Arama

Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması - Sayfa 4

Güncelleme: 6 Aralık 2018 Gösterim: 56.087 Cevap: 104
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
6 Ekim 2010       Mesaj #31
Avatarı yok
Yasaklı

Condon Raporu


Hava Olayları Ulusal Araştırma Komitesi’nden Albay Donald Keyhoe ve diğerleri, Hava Kuvvetlerinin UFO’larla ilgili gerçekleri örtbas ettiğini ve halktan gizlediğini duyurmaya başlayınca, UFO tartışmalarını takip eden insanlar için sadece iki olasılık kaldı: Blue Book araştırmacıları ya fazla zeki değillerdi ve tembellerdi, ya da hükümetin gizlediği bir şeyler vardı.
Sponsorlu Bağlantılar

Gerçek uzakta değildi. Blue Book, “X-Dosyaları”vari doğasına rağmen aslında halkla ilişkiler masasından farklı bir şey değildi. Proje çoğu kez bir yetkili, bir kaç çavuş ve bazı sekreterler tarafından idare edilmekteydi. Dayton, Ohio’daki Wright-Peterson Hava Üssü’nde bulunan Blue Book karargahına uzak yerlerden bildirilen raporları incelemeleri için bazen yerel hava üslerinden araştırmacılar aranırdı, fakat proje birimi tarafından görevlendirilmiş büyük bir ajan ordusu bulunmamaktaydı. Bu tür ayrıntılı bir operasyon yapmak için ne resmi bir girişim yapılmış ne de bütçe ayrılmıştı. Eğer Blue Book’un görevi sona erdiyse, bu, gerçeği saklamak için gizli bir gündem oluşturulmasından değil, zaman, kaynak, insiyatif ve uzmanlık eksikliğinden kaynaklanıyordu.

1952-1957 yılları arasındaki telaşlı dönem, 1958’den 1964’e kadar yerini UFO olaylarının seyrek olarak bildirildiği sakin bir döneme bıraktı. Bu durum uzun sürmeyecekti. 1965-67 arasındaki 2 yıllık süre boyunca oldukça fazla sayıda UFO gözlemi rapor edilmeye başladı. Seçmenlerine karşı her zaman sorumlu görünmeye çalışan politikacılar, Blue Book’un olaylar karşısında yetersiz kaldığını söyleyerek UFO raporlarının daha detaylı olarak araştırılmasını istiyorlardı. Bu konuda en fazla baskı, 1966’da büyük bir UFO dalgası yaşayan Michigan’da doğan ve sonradan ABD Başkanlığı’na seçilen Temsilciler Meclisi üyesi Gerald Ford’dan gelmekteydi. Meclis, UFOlar hakkında çalışma yapacak bir üniversiteye verilmek üzere $525.000 dolar gibi önemli bir fon ayırdı. Harvard, MIT, Kuzey Carolina Üniversitesi ve California Üniversitesi gibi birçok büyük kurumla temasa geçildi, fakat hiçbiri bu projeyi uygulamayı kabul etmedi. Sonunda Colorado Üniversitesi görevi kabul etti ve Fizikçi Dr. Edward U. Condon liderliğinde UFO konulu yeni bir çalışma başlatıldı.

Üniversite tarafından hazırlanan ve CONDON RAPORU olarak da anılan rapor 1968 yılında tamamlandı. Raporda birtakım açıklanamayan olaylardan bahsedilmesine rağmen, varılan sonuç 1949’daki Grudge Projesi’nden pek de farklı değildir. Yani tüm olaylar yine örtbas ediliyordu...

1)UFO raporlarının değerlendirilmesi sonucunda bunların ABD’ye yönelik bir tehdit oluşturmadığı görüldü.
2)UFO raporları aşağıdakilerin bir sonucudur:
  • Hafif bir toplu histeri hali ya da “savaş siniri”
  • Halkı aldatmak için kişilerce uydurulmuş raporlar.
  • Psikopatolojik sorunları olan insanlar
  • Geleneksel cisimlerin yanlış tanımlanması
Condon Raporu’nın açıklanmasının ardından Blue Book Projesi sona erdirildi. Hava Kuvvetleri’nin bu en uzun süren UFO projesinin sona erdiği Mart 1969’da bildirildi ve aynı yılın Aralık ayında Hava Kuvvetleri Sekreteri Robert C. Seamans Jr. tarafından yapılan açıklamayla resmiyet kazandı: “Blue Book Projesi’nin sürdürülmesi ne ulusal güvenlik açısından ne de bilimsel açıdan gerekli değildir”.

Blue Book Projesi devam ettiği süre içinde proje birimine toplam 12.618 UFO raporu bildirilmiştir. Bunların yüzde 18’i (701 olay) kayıtlara ‘tanımlanamaz’ olarak geçmiştir. Bu olayların yarıya yakını, yalnızca, ABD tarihindeki en şiddetli UFO dalgasının yaşandığı 1952 yılında bildirilen raporlardan oluşmaktadır.

Örtbas Politikası Devam Ediyor...
Blue Book sona erdikten sonra Hava Kuvvetleri kendini UFO konusundan sıyırmaya çabaladı. Yakın geçmişte yayımlanan Hava Kuvvetleri UFO raporunda “Blue Book Projesi sona erdirildiğinden beri, Hava Kuvvetlerinin UFO araştırmalarına yeniden başlamasını gerektirecek her hangi bir olay olmamıştır” denilmektedir. Fakat Pentagon, konuyla ilgili şüpheler taşıyan halk tarafından sıkça sorgulanmakta ve periyodik olarak UFO tarışmalarının içine çekilmektedir. Blue Book Projesi’nin sona erdirilmesinin üzerinden 30 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, projenin ortaya attığı sorulara hala tatmin edici cevaplar getirilememiştir.

Kaynak: Sirius

Son düzenleyen Safi; 23 Haziran 2016 00:48
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
8 Ekim 2010       Mesaj #32
Avatarı yok
Yasaklı

Kalahari Çölü Olayı


7 Mayıs 1989 günü saat 13:45 sularında bir donanma firkateyni “ SA Tafalberg “ Cape Town’daki karargahına, radar ekranında Afrika Kıtası’na doğru kuzey-batı yönünden saatte 5746 deniz miliyle ilerleyen tanımlanamayan bir uçan obje gözlemlediklerini bildirdi. Donanma karargahı, cismin varlığını onaylayarak, onun hava üssü radarları, ordu yer radarı ve Cape Town’daki D.F. Halan Uluslararası Havaalanı radarlarınca da tespit edildiğini bildirdi.
Sponsorlu Bağlantılar
Cisim saat 13:52’de Güney Afrika hava sahasına girdi. Cisimle telsiz irtibatı kurulmaya çalışıldı, fakat tüm iletişim çabaları sonuçsuz kaldı. Valhalla Hava Kuvvetleri Üssü durumdan haberdar edildi ve olay yerine iki Mirage MIG savaş uçağı gönderildi.

Cisim aniden savaş uçaklarının yetişmesi mümkün olmayan bir hızla yön değiştirdi . Saat 13:59’da Filo lideri Goomen , cismin görülebildiğini ve yerinin radarla tespit edildiğini rapor etti. Orduya, Thor 2 lazer silahı yüklü 2 keşif uçağının havalandırılarak cisme ateş açması emredildi ve bu derhal yapıldı.

Ateş sonrasında, Filo lideri Goomen , cismin kör edici ışıklar yaydığını bildirdi. Cisim sallanmaya başlamıştı fakat hala kuzey yönünde ilerlemeyi sürdürüyordu. Saat 14:02’de cismin irtifa kaybettiği ve dakikada 3000 fit alçaldığı rapor edildi. Kontrolünü kaybeden cisim, aniden büyük bir hızla 25 derecelik bir açı yaparak Güney Afrika-Botswana sınırının 80km. kuzeyindeki Kalahari Çölü’ne düştü.

Filo liderine cisim araziden kaldırılana kadar bölgenin çember içine alınması söylendi. Bir grup hava kuvvetleri istihbarat görevlisi, tıbbi ve teknik ekip ile birlikte incelemelerde bulunmak ve enkazı kaldırmak üzere kaza yerine gönderildi.

Cismin incelemesi sonucu elde edilen bulgular şöyledir:
  • 150 metre çapında ve 12 metre derinliğinde bir krater.
  • Kraterin içine 45 derecelik bir açıyla saplanmış gümüş renkli, disk şeklinde bir cisim.
  • Cismin etrafındaki kumlar ve kayalar aşırı sıcaktan eriyerek birbirlerine kaynamış.
  • Cismin etrafındaki yüksek manyetik ve radyoaktif alan hava kuvvetlerinin elektronik ekipmanlarının çalışmamalarına yol açmıştır.
Takım lideri, objenin detaylıca incelenebilmesi için gizli bir üsse taşınmasını önermiş ve bu yapılmıştır. Daha sonra, çarpışmanın yaşandığı arazi kumlarla ve taş molozlarıyla, doldurularak olaya dair kanıtlar yok edildi.
Aracın Cinsi : Bilinmiyor, Dünya dışı kaynaklı olması kesin..
Orijin : Bilinmiyor- Dünya dışı ...
Tanımlanabilir İşaretler: Yok- Aracın yanlarına anlaşılamayan işaretler çizilmiş
Boyutlar : Yaklaşık 20 yarda
Uzunluk : Yaklaşık 9.5 yarda
Ağırlık : tahmini 50 Ton
Yapı Maddesi: Bilinmiyor- Aracın dışı son derece parlak, Düz gümüş renkli, Dış yüzünde hiçbir bağlantı yeri görünmüyor
İtici Güç Kaynağı: Bilinmiyor-Laboratuar sonuçları bekleniyor
Notlar: Araçta hidrolik tipte iniş takımlarının bulunması kazaya elektronik arızaların neden olduğunu düşündürmektedir. Kazaya cismin lazerle vurulması neden olmuş olabilir. Araç hidrolik basınç ekipmanlarıyla açılmış ve içinde iki insanımsı varlık bulunmuştur.

