Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Eylül 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  Yenidendoğuş1.JPG
Gösterim: 24757
Boyut:  51.9 KB

Rönesans


(Fransızca renaissance, İtalyanca rinascita: “yeniden doğuş”)
Avrupa tarihinde, 14. yüzyılın sonuyla 15. ve 16. yüzyılları kapsayan ve en belirgin özelliği Eski Yunan ve Roma kültürünün canlandırılması olan dönem. Aynı zamanda bir serüven ve keşifler çağı olan Rönesans boyunca, astronomide Ptolemaios sisteminin yerini Kopernik sistemi almış, kâğıt, matbaa, pusula ve barut gibi yeni ürün ya da teknolojiler yaygın uygulama alanı bulmuştur.

“Ortaçağ” kavramını 15. yüzyıl bilginleri, Eski Yunan ve Roma dünyasının yıkılmasıyla bu dünyanın kendi yüzyıllarında yeniden keşfedilmesi arasındaki (“ortadaki”) dönemi belirtmek amacıyla ortaya atmışlardı. Ama Rönesans’ın kökleri ortaçağın sonlarında, 12. yüzyılda başlayan bir dizi siyasal, toplumsal ve düşünsel dönüşümde yatıyordu. Bu gelişmelerin başında Rönesans’ın anayurdu sayılan İtalyan kentlerinin gelişmesi geliyordu. Bu kentlerde soylular, tüccarlar, rantiyeler ve zanaatçılar bir arada yaşayıp çalışıyor, aynı milislerde çarpışıyor, evlilik yoluyla ilişki kuruyor, özellikle kilisenin otoritesine karşı ortaklaşa direniyorlardı. Ortak bir düşmana karşı siyasal eylem birliği bu kentlerin halklarında bir topluluk bilinci ve yurttaş bağlılığı yaratmaya başlamıştı. Kentsel bütünleşme hem kent toplumu içinde yeni iktidar organlarının oluşmasına, hem de kentler arasında, çevrelerindeki alanlara sahip olma mücadelesinin doğmasına yol açtı.

Daha 13. yüzyılda İtalyan kentlerine özgü bir halk egemenliği kavramı gelişti. İvedi kararların gerektiği durumlarda bir parlamento (İtalyancada “kitle toplantısı”) toplantıya çağrılıyordu. Ama 14. yüzyılda bu kentlerden bazıları kent içindeki iktidar kavgaları nedeniyle demokratik yönetim tarzından uzaklaşarak tek adam yönetimine (.signoria) yönelmeye başladı; yüzyıl sonuna gelindiğinde signoria yaygın yönetim biçimi olmuştu. Bu nedenle bir yandan feodalizmin kurumsal yapısı yıkılırken, bir yandan da feodalizme özgü değerler yeni biçimler altında canlanıyor, böylece Rönesans döneminin karakteristik devlet anlayışı ortaya çıkıyordu.

Sonunda kent devleti, daha önce tek tek yurttaşların bir araya gelmesiyle sağlanan işlevlerin çoğunu üstlendi; bireyler artık hiçbir aracı olmaksızın doğrudan devletle karşı karşıyaydı. Rönesans insanı hem bir birey olarak kendisinin, hem de yetki alanı içindeki herkes için bir baba, bir anne ve aile olan devletin varlığının bilincindeydi. Öte yandan kent topluluğu içinde okuryazarlığın artması ve bir tür yeni edebiyat beğenisinin gelişmesi daha önce yalnızca din adamlarının elinde olan kültür tekeline son verdi. Yeni meslekler, din adamı olmayanlar arasında okuryazarlığın artmasının ve uzmanlaşmanın bir yansımasıydı.

Hümanizm.


Rönesans’ın dünya görüşünün ilk dışavurumcu hümanizm olarak bilinen düşünce akımıydı. Hümanizm, ortaçağın düşünce yaşamına egemen olan ve skolastik felsefeyi yaratan bilgin din adamlarınca değil, kilise dışındaki kültür adamlarınca başlatıldı. Dante ve Petrarca’nın öncülük ettiği bu akımın başlıca temsilcileri Gianozzo Manetti, Leonardo Bruni, Marsilio Ficino, Giovanni Pico della Mirandola, Lorenzo Valla ve Coluccio Salutati’ydi. 1453’te Konstantinopolis’in (İstanbul) Osmanlılar tarafından fethedilmesi pek çok Doğulu araştırmacının Batı’ya kaçarak önemli kitaplar ve yazmalar ile Yunan araştırmacılık geleneğini Rönesans’ın anayurduna taşımalarını sağladı.

