Arama

Dua Ufku - Sayfa 2

Güncelleme: 21 Aralık 2017 Gösterim: 162.818 Cevap: 212
NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
12 Kasım 2005       Mesaj #11
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
DUA

Sponsorlu Bağlantılar
Şükran duymak da bir yaklaşım tarzıdır ve bizim müteşekkir olacak o denli çok şeyimiz var ki.

Loise Redden isimli çok fakir giyimli bir kadın yüzünde bir hüzünle bir manava girer. Dükkan sahibine mahcup bir şekilde yaklaşır. Kocasının çok hasta olduğunu, çalışamaz duruma düştüğünü ve yedi çocugu ile birlikte aç kaldıklarını ve yiyeceğe ihtiyaçları olduğunu söyler. John Longhouse isimli manav ona ters bir şekilde bakarak derhal dükkanını terketmesini ister.
Kadın ailesinin ihtiyaçlarını düşünerek, lütfen efendim der, paramız olur olmaz getirip borcumu ödeyeceğim. John kendisine bir kredi açamayacağını çünkü onun eski bir müsterişi olmadığını, kendisinde bir hesabının bulunmadığını söyler.
O sırada dükkanın dışında bekleyen bir müşteri ikisinin arasında devam eden bu konuşmayı dinlemektedir. İçeri girerek John'a yaklaşır ve ben o kadının almak istediklerine kefilim der. Ailesinin ihtiyacı olan şeyleri ona ver.
Bunun üzerine manav çok isteksiz bir şekilde kadına döner ve bir alış veriş listen varmıydı diye sorar. Louise "Evet efendim" der. "Tamam" der manav. Şimdi onu terazinin şu kefesine koy, onun ağırlığınca diğer kefeye istediklerinden koyacağım.!" Louise bir an duraksar, sonra başını önüne eğer ve çantasını açarak üzerine bir seyler karalanmış bir kağıt parçasını çıkartır ve manavın kendisine gösterdigi kefeye özenle bırakırken başı hala öne eğiktir. Manavın ve diğer müsterinin gözleri terazinin kefesine dikilirken hayretle büyümüştür. Manav müsteriye dönerek kısık bir sesle, "İnanamıyorum." Der. Inanılacak gibi değildir. Müsteri manava gülerken manav çoktan diğer kefeye eline geçeni doldurmaya başlamıştır ama nafile, diğer kefeyi yerinden bile kıpırdatamamıştır. Terazinin kefesi artık üzerindekileri almayacak kadar dolduğunda çaresiz hepsini bir torbaya doldurarak kadına verir. Şaşkınlıkla üzerinde birşeyler çiziktirilmiş kağıdı eline alır ve okur. Bir de bakar ki orda bir alış veriş listesi yoktur. Sadece bir dua yazılıdır. "Allah'ım neye ihtiyacım olduğunu sen bilirsin, kendimi senin ellerine teslim ediyorum." Manav taş gibi bir sessizliğe bürünmüştür. Loise kendisine teşekkür ederek dükkandan ayrılır.
Müsteri John'un eline bir elli dolarlık tutuştururken, her kuruşuna değdi,der. Daha sonra John Longhouse terazisinin kefelerinin kırılmış olduğunu görür. Bu nedenle duanın ne kadar ağır çektiğini sadece Mevla'mız bilir.

DUA BİZİM İÇİN HİÇBİR MALİYETİ OLMAYAN BEDAVA BİR HEDİYEDIR.