İnsanımsı Varlıkların Tıbbi Raporları

Orijin : Bilinmiyor- Dünya dışı ..
Uzunluk : 1.20-1.35 cm.
Ten Rengi : Grimsi mavi ten, yumuşak ve oldukça esnek
Saç : Vücut tamamen kılsız
Baş : Normal insanınkinden büyük. Kafatası yüksek, başın etrafı koyu mavi işaretlerle kaplanmış
Yüz : Yanak kemikleri çıkık
Göz : Geniş ve yana doğru çekik, göz kapağı yok
Burun : 2 burun deliği var
Ağız : Dudaksız, küçük bir yarık biçiminde ağız yapısı.
Çene : İnsanlarınkine oranla küçük
Boyun : İnsanlarınkine oranla oldukça ince.
Kulaklar : Yok.
Vücut/ Kollar : Uzun ve ince, dizlere kadar uzanıyor.
Eller : Perdeli, pençe biçiminde 3 parmaktan oluşuyor.
Gövde : Göğüs ve karın çizgilerle kaplı
Kalça : Küçük, dar
Bacaklar : Kısa ve ince
Cinsiyet : Cinsel organ bulunmuyor.
Ayaklar : 3 parmaklı, tırnaksız.
Not: İnsanımsı varlıklardan her hangi bir kan ya da doku örneği alınamadı. Kendilerine çeşitli yiyecekler sunulduğunda yemeyi reddettiler. İletişim şekillerinin telepatik olduğu sanılıyor. Varlıklar, Hava Kuvvetleri Üssünün 6. Katında tutuluyorlar.

Kaza sonrasında ele geçirilen iki varlığın daha ayrıntılı bir inceleme yapılmak üzere 23 Haziran 1989’da Wright-Peterson Üssü’ne gönderilmesi istendi.

Kaynak:Fenomen

Son düzenleyen Safi; 23 Haziran 2016 00:51
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
10 Ekim 2010       Mesaj #33
Avatarı yok
Yasaklı

Uzaylıların Psikolojik ve Fizyolojik Etkileri


UFO olayları çoğu zaman tanıkların üzerinde psikolojik etkiler bırakırlar. Bu etkiler, hafif şoklardan başlayarak uzun dönem yaşanan ağır hastalıklara kadar uzanırlar. Belirlenen bazı olaylarda tanıkların karmaşık duygular yaşadıkları görülür; el hareketlerini kontrol edememek, göz bebeklerlerinde aşırı hareketlilik, solunum zorlukları, ağızda acılık, saçlarda elektriksel oluşumlar, bazen bir kolda uyuşma, bilinç kayıpları, görme zorlukları (bazıları kalıcı), ellerde bazı lekeler, deride kırmızı kabuklu yaralar, yüzde hassasiyet ve aşırı sıcaklık duygusu gibi... Uzun süreli etkiler ise yanıklar, hafif sağırlık, saç dökülmeleri, şişler, bulantı ve kusma, kilo kaybı, görme bozukluğu veya çift görme, kaşıntı, bellek kaybı, burun kanamaları şeklindedir. Bunların bazılarının yılarca sürdüğü belirtilmektedir. Bilimsel çevrelerin toplumsal sağlığın UFO tutkusu yüzünden tehlikede olduğu yaklaşımı bu örneklere dayanmaktadır.

Bu olayların çoğunun nedeni, mikro-dalgalara, kızıl ötesi ışınlara, ultraviyole radyasyon dalgalarına, yüksek dozda X ışınları veya gamma dalgaları gibi ionize radyasyon etkilerinden olabilir. Bazı göz sorunları, güçlü UV radyasyon dalgalarından ortaya çıkabilir, aynı dalgalar yüzeysel deri yanıklarına da neden olabilirler. Genel olarak, bu tür olaylar veya iddialar ya da anlatılar ne yazık ki yeterince belgelenmemiştir, yaraların veya etkilerin tanımları geçmişe yönelik olarak tam yapılmamış, çoğunda belirme yapılıp yetinilmiştir. Bazılarında ise, kurbanların anlattıklarına doktorlar tarafından inanılmamış, kanıtlara boş verilmiştir.

Bir kısmı ise UFO araştırmacıları tarafından uzun yıllar sonra duyulmuştur. Zamanla bir tür UFO tıbbının oluşmakta olduğu söylenebilir. Panelde bunun üzerinde de durulmuş, radyoaktif etkiler soruşturulmuş ve olası kromozom değişiklikleri araştırılmıştır. Sonuçta verilerin Uluslararası Radyolojik Korunma Komisyonu´na aktarılması kararlaştırılmış ve ionize radyasyon etkilerinin üzerinde durulmasını tavsiye edilmiştir. İyi bilinen ve tanınan kurbanlar için önemli olan araştırmadaki amaçlar ve kurbanların çabuk ortaya çıkarılarak muayeneleri kabul etmeleridir. Bir diğer gereklilik, doktorların alışılmadık yaralar karşısında eğitilmiş olmaları ve resmi kuruluşlara bağlı bulunmalarıdır. Daha da ötede, bu konuda uluslararası bir protokolun hazırlanması uygun olabilir.

Kaynak:Bilinmeyenler Forumu
Son düzenleyen Safi; 23 Haziran 2016 00:51
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
12 Ekim 2010       Mesaj #34
Avatarı yok
Yasaklı

UFO KAZALARI


SİBİRYA UFO OLAYI - TUNGUSKA (Kayıtlara Geçen Olaylar)
30 Haziran 1908 de Sibirya’da Yenisey nehri yakınlarında konaklayan Tunguz Kavimleri hayret verici bir olaya tanık oldular. Sabahleyin tan 7:17’de bir ateş küresi gökyüzünü yarıp hızla üzerlerinden geçti ve kayboldu. Hemen arkasından korkunç patlamalar duyuldu , kavurucu bir sıcak dalgası bütün bozkırları kapladı. Patlama merkezinden 900 kilometre uzaktaki İrkutsk şehrinin sismografya aletleri bir saat boyunca durmadan sallandı ; bozkırdaki göçebe toplulukların , geyik sürülerinin büyük bir kısmı , en küçük bir iz bile bırakmadan , bir anda ortadan kayboldu.

Daha sonraki günlerde Sibirya’nın ve Avrupa’nın bazı bölgelerinde esrarengiz bir ışık geceleri aydınlattı: Londra’ da sabaha karşı sokaklarda rahatça gazete okunabildi ; Rusya’da , Batı Avrupa’da ve Kuzey Afrika’da gökyüzü haftalarca garip şekilli , altın renginde bulutlarla kaplandı. Bilim adamları , bütün bu olayların dev bir göktaşının düşmesinden ileri geldiğini açıklayarak , yoruma yer bırakmadılar.

Aradan yıllar geçti , olay unutuldu. Yine de bir çok bilim adamı bu göktaşı olayını daha yakından araştırmak gereğini duyuyorlardı. 1927 yılında Leningrad Madencilik Müzesi görevlilerinden Prof. Leonid Kulikin yönetimindeki bir keşif kolu olay bölgesinde ilk araştırmalara başladı. O günden hayatta kalanlar sorguya çekildi ; göktaşının izleri aranıldı, hiçbir şey bulunamadı . İyimser bir yoruma göre , göktaşı bir bataklığa düşüp kaybolmuştu. Bataklık düşüncesi ilkin Kulik’e de olumlu geldiyse de araştırmalar ilerleyince görüşünü değiştirmek zorunda kaldı ; bütün dikkatini ortalığı kasıp kavuran yangının izlerine verdi.

Düşüş merkezine yaklaştıkça bitkiler çok belirli bir şekilde azalmaya , kaybolmaya başlıyordu. 10.000 km2‘lik bu bölge bu gün bile tamamen kurak kalmıştır. Araştıra araştıra bataklık bir arazide değişik boyda deliklere rastlanıldı. Toprak tarandı , 35 m. derinliğe kadar inildi , uzun bir incelemeden sonra toprağa karışmış mikroskobik denebilecek demir ve nikel parçaları bulundu.

1927’de başlayan araştırmalar aralıklı olarak son yıllara kadar sürdü ve 1960’ta elde edilen sonuçlar radyoaktivitenin bütün bölgede normalden üç kat daha üstün olduğunu gösterdi. 1950 yıllarında SSCB Bilim Akademisi Fizik ve Kimya Enstitüsünden Mikhail Tsikulin ve Vladimir Rodionov , olayın , çok büyük bir kozmik nesnenin meydana getirdiği balistik tepkiden doğduğunu öne sürdüler . Görüşleri kuramsal hesaplara dayanan ikili, 30 ile 100 m. çapında , saniyede 10 ile 50 kilometre hızla hareket eden bu nesnenin bir atom bombası kadar etkili olabileceğini ileri sürüyordu. Şu var ki bu tür bir patlamanın 200 m. derinlikte , 100 m. çapında bir krater meydana getirmesi gereklidir. Tsikulin ve Rodinov buna da bir karşılık buldular : Krater görüşü kabul edilirse , bu patlama merkezinde değil, daha uzaklarda , kuzeybatı da ve araştırmaların uzanmadığı bir bölgede aranmalıdır.