Hümanizmin en belirgin özelliği, bütün dışavurumları ve kazanımlarıyla insanı kendine konu edinmesiydi. İkinci olarak hümanizm, bütün felsefe ve ilahiyat okullarının taşıdığı doğruluk öğesini birbiriyle bağdaştırmayı amaçlıyordu. İnsanın, ilk günahın kefaretini ödeyecek biçimde yaşamasını en soylu eylem olarak gören ortaçağ anlayışının tersine hümanistler yaratıcılık ve doğaya üstün gelme mücadelesine ağırlık veriyorlardı. Son olarak hümanizm yitik insan tininin ve bilgeliğinin yeniden doğmasına umut bağlamıştı; bunun yolu da ilkçağın Yunan ve Roma uygarlıkları ile onların değerlerini yeniden keşfedip benimsemekten geçiyordu. Ama bunu gerçekleştirmeye çalışırken hümanistler yeni bir düşünsel bakışın doğmasına ve yepyeni bilgi dallarının gelişmesine katkıda bulundular.

Rönesans döneminde “yeniden keşfedilen ilkçağ düşünürlerinin çoğu gerçekte ortaçağda da biliniyor, kitapları raflarda duruyordu. Rönesans’tan önce de ilkçağı canlandırma akımları (örn. 9. yüzyılda Karolenj rönesansı) yaşanmış, 12. yüzyılda Aristoteles’in bugün bilinen bütün yapıtları derlenmişti. Rönesans’ın gerçek etkisi insanı dinsel iktidarın dayattığı zihinsel kalıplardan özgürleştirmek, özgür araştırma ve eleştiriyi esinlendirmek, insan düşüncesinin ve yaratıcılığının taşıdığı olanaklara güveni pekiştirmek oldu.

Rönesans’ın siyasal düşüncesi ise Niccolö Machiavelli’nin II Principe (1532; Hükümdar, 1932) adlı yapıtında en olgun anlatımını buldu. Siyasette devletin çıkarlarının belirleyiciliğini savunduğu bu ünlü yapıtta ideal örnek olarak Cesare Borgia’yı seçen Machiavelli, siyasal davranış yasaları 371 Rönesansın da Roma örneğine dayandırıyordu. Machiavelli’ye göre devlet yönetimi zamandışı yasalara dayalı bir sanattı ve tıpkı hukuk felsefesi ve hekimlik gibi ortak Hıristiyan etiğinin kısıtlamalarından kurtulmalıydı.

Hümanist dünya görüşü ve onun doğurduğu Rönesans, İtalya’dan kuzeye doğru Avrupa’nın her köşesine ulaştı. Okuryazarlığın ve klasik metinlerin büyük bir hızla yayılmasına olanak veren matbaa bu gelişmeyi daha da çabuklaştırdı. Kuzeyli hümanistlerin en büyüğü olan Desiderius Erasmus’un Encomiun moriae (1509; Deliliğe Methiye, 1941 /Deliliğe Övgü, 1987) adlı yapıtı, hümanizmin ahlaki özüne en olgun anlatımı kazandırdı.

Hümanistlerin sağladığı düşünsel atılım Hıristiyanlıkta Reform hareketinin kıvılcımını yaktı; ama Reform gerçekte Rönesans’ın laik değerlerine karşı bir tepki niteliği taşıyordu. 16. yüzyıl sonuna gelindiğinde Reform ve Karşı Reform hareketleri arasındaki mücadele Avrupa’nın düşünsel yaşamına damgasını vurmuştu.