Bu hikayeyi dostlarınıza gönderiniz ve onlar için bir dua ediniz

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Kasım 2005       Mesaj #12
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
* Müslüman demek, hasreti çekilen insan demektir. Bir kimsenin hasreti çekilmiyorsa, son nefeste imanı tehlikededir.
* Bir müslüman, bir müslümanın yanına, herhangi bir iş için, rahat gidemiyorsa, çekinerek gidiyorsa, o kendisinden çekinilen müslümanın son nefesinden korkulur.
Sponsorlu Bağlantılar
* Güzel ahlak, kimseye yük olmamak, fakat herkesin yükünü çekmektir.
* Kendini beğenmeyip haramlardan sakınanın kabına, rahmet dolmaya başlar, ihlası artar, istifade etmeye başlar. İşte bu istifadenin hasıl olup olmadığı, kimseye yük olmayıp, herkesin yükünü çekmeye başlaması ile anlaşılır.
* Herkeste şef olmak arzusu vardır. Bu insanın tabiatında vardır. Bu hâl yalnız yüzü ahirete dönük olanlarda olmaz.
* Güler yüzlü olmayanın, insanların itimadını, sevgisini kazanması zordur. Cömert olmayan, vermekten hoşlanmayan, insanların sevgisini kazanamaz. Sırf Allah rızasını gözetmeyenin, yaptığı hizmetlerde insanlardan takdir veya maddi bir karşılık bekleyenin ihlası zedelenir. Allahü teâlâ da ihlassız kimseyi muvaffak kılmaz.
* Nefse tâbi olmak, kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak sıkıntı verir. Seadet-i ebediyyeye kavuşmak için çok engeller var. En büyük engel, akla, nefse tâbi olmaktır.
* İnsan, ölüme hazırlanırsa, huyu güzel olur. Ölümü hatırlatmak, mümin için müjdeli haber gibidir.
* Ölümü unutup, çok yaşama arzusuna kapılan, üç şeye hasret gider. Topladığına doymaz, umduğuna kavuşamaz. Ahiret yolculuğu için yeterli hazırlık yapamaz.
* Hiçbir zaman, hiçbir şekilde, halinizden şikayetçi olmayın. Her zaman şükredici olun. Beterin beteri vardır.
* Mertlik demek, herkes ile iyi geçinmektir.
* Herkese iyilik yapamayız; fakat, hiç kimseye kötülük yapmaya hakkımız yoktur.
* Kalbi en fazla nurlandıran şey; kızdığınız kimseye dua etmektir.
* Ağızdan çıkan söz muallakta kalmaz, ya sağ tarafa yazılır ya da sol tarafa.
* Bir söz söylerken, hem kendinizin, hem karşınızdakinin ahiretini düşünerek konuşun.
* Mümin kardeşinizin duasını almaya çalışın. Kurtuluşun onun duasında olabileceğini unutmayın.
* Başarının sırrı, güler yüz, tatlı dil ve güzel siyasettir. Güzel siyaset, herkesin memnun olması demektir. Sevgi yakınlık ister, kaçan mahrum kalır, gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Kendisini seveni, başkası sevmez.
* Gıybet aileyi parçalar, toplumu çökertir, cemiyeti felakete götürür. Zinadan daha büyük günah olduğu halde, çok kolay işlenen bir günahtır.
* Herkese sıkıntı veren kibirlilerdir. Herkesi şikayet etmesi kibrindendir. Mütevazı demek ölmüş, demektir. Ölü kimseyi şikayet etmez, ölüyü şikayet eden olmaz.
* Kızdığınız zaman bir kefen yapın.
* (Nefsini bilen Rabbini bilir) hadis-i şerifinin sırrına eren, nefsini sokakta gördüğü köpekten aşağı bilir.
* Her sıkıntıya sebep, günah işlemektir.
* En büyük günah, günahı bilmemektir. Ondan büyük günah, günahı ibadet olarak yapmaktır.
* Başarılı olmak ve ahirette de bu başarısının faydasını görmek isteyen namazlarını aksatmayıp, iki şey yapsın; Sabretsin, ihlaslı olsun.Msn Rose