Görüş uzun süre tartışıldı , sonunda göktaşı savını destekleyen Göktaşı Komitesinin bilim sekreteri Evgeni Kynov , kozmik nesnenin atmosferde eriyen kocaman bir buz parçası olduğunu açıklayınca , krater yada iz arama konusu kendiliğinden ortadan kalktı.

Aslında bütünüyle kuramlara dayanan bu görüşler yeterli , açıklayıcı olmaktan çok uzaktı ve Sibirya’da ki patlama çözülmemiş bir esrar durumundaydı.

4 mayıs 1959 tarihli London Daily Express gazetesinde çıkan bir haberle dünya yeniden bu konuyla ilgilendi. Gazetede şöyle yazıyordu:

“ 51 yıl önce başka bir gezegenden dünyamıza gelen uzay gemisiyle ilgili görüşler Sovyet bilim adamları arasında geniş tartışmalara yol açmıştır. Moskova’da hazırlanan bir keşif kolu hala Sibirya ormanlarında çalışmalarını sürdürmektedir. Sovyet bilim adamlarının üçü , Kukarhin , Krinov ve Fesenkov , göktaşı ihtimali üzerinde durmakla beraber olay kelimesini kullanmayı doğru bulmuşlardır. Prof. Alexei Kazantsev ile Prof. Lapunov ise Merih’ten gelme bir uzay gemisi görüşünü savunmaktalar.

Uzay gemisi görüşünü destekleyebilmek için yıllardan beri bilgi toplayan Kazantsev, Çek ve Polonyalı bilim adamlarına bu konuda bir açıklama yapmıştır...”

Olayın tarihçesini özetleyen London Daily Express , yazıyı şöyle sürdürüyordu :
“ Göktaşı görüşü Hiroşima’da ki atom patlamasına kadar savunuldu. Savaştan sonra Japon şehrindeki tahribatı karşılaştıran Kazantskev kesin bir açıklama yaptı ve Sibirya’da 2500 m. yüksekliğinde bir atom patlamasının yer aldığını açıkladı. Ancak bu düşünceyi kimse ciddiye almadı.

1951’de bu görüş Prof. Lamunov tarafından benimsendi, iki bilim adamı , yeryüzüne inmek isterken havada patlayan uzay gemisi üzerinde durdular. Olay yerine gönderilen keşif kollarının hiç biri göktaşı izlerine rastlamadığından tartışma hala sürmektedir.”

Aynı tarihlerde Avustralya’da yayınlanan Sydney Sun gazetesi , Çekoslovak dergisi Prace’den aktardığı bir haberi veriyordu:
“Bir evren konuğu adlı kitabında , Sovyet aerodinamik uzmanı Manotskov Sibirya’da , patlamanın yer aldığı bölgenin yakınlarında konaklayan birçok kimsenin bilinmeyen, aslında radyasyon etkisindeki kişilerinkine benzer, hastalıklardan öldüklerini, patlamanın en büyük gücünün , atom patlamalarında olduğu gibi , merkezden çok uzakta yer aldığını açıklamıştır.” Yeni ve oldukça şaşırtıcı görüşlerin ortaya çıkması olayın incelenmesine yol açtı . Kulik‘in eski raporları bir kez daha gözden geçirildi ve ilginç bir nokta üzerinde duruldu : Olaya tanık olanlardan bazıları mantar şeklinde bir buluttan söz etmişlerdi.

1963’te jeolog ve fizikçi Solotow’un yönettiği bir araştırma komitesi Sibirya’ya gitti ve dönüşünde atom patlaması görüşünü bütünüyle destekledi.
Bu arada Priroda dergisi 80 görüşü sıralayan bir liste yayınladı. Geleneksel bilimin hala göktaşı düşmesi adı altında arşivlemek istediği bir olayla ilgili 80 tane görüş ortaya çıkmıştı.

Aşırıların çoğu , Rusya’da bile kabul edilmedi. Resmi yorum göktaşını unutarak , dünya ile bir kuyruklu yıldız çarpışması ihtimali üzerinde durdu. Buna karşılık Amerikan bilim adamları patlamanın nedenini bir miktar karşı-maddenin Dünya ile çarpışmasını kabul ederken , Genrich Altow-Walentina Schulawera ikilisi Leningrad’ın Swezda gazetesinde yayınladıkları bir incelemede , patlama nedeni olarak Kuğu takımyıldızlarından gelen büyük güçte bir lazer ışınını göstermişledir

Bu arada şöyle bir görüş de ortaya atılmıştır :
Her şey olayın başka bir gezegenden gelen , pilot tarafından yönetilen ve patlamadan önce birkaç yüz kilometrelik düğüm yapan bir uzay gemisi tarafından meydana getirildiği görüşünü uyandırmaktadır.” ( SSCB Bilim Akademisi Raporlarından – Cilt 72 , Bölüm 4,5 1967 )
Hürriyet 29.07.2002

30 Haziran 1908’de sabah 07:00 sıralarında Sibirya’daki Tunguska Nehri yakınlarında büyük bir patlama oldu. Bu o kadar büyük bir patlamaydı ki, 400 millik bir alan içinde hissedildi ve hasara neden oldu. Patlamadan yayılan sıcaklık yüzlerce mil öteden bile hissedilebiliyordu. Patlamayı takip eden birkaç gün boyunca Kuzey Avrupa semaları Londra sokaklarını aydınlatmaya yetecek derecede parlamaya devam etti. İlk başta dünyaya oldukça büyük bir meteorun çarptığı sanıldı.
Bölgenin yerleşim yerlerinden oldukça uzak olması sebebiyle kaza yerini araştırmak için ancak 1927 yılında bir sefer düzenlenebildi. Yapılan incelemeler sonucu bölgede bir meteora ait hiçbir iz bulunamaması araştırmacıları şok etmişti; çünkü sadece bir meteor bu büyüklükte bir patlamaya neden olabilirdi.

Araştırmacıları şaşırtan bir diğer nokta da, çarpışmanın olduğu arazideki ağaçların düşüş tarzıydı; bölgenin merkezindeki ağaçlar kabukları ve dalları hasarlı olmasına rağmen dimdik ayakta dururken, etrafındakiler dışa doğru eğilip devrilmişlerdi.

2. Dünya Savaşı sonrasında, bombalanmış olan Hiroşima ve Nagasaki şehirlerinin resimleri bu bölgeyle karşılaştırıldı: resimler şaşırtıcı bir benzerlik gösteriyordu.

Sonuç olarak, bir çok bilim adamı bu bölgede nükleer bir patlama meydana gelmiş olduğunu belirttiler; bu ağaçların durumlarını da açıklamaktaydı. O dönemde hiçbir ulus nükleer silahlara sahip olmadığı için, olayın nükleer güçle çalışan bir uzay aracının patlaması sonucu meydana gelmiş olabileceği sonucuna varıldı.

Kazaya tanıklık eden pek çok kişi olay günü gökyüzünde uçan, oval biçimli bir cisim gördüklerini ve cismin oldukça düşük bir hızla yön değiştirdiğini belirtmektedirler.

Kaynak: Sirius
Son düzenleyen Safi; 23 Haziran 2016 00:52
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
17 Ekim 2010       Mesaj #35
Avatarı yok
Yasaklı

THY Uçaklarının Önüne Çıkan UFO´lar...


En garip olaylardan birisini yine 1984´ün Nisan ayında, THY pilotları yaşadılar. İstanbul-Ankara arasında uçan DC-9 tipi uçak İnegöl üzerinde 9000 m. yükseklikte uçarken bir UFO ile karşılaştı. Pilot, yardımcısı ve uçuş mühendisi olayı şöyle anlatıyorlardı; "Çok yukardan ışıklı bir cismin yere doğru çok hızlı bir pike yaptığını farkettik, bir uçağın düştüğünü sanarak üzüldük fakat cisim o inanılmaz hızına karşın bizim çok ilerimizde, aynı hizada birden durdu ve havada asılı kaldı. Yeşilköy´le haberleşerek, o bölgede uçan bir araç olup olmadığını sorduk, cevap negatifti. Öyleyse, bu bir UFO´ydu. Farlarımızı yakarak sinyal verdik, işte tam o anda cisimden öyle bir ışık parlamasıyla cevap verildi ki, dünyada bu tür bir ışık kaynağının olabileceğini sanmıyorum, Güneş kadar parlaktı.

Daha sonra bulutların arasına yükselip kayboldu. Birçok pilot arkadaşımız UFO´ları gördüklerini söylerlerdi, pek inanmıyorduk ama o gece karşımızdaki cisim gerçekti. Ama en önemlisi, bildiğimiz tüm fizik kurallarına aykırı olarak uçuyordu. Böyle bir uçuş aracını kıskançlıkla izledik.." "Yumurta biçimindeydi.." Benzeri bir olay bir başka THY uçağının da başından geçti. 27 Ekim 1989 günü Boeing 727 ile Zürih-Antalya seferini yapan Kaptan Pilot Selahattin Sivri anlatıyor: "Gece saat 23:00 civarıydı, Yugoslavya üzerinden uçuyorduk, birden sol üstümüzde çok ışıklı bir cisim gördük ve uçak zannettik. On dakika sonra cisim önümüze geçti, bu arada Belgrad ve Sofya alanlarıyla yapılan telsiz konuşmalarını dinliyorduk ama uçuş bölgemizde bulunan böyle bir gök cismi ile yapılan konuşmaya tanık olmadık. Uçuş mühendisim Pertev Arıkan beni uyararak, bu cisim konuşma yapmıyor, sürekli kırmızı, yeşil ve çok parlak beyaz ışıklar yayıyor, dedi. Artık önümüzde uçuyordu, şekli tam bir yumurta biçimindeydi, inanılmaz bir renk cümbüşü içinde yol alıyorduk. Bulgaristan üzerinden Türkiye´ye yaklaşırken, Yeşilköy´ü aradık ama radarlarında hiçbir hava trafiği görmediklerini söylediler. Hava sınırımıza yaklaştığımızda cisim beyaza dönüştü ve yükselmeye başladık artık sadece beyaz bir ışık topu görüyorduk, derken kayboldu.." Kaptan Pilot Sivri ve arkadaşları dünyadışı bir cisim ile karşılaşmışlardı ve onların da yaşamları artık değişmişti.