İtalya’da hümanistler Latincenin yanı sıra, çok sayıda yerel lehçede de yapıtlar verdiler. 13. yüzyıl sonlarına doğru Toskana lehçesinin giderek yaygınlaşması, Dante’nin La divina commedia (y. 1310-21; İlahi Komedya, 1956-64, 3 cilt; 1984, 2 cilt) adlı yapıtını bu lehçeyle yazması, çağdaş İtal yancanın doğuşunu hazırladı. Petrarca ile Boccaccio da benzer bir yol izlediler. Castiglione, Aristo, Machiavelli gibi 16. yüzyıl yazarları İtalyanca kullandılar. Edebiyatta yerel dillerin önem kazanması, bunların zamanla ulusal diller olarak gelişmesine, hem ilkçağın bilim ve sanat yapıtlarının, hem de Kitabı Mukaddes’in yerel dillere çevrilmesine yol açtı. Bu gelişme de okuryazarlığın bir ayrıcalık olmaktan çıkmasına büyük katkıda bulundu.

15. yüzyıl başlarında hümanist eğitimin merkezi İtalya’ydı. Ama aynı yüzyılın sonlarına doğru Londra, Paris, Anvers gibi daha kuzeydeki öteki Avrupa kentleri de kendi başlarına birer merkez durumuna geldi. Ulusal dillerin güçlenmesi çeşitli ülkelerde edebiyat alanında önemli yapıtların üretilmesine ortam hazırladı. Fransa’da François Rabelais, İspanya’da Miguel de Cervantes yeni ulusal edebiyatların ilk dorukları oldu. İlkçağın tiyatro yapıtlarının yeniden ortaya çıkarılması, gizem oyunu adı verilen dinsel halk oyunlarının yerini çağdaş tiyatro yapıtlarının almasını sağladı. İngiltere’de Christopher Marlowe ile William Shakespeare insan kişiliğinin daha derin boyutlarını araştırmaya yöneldiler.

Bilim.


Ortaçağın evren ve doğa anlayışı, Aristoteles’in fiziği, Galenos’un tıp bilgisi, Ptolemaios’un astronomisi ve Hıristiyan ilahiyatının bir karışımıydı. Bu anlayışın yerine yeni bir bilimsel dünya görüşünün geçmesini sağlayan bilim adamlarından yalnızca Kopernik Rönesans döneminde yaşadı. William Harvey, Galileo Galilei ve Isaac Newton’un başlatacağı bilimsel devrimse 17. yüzyılı bekliyordu. Ama Rönesans, eski Yunan ve Roma’nın bilim ve felsefe yapıtlarını yaygınlaştırıp tanıtarak bu bilimsel devrimin düşünce alanındaki önkoşullarını hazırladı. Örneğin yaklaşık 2 bin yıldır Yer’in merkez sayıldığı astronomide, ilkçağın Güneş merkezli kuramları ilk kez Rönesans döneminde tartışılmaya başladı. Jacopo Zabarella gibi Rönesans düşünürleri tüm dengelerin ve tümevarıma dayalı düşünme ve araştırma yöntemleri üzerinde çalıştılar. Pythagoras’ın uyumlu, geometrik bir evren anlayışı, Kopernik’in bakış açısının oluşmasına katkıda bulundu.
Ad:  Da_Vinci.GİF.gif
Gösterim: 11179
Boyut:  982.8 KB
Rönesans’ın bilim alanındaki en önemli katkısı matematikte gerçekleşti. Hümanistler aritmetik ve geometriyi de beşeri bilimler arasına kattılar. Mekânın düzenlenmesinde geometri kurallarını uygulayan ressam ve mimarlar perspektif kurallarını saptadılar. Bu dönemde tüm üniversitelerde cebir en gözde bilim dallarından biriydi. Bu koşullarda Niccolo Tartaglia ve Giolamo Cadono gibi kuramcılar yetişti. Arkhimedes’in bilinmeyen bazı yapıtlarının çevrilerek yayımlanması da (1544) bilimlerin gelişmesine önemli katkıda bulundu. Teknoloji alanında ise Rönesans’ın ülküsü doğanın gizli güçlerini kullanabilmekti. Bu nedenle Rönesans döneminde teknik adam, yeniçağın bakış açısına göre daha çok bir simyacı ya da büyücüydü. Ortaçağın dünya görüşünün dışına çıkamayan bu teknik adamlar 15. ve 16. yüzyıllarda kuramsal bilimlerden çok toplumsal çevreyi değiştiren başarılar elde ettiler. En büyük teknik ilerleme matbaanın geliştirilmesi ve yaygınlaşması oldu. Bu gelişme iletişim tarihinde neredeyse yazının geliştirilmesine eşdeğerde bir devrim etkisi yarattı.

