ki; fıkır fıkırım. Bu cümbüşlü âlemi, ben nasıl bırakırım?.. Hani bir söz vardır ya: "Yaş yetmiş, işi bitmiş." İnan ki, bu bir yalan, bunu diyen halt etmiş... Ey Azrail! Dur biraz, Sana yalvarıyorum. Yasal haklarım için; avukat arıyorum... Hayallerim, düşlerim, yarım kalan işlerim. Estetik yapılacak, daha burnum, dişlerim... Elli yaşımda ancak, voleyi vurabildim. Hortumlar sayesinde, holdingi kurabildim... Gerçi ucuza verdim, şerefin kilosunu. Ama böyle kazandım, şu uçak filosunu... Ey Azrail! Ne olur, bozulmasın pazarım. Sana şöyle yüklüce, bir çek bile yazarım... Şu masmavi havuzlu, sarayıma baksana. O daracık mezarda, yazık olmaz mı bana?.. Bazen çoluk çocuğa, içimden kızıyorum. Ölmemi bekliyorlar, inan ki; seziyorum... Arkamdan göstermelik, iki damla gözyaşı. Bir de şöyle büyükçe, yaldızlı mezar taşı. Tahmin ediyorum ki: mevlid de okuturlar. Ortalığı birazcık, gülsuyu kokuturlar. Araya reklam konur; bir ilahi aryası. Mevlid bitince başlar, dedi-kodu furyası. Etlerim, kemiklerim; didik-didik edilir. Ben az gelirsem eğer, köklerime gidilir... Ey Azrail! İnan ki, hazırlığım yok daha, Hele şu din konusu, çok karışık bir saha. Bazı büyük abiler, köşeleri tuttular. İrtica diye diye, beni de korkuttular. İlâhiyat adına; ekranda iki kaçık Kimlerin kuklaları oldukları apaçık... Alim zalim karıştı, renkleri seçilmiyor. Velisiz kaldı sokak; deliden geçilmiyor. Bu cinnet kervanına, kocabaşlar dahiller. Tuz bozulmuş, ne yapsın bizim gibi cahiller?.. Henüz daha gündemde, ne oruç var, ne zekât. Ne Kur'ân'la tanıştım, ne de kıldım bir rekat. Gönül desen, henüz genç, daha haccım duruyor. Aklım nefsin elinde, yollarda savruluyor. Edemedim bir türlü, şu nefsimi terbiye. Ortalıkta ne görse; tutturuyor ver diye. Ey Azrail! Bilirim, gelince beklemezsin. Tükenen vadelere, saniye eklemezsin. Bu satırlar boş geçen, bir ömrün hikayesi. İbret alanlar için, son pişmanlığın sesi... Bilmem ki, bir duvarda, bu mütevazi çaba; Bir küçücük pencere, açacak mı acaba?..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Haziran 2006       Mesaj #117
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir bilge, bir göletin başında oturmaktadır. Susuzluktan kırılan bir köpeğin devamlı olarak gölete kadar gelip, tam su içecekken kaçması dikkatini çeker.
Dikkatle izler olayı. Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki yansımasını görüp korkmaktadır. Bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır.
Sonunda köpek susuzluğa dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer.
O anda bilge düşünür:
-Benim bundan öğrendiğim şu oldu,der.
-Bir insanın istekleri ile arasındaki engel, çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır. Kendi içinde büyüttüğü engellerdir. İnsan bunu aşarsa istediklerini elde edebilir.

Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür. Asıl öğrendiği şey, insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin var olduğudur.
Bu yüzden dağarcığınızda ne varsa paylaşın lütfen, Bırak iyi vaya kötü olduğuna başkaları karar versin.sen bunu hiç dert etme senden de öğrenilecek bir şeyler vardır diğer insanlar için...

Her insanın bir hikâyesi ve söyleyecek bir sözü mutlaka vardır...
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:50
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Haziran 2006       Mesaj #118
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sakiki Belh, talebesi Hatemi Asam'a:
–"Kaç senedir benden ilim tahsil ediyorsun?" diye sordu. Hatem:
–"Otuz üç senedir," dedi.
–"Hangi ilimleri tahsil ettin, tahsil ettiğin ilimlerden ne kadar faydalandın?"
–"Sekiz fayda temin ettim." Sakik hayıflandı... biz yine Allah–u Teâlâ'ya döneceğiz âyetini okuyarak:
–"Ben ömrümü senin yolunda, senin talim ve terbiyende harcadım. Sen sekiz
faydadan başka bir şey istifade edemedin mi?"
–"Evet üstadım, doğrusu söylediğimden başka bir şey istifade etmedim. Başka bir şey de tahsil etmek istemem. Zira dünya ve âhiret saadeti ancak bu sekiz fâide ile elde edilir."
–"Peki söyle nedir bu sekiz faide?"