Gerçekten de, ünlü astronotlarda da olduğu gibi, UFO´larla cidden karşılaşan insanların yaşamlarında değişimler oluyor, dünyayı ve yaşamı bir başka yorumlamaya başlarken, karekteristik değişimler görülüyor. Neil Armstrong, Ay´a ayak basan ilk dünyalıydı ve bu kolay taşınacak bir ünvan değildi fakat Armstrong´u toplumdan koparan, mistik bir yaşama yönlendiren temel nedenlerin ilk ikisi evrenin sonsuzluğunun içinde varolduğunu fark etmesi ve tanık olduğu UFO gözlemleriydi. Artık dünyada olanlar, yaşam kavgaları ve hatta İnsanlık ona çok anlamsız ve daha da ötede aptalca geliyordu. Bu psiko-şok daha birçok insanda ortaya çıkmış ve çıkmaktadır, öte yandan UFO deneyi yaşamadıkları halde çok fazla bu konuya giren insanlarda da benzer sendromlar görülmektedir. Aslında bu olayın ardında, makrodan mikroya bakıldığında, yaptıklarımızın anlamsızlaştığı ve bir noktada da gereksizliği gerçeği saklıdır.

Kaynak:Hürriyet Gazetesi/ Ekim 1989-Gazete Küpürleri (Türk Hava Yolları ve UFO )
Son düzenleyen Safi; 23 Haziran 2016 00:54
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
20 Ekim 2010       Mesaj #36
Avatarı yok
Yasaklı

Galakside Yalnız Değiliz


Galakside yalnız değiliz çünkü...Çok gülünç; konuşulamayan, tartışılamayan bir antroposentrik (insanın evrenin tek varlığı ve merkezi olarak kabul edilmesi) içindeyiz, ümitsizce ve boş yere üstelik bir de kendini beğenmişlik psikozuna girerek, insanlığın 100 milyon milyar yıldızın içinde, çok özel ve üstün birşey olduğuna inanıyoruz."

(Prof. Harlow Shapley-Harward Koleji Gözlemevi)
Başımızı kaldırıp baktığımız zaman, ilk önce gezegensel sistemi görürüz, güneşler ve gezegenleri vardır; aynı oluşum bizim güneş sistemimizde olduğu gibi evrensel bir formdur. Bu bize aynı zamanda da oluşumun evrenselliğini kanıtlar yani sonsuz evrenin modeli, eşdeğer temel yasalar üzerine varedilmiştir ve eğer burada yaşam varsa her hangi bir yerde de olabilir. Bunu tartışmanın dahi gereği yoktur, temel sorun böyle bir yaşam merkezinin bize olan uzaklığıdır.

Dışarının farkında olmak...
Bir gezegen sistemine sahip olduğu düşünülen bize en yakın yıldız, 4.3 ışık yılı uzaklıkta bulunan Centaurus´dur. Dünyadan bir cevap almak amacıyla gönderilen radyo dalgaları 8.5 yılda bir gidip gelmektedir. Bu soru-cevap süreci, Tau Ceti yıldız sistemi için 22 yıldır; yüzlerce ve binlerce ışık yılı uzaklıktaki yıldızlara sinyal yollayıp cevap bekleme süresi ise, insanlığın tüm yaşam süresinden uzundur, uygarlıkların varoluş-yokoluş süreciyle ölçülebilir ve gönderilen basit bir radyo sinyalinden başka birşey değildir, fiziksel bir yolculuk olasılık dahi değildir. Şu anda ve hatta uzak gelecekte yıldızlararası mega uzaklıkların aşılmasını düşünmek, buruk bir hayale benzetilebilir. Ama uzaydaki yıldız adaları arasında zeki bir yaşamı aramak evrensel misyonumuzdur. 1960´da ABD Batı Virginia Ulusal Radyo-Astronomi Gözlemevi´nden Dr. Frank Drake´nin başlattığı "Ozma Projesi" ilk adımdı. Hedef olarak, güneş tipi iki yıldız olan Tau Ceti ile Epsilon Eridani seçilmişlerdi, her iki yıldızda da yıldızlararası hidrojen ölçümleri yapılmıştı. 150 saatlik bir gözlemden sonra Mayıs 1961´de Proje iptal edildi, sonuç elde edilememişti. Bir diğer neden ise teknik ekipmanın geliştirilmesi gereğiydi ve gerekli yatırıma izin verilmemişti. Ama Ozma Projesi, ilk adımdı ve sonrası gelecekti.

İlişkiyi fark edemedik mi?
Yıldızlararası sondaj sistemi çok güç bir iştir, örneğin beş derecelik bir alanda bulunan sıfır çekim alanında her çift göksel cisim (Buna Lagrange Düğümleri denmektedir. Joseph Lagrange´in-1736-1813 adı verilmiştir) incelendiğinde cisimlerin bir yörünge çizmeden durdukları belirlenmiştir. İşte bu düğüm noktaları, uzay sondajları için idealdir, bize gerekli ayrımı sağlarlar. Yani çekim alanı ve yörünge etkisi oluşturan gök cisimleri ayırd edebiliriz. Macar astronom Zoltan Kopal, bu düğümlerin uzay platformları oluştunrmak için ideal yerler olduğunu ileri sürmüştü. Neticede, tüm araştırmalar geleceğe ve çok uzak geleceğe yöneliktir, sonuçlar orada saklıdır. Dünyadışı bir zeka ile iletişim sağlamanın henüz kesin bir yöntemi ve belli bir sonucu yoktur. Fakat bütün bunlar bize aittir yani insanlığın ulaştığı teknoloji düzeyini ve bilimsel anlayışı gösterirler. Binlerce yıldan beri dünya atmosferinde UFO´lar ve garip uçan cisimler görülmektedir, belki de başka ırklar tarafından gözleniyor veya göz altında tutuluyoruz. Bu gözlem otomatik bir programın sonucunda elektronik göz ve kulaklar şeklinde olabilir, onların teknolojik güvenliğini aşamıyor olabiliriz, hatta dünyadışı teknolojiyi bizim teknolojimiz (radarlar, uçaklar, uydular vs. gibi) algılayamamaktadır. Çok uzun bir zamandan beri bizleri test ediyor veya teknolojik gelişimimizi izliyor olabilirler.

Evrensel model bizim gibidir...
Modern bilime göre UFO fenomeni açıklanabilir, tüm bilinmezliklere rağmen yine de açıklanabilir. Hava balonları, tanınamayan uçaklar, uydular veya uyduların kalıntıları olabilirler ama bütün bunlar geçmişte, binlerce yıl öncesinde yoktular. Tüm itirazlar ve bilimsel açıklamalar güncel teknoloji düzeyindedir ve işte rahatsız edici ya da kuşku verici olan da budur. Geçen yüzyıllarda oluşan ilişkiler, gizemli ziyaretçileri göstermektedir, belki de ilişkiler zaman geçtikçe daha izole ediliyordur. Tevrat´daki Peygamber Hezekiel´in gördüğü gök cismi veya Fatima´da yaşanan göksel olay birer UFO fenomeni olabilirler. Eğer olanların en azından bir bölümünü bir an için gerçek olarak kabul edersek, geçmişteki benzer olaylar daha halka açık gibidir, günümüze yaklaştıkça UFO olaylarının artık daha izole olarak oluştuğu, ıssız yerlerde gerçekleştiği, otoriteler yerine sıradan insanlarla ilişki kurulduğu görülmektedir. Bu bir yöntem olabilir mi? Dünyadışı bir ırk, bizim bildiğimiz anladığımız bir uygarlık sürecinin çok ötesine ulaşmış olmalılar, bizim uygarlık sürecimiz onların belki de yüzbinlerce yıllık uygarlık sürecinin yanında kısa bir zaman dilimidir. Onların otomasyon gözlem sistemi, bizler için tanımlayamayacağımız bir misyon olarak düşünülebilir. Ama bizim onların ne yaptıklarını ve düşündüklerini anlamamız önemli değildir, hatta algılamamız dahi güçtür, bizden farklı ve bizden çok eski bir uygarlığın bilimsel ve sosyal uzay-mantığını anlamamız mümkün değildir asıl önemli olan dünyadışı bir ırkın varolduğu kavramıdır ve buradan bir başka olasılığa doğru yola çıkacağız. UFO´ların açıklanamayan bölümü eğer gerçekseler ve dünyadışı bir uygarlığın ürünü bir teknoloji karşımızdaysa, bu uygarlığın temsilcileri hominid yani insansıdırlar. Ve eğer bu araçlarda insanımsı canlılar varsa bize benzeyebilirler, bazı gözlemcilerin tarifleri bu doğrultudadır. Öyleyse, insan türünü yaklaşık olarak evrensel form olarak düşünebiliriz, neden olmasın?