hurşit - avatarı
hurşit
Ziyaretçi
23 Kasım 2005       Mesaj #13
hurşit - avatarı
Ziyaretçi
TEVBEYLE ARINMAK
İstiğfar ve tevbe farzdır. İstiğfar amel defterini günahlardan, tevbe kalbi günah kirlerinden temizler. Biri dille, diğeri kalple olur. İstiğfar kolay, tevbe zordur. İstiğfar, Yüce Allah'a dönüşün başı, tevbe ise sonudur. Tevbenin kabulü de, kulun ilâhi dostluğa alınmasıdır.
İnsan, işlemiş olduğu günahların ahiret gününde karşısına çıkmaması için Allah'tan mağfiret diler, yani istiğfar eder. Aynı günahları tekrar işlememek için de kalben tevbe eder ve bir daha yapmamaya azmeder. Bunun için gösterdiği gayret de kalbinin temizlenmesine sebep olur.
Temizlenmeyi isteyen, bu isteğin gereklerini yerine getirmek zorundadır. Bu iş, Yüce Allah'tan hayırlı rızık, ilim ve şifa istemeye benzer.
Bir kimse, “ Allahım, senden hayırlı rızık istiyorum” diye dua ediyor. Ardından rızkın gelmesini beklemiyor, rızık için meşakkatlere katlanıyor, yol arıyor, sebeplere yapışıyor, yoruluyor ve sonuçta nasibine ulaşıyor. Yüce Allah'tan ilim ve sıhhat isteyen kimse için de durum aynı. Bunun gibi isteyen talep eder, talep eden peşine düşer, arayan bulur...
Yüce Allah, “Şüphesiz nefsini temizleyen kurtulmuş, onu günah kirleri içinde bırakan ise helâk olmuştur.” (Şems, 9-10) buyurarak ebedi saadeti tevbe ve temizliğe bağlamıştır.
Tevbe isteyen kul da terbiye yoluna girer. Terbiyenin sebeplerine yapışır, sıfatlarını güzelleştirme derdine düşer. Yüce Allah'tan yardım ister, kendisine yardım edilir, yol açılır.
Güle bahçıvan gerek
İstiğfar tek başına olur, fakat terbiye tek başına olmaz. Büyük veli Ebu Ali ed-Dekkak rh .a., terbiye mürşidsiz olmaz der ve kendi başına terbiye olmak isteyenlerin durumunu şu misalle anlatır:
“Kendi başına kalan kimse, dağ başında büyüyen ağaca benzer. Onun yaprağı olur, fakat meyvesi olmaz. Olsa da tatlı olmaz.”
Kalpteki kinin, hasedin, rızık korkusunun, kendini beğenmenin, aşırı dünya sevgisinin, şehvet ve şöhret tutkusunun kendiliğinden gitmeyeceğini bilmelidir. Bütün günahlar, kalbi ve ruhu hapiste tutmakta ve gaflete, Sevgili'den ayrı kalmaya sebep olmaktadır.
Kötülükleri iyilikler giderir
Mümin, kalbinin hallerini, sıfatlarını, niyetlerini kontrol edip kurtuluş yolunda ne kadar ne yaptığını düşünmelidir. Kalbini düşünmeyen kimsenin terbiye olması, kötü sıfatlardan kurtulması, ilâhi aşkla boyanıp Yüce Allah'a doğru yol alması mümkün değildir.
Nasuh tevbesi etmeli, temizlenmelidir. Alimler, böyle bir tevbe ile Yüce Rabbi'ne dost olmak isteyen kimselere şunların gerekli olduğunu bildirmişlerdir:
Allahu Tealâ'ya isyan etmenin haram, itaat etmenin farz olduğunu bilmek,
Bir günaha düştüğünde, hemen tevbe edip onda ısrar etmemek,
Ölene kadar istikamet üzere itaat içinde yaşamaya azmetmek,
Mağfiret edilmeyi ümit etmek,
İşlediği kusura kefaret olması için, Rasulullah s.a.v.'in: “Kötülükten sonra bir iyilik yap ki onu temizlesin” (Tirmizî, Darimî, Ahmed) hadisine uyarak, günahın peşinden güzel bir iş yapmak.
Önce sabır, sonra sabır
Alim olsun cahil olsun, her müminin en büyük hedefi, kalbini temizleyip Yüce Allah'ın sevgisine ulaşmaktır. Bunun için her çareye başvurmalı, sabretmelidir.
İmam Gazalî rh .a.'in naklettiğine göre, Ebu İshak el- İsferâyinî şöyle demiştir:
“Otuz sene boyunca Allahu Tealâ'nın bana nasuh tevbesi nasip etmesi için dua ettim, sonunda nasip oldu. Kendi kendime, ‘ Subhanallah ! Bir hacetim için Allahu Tealâ'ya otuz sene dua ettim. İsteğim yeni kabul edildi' dedim. O sırada bir rüya gördüm. Rüyamda birisi şöyle diyordu:
Bu işe hayret mi ediyorsun? Sen Allahu Tealâ'dan ne istediğini biliyor musun? Tevbe ile Yüce Allah'ın seni sevmesini istiyorsun. ‘Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri ve güzelce temizlenenleri sever' ayetini işitmedin mi? Bu basit bir hacet midir?”
Bu nakilden sonra İmam Gazalî rh .a. diyor ki:
“Şu büyüklerin güzel haline, kalplerinin ıslahı ve ihyası için gösterdikleri gayrete ve ahiretlerine azık hazırlamak için çektikleri zahmete bak!” (Minhâcü'l-Âbidîn)
Müridin gayreti, mürşidin himmeti
Gerçek tevbe ve terbiye, sadece ahlâk kitaplarını, tasavvufî eserleri ve tarihteki örnekleri okumakla gerçekleşmez. Kâmil bir mürşidin rehberliği, nazar ve feyzi olmadan, bu manevi temizlik ya noksan olur, ya hiç olmaz. Bu konuda Ömer Ziyauddin Dağıstanî k.s. şu uyarıda bulunur:
“Tasavvufî eserleri okumakla boş yere ömür tüketeceğine, o eserlerde anlatılanları hallenmiş bir mürşide teslim olup, onun işareti üzere amel eder, zikir, fikir ve huzur ile Allah'tan gayrıyı kalbinden temizlemeye çalışırsan, bu senin için daha hayırlı olur.” (Ömer Ziyauddin, Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvalar)
Bu konuda ariflerin kutbu Şah-ı Nakşibend k.s. diyor ki:
“Bize katılmak isteyenlerin yapması gereken, sohbetimizin tesiri oluncaya kadar bizimle beraber olmasıdır. Çünkü bu beraberliğin sonucunda kendisinin yetenekleri ortaya çıkar.
Sohbetimize katılanların kalbine ilâhi muhabbet tohumları ekilir. Ne var ki, bazı kimseler, içlerini saran şehvet ve dünyevî kirlerden dolayı bu muhabbet tohumlarını geliştiremezler.
Bize düşen görev, talebelerimizin kalplerinden kirleri gidermek, ilâhi muhabbet tohumlarının gelişmesini engelleyen şeyleri temizlemektir. Kalplerinde muhabbet tohumu olmayan kimseler için yapmamız gereken, onların gönüllerine ilâhi muhabbet tohumlarını ekmemizdir.
Eğer bu kimseler elden geldiği kadar hallerini korumaya gayret gösteriyor ve feyz almak için nefsin engellerini aşmaya çaba harcıyorlarsa, bu durumda bize düşen vazife, feyiz ve şefkatle onların terbiyesi ile meşgul olmaktır.
Bu terbiye gece gündüz devam eder. Onların bize uzak veya yakın olmaları fark etmez.” (Ahmed Sıddıkî, Şah-ı Nakşibend)
Son düzenleyen Blue Blood; 23 Kasım 2005 11:24
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Kasım 2005       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