Resim ve heykel.


Rönesans’ın en önemli sonuçlarından biri de güzel sanatlar alanındaki ilerlemelerdi. Dinsel bağnazlıkların kırıldığı ve yeni görüşlerin öne çıktığı bu dönemde gerek resim, gerekse heykel sanatında gerçekçi bir bakış açısı egemen oldu, insan ideal güzellik kavramı içinde ideal oranlarında ele alındı. Dinsel konuların işlenişinde bile gerçeğe yakınlık yeğlendi.

Rönesans’ın ilk evresi olan ve Floransa’da gelişen erken Rönesans dönemi, genel bir üslup birliğinden çok, sanatçıların tek tek geliştirdiği yeniliklerle belirginlik kazanmıştı. Geç gotik dönemde resimde Giotto’yla başlayan gerçekçi anlatıma yöneliş, Masaccio’nun insan dramına ve duygusallığına verdiği önemle daha da gelişerek Rönesans resmine yansıdı. Gerek Masaccio, gerekse Fra Angelico işledikleri dinsel konunun içeriğinden çok figürler arasındaki ilişkiler ve figürün kompozisyon içindeki konumu üzerinde durdular. Tek kaçma noktalı perspektif de ilk kez bu dönemde uygulandı.

Masaccio’nun ilk kez uyguladığı anıtsal anlatım ve hacimli figürler, matematiğe, perspektife ve oranlara düşkünlüğüyle bilinen Piero della Francesca’nın yapıtlarında özgün ifadesini buldu. Fra Filippo Lippi ve öğrencisi Botticelli, Piero della Francesca’ nın heykelsi figürlerini daha yumuşak ve sıcak bir anlatıma ulaştırdılar.

Yüzyılın ortalarında Floransa dışında çalışan sanatçılardan Padova’da etkinlik gösteren Mantegna, Donatello’nun heykellerinin etkisiyle figürde hacimliliği ön planda tutan freskler gerçekleştirdi. Venedik’te çalışan Bellimler, Kuzey İtalya ile Felemenk ve Flaman sanatı özelliklerini kaynaştıran üsluplarıyla tanındılar.

Roma’da etkinlik göstermeye başlamadan önce ilk yapıtlarını Floransa’da gerçekleştiren Leonardo da Vinci, bu dönem resimleriyle yüksek Rönesans’ın habercisiydi. Leonardo, yaptığı anatomik çalışmalarla insanı en doğru biçimde betimlemenin yollarını aradı. Onun 1490’larda yaptığı “Son Akşam Yemeği”ni (Sta. Maria delle Grazie Manastırı, Milano) bazı uzmanlar yüksek Rönesans’ın başlangıcı olarak kabul ederler. Yüksek Rönesans 15. yüzyılın kişisel deneyim ve atılımlarının bir sonucu olarak görülebilir. Bu dönemde amaç uyum ve denge idi. Ayrıca hareket de önem kazanmıştı. Özellikle Michelangelo, Raffaello ve Tiziano’nun bu dönem yapıtlarında görülen hareket, daha sonra maniyerizmin temel öğelerinden biri durumuna gelen abartılı hareket değildi. Çoğu kez kompozisyon içinde dengeli bir biçimde dağılan, yumuşak ve dingin bir salınmayı anımsatıyordu. Yüksek Rönesans’ta Roma-Floransa okulunun en önemli temsilcilerinden biri sayılan Raffaello özellikle yumuşak ve şiirsel bir manzara içinde betimlediği Madonna resimleriyle ideal güzelliği en üst noktasına çıkardı. Michelangelo ise fresk çalışmaları ile heykellerinde insan gücünü ve anıtsallığı ön planda tuttu; onun figüre verdiği hareket, daha sonraki maniyeristlere esin kaynağı oldu.