–BİRİNCİSİ, halka baktım, herkes bir sevgili seçmiş, herkesin sevgilisi kabre kadar arkadaş oluyor, kabre girmiyorlar, definden sonra çekip geliyorlar. Düşündüm, ben öyle bir sevgili bulmalıyım ki devamlı refikim, kabirde enîsim olsun. Böyle bir sevgili ancak amâl–i sâliha olurdu, ben de onu seçtim. Nasıl yapmışım?
– Güzel yaptın...
–İKİNCİSİ, halkı nefsi havasinin esiri gördüm. Nâziat sûresinin "Amma kim Rabbisinin makamından korkup da nefsini heva ve hevesten alıkoyduysa iste onun varacağı yer muhakkak Cennettir." mealindeki âyet–i kerîmeleri düşündüm. Kur'ân–ı Kerîm'in hak olduğunu yekînen bildiğim için nefsi emmareye muhalefet ederek onunla mücadeleyi şiddetlendirdim. İhtiyaç ve isteklerini vermedim. Boyun eğmek mecburiyetinde kalarak Hakkin tâati altına girdi. Nasıl etmişim?
–Allah seni mübarek etsin...
– ÜÇÜNCÜSÜ, halka baktım, her biri dünya meşgalesi içinde boğulmuş didinip duruyor, kazandığını biriktiriyor ve bir şey kazandığını zannederek onunla seviniyor. Nahl sûresinin "Sizin nezdinizdeki tükenir, Allah'ın indindeki ise bakîdir." âyet–i kerîmesindeki hakikati düşünerek senelerdir kazanıp topladıklarımı hazır âhiret azığı olması için hep bakî kalmak üzere Allah'ın indinde emanet ettim. Yani tasadduk niyetiyle fakirlere dağıttım. Nasıl yapmışım?
– Güzel yaptın...
– DÖRDÜNCÜSÜ, halka baktım bir kısmi şeref ve izzeti, akraba kavim ve kabilenin çokluğunda zannederek bununla iftihar ediyorlar, bir kısmı da izzet ve şerefi kibirlenip böbürlenmekte, kabadayılık satıp sövüp saymakta, dövüp kan akıtmakta görüyorlar. Bir kısmı da ırkının, soy ve sopunun üstün olduğunu zannederek onunla iftihar ediyorlar. Bir de Hücurât suresinde geçen "Muhakkak ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileride olanınızdır." kavli kerimini düşündüm ki, şüphesiz Kur'ân haktır ve insanlar yanılıyor. Ben de Allah indinde mükerremlerden olmak için takvayı seçtim. Nasıl etmişim?
– Güzel ettin...
–BESİNCİSİ, şu halka baktım, mal ve şöhret sevgisi yüzünden birbirlerine haset ve buğz ediyorlar. Bir de Zuhruf süresindeki "Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz taksim ettik." âyet–i kerîmesini düşündüm ki bu taksimat ezelde sabit olduğundan bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Bu hakikati öğrendiğimden beri hiç kimseye haset etmedim. Hak Teâlâ'nın taksimatına razı oldum, dünya ehli ile sulh akteddim. Nasıl etmişim?
– Güzel ettin...
– ALTINCISI, gördüm ki nefsanî garez ve şeytanî vesveseler yüzünden herkes birbirine düşmanlık ediyor. Bir de Allahu Teâlâ'nın "Şeytan sizin düşmanınızdır." Kavli kerimini düşündüm. Kur'ân haktır, şeytan ve şeytana tâbi olanlardan başkası düşman olamaz. Böylece şeytanı düşman bilerek hiç bir hususta ona itaat etmedim. Allah'ın emrine sarıldım. Hiç kimseye düşmanlık etmedim ve bildim ki doğru yol, Allahu Teâlâ'nın Yasin süresindeki "Ey Âdem oğulları, şeytana tapmayın, çünkü o sizi Rabbinizden ayıran bir düşmandır. Bana ibâdet edin, iste sıratı müstakim budur diye size emretmedim mi?" kavli kerîmindedir. Ben de bu yolda devam ettim. Nasıl etmişim?
– Güzel yapmışsın ey Hâtem...
– YEDİNCİSİ, halka baktım, gördüm ki, nefsini zillete düşürerek dünyevî ihtiyaçlarını kazanmak için bütün gayretlerini sarf ediyorlar, bu sebeple haram ve şüpheli şeylerden kaçamıyorlar. Bir de Allahu Teâlâ'nın Hûd süresindeki "Hiç bir canlı yoktur ki rızıkları Allah'ın üzerine olmasın." kavli kerîmi ile Necm süresindeki "İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur." âyet–i celîlesini düşündüm ki, ben de yer yüzündeki canlılardan biriyim. Allah rızkımı tekeffül etmiştir, ben âhireti talep etmekle mükellefim. Yaratılış gayemi düşünerek bütün gayretimle Allah için kulluk vazifemi yapmaya çalıştım. Nasıl etmişim?
– Güzel etmişsin...
– SEKİZİNCİSİ, halka bakıp gördüm ki, kimi malına mülküne güveniyor, kimi yüksek diplomasına, kimi bileğine kimi sanatına, kimi oğluna kızına, kimi babasının bıraktığı mirasa, kimi aklına, kimi de bu işten ayrılsam daha çok kazanırım. Ekmeğimi taştan çıkarırım diyerek âciz nefsine güveniyor. Ben ise Allahu Teâlâ'nın Talak süresindeki "Kim tam bir tevekkül ile Allah'a güvenip dayanırsa O, kendisine yetişir." Kavli celîlini düşünerek tam bir tevekkül ile Allah'a itimat edip güvendim. O bana yeter ve O ne güzel bir vekildir. Nasıl beğendin mi?
– En güzelini yapmışsın ey Hatem, Allah seni muvaffak etsin, hakikaten ben Tevrat'a, İncil'e, Zebur'a ve Furkan-ı Hakime baktım, bu dört kitapta mevcut olan ilim ve maarifi ilâhiyenin bu sekiz faidenin dışına çıkmadığını gördüm. Bu sekiz usûl ile amel eden kimse dört kitapla amel etmiş gibi olur. Allah seni mübarek kılsın ey Hatem!
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:50
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
12 Haziran 2006       Mesaj #119
arwen - avatarı
Ziyaretçi