İlahî rahmetiyle ve bu rahmetinin eseri olan lütuflarıyla topyekün mahlukatı kuşatan Rahman ism-i celîlinin sahibi, Âlemlerin Rabbi Allah'a, mahlukatının solukları adedince hamd ü sena; hem fert fert hem de bütün bir beşeriyet olarak medyunu bulunduğumuz İnsanlığın İftihar Tablosu Hazreti Muhammed Mustafa'ya, O'nun güzide aile fertlerine, seçkin yol arkadaşlarına salât ü selam ediyor, aczımızın, fakrımızın şuurunda olarak bir kez daha sonsuz şefkat sahibi Rabbimizin ulu dergahına sığınıyoruz:
Ey bilinmesi gerektiği ölçüde bilmekten fersah fersah uzak bulunduğumuz yüce Rabbimiz! Bizi marifet denizinin derinliklerine daldır; daldır ki, kalblerimiz saffet bulsun, yolumuzun sonu da vuslat olsun! Bizi nurunla rızıklandır.. şek ve şüphenin karanlık vadilerinden uzaklaştır.. zahirimizi ve batınımızı ilahî inayetinle te'yîd buyur ve bizi cismaniyetinin altında kalıp da ezilenlerin elîm akıbetine maruz bırakma!...
Ey kullarının dualarına her zaman mukabelede bulunan yüceler yücesi Rab! Bizim dualarımızı da kabul et.. bizi dünyada da, ukbada da kaybedenlerden eyleme.. her türlü bela ve musibetlerden sıyanet buyur ve umduklarımızın ötesinde sürpriz lütuflarınla sevindir!...
Mahlukatın en şereflisi ve mevcudatın Efendisi’ne, hürmete ziyadesiyle layık aile halkına ve ashab-ı güzinine salât ü selam ederek dualarımızı Kabe-i Muazzama’da yapılmış dualar gibi kabul buyurmanı diliyoruz.
Ya Rab! Eksik-gedik de olsa, ne olur, şu teveccühümüzü karşılıksız bırakma!
NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
7 Aralık 2005       Mesaj #15
NihLe - avatarı
Ziyaretçi

Kan içen, karın deşen katillere kucak açtığımız için, havamızı, yuvamızı, yol geçen hanına döndürdüğümüz için, yüz binlerce kadın, çocuk, ihtiyar Müslüman´ın öldürülmesinde yardım ve yataklık ettiğimiz için bizi affet Allahım!

Havaya uçurulan evinin enkazından çocuğunun parmaklarını, oyuncaklarını toplayan annenin feryadını televizyondan seyrederken donuk gözlerle bakan bizleri affet Allahım!

Bağdat´taki camileri, içinde cemaatiyle beraber yerle bir edenlerle aynı safta göründüğümüz için bizi affet Allahım!

Efsanelerdeki ifritlere rahmet okutan, Kazıklı Voyvoda´ların pabucunu dama fırlatan, Drakulaları kıskançlıktan çatlatanlara çanak tuttuğumuz için bizi affet Allahım!

Onlar bizimle Çanakkale´de Haçlı Ordusu´na karşı savaşmış ve şehit olmuşlardı. Şimdi o şehitlerin torunlarına karşı savaşan haçlı ordularına biz destek veriyoruz sen bizi affet Allahım!

Amerika´nın füzelerine, bombalarına, helikopterlerine aldırmayan, Allah için yanan yüreğiyle atılan bombaları eriten yiğit Irak kurtuluş hareketi mücahitleriyle karşılaşmaktan korktuğu için, Kadir gecesinde Felluce hastahanesine girip 38 hastayı önce sürükleyerek hıncını almaya çalışan ve sonunda kurşuna dizen Amerikan askerlerine karşı bir şey yapamadığımız için bizi affet Allahım!

Demokrasi adına çocuklar üzerine bomba yağdıran, anaların kucağındaki yavrularını hunharca öldüren, gelin evini matem evine çevirenlere hizmet eden bizleri affet Allahım! Demeye yüzümüz yok bizim Allahım!

İsa elbisesiyle gelip Yezid´in ruhuna şad edenlerle beraber olup dokuzuncu haçlı seferlerine ilk defa biz Müslümanlar da katıldığımızdan dolayı affet bizi demeye yüzümüz yok amma sen yine de bizi affet Allahım!

Müslüman kadın ve erkekleri çırılçıplak soyan, onları üst üste yığan, fotoğraflarını çekip dünyaya yayan generallere saygıyla eğilip yağcılık yaptığımız için bizi yakma Allahım!

Kanlı katillerin ölüm kusan tanklarının üstünde görev alıp namlunun dövdüğü yerleri görüp dünyaya göstererek iki yüz kadar devletin insanlarının gözlerini korkutmada öcüye kuyruk olduğumuz için bizi affet Allahım!
bigfree_35 - avatarı
bigfree_35
Ziyaretçi
14 Aralık 2005       Mesaj #16
bigfree_35 - avatarı
Ziyaretçi
Çocuklar artık şarkı yerine "Dua" mırıldanacak! Yaşları 4 ile 12 arasında değişen 11 çocuktan oluşan
"Minik Dualar Grubu", birbirinden önemli ve güzel on adet duadan oluşan, "Çocuklar İçin Bestelenmiş Dualar"dan oluşan,
"Teşekkür Ederim Allah’ım" isimli albümle bize çocukluğumuzu hatırlattılar. İyi de yaptılar!
Birbirinden önemli ve güzel on adet duadan oluşan,
"Çocuklar İçin Bestelenmiş Dualar" üst başlığını taşıyan, "Teşekkür Ederim Allah’ım" isimli albüm çıktı.

buradan indirebilirsiniz
http://rapidshare.de/files/7165275/Minik_Dualar_Grubu-Tesekkuer_Ederim_ALLAHIM-by.tarikcik.rar.html