Leonardo, Raffaello ve Michelangelo’nun geliştirdikleri yüksek Rönesans ilkeleri, Parma’da Correggio, Venedik’te de Giovanni Bellini, Giorgione ve Tiziano tarafından uygulandı. Giorgione manzarayı pastoral şiir gibi lirik bir anlatıma dönüştürerek figürle birleştirdi. Tiziano dünyevi konuları işlediği resimlerinde Giorgione’nin, dinsel resimlerinde de Bellini’nin etkilerini yansıttı. İki Venedikli usta onun üslubunu daha da ileriye götürdü. Bunlardan Veronese, özellikle Tiziano’nun renkleri ile karmaşık, ama dengeli kompozisyon anlayışını uygularken, Tintoretto da dramatik ışık kullanımını ve yoğun duygusallığını benimsedi.

İtalya’da yüksek Rönesans’ı izleyen ma- niyerizm 1520'lerde başladı. Kuzey ülkelerinde Rönesans daha çok maniyerizmin etkisinde gelişti. Fransa’da Fontainebleau okulu sanatçıları ile Jean Cousins (1522- 94), Antoine Caron (y. 1520 - y. 1600), Jean ve François Clouet bu üslubun Fransa’daki en önemli temsilcileri oldular. İspanya’da bir dönem Leonardo’nun yanında çalışan Fernando Yânez (ü. 1506-26) ve Juan de Macip (y. 1523-79) ülkelerinde Rönesans ilkelerini uygulayan ilk sanatçılardı. Ancak İspanya’da Rönesans’ı doruk noktasına Lu- is de Morales ve El Greco çıkardı. El Greco, Tiziano’nun yanında çalışmış ve Venedik okulunun atmosferik etkilerini benimsemişti. Almanya’da ise Rönesans ilkelerini ilk uygulayan, Alman sanatını bütün 16. yüzyıl boyunca etkisi altında tutan Albrecht Dürer oldu. Aynı dönemde yaşayan Lucas Cranach (Yaşlı) ve Hans Holbein da (Genç) Rönesans ilkelerine bağlı sanatçılardı. Felemenk ve Flandre’da Anvers maniyeristlerinin yanı sıra Kuzey resminin en ünlü sanatçılarından biri sayılan Pieter Bruegel (Yaşlı) bir süre İtalya’da bulunmuş ve Michelangelo'dan etkilenmişti.

Perspektif kurallarının saptanması heykel sanatını da etkiledi. Heykelciler mekân içinde yer alan bir heykelin ya da bir yüzeydeki kabartmaların görünüşünde ortaya çıkacak biçim bozulmalarından daha dramatik bir etki elde etmek için perspektif kurallarını kullandılar. Vasari, Rönesans heykelini Nicola Pisano ile başlatsa da, pek çok sanat tarihçisi bugün ilk Rönesans heykelcisi olarak Donatello’yu kabul eder. Donatello yalnızca klasik öğeleri kullanmakla kalmayıp, Antik Çağ ruhunu yapıtlarına yansıttı. Floransa’da Donatello dışında Lorenzo Ghiberti, Nanni di Banco, Jacopo della Guercia, Antonio Pollaiuolo ve Andrea del Verrochio gibi heykelciler erken Rönesans’ın en önemli temsilcileriydi. Yüksek Rönesans ise en çok Michelangelo’nun heykelleriyle anımsanır. Michelangelo’nun hareket öğesini daha da ileriye götüren, maniyerizmin heykel alanındaki en önemli temsilcileri Benvenuto Cellini ve Giambologna oldu. Kuzey Avrupa’ya İtalyan sanatçılar tarafından götürülen Rönesans heykelciliği daha çok İtalyan etkileri altında gelişti.

Mimarlık.


Ad:  Rönesans_Mimarisi.JPG
Gösterim: 6463
Boyut:  54.2 KB
Mimarlık alanında da Rönesans, Antik Çağın yeniden doğuşu oldu. Ama bu dönem yapıları antik örneklerin kopyaları değil, 15. yüzyılın anlayışı ve dünya görüşü doğrultusunda yorumlarıydı. Rönesans mimarlığının ilk temsilcisi, yarım kalmış bir gotik dönem yapısı olan Floransa Katedrali’nin kubbesini tamamlayan F. Brunelleschi sayılır. Rönesans sanatının yönlenişinde temel dayanak noktalarından birini oluşturan perspektifin kurallarını ortaya ilk koyanlardan biri de, ressam Masaccio ve mimar Alberti ile birlikte Brunelleschi’ydi.