Uzak geçmişten kalan çöpler!
Eğer insan ırkı, dünyadışı kökenliyse ve bir görüşe göre 40.000 yıl önce dünyaya gelindiyse ve sonra uygarlık çöküp, "Ana Kültür" kaybolduysa, geçmişle ilgili bilgimizi bir daha gözden geçirmekte yarar vardır. Her ne kadar 40.000 yıllık süre, dünyanın yaşam sürecinin yanında çok az görünse de, insan uygarlıklarının bildiğimiz tarih sahnesindeki yaşam sürelerinin 3.000 yılı aşmadığı da görülmektedir. Yanısıra, uygarlıkların süreci insan ömrüyle de doğru orantılı yani ilişkilidir, yaşam süresinin uzunluğu uygarlıkları da etkilemektedir. Ama yıldızlararası canlıların yaşamı çok daha uzun olabilir ve bu da daha uzun uygarlıkların göstergesidir. Belki de geçmişi simgeleyen kutsal kitaplardaki insanların çok uzun yaşadıkları iddialarının altında bu vardır. Dünyadışı köken görüşünün olasılığı sanıldığı kadar az değildir, üstelik bilim kurgu gibi görünmesi aksine destekleyicidir. 40.000 yıl tezinin ötesinde, milyonlarca yıl evvel dünyadışı uzay araçları çok yaşlı yıldızlardan gelip, binlerce yüzyıllık kendi uygarlıklarını getirmiş olabilirler. Öyleyse izler bırakmış olmalıdırlar. Elbette ki, bu düşünce şekli, üzerine ipotek konulmuş bir varsayımdır, kültürel ve fiziksel gelişimimizin temelinde uzaydan gelen başka kültürlerin bulunduğunu kabul etmemiz için bize kanıt gerekir. Peki bu kanıtlar gerçekten var mıdır?

Küp ve kap paradoksu

1885´de Silezya´da bir kömür madeninde, jeolojik bir kömür bloğunun içinde garip bir cisim bulundu. Kömür yatağının geçmişi on milyon yıl öncesine dayanıyordu yani içindeki cisim on milyon yıl önce oraya gelmiş olmalıydı. Bu cisim 67x47 mm. ölçülerinde 737 gr. ağırlığında geometrik bir cisim yani bir küptü. İki yüzü ovaldi, öteki yanında ortasına kadar ulaşan bir yarık vardı. Yapılan analizlerde, nikel-karbon karışımı bir çelik yapı belirlendi. Sülfür oranı azdı ve doğal pirit oranı yeterliydi. Bilindiği gibi çelik, doğal değildir, bir fabrika üretimidir yani kimyasal bir sonuç veya üründür. Bazı uzmanlara göre, cisim yapaydır çünkü doğada gerekli kimyasal oluşum zincirinin raslantısal olarak böyle bir sonuca ulaşması hele geometrik bir cismi ortaya çıkarması mümkün değildir. Gizemli küp, 1910 yılına kadar Salzburg Müzesi´ndeydi. Eğer bu küp, milyonlarca yıl evvel kömür yatağına gömülmüşse ve yapaysa, insanoğlu tarafından yapılmadığı anlaşılır. Acaba, bu garip cisim milyonlarca yıl önce dünyayı ziyaret eden bir uzay aracının bıraktığı bir çöp olabilir mi? Bir diğeri daha var; Çan şeklinde bir kap düşünün, 10x15 cm. boyutlarında, tabanı 5 cm. çapında, kalınlığı 31 mm. çinko renginde ve metalik bileşiminde önemli oranda gümüş bulunuyor. Bu tuhaf ve bilinmeyen kap, yüzeyin 4.5 m. altında bir pudra kayasının içinde bulundu. Bu kap da, yukardaki küp gibi doğal değil, yapaydı ve bir kayanın içinde ne işi vardı? Daha bunlar gibi neler keşfedilebilir? Kaya oluşumlarının içinde daha neler gizlidir?

8 milyon gezegende yaşam vardır..."
Görüldüğü gibi, galaksideki farklı kültürler arasındaki iletişim ve ilişkinin anlamı ana sorundur, ilişki kurulmuş olabilir veya kurulmuştur ama farkında değilizdir. Hatta öylesine belirgindir ki ama bizim algımızın ötesinde kalmaktadır. Bir diğer olasılık da, kendi çöplüğümüzde eşinirken çevreyi göremememiz olabilir. Üzerine ipotek konulmuş galaktik uygarlık modellerinin ve uzay uçuşları potansiyelimizin yaratıcıları olan fizikçiler arasında Dr. Lipp, von Hoerner ve Dr. S.S. Huang sayılabilirler. Von Hoerner galaktik uygarlıklar için şöyle diyor; "Umuyoruz ki, uygarlıkların arasındaki ilişki 200-300 parsek gibi kısa uzaklıklarda Bir parsek 3.26 ışık yılıdır), yoğundur. Ama bu da uzun zaman dilimleri gerektirir ve eğer çok büyük uzaklıklarda aktif bir ilişki varsa bunu farkedemeyebiliriz yani bizim ömrümüz yetmez. Bir diğer handikap da, gezegenimizi çevreleyen elektromanyetik radyasyon kuşaklarının yarattığı engelleyici alanlardır. " Prof. Carl Sagan, NASA´da görevliyken en yakın on dünyadışı uygarlığın en iyi olasılıkla 1000 ışık yılı uzakta olduğunu söylüyor ve olmaları gerekir, diyordu. Dr. Huang´a göre ise, galaksimizde % 3 ile 5 arasında zeki canlıların yaşadığı gezegensel sistemler vardır ve bu da yaklaşık 5 ile 8 milyon gezegende yaşam olduğu anlamına gelir.

Galaktik zeka yok olmak istemiyor;
"Life, Mind and Galaxies-Yaşam, Düşünce ve Galaksiler" adlı kitabın yazarı olan Dr. Axel Firsoff, evrenin geleneksel özelliğinde yaşamın varolduğunu yazıyor ve galakside zekalar arası ilişkinin bir yasa olduğunu ekliyordu, aynen nükleer ve biyolojik prensiplerde olduğu gibi... Belki de bilemediğimiz galaksinin çekirdeğinde, bu tür bir oluşum vardır ve elementer parçacıklar yaşamsal enerjiyi dışa yaymaktadırlar. Bu bir tür "İlahi Yaradılış" olarak düşünülebilir. Belki de, insan formu veya insandışı formlar ne olursa olsun zeki canlılar böyle oluşmuştur. Uzay yolculuklarının şu anki düzeyi, gelecek için güvencedir ve galaksimizde bu yolculuklara çok öncelerde başlamış olanlar olmalıdır çünkü galakside bizim dışımızda yaşamın varolduğu bilimsel bir gerçektir. Bu yolculukları yapanlar uygun gezegenlerden, bir başka uygun gezegene geçerek yaşamı taşıyabilirler. Kendi aralarından bazılarını bir gezegende bırakarak bir tür galaktik döllenmeyi uyguluyor veya zekasal devamlılığı sürdürüyor olabilirler. Bir diğer olasılık da, güneşlerin yaşam süresinin sona ermesi nedeniyle, yıldızlararası göçtür, bir gün bizim güneşimiz de insanlığın yaşamını sürdürmesi için yeterli ve yararlı olmayacak, kritik sıcaklık düzeyini aşarak, iç gezegenleri yok edecektir ve dünyamız da iç gezegenlerin üçüncüsüdür (Merkür, Venüs ve Mars gibi). O zaman, yaşam dış gezegenlere taşınmış olacaktır, insanlık buna yaşamını sürdürebilmek için mecburdur

Yeni bir güneşin arayışı içinde olacağız...
Jüpiter ve Satürn gibi gezegenlerin atmosferi, büyük hacimlerine karşın düşük yoğunlukta olmaları yasamsal değildir ama milyonlarca yıl sonra güneşin artacak olan ısısı sonucunda buharlaşarak yoğunlukları artabilir. Ve insan yaşamının genetik olarak çevreye uyum sağlaması gerçeği gözden kaçırılamaz ve uygarlık yapay olarak kendini koruyacak çevreyi de yaratabilir. Çok uzun bir zaman sonra ise, güneşimiz maksimum büyüklüğe ulaşacak ve soğuma dönemi başlayacaktır, ısısını yitirerek içine doğru büzülen güneş kızıl bir cüce olacak ve dış gezegenler tamamiyle donacaktır. Buraya gelinmeden çok önce insanlık, yaşamını sürdürebilmek için yeni ve genç bir güneşi bulmuş olacaktır, bunlara G tipi yıldızlar denir ve milyonlarca yıllık dengeli yaşamları vardır. Öyleyse ihtiyaç olduğunda, zeka varlığını korumak için kendini bir başka yere taşıyacaktır ve de taşımıştır. Yaşamın devamlılığı kavramı ve galaktik göç modeli ya da örneği galakside yeni birşey olamaz. Tsiolkovsky, kolonileşmenin sadece evrim için olmadığını, ana nedenin yaşamın galakside bir yerden bir yere sıçraması olduğunu söylüyordu; bu amaç yaşamın ve zekanın yayılması olarak düşünülebilir ama sonuçta yaşamın ve zekanın temel karakteri veya özüdür. Eğer zeki canlılar yeni dünyalara göç ediyorlarsa yanlarında bitki tohumları, çeşitle hayvanlar bulunmaktadır, böylece temel tarım başlatılacaktır. Böyle bir göçte, gidilen gezegende yaşamsal ortam hazırlanabilecektir ama bu geçiş yani göç aynen şehirlinin köye göç etmesine benzetilebilir yani kentin uygar ortamı kırsal kesimde olmayacaktır. Zaman içinde, baştan başlanacak ve teknolojik gelişim sağlanacaktır ama uzun bir zaman sonra da geçmiş unutulacak ve efsanelere dönüşecektir. Az ve öz bir sonuç olarak insanlığın bu dünyada varedildiği doğru değildir, insanlık bir başka dünyada varolmuş denebilir. Dini metinler, mitler çok uzak geçmişin hatta atalarımızın ötesinin anıları olarak düşünülebilir. Örneğin "Tufan" olayı ve Nuh´un Gemisi bir başka gezegende yaşanan kıtaların sular altında kalma olayını ve bir uzay aracını simgeliyor olabilirler. Adem ile Havva, Şeytan ve elma veya cennetten kovulma öykülerinde olduğu gibi...