şifre : tarikcik
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Aralık 2005       Mesaj #17
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yörüngesini tutturamayanlar ömürlerini gel-gitlerin ağında harcamaktan asla kurtulamazlar .
***
Bir topluluğun izzet ve haysiyeti o topluluğu meydana getiren her ferde bir emanettir.
***
Ölüm kendisini hissettirmeye başladığı zaman infakta bulunmanın da bir kıymeti olsa bile, aslolan hiç şüphesiz hayatta ve sıhhatli iken vermektir.
***
İnsan kaynaklı bütün problemlerin altında nefsin kendine bir pay çıkarma arzusu vardır.
***
Allah'a ait şeyleri kendilerine izafe etmeye çalışanlar en büyük gâsıptırlar. Gasbedenlerin cezasız kalmayacağı ise âşikardır.
***
Nefyin en zoru kendini nefiydir.
***
Hazımsızlık ve çekememe bazen düşmanlardan daha fazla zarar verebilir; pek çok düşmanlığın altında da bu duygu yatmakta değil midir?!.
***
Strateji karşısında tepkinin yapabileceği hiçbir şey yoktur.
***
İrade, Allah'ın insana en büyük ihsanlarındandır.
***
Ömrünüz bin sene olsa ve siz bir gün vefasızlık gösterseniz, onun tokadını mutlaka yersiniz. İnsan bir vefa âbidesi olmalı…
***
Günahlar küçük görülürse büyür ve sahibini yutacak hale gelirler; aksine, küçükleri bile büyük görülür, onlardan endişe edilirse o zaman da küçülür ve kaybolurlar.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Ocak 2006       Mesaj #18
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Soru: Tevbe ettikten sonra veya tevbe esnasında aynı günaha düşme endişesi varsa bu tevbe geçerli ve yararlı olur mu?

İnsan yaratılırken, hata işlemeye kabiliyetli olarak yaratılmıştır. Yani insanı günaha çekebilecek duygular, hisler vardır tabiatında. Bu duygu ve hisler, iyi şeylere esas teşkil etsin diye insanın tabiatına yerleştirilmiştir. Ama her zaman bunları değerlendirmek mümkün olmayabilir. Meselâ, öfke insana niye verilmiştir? Elbetteki iyi şeyler için. Bununla insan gazilik ve şehidlik de kazanabilir. “El-buğdu fillah vel-hubbu fillah” fehvasınca kin, buğz ve öfke de, sevgi ve muhabbet de Allah için olursa bunlarla insan sevap kazanabilir, kazanabilir de her an hayatını cihadda geçiriyor gibi olur.
Bedenî hislere, şehevanî duygulara sahip bir insan, bunlara sabretse, onun için cihad sevabı hasıl olur. Bunlar zabt u rabt altına alınmadığı zaman ise, insanı baş aşağı götürebilirler.
Yani hata, insanın eşi gibidir. İnsan günah ve hataların ağırlığını vicdanında duymalıdır. Duymazsa, hissetmezse tıpkı cansız bir cisim gibi yaşar. Kalbinde bir kısım derunî duygular, latifeler varsa bunlar da zamanla söner.
Öyleyse insan hemen kısa yoldan tevbeye müracaat etmelidir. Hadis-i Nebevî’de, “Her insan hata işleyicidir. Hata işleyenlerin en hayırlısı da (hemen) tevbe edenlerdir” buyurulmuştur.
Tevbeye sarılmalı ve hemen Allah’a teveccüh edip “Eznebtü-Günah işledim” demelidir. Ayrıca, tevbede, bir daha yapmamaya azim ve cehd olmalıdır. Hiç olmazsa tevbe esnasında insanda tereddüt olmamalıdır. Bundan da öte, kesin ve katî bir şekilde, bir daha dönmemeye niyet ve kasıt olmalıdır.
Ancak, tabiat-ı beşer muktezası olarak insan, sonradan yine -tabii kasıt olmayarak- hata ve günaha girebilir. Evet, insan tevbe ederken şek ve şüpheye yer vermeden mutlak “Bu sondur” demeli ve kararlı olmalıdır.

NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
5 Ocak 2006       Mesaj #19
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
Ya Rabbi, kıldığımız namazları kabul eyle! Ahir ve akıbetimizi hayreyle! Son nefesimizde kelime-i tevhid söylememizi nasip eyle! Ölmüşlerimizi af ve mağfiret eyle!

Allahümmağfir verham ve ente hayrürrahimin. Teveffeni müslimen ve el hıkni bissalihin. Allahümmağfir li veli valideyye ve lilmüminine vel müminat yevme yekumül hisab.

Ya Rabbi, bizi şeytan ve düşman şerrinden ve nefs-i emmaremizin şerrinden muhafaza eyle! Evimize iyilikler, hayırlı ve bereketli rızıklar ihsan eyle! Ehl-i İslama selamet ihsan eyle! Din düşmanlarını kahr ve perişan eyle! Kâfirlerle cihad etmekte olan müslümanlara imdad-ı ilahiyyen ile imdat eyle!

Allahümme inneke afüvvün kerimün tuhibbülavfe fafü anni.

Ya Rabbi, hastalarımıza şifa, dertlilerimize deva ihsan eyle! Allahümme inni eselükessıhhate velafiyete vel-emanete ve hüsnelhulki verridae bilkaderi bi rahmetike ya erhamerrahimin.