Perspektif sayesinde mimarlar artık tasarladıkları yapının daha bitmeden, hatta yapımına bile başlanmadan nasıl görüneceğini çizerek ifade edebiliyorlardı. Bu da mimarlığı taşçılık ya da marangozluk gibi bir el işçiliği olmaktan çıkararak ileri bir tasarım sanatı düzeyine getirdi. Brunelleschi’nin yaptığı Yetimler Yurdu (Ospedale degli Innocenti) Rönesans’ın ilk yapısıydı. Ön cephesi boyunca uzanan portikte, antik mimarlıktan beri kullanılagelen sütunlu galerinin nasıl değişik bir biçimde ele alındığı hemen göze çarpıyordu. Eskinin dar sütun araları açılıp genişletilmiş, sütunların arasındaki çapraz tonozların yerini ferah yelken tonozlar almıştır. Beyaza boyanmış sıvalı yüzeyler ile gri kumtaşından yapılmış taşıyıcı öğeler arasındaki renk karşıtlığı, yapının yarım daire ve dörtgen gibi temel geometrik biçimlere dayanan etkisini daha da artırıyordu. Belirginlik, düzenlilik, geometriden yola çıkma bundan sonra da Rönesans mimarlarının hep üzerinde durarak yapılarında uygulamaya özen gösterecekleri temel nitelikler oldu.

Brunelleschi, Antik Çağ mimarlığına sezgileriyle, bir anlamda el yordamıyla, ama gotikten de tümüyle kopmadan yaklaşmıştı. Yeni mimarlık anlayışının kuramlarını oluşturup yerleştirenler ise Alberti, Filarete vb gibi ondan sonraki kuşağın sanatçıları oldu. Bu mimarlar özellikle Roma imparatorluk döneminin yapıtlarını incelediler, yazarlarını keşfettiler. Bu alandaki en önemli girişim Antik Çağın önde gelen kuramcısı Vitruvius’un mimarlık ve kent tasarımını konu alan 10 ciltlik yapıtı De architecturavan (Mimarlık Üzerine On Kitap, 1990) yeni resimler ve yorumlar eklenerek önce İtalyancaya, ardından da başka dillere çevrilmesiydi. Yapıt, içeriği ile Rönesans mimarlarının Roma mimarlığını daha yakından tanımasını sağladığı gibi, pek çoğunu da benzer kuramsal kitaplar yazmak yolunda etkiledi. Alberti, Palladio, Michelozzo, Filarete bunların bazılarıydı.