Evrene dikkatle bir göz atarsak, devamlılığın uzun dönemli gelişimlerle sağlandığını görürüz, başka canlılar galaksi içinde oradan oraya gidiyor olabilirler, bizler henüz yarım yüzyıldır galaksinin farkındayız ve daha ancak uydumuza gidebildik. UFO´ların bazıları dünyadışı otomasyon gözlem araçları olabilirler, birileri bizi ve daha birçok yeri sistematik olarak izliyor, kendilerinde denetliyor da olabilirler. Çok uzak geçmişte kolonileşen bu gezegenin evriminden sorumlu da olabilirler. Öyleyse şöyle veya böyle bizler geçmişimize veya uzak atalarımıza karşı sorumluyuz. Anavatanımızın özlemini çarpıtılmış da olsa, belki de dinsel platformda arıyor veya gideriyor olabiliriz. Ama unutmayalım ki, şu an yaşadığımız gezegen, çok uzak torunlarımızın anavatanı olacaktır...
"İnsanlığın birkaç bin yıldan beri varolması ne garip bir iddiadır; ya birkaç milyon yıldan beri varolduysak? Ve oralarda ne yaptığımızı bilmiyorsak? Bu bir olasılık kuramıdır ve bize gezegenler arası konumumuzu gösterebilir."

Kaynak:Bilinmeyenler Forumu
Son düzenleyen Safi; 23 Haziran 2016 00:55
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
21 Ekim 2010       Mesaj #37
Avatarı yok
Yasaklı

Bluebook Projesi


11 Eylül 1951’de, Yüzbaşı Edward J. Ruppelt, Grudge Projesi’nin başına getirildi. Bir ay sonra, Proje Grudge II adıyla yeni bir girişim başlatıldı ve projenin raporlama prosedürü, biçimi gibi yönleri yeniden organize edildi. Bir danışmanlık firması olan Batelle Hafıza Enstitüsü’nden, o güne kadar toplanan UFO raporlarını üzerinde istatistik bir çalışma yapması istendi. Mart 1952’de Grudge II, BLUE BOOK PROJESİ adıyla halka açıldı ve bunu takip eden 17 sene boyunca Hava Kuvvetleri’nin resmi UFO araştırma programı olarak kaldı.

Blue Book’un görevi Sign ve Grudge’dan tamamen farklıydı. Blue Book’un oynayacağı rol, 1952’de CIA tarafından düzenlenen bir panelde kararlaştırıldı. Robertson Paneli olarak da bilinen bu “UFO Konulu Bilimsel Danışma Paneli”nde UFO’ların dünya dışından gelip gelmediği ya da ulusal güvenliği tehdit edici bir yanlarının olup olmadığıyla ilgili kesin bir kanıt sunulamamasına rağmen, katılımcılar UFO raporlarının ulusal güvenlik açısından potansiyel tehlike arzettiğine karar verdiler.

Eğer Amerikan vatandaşları gökyüzünün güvenliği konusunda endişe taşıyorlarsa ve tanımlanamayan bir gök aracı istediğinde ABD hava sahasına dalıp ardından durdurulamadan ya da tanımlanamadan yoluna devam ediyorsa, bu, Amerika’nın dünya üzerindeki düşmanlarının kendi çıkarlarına kullanabilecekleri bir korku ortamı oluşturabilirdi. Ayrıca, ABD’ye bir hava saldırısı yapılması durumunda, UFO raporları bildirimi nedeniyle sık sık tıkanan iletişim hatları, ulusal savunma için büyük önem taşıyacaktı. Bu kaygılardan dolayı, Robertson Paneli’nde halkın iyiliği için UFO olaylarının yalanlanmasına karar verildi. Bu Blue Book Projesi’nin oynamak zorunda olduğu bir roldü.

Yüzbaşı Ruppelt gibi bazı Blue Book liderleri, UFO problemine gerçekten de ilgi duyuyor ve kendilerine gönderilen olayları çözmek için büyük çaba harcıyorlardı. Yine de gözlemlere çoğu kez basit ve basma kalıp açıklamalar getirilmekteydi. Bu açıklamalar, dikkatlice yapılan araştırmalarla çürütüldüğünde ise, halkın Blue Book araştırmacılarının dürüstlüğüne ve zekasına olan inancı büyük ölçüde zarar görüyordu.

Hava Olayları Ulusal Araştırma Komitesi’nden Donald Keyhoe ve diğerleri, Hava Kuvvetlerinin UFO’larla ilgili gerçekleri örtbas ettiğini ve halktan gizlediğini duyurmaya başlayınca, UFO tartışmalarını takip eden insanlar için sadece iki olasılık kaldı: Blue Book araştırmacıları fazla zeki değillerdi ve tembellerdi, ya da hükümetin gizlediği bir şeyler vardı.

Blue Book Projesi devam ettiği süre içinde proje birimine toplam 12.618 UFO raporu bildirilmiştir. Bunların yüzde 18’i (701 olay) kayıtlara ‘tanımlanamaz’ olarak geçmiştir. Bu olayların yarıya yakını, yalnızca, ABD tarihindeki en şiddetli UFO dalgasının yaşandığı 1952 yılında bildirilen raporlardan oluşmaktadır

Grudge Projesi


11 Şubat 1949’da, Sign Projesi GRUDGE adı altında yeniden hayata geçirilmiştir. Sign Projesinin gizli olarak sınıflandırılan en son raporu bir uyuşmama mutabakatıydı. Bazı Hava Kuvvetleri araştırmacıları, UFO’lardan bazılarının dünya dışından gelen uzay araçları olduğunu açıkça söylerken, diğer Sign yetkilileri, ortada bu tür bir sonuca varılmasına yol açacak bir kanıt olmadığına işaret etmekteydiler.

Grudge ekibi Sign’a göre farklı bir yol izlemekteydi. Kendilerine bildirilen tüm UFO raporlarını açıklamaya çalışmaktaydılar. Bu ayrıntılı bakış açısı daha sonra yürütülecek program olan Blue Book Projesi’ne problemli bir örnek oluşturmaktaydı.

Saturday Evening Post muhabiri Sidney Shalet, 30 Nisan 1949’da Hava Kuvvetleri’nin ‘uçan daireler’le ilgili çalışması hakkında bir makale yazmıştır. “Grudge” gizli bir kod adı olduğu için, Shalett makalesinde Hava Kuvvetleri’nin çalışmasından ‘Uçan Daire Projesi’ olarak söz etmiştir. Shalet’in makalesi halk arasında kullanılan “UFO” teriminin ilk kez yayımlandığı yer olmuştur.

Proje Grudge, yalnızca 8 ay sonra kapatıldı. Grudge ekibi verdikleri son raporda, yüzde 23’ü “tanımlanamamış” olarak kayda geçen 273 UFO gözlemi listelenmişti. Hava Kuvvetleri’nin UFO’lara olan ilgisi 1950 yılında azaldı. Fakat bu uzun sürmeyecekti.

Sign Projesi


30 Aralık 1947’de, Hava Kuvvetleri Araştırma ve Geliştirme Bölümü Başkanı General L.C. Craigie, bir UFO çalışma grubu kurulmasını onaylamıştır. Kurulan bu yeni birime “SIGN PROJESİ” kod adı verilmesini istemiştir.

Sign Projesi çerçevesinde 147 rapor kaydedilmiştir fakat bunların yalnızca 20 tanesi açıklanabilmiştir. Gelen raporlardan oldukça etkilenen Sign Projesi yetkilileri, 1948 yılında, “Durum Tahmin Raporu” adı verilen gizli bir belge yayımlamıştır. Belge radikal yorumlar içermektedir: “Bazı UFO’lar gerçek birer araçtır ve kaynakları bu gezegen değildir”.

Hava Kuvvetleri Personel Şefi Hoyt S. Vanderberg, bu durum tahmin raporunu, “Elde edilen kanıtlar böyle şaşırtıcı bir sonucu destekleyecek nitelikte değil”, diyerek geri çevirmiştir. Vanderberg’in raporu bu şekilde geri çevirmesi, Sign Projesi çalışanlarının morallerini bozmuştur; çalışanlar sadece rapor toplama ve hazırlama işlemleriyle uğraşmaya başlamış ve araştırmacı çalışmalara son vermişlerdir.

Twinkle Projesi


1949 yazında New Mexico’dan yapılan sayısız yeşil ateş topu gözlemi TWINKLE PROJESİ adında özel bir projenin geliştirilmesine yol açmıştır. Gözlemlerin benzerliği (pek çok kişi aynı tip cisim rapor etmiştir), raporların Los Alamos gibi hayli hassas bir nükleer üssün ve White Sands füze test bölgesinin yakınlarından gelmesi, bu ateş toplarının bir çeşit keşif aracı olabileceği endişesini doğurmuştur. Ateş topları yok olduğunda onlara gösterilen ilgi de azalmış ve sonunda, yapılan resmi bir açıklamayla cisimlerin bir tür renkli meteor olduğu gibi komik bir açıklama olayları örtbas etmek için söylenmiştir.