Riyadan, nifaktan, şikaktan, her türlü hastalıktan, kazadan, belâdan, tembellikten, acizlikten, zelil olmaktan, zulüm görmekten, azdıran zenginlik ve azdıran fakirlikten, şeytan ve nefsin şerrinden, düşman galebesinden, kötü huydan, bid’at işlemekten, dalalete düşmekten, ihlassız amelden, her çeşit günahtan, küfre girmekten, erzeli ömürden, ölürken gelecek fitnelerden, dinimize, dünyamıza zarar verecek şeylerden bizleri koru!

Hakiki iman, güzel bir ahlâk, şükredici bir kalb, zikredici bir dil, kaza ve kadere rıza gösteren hayırlı bir ömür, az yemek, az uyumak, az konuşmak, az gülmek ve çok hizmet etmeyi, kabir azabından ve ahiret dehşetinden kurtulmayı, ömür boyu rızana uygun iş yapmayı, şehit olarak ölmeyi ve son nefeste ehl-i sünnet itikadına uygun bir iman ve tevbe nasip eyle.

Ya Rabbi, kendi sevgini, sevdiklerinin sevgisini, sevgine kavuşturacak amellerin sevgisini nasip eyle! İlmimizi, ihlasımızı, kabiliyetimizi artır, muratlardan, muhlaslardan olmamızı nasip eyle, cömert ve isar sahibi kullarından eyle.

Ana babamıza ve evlatlarımıza ve akraba ve ahbabımıza ve bütün din kardeşlerimize hayırlı ömürler ve güzel huy, akl-ı selim ve sıhhat ve afiyet rüşdü hidayet ve istikamet ihsan eyle ya Rabbi! Amin.