DUA İÇİN RİCA


Bir şahıs, heyecan ve ıstırapla, İmam Sadık (a.s)ın huzuruna gelerek:
- Ne olursunuz efendim, Allah'a bana daha fazla rızık vermesi için dua da bulunun, çünkü çok yoksulum, dedi.
İmam:
-Hayır, asla dua edemem buyurdu.
-Niçin edemezsiniz efendim?
-Zira Allah bu iş için bir yol tayin etmiştir; rızk peşinden koşun ve onu elde edin diye de emir buyurmuştur. Halbuki sen evinde oturup, dua etmek suretiyle, rızkın senin peşinden gelmesini istiyorsun.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:50
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Haziran 2006       Mesaj #120
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hamidettin-i Aksarayi hazretleri Yıldırım Beyazıt zamanında Bursa'da ekmek yapar satardı. Onun ekmeklerini şehir halkı âdeta yağmalarcasına alırlardı. Nasıl bir hamur yoğuruyordu da, bu derece lezzetli ekmek yapıyordu, bu kimsenin malumu değil onun
"Somunlar ... Mümünler ..." diye sokak aralarına, tatlı tatlı dökülen sesini duyunca , bütün Bursalı'lar birbirine girerdi.
Böylece Ulu Camii yapılırken orada çalışan işçilere kendi fırnında yaptığı somunlarını getirir ve dağıtırdı. O küçücük fırınında yapılan somunlar işçilere yeter ve herkes o somunlardan rızıklanırdı. Camide çalışan işçiler yemek saatinin gelmesini ve somuncubabalarının onlara taptaze sıcacık ve leziz somunlarından getirmesini dört gözle bekler, öğle saatini kollardı.
Nihayet Ulu Camii inşaatı bittiğinde; Yıldırım Beyazıt Emir Sultan Hz. lerine ilk hutbeyi okumasını söyler. Emir Sultan Hz. Padişah'a burada Hamidettin-i Aksarayi hazretlerinin ikamet ettiğini ve o varken hutbeyi okumanın kendisine düşmeyeceğini anlatır. Padişah'ta Somuncu baba'nın okumasını kendisinden rica etmesini söyler. Ve nihayet Israrlara dayanamayan Somuncu baba hutbeye çıkar.
Hutbe'de Fatiha süresinin yedi farklı tefsirini yapar. Tefsir bittikten sonra;
"Fatiha süresinin ilk tefsirini bütün cemaat anlar,
ikinci tefsiri cemaatin büyük bir kısmı anlar,
üçüncü tefsiri cemaatin yarısı anlar,
dördüncü tefsirini cemmatin küçük bir kısmı anlar,
beşinci tefsiri cemaatin çok azı anlar,
altıncı tefsiri birkaç kişi anlar,
ve yedinci tefsiri sadece kendisi anlar"
Cemaat Somuncu babalarının ne kadar büyük bir Allah dostu Evliya olduğunu görünce cami çıkışında onun elini öpmek isterler. O mübarek Zat cemaat'in isteğini kıramaz ve Ulu Camiin üç kapısından çıkan cemaat'e elini öptürür. Böylece bütün cemaat Hazret'in elini öpme şerefine nail olur.
Artık dağılmaya başlayan cemaat kendi aralarında konuşurken kendilerinin somuncu babanın elini öptüğünü anlatırken birden farklı kapılardan çıktıkları halde elini öptüklerini anlarlar. Kendilerinin Somuncu babalarının kerametini görünce Somuncu babalarına koşarlar. Oradaki görevi biten Hazret artık gitmiştir. O günden sonra bir daha Bursa yakınlarında görülmez. Hamidettin-i Aksarayi Hazretleri Soluğu Kayseri'de alır.

Benzer Konular

17 Ekim 2018 / AreX Kahve Molası
6 Nisan 2009 / nılufer Soru-Cevap