Kaynak: Sirius
Son düzenleyen Safi; 23 Haziran 2016 00:55
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
7 Kasım 2010       Mesaj #38
Avatarı yok
Yasaklı

Kur'an da Dünya Dışı Yaşam


Kur'anı Kerim'de UFO'larla temastan söz ediliyor mu? Bu ilahi metinde, günümüzün en ilginç sorunlarından biri olan UFO ile ilgili mesajlara yer verilmiş miydi? Genelde Kur'an etrafında yapılan çalışmalarla buna hemen 'evet' demek mümkün değil... Kur'an'da bizden başka varlıkların mevcudiyeti söz konusudur ama bizim 'uzaylılar' diye tanımladığımız, metabolizmaları bizimkine benzer yaratıkların varlığından açıkça söz eden ayetler var mıdır? "Uzayda canlılar var mı?" diye bir din adamına veya Kur'an yorumcusuna bir soru yöneltseniz alacağınız cevap hemen 'evet' olacaktır... Çünkü Kur'anı Kerim, insanlardan başka, en az dört türden bahsediyor. Bunlar melek, cin, şeytan ve ruhanilerdir. Kur'an'a göre bütün bu türler bizim dünyamızın da içinde yer aldığı evrende yaşıyorlar. Ve hatta bizim mekanlarımızı bizimle paylaşıyorlar. Ancak, yapılan izahlar Işığında, bu türlerle bizim metabolizmamız arasında bir benzerlik kurmak mümkün değildir. Bununla birlikte, bu soyut varlıkların hemen hepsinin 'temessül' yani başka bir form içinde görünebilme yetenekleri vardır.

Bizim aradığımız, metabolizma bakımından bize tam olarak benzemese bile bize yakın olan formlardır. Peki kutsal kitabımızda, böyle bir varlıktan söz ediliyor mu? Bunun cevabı şüphesiz "evettir. Kur'anı Kerim bu türlerin dışında bir de "Dabbe" den söz eder. Dabbe kelimesi, daha çok canlı, şuurlu ve kendi arzusuyla yer degiştirip yürüyebilen ve yeme içmeye ihtiyaç duyan varlıkları anlatır. metabolizma açısından cinden de melekten de şeytan'dan da farklıdır. Nitekim bu kelime daha çok hayvanlar ve insanlar gibi beslenmeye ihtiyaç duyan varlıkları kapsamına alır. Dabbe'nin tariflerini de yine Kur'an'da bulabiliyoruz.

Evrende yalnız varolmak için yaratılmadık
Çok eski bazı rivayetlerde, insan neslinden önce Nesnas denilen bir türün, yeryüzünde yaşadığı, o dönemde, yeryüzünün gerçek sahipleri olan bu varlıkların, aynı zamanda 'hilafet' yani bugün insanın üstlenmiş olduğu Tanri'ya muhatap olma vasfı makamında bulundukları belirtiliyor. Fakat bu tür,zaman içinde istikametini kaybettiği için toptan imha edilmişler ve onların yerine cin taifesi atanmıştır. Sonunda Allah, meleklere ve diğer muhatap varlıklara, insan diye bir varlık yaratacağını ve onları yeryüzüne göndereceğini bildirince, Kur'an'ın yalın ifadesiyle 'cin', 'melek' ve "'şeytan diye anılan türler, insan türünün evrendeki dengeyi bozacağını ve uzun savaşlarla birbirlerini yok edeceklerini belirterek itiraz ettiler. (Bakara Suresi) Ama Allah onlara, 'sizin bilmediklerinizi de biliyorum' diyerek insanı yarattı ve dünyaya 'halife' tayin etti. Üstelik 'melek' dahil bütün varlıkları, Adem'e secde etmeye çağırdı. Bu, bir tür, üstün varlığı tayin etme seremonisiydi. Şeytan bu çağrıya uymadı ve insan türüyle her alanda savaşacağını dile getirdi. Kur'an'da geniş geniş anlatılan bu 'gaybi' hadise, aslında aynı zamanda, insan türünün evrendeki mücadelesinde başka varlıklarla da hesaplaşmak zorunda kalacağının açık bir kanıtıydı.

Demek insan, sadece kendisine 'müsahhar' edildiği emrine verildiği belirtilen tabiata hükmetme mücadelesiyle kalmayacak, kendi varlığını korumak icin, üstün formda yaratılmış varlıklarla da mücadele etmek zorunda kalacak... Kur'an'ın açık ifadelerinden anladığımız, bu mücadelenin cin ve şeytan taifesiyle verileceği yolundadır. Üstelik bu her iki türle yaptığı mücadele 'enfüsi' (içsel) bir mücadeledir. Yani liyakat ve kimlik mücadelesi... Oysa Mülk Suresi, açık açık, uzaydan saldıracak bir türden; uzaylılardan söz ediyor. Bunların özel kimlikler taşıyan varlıklar olduğunu ayet metninde yer alan 'men' sözcüğünden anliyoruz. Ayette geçen 'men fi'sSemai' ifadesinde men, kim sorusuna verilen cevaptır. Eğer bu ayet gökten başımıza inecek ilahi belalar veya bir yıldız çarpması olsaydı, 'men' yerine 'ma' kelimesinin kullanılması gerekirdi. Arapça'da 'men' ingilizcedeki 'Who' sözcüğünün karşıtıdır... "Ma'' ise 'that' sözcüğünün... Demek ki, uzayda bizimle teke tek karşılaştırılacak varlıklar vardır ve var olmalıdır.

Yedi dünya kavramı
Şimdi biraz da insanın ilk yaradılışından söz edelim. Bize, Kur'an'da anlatılan şey, Adem'in topraktan yaratılan ilk insan olduğudur. Adem, önce 'cennet'e konmuş, burada, bugün eşeysiz üreme diyebileceğimiz bir yöntemle ondan bir eş Havva yaratılmış ve daha sonra da işledikleri bir hatadan şehvetlerine mağlup olup, içinde yaşadıkları atmosferi kirletmelerinden dolayı 'aşağı' diye nitelenen dünyaya sürülmüştür... Kur'ani üslupla Adem ile Havva'nın, yani ilk atalarımızın hikayesi böyledir. Burada akla şöyle bir soru gelir; Adem ile Havva cennette idilerse dünyaya nasıl geldiler? Tabii ki hemen Allah'ın her seye muktedir olduğunu söyleyeceksiniz. Muhakkak ki Allah her şeye muktedirdir. Ama Adem'in cennetten çıkarıldıktan sonra tabi olduğu kanun, determinist ve sebep sonuç ilişkisine dayanan evrensel kanunlardır. Yani kudret yurdu sebep sonuç iliskilerinin geçerli olduğu evren olan cennet'ten çıktıktan sonra sebep sonuç ilişkilerinin geçerli olduğu 'hikmet yurdu'na eşyanın oluşumunda sebep gerekliliğinin ortadan kalktığı evrene geçti Burada her şeyin bir vasıtası olmalıydı. Dolayısıyla, cennetten çıkarıldıktan sonraki maceralarını akıl yoluyla izah edebilmemiz gerekirdi. Çünkü eğer cennet bu dünya üzerindeyse, sürülme nasıl gerçekleşmişti? Daha da önemlisi, eğer Adem ile Havva atmosferimizin dışındaki bir yerden dünyaya gelmişlerse, zarar görmeden atmosferi nasil geçtiler. Ve niçin ayrı ayrı yerlere düştüler... Sonra ayrı ayrı yere düştükleri halde buluşma noktasını nasıl bildiler? ve nasıl birbirlerini buldular? Ve hangi vasıtalarla yön tayini yaptılar.?

Herhalde Adem ile Havva'nın atmosferi oluşmamış bir dünyaya gönderildiklerini iddia etme şansımız yok. Çünkü Rahman Suresi'nde Cenabı Hak, yerkürenin insanlar için nasıl hazirlandığını safha safha anlatır...

"Semayi yükseltti ve ona ölçü koydu. Sakın bu ölçüleri bozmayın. Siz de bu dengeleri koruyun ve dengeleri zorlamayın. (Ve sonra) yeri 'Enam' için yaşanabilir kıldı. Onda meyve ve salkımlı hurmalar var. Yapraklı taneler ve hoş kokulu meyveler var. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Ve insanı fokurdayan balçıktan yarattı"(Rahman Suresi,714)

Burada kastedilen 'sema' tefsirlerde iki anlamda kullanılır; atmosfer ve gökyüzü. Her ikisi de belli ölçekler ve mizanlar üzerine kuruldu. Bu 'ölçü' kavramıyla hem uzayın ruhunu teşkil eden müthiş denge kastedilir, hem de atmosferi teşkil eden hava küresinde yer alan gazların gramajları kastedilir. Azot, gazlar ve oksijenin dağılım ve miktarları insanın varlığını en iyi şekilde sürdürebilmesi için gerekli miktarlarda tutulmuştur. Böylece atmosfer toprak kökenli varlıkların yaşamasını sağlayacak duruma getirildi. Bu iki ayetin hemen devamında gelen iki ayet çok ilginç bir ikaz taşımaktadır. Cenab'ı Hak, insanı, 'dengeleri bozmamak' hususunda uyarıyor ve ölçüyü elden kaçırmayın" diyor. Çünkü insanın bir özelliği de bozmaktır.