Velhamdü lillahi Rabbilalemin. Allahümme salli ala..., Allahümme barik ala..., Allahümme Rebbena atina... Velhamdü lillahi Rebbilalemin. Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah estağfirullahelazim elkerim ellezi la ilahe illa hu, elhayyel-kayyume ve etubü ileyh.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Ocak 2006       Mesaj #20
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
En sıkıntılı günlerin yaşandığı ender zaman dilimlerinin birinde, huzurunda Kasas Suresi'nin 85. ayeti okunuyordu. Ayet Allah Resulü'ne (aleyhi ekmelü't tehaya) bir müjde veriyor ve “Kur'an'ı sana indirip onu okumanı, tebliğ etmeni ve muhtevasına göre hareket etmeni farz kılan Allah, elbette seni varılacak yere döndürecektir.” deniliyordu. Döndürülecek yer kimi müfessirlerce Mekke olarak anlaşılsa da, en son varılacak yerin neresi olacağı düşünüldüğünde buranın, “hiçbir sıkıntının kalmayacağı, sürekli mutluluk hisleriyle oturulup kalkılacağı ve Cuma yamaçlarında Allah'a nazar edileceği cennet” olması da ayetin hatırlattığı hakikatlerdendi.
Ayetin tefsiri Elmalılı Hamdi Yazır'dan okunurken şöyle bir soru sorulmuştu: “Hocam, size böyle bir tercih hakkı sunulsa, yani bin bir ızdırabın yaşandığı, sıkıntıların dur durak bilmediği şu dünya hayatını, ahiret özlemiyle yaşamaktansa, gel o özlediğin hayata kavuş! Bitsin bu hasret!” denseydi hangisini tercih ederdiniz?” Erken yaşlarından beri milletinin ızdırabıyla inleyen, inleyip iki büklüm olan fakat hiçbir zaman şikayet etmeyen ve en küçük gayretleri dahi küçümsemeden çalışan o dertli zatın birden gözleri dolmuş ve “Ben bilsem ki hep ızdırapla yaşayacağım, bu dünyada gün yüzü görmeyeceğim, ölüm tehditlerine maruz kalacağım, bir yerde duramayıp sürekli oradan oraya hicret etmek zorunda bırakılacağım, hakaretlere uğrayacağım.. evet bütün bunları bilsem; yine de milletimin içinde kalmak ve onun ızdıraplarını onunla beraber yüklenmek için Rabbimden müsaade isterim ve “Ya Rabbi eğer bu milletin ikbali ve dünya muvazenesinde söz sahibi olması adına yaşamam bir şey ifade ediyorsa, müsaade buyur biraz daha kalayım” diye dua ederim” demişti.
Nereden geliyordu bu millet sevgisi? Katı bir milliyetçilik miydi bu? Irkçılık mülahazası mı tütüyordu bu sözlerin arasında? Bütün dert ve dava, hangi yol ve yöntemlerle olursa olsun sadece bir milletin söz sahibi olması mıydı? Hayır, hiç biri değil! Bu ufuksuz ve faydasız düşüncelerden fersah fersah uzak olan Onun dinî ve millî ruhu, hayatı boyunca bunlara asla prim vermemişti. Evet, milletine tutkundu fakat bu tutku, milletinin on asır dine ve dünyaya hizmet etmiş olmasından ileri geliyordu. Bunun içindir ki, bu milletin yeniden yeryüzünde söz sahibi olması, kim olursa olsun insana değer veren, inanç ve fikir hürriyetine saygı duyan, zulümlere göz yummayan, göz yummak şöyle dursun haksıza haddini bildiren, haklıya hakkını teslim edip hakkı yücelten bir medeniyetin, bütün insanlık tarafından tekrar yaşanması demekti. Milletini seviyorsa, insanlığın ızdıraplarını dindireceğine inandığı için seviyordu. Bu millet sayesinde, o eskimeyen günlerin, yitirilmiş cennet gibi baharların yeniden iliklerimize kadar yaşanacağını bildiği için seviyordu.. Allah'ın adının bütün gönüllerde yerleşmesi, Hazreti Muhammed (sas) sevgisinin her tarafta şehbal açması için bu milletin hizmetlerini hatırlıyor ve bunları, daha neler yapabileceklerine referans gösteriyordu. Bu yüzden de, yeni hizmetleriyle dünyaya ümit verecek, ağlayan ve bir çıkış kapısı arayan insanlığın yüzünü güldürecek, demokrasi havariliğine soyunan devletlerde bile yeni yeni insanî ufuklar açacak bu milletin içinde bulunmayı cana minnet biliyordu. Bu paye öyle büyük bir payeydi ki, 1986 yılında gitmiş olduğu Mukaddes topraklarda, Allah Resulü'nün mübarek köyünde, oraların cennet misal iklimini doya doya yaşarken, kendisi hakkında çıkarılan tutuklama kararını duymuş, buna rağmen kara yoluyla sınırın yakınına kadar gelmiş ve mayınlı tarlaların arasından geçerek de olsa Türkiye'ye girmek için hırz-ı cân etmişti. Hâlbuki bazı kıymetli zatların yaptığı gibi, orada kalabilirdi. Ömrünün sonuna kadar o atmosferin zevkleriyle yaşayabilirdi. Fakat Mirac'ta cennetleri gördükten sonra ümmetinin içine dönen bir Peygamberin ümmeti olarak, o da yüce Resule bağlılığının gereği, kendini düşünmedi, milletim dedi, hastalıklarına aldırmadan binlerce kilometre yolu kat ederek geri döndü. Döndü de, devletçe milletçe yaşanan sıkıntıları devletiyle milletiyle beraber yaşadı. Bir vaazında, cemaate şöyle tembih ediyordu: “Eğer bir gün, Medine'nin o bayıltan iklimine takılır kalırsam, dönmeyi düşünmezsem, size şimdiden izin veriyorum, boynumdan tutun, çeke çeke beni bu ülkeye getirin.” İşte ondaki millet tutkusu bu derece aşkındır. Mekke ve Medine her Müslüman için olduğu gibi onun için de bir cazibe merkezidir. O beldelere dair yazmış olduğu nesir ve şiirler, duygularının ne kadar hahişkâr olduğunu, gönlünün ne kadar hasretle inlediğini gösterir. Fakat o, bu kutsî duygularının ağzına birer kement vurmuş, aklının ve vicdanının genişliğine kulak vermiş ve milletiyle bütünleşmiştir.