Floransa'dan bütün İtalya’ya yayıldı. Yalnız Venedik ve Milano gibi büyük merkezler değil, Mantua, Ferrara, Urbino gibi küçük kentlere de ulaşarak, yöresel alt üslupların ortaya çıkmasına yol açtı. Ama bu erken dönemi izleyen yüksek Rönesans’ın merkezi Roma'ydı. 16. yüzyılın başlarındaki yüksek Rönesans döneminin bütün belli başlı sanatçıları, dolayısıyla da yaratıcı ve yönlendirici gücü, papaların sağladığı büyük destekle Roma’da toplanmıştı. Bu aşamanın en önde gelen mimarı Bramante de daha önce çalıştığı Milano’dan 1499’da Roma’ya gitmiş, ölümüne (1514) değin etkinliğini bu kentte sürdürmüştü. Yalın, dengeli bir görünüm ve anıtsallık etkisi, onun yapıtlarının en belirgin özelliğiydi. Gerçekleştirdiği en önemli işlerden biri de, Roma'yı yeniden düzenlemeye girişen Papa 11. Julius’un isteğiyle Eski San Pietro Bazilikasının yerine yapılacak aynı adlı yeni yapının planlarını hazırlamak oldu (1505). Bu yapının planı bir karenin içine yerleştirilmiş bir Yunan haçından oluşuyordu. Haçın kollarının kesişme noktası, yani yapının tam merkezi, büyük bir kubbeyle daha da vurgulanmıştı. Bu iyice simetrik, merkezî plan şeması, kilisenin Bramante’ nin ölümünden sonra uzun yıllar süren yapımı sırasında Michelangelo tarafından değiştirildiyse de (bak. San Pietro Bazilikası), Rönesans döneminde daha pek çok tasarımda kullanıldı ve yapıda uygulandı. Bunun nedeni, merkezî şemanın, insanı yaşamın merkezine yerleştiren Rönesans düşünce biçimini ve dünya görüşünü mimarlıkta yansıtmasıydı. Gerçekten de böyle merkezî planlı bir yapının ortasında durulduğunda, her şeyin o merkeze yönelik olmak üzere düzenlendiği, bakışı herhangi başka bir yöne çekecek hiçbir yapı aksının bulunmadığı hemen algılanıyordu. Aslında böyle bir merkezin özel konumu (Rönesans yapıları belirgin, kolay anlaşılabilir bir biçimde tasarlandığı için) iç mekânın hangi noktasında durulursa durulsun, kolaylıkla kavranabiliyordu. Ama bu merkezî plan düzeni, kilisenin ayin düzeni ile uyuşmuyordu. Ayinin kilisenin belirli bir noktasında yapılmasını, cemaatin de o noktanın önünde art arda sıralar halinde dizilmesini gerektiren bu düzene merkezî değil, uzunlamasına bir aks boyunca oluşturulmuş bazili- kal bir plan daha uygundu. Bu nedenle Rönesans kilise mimarlığı bir anlamda, merkezî planı uygulamak isteyen mimarlarla, dinsel gereklerin yerine getirilmesini isteyen ve işveren konumunda olan ruhban sınıfın mücadelesini temsil eder.

Rönesans mimarlığının maniyerizme dönüşmesi Michelangelo’yla gerçekleşti. Akılcı ve nesnel bir düzen, yalın bir uyum ve bütünü oluşturan tek tek parçaların güzelliği gibi Rönesans mimarlığının öğeleri, onun elinde yerlerini heykelsiliğe, güce, harekete, dışavurumcu ve öznel bir düzene bıraktı. Onun bütün bu nitelikleri en güzel gösteren mimarlık yapıtı Floransa’daki Medici Lorenzo Kütüphanesi’dir.

Aynı dönemde ve izleyen yıllarda mimarlık çeşitli kişisel yönelişlerin getirdiği çok zengin bir ifade olanağına ulaştı. Bu tutumun en iyi örnekleri A. Palladio’nun yapıtlarıydı. Palladio Rönesans’ın (Alberti ve Bramante’den geçerek gelen) klasik hümanizm çizgisi üzerindeki son kuramcı mimardı. Çağdaşları Michelangelo’dan da, Venedik mimarlığının temsilcileri Sansavino ile Sanmicheli’den de etkilenmişti. Bütün bu etkilerin izleri, ilk büyük yapısı olan Vicenza’daki belediye binasında açıkça görülür. Palladio, Bazilika adıyla bilinen ve onararak büyük ölçüde değiştirdiği bu eski yapıda, içeriye çektiği büyük balkonlarla (loggia) cephede bir ışık-gölge karşıtlığı, bir hareket yaratmış, böylece Rönesans’ın sakin, durağan mimarlığından, baroğun hareketli düzenlemesine doğru ilk adımı atanlardan biri olmuştu. Onun, klasik mimarlık öğelerini gittikçe daha fazla uyguladığı yapıları Rönesans’ı son bir kez doruk noktasına ulaştırdı.

BAKINIZ
> Leonardo da Vinci
> Christopher Columbus (Kristof Kolomb)
> Rönesans Döneminde Sanat
> Yeniden Doğuş (Rönesans) Dönemi'nde Bilim, 15-16.yy
> Rönesans Resim Sanatı
> Rönesans Tiyatrosu
> Aydınlanma Çağı
> Rönesans Felsefesi


Kaynak: Ana Britannica
Son düzenleyen Baturalp; 27 Ocak 2017 11:00