Onun bu millî ruh, milli düşünce ve heyecanlarını anlamak için, yıllar boyunca bizde oluşmuş yanlış telakkilerden, fikir suretinde görünen tembellik ve miskinlik ruh haletinden sıyrılmamız gerekmektedir. Zira birkaç asırdan beri biz, her şeyi devletin yapacağına inanmış, devletin yapamadığı şeylerin farkına varsak bile neler yapabileceğimizi düşünmemiş, düşünsek de izleyeceğimiz metodu bilememiş, neticede bazen öfke ve tenkitle yutkunup durmuş ama yine de her şeyi devletten beklemişizdir. Kendimizin farkına varamamış, varmayı da denememişizdir. Teşebbüs hakkımızı ifadeden çekinmiş, bu tavrımızla devlet kademelerindeki insanları da belki bilmeden yanlış bir anlayışa sokmuşuzdur. Onlar da zamanla inanmışlardır ki –veya öyle olması gerektiğini düşünmüşlerdir – bu ülkede bütün işleri devlet yapmalı, fertler sadece ferdi dünyalarıyla meşgul olmalıdır. İmam imamlığıyla, mühendis mühendisliğiyle, doktor doktorluğuyla meşgul olmalı, herhangi bir işe karışmamalıdır. Ötesini idare yapmalıdır, yapamasa da bunun hesabı sorulmamalıdır. Çünkü baştakiler yapamamışsa bir bildikleri vardır. Bu anlayışla kemikleşmiş ve rutin bir işleyişe sahip hale gelmiş yapının içinde, müteşebbis ruhla hareket etmek, hele hele mevcut düzen için, yeni ufuklar açacak bir fikir beyan etmek, bu fikir istikametinde icraatta bulunmak, bunu yaparken de insanları ikna etmek, inandırmak ve harekete geçirmek epeyce zordur. Özellikle bunu sivil halktan biri yapıyorsa ve bu şahıs fikirleri ve aksiyonuyla etrafındakileri de teşvik etme gücüne sahipse -ki bahsettiğimiz zâtta bu özellikler dünyaya yetecek kadar mevcuttur-, yıllardır oluşmuş monoton bir yapının bu yeni ses ve soluğu hazmetmesi kolay değildir ve olmamıştır da. Bilhassa, bizim ülkemizde, her ne kadar devletini milletini düşünen, millet olarak yükselmemizi isteyen rical-i devlet bulunmuş ve yeni fikirlerden büyük bir heyecan duyup onlara destek vermişlerse de, oturdukları koltukları ve ele geçirdikleri makamları ebedi zannedip oraları birer hortum ağzı olarak görenlerin, milli ruh ve düşünceden mahrum kimselerin bu türlü şahısları hazmı ya çok zordur ya da hiç mümkün değildir. Hususiyle, onu kıyasıya eleştirenler, hatta edep dairesini aşıp “senin neyine devlet-millet, sen sadece kendi işlerinle meşgul ol” diyenler, belki de bugüne kadar milletin hayrına zerre kadar bir icraat ortaya koymuş değillerdir. Kendileri koymadıkları gibi, başkalarının koymalarına da tahammül edemezler. Dahası herhangi bir icraata tahammül etmeyi, devletin temellerini sarsmakla eşit görürler. Hâlbuki bir devletin milletiyle omuz omuza vermesi, işlerinin bir kısmını ona bırakması, gerekli teftişlerini yaparak ona da teşebbüs hakkı tanıması, tamamen devletin ve milletin lehinedir ve tarihteki uzun ömürlü devletlerin yapısında genelde bu anlayış vardır.
Milletini düşünen herkesin bir şeyler ortaya koyması için devlet kademelerinde yer etmiş olması gerekmez her halde. Herkesin fikrini beyan etmesinde, yıkıcı, bölücü olmamak, şeffafiyet arz etmek, denetime açık olmak şartıyla beyan ettiği fikri pratiğe dökmesinde de bir mahzur olmasa gerek. İşte Hocaefendi, geçmişinden aldığı cesaret ve manevi değerlerinden kazandığı ruh gücüyle bugünün şartlarını değerlendirerek bir hizmet ortaya koymuş ve bu hizmeti bir millete mal etmiştir. Kendisi olanca gücüyle arka plana çekilmiş, hizmetleri bir şahs-ı manevi (tüzel kişilik) olarak millete bağlamıştır. Hayatını bu işe vakfettikten ve binlerce yüz binlerce icraatın teşvikçisi olarak büyük bir hizmet ortaya koyduktan sonra, her şeyi alıp yine o çok sevdiği millete bağlaması, milletim yaptı demesi büyük bir aşkınlıktır. Geçmişte vermiş olduğu bir vaazda, “Bir insan İstanbul'u fethetmek gibi büyük bir iş yapıyor, sonra da bir ağacın altına çekilip “bu işi ben yapmadım” diyemiyorsa, gerçek kıvamına erememiş demektir” derken işte bu aşkınlığı ifade ediyordu. Söylediği şeyleri de kendi şahsında bugün bizzat yaşıyordu. Evet, milletini, ülkesine ve bütün insanlığa hizmet etmeye inandıran Hocaefendi'nin kendisi olduğu gibi neticede ortaya çıkan hizmetleri milletine veren de yine kendisidir. Bunu, menfaatini milletin sırtına binmede görenlerin anlaması çok zordur. Soy kütüğünü bilhassa saklı tutanların anlaması ise hiç mümkün değildir. Onların derdi zaten anlamak da değildir. Anlamak için, nefsin etrafında pervane olmaktan sıyrılmak, egoizmin öldürücü ağından kurtulmak, önyargı, menfaat düşüncesi, gelecek endişesi, kin, nefret, düşmanlık gibi çukurlardan çıkmak gerekir. Bu çukurlardan çıkmadıkça, hizmetlerinin başlangıç noktası olan ülkesinde giydiği kazağı memleket kokusu gitmemesi için yıllardır yıkatmadan gurbette saklayan bir insan anlaşılamaz. Yaşadığı ülkenin insanlarına o ülkeyi çok görenler, vatanının dört bir tarafından gelen toprakları bir müzede toplayıp onları seyreden insanı anlayamazlar.
Kendisine soruların sorulduğu bir akşam sohbetini, gözleri dolu dolu şu sözleriyle noktalamıştı: “Ben bu millet için değil yetmiş yıl, yüz elli yıl bile yaşarım!..” Ve dayanamayarak, kalkıp odasına girmişti. Kim bilir içerde, o ızdırapla dolmuş bulutlardan merhamet dolu ne gözyaşları yağmıştır.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Milletine bu kadar sevdalanmış, her türlü riski göze alarak mukaddes topraklardan dönmüş bir insan şimdi neden vatanına gelmiyor?. Bu sevdayı neyle bastırıyor ve nasıl dayanıyor? Bu soru da Hocaefendi'yi ağlatacak bir sorudur. Evet, o zaman milleti için dönmüştü şimdi ise yine milleti için dönmüyor. Zira o dönemde sevgiyle millete sunulan hizmetlerin bir zarar görmeyeceği kanaati vardı. Şimdi ise komplo teorilerinin yapıldığını görüyor, kendisi üzerinden milletinin yıpranacağına kanaat getiriyor ve aşk derecesindeki millet sevdasını bağrına gömüyor. Gömüyor ve kendine rağmen, hislerine rağmen gurbet yudumlamaya devam ediyor.

Benzer Konular

18 Kasım 2013 / ceyda Soru-Cevap
23 Eylül 2009 / spykoman Soru-Cevap
13 Aralık 2016 / nötrino Uzay Bilimleri
16 Aralık 2009 / _KleopatrA_ X-Sözlük
16 Aralık 2009 / _KleopatrA_ X-Sözlük