Adem ve Havva nereden geldiler?
O yüzden, Allah, ancak bugün, yani yaptığımız ölçüsüzlükler ve ürettiğimiz zararlı gazlar yüzünden ozon tabakasının delinmesiyle anlayabildiğimiz bir konuya dikkatimizi çekiyor. Atmosferdeki dengeyi bozabileceğimizi, bunun da sonumuzu hazirlayacağını hatırlatıyor. Ve bu dengelerin korunması konusunda insanı uyarıyor... Birinci sırada atmosferin yaratılması, yani aşırı sıcaklarla yerkürenin tabiatında bulunan buharların yükselip atmosferi oluşturması, ikinci etapta, bu atmosferdeki gazların insan tabiatına uygun miktarlarda düzenlenmesi, üçüncü etapta da yeryüzündeki bitki örtüsünün insan ihtiyacına göre ayarlanması... (Rahman Suresi'nin üçüncü ayetinde dev ağaçlardan ve ormansı otlaklardan bahsedilir. Ala Suresi'nde ise bu dev otlakların yerin dibine geçirilerek onlardan akışkan bir sıvının yani petrolün var edildiği hatırlatılır) Nitekim. önce dev otlaklar, ardından meyve agaçları ve taneli bitkiler ve nihayet nazenin varlık olan insanın dünyaya teşrifi.... "Biz insanı fokurdayan balçıktan yarattık" diyerek Cenabı Hak, balçıktaki kimyasal aktiviteye dikkat çeker.

Sonuç olarak insan yerküreye indirildiği zaman yerkürenin onu dışardan gelecek meteor ve yabancı cisimlere karşı koruyacak atmosfer gibi bir koruyucusu vardı. Peki öyleyse, Adem ile Havva, yine insanoğlunun yaşadığı ama artık yaşanmaz hale getirdiği bir dünyadan, bir uzay aracıyla dünyamıza gelmiş olamazlar mı? Bizim neslimizin atası olan bu iki insan, bizim dünyamız gibi bir dünyadan geldiler dersek çok mu saçma olur?

Adem ile Havva, insan türünün bozgunculuk ve fesatçılık özelliğinden dolayı, tükettikleri bir dünyadan uzaya atılmış iki kahramandı belki de... Pekala şöyle diyebiliriz; milyon milyon yıl önce, bu evrenin bir başka aleminde, belki de bugün aşırı sıcaklar sonucu yaşanmaz bir hale gelmiş ama hala hayat izleri taşıyan Mars'ta yaşayan insan nesli, kendi yanlışları ve güneşin genişleyen sıcaklık halesi sonucu artık o gezegende varlığını sürdüremez hale geldi. Ulaştıkları teknolojiyi, türlerinin devamını sağlamak için kullandılar. Seçtikleri bir çifti, kapsüle koyup, buzul çağından henüz çıkmakta olan dünya gezegenine firlattılar. Gemilerinin adi 'Fülki'lMeshun' (hayat . için gerekli her türlü kaynağı içinde barındıran gemi, uzay gemisi, denizaltı vs. gibi) idi. Nitekim Kur'an'da bir iki yerde Cenabı Hak, "Zürriyyetiniz'i Fulki'l-Meshun ile tasdik" buyurur. Ve ona benzer daha nice gemi yarattığını hatırlatır... Bu geminin zahiri veya tarihi karşıtı Nuh Tufanı'nda kullanılan; Cebrail'in (o en büyük melegin adıdır, ileride melek kelimesi üzerinde de duracağız) talim ve gözetimi altında inşa edildiği belirtilen gemi olmakla birlikte bundan pekala yıldızlar arası seyahat eden bir gemiyi anlamak da mümkün. Çünkü. Kur'an 'atalarınızı' demiyor 'zürriyyetinizi' diyor... Bu ifade bizim neslimizin akibetinden de haber verir gibidir. Belki, bizim neslimiz de, yaşadığı dünyayı yaşanmaz hale getirdikten sonra, hayat belirtisi tesbit ettiği buzul çağından yeni yeni çıkan bir gezegene neslinin örneklerini gönderecektir. Tabii, yaşayan insan nesli son nesil değilse... Çünkü bazı kaynaklarda, şu anda dünya üzerinde yaşayan neslin insan ırkının 13. versiyonu olduğu ve insan irkının bugüne kadar, en az altı dünya tükettiği belirtilir. Bediüzzaman Saidi Nursi, "işaratü'li'caz" adlı tefsir denemesinde, Bakara Suresi'ndeki "O Allah ki, yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı. Sonra göğe yöneldi ve onu 7 uzay halinde düzenledi. O, her şeyin gerçeğini bilendir" ayetini yorumlarken, 'Yedi' kelimesi üzerinde uzun uzadıya durur ve bu ayetten, "Yerküremiz gibi atmosferi bulunan yedi dünyayı anlamanın" mümkün olabileceğini hatırlatır... Demek ki, biraz cesur bir yorumla, yedi dünyadan ve üzerinde yaşayan insansı varlıklardan söz etmek pek de akıl dışı olmayacak.

Uzayda yaşam var mıdır?
Uzayda melek ve ruhanilerin varlığı, yeryüzünde insan ve hayvanların varlığı kadar kesindir, denilebilir. Kur'anı Kerim, bu gerçeği sayısız ayetlerde anlatır. Çağdaş bir kelamcı ve çağımızın en orjinal Kur'an yorumcularından olan Saidi Nursi, "Sözler" adlı eserinin 33. bölümünden birini tamamen, 'Melekler, ruhaniler ve uzayda hayat' konusuna ayırmış. 29. Söz'ün tamamında bu meseleyi ıspat etmeye çalışmıştır... Burada dikkatimizi en çok çeken bir cümle var ki, bu çalışmamızın da kalbini teşkil ediyor. Ona göre, çok değişik cins ve türdeki uzaylıların tamamı, Kur'an tarafından 'Melek' ve 'Ruhani' diye isimlendirilmişlerdir... İlerde melek ve ruhani kelimelerini ele aldığımızda göreceğiz ki, melek nisbeten nesnel varlıkların, ruhani tamamen soyut varlıkların adıdır... Şimdi, Saidi Nursi'nin, Kadir Suresi'nin "O (gecede) melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle yeryüzüne inerler" mealindeki ayetinin yorumunu yaptığı bölümden bir pasaj aktaralım..

"Hakikat katiyyen gerektirir ve hikmet kesinkes ister ki, yeryüzü gibi, uzayın da hem de bilinçli sekeneleri (oturanları) bulunsun... Ve o sekeneler yaradılış bakımından oturdukları yıldızlara uygun yaradılışta olsun. Kur'an bütün bu yaratıkları melek ve ruhaniler diye isimlendiriyor...

Evet işin gerçeği bunu gerektiriyor. Uzayda bizim gibi bilinçli canlılar var ve olmalıdır... Nitekim, dünyamızın, küçüklüğü ve basitliğine rağmen bilinçli yaratıklarla dopdolu olması ve üstelik zaman zaman boşaltılıp yeniden doldurulması bize şu gerçeği açıklar; yıldızlarla ve burçlarla bezenmiş uzay da şuurlu ve idrak sahibi yaratıklarla dopdoludur... O yaratıklar da, tıpkı insanlar ve cinler gibi şu muhteşem kainatın seyircileri, gözetleyicileri ve yorumcularıdır... Uzayın yapısı, niceliği ve niteliği, böyle yaratıkların varlığını gerektiriyor, zorunlu kılıyor.

Evrenin bu muhteşem varlığı çaplı ve geniş bir tefekkürü, onu tam anlamıyla kavrayacak bir kulluğu gerektirir. Oysa insanlar ve cinler, bu tefekkür ve kulluğun milyonda belki birini bile yapamıyorlar... Bu muhteşem yaradılışı daha üst bir şuurla temaşa edecek ve onun Yaratıcı'sına karşı şükranlarını sunacak daha üstün formda yaratılmış varlıklara ihtiyaç vardır... Meleki ve ruhaniler de bunlardandır...."
"Bazı hadislerin bize verdiği işaretlerden şunu anlıyoruz ki, bu yaratıklar, uzayda başıboş gibi görünen seyyar cisimleri meteor,bulut ve tanımlanamayan sair uçan cisimleri yıldızları karanlıkta hizla akıp gittikleri için yıldız şeklinde algıladığımız UFO'ları da bu çerçeveye sokabiliriz Binek olarak kullanıp evrenimizde olup bitenleri temaşa ediyorlar... O varlıklar, bu seyyarelere hızla akıp giden, görünüp ve bir anda yok olabilen şeylere binerek, yaşadığımız şu nesnel dünyayı gözetlerler. Bineklerinin tesbihatını yaparlar..." (Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, Mukaddime.)

(Burada Seyyare kelimesine küçük bir not düşelim. Teyyare, uçan kanatlı nesnelere verilen isimdir. Seyyare ise, uçmaktan çok son derece büyük bir hızla akıp giden kanatsız vasitaları anlatmaktadır... Her ikisi de 'binek' diye anılmaktadır. Acaba, UFO'ya yani ingilizce 'deki, Tanımlanamayan Uçan Cisim'e tek kelimelik bir isim verilmek islenseydi Seyyare'den uygun ne bulabilirdik?) Yukarıda Saidi Nursi'den aldığımız metinde bir tek şey yaptık. Bilinen klasik ifadelerin yerine mesela, sema yerine uzay, şuur yerine bilinç gibi günümüzde kullanılan kelimeleri yerleştirdik. Ve gördük ki. "pekala uzaylılar var" ve üstelik bizi gözetliyorlar... Hatta bir hadiste peygamberimiz, "Cennet ehli, 'yeşil kuşların 'cevf'lerine binerek cennet yurdunu gezecekler" diyor... Arapça'da 'tare' 'uçtu' demektir. Tayr' ise uçan şeye verilen ad. Eh geçmişte bir tek kuşlar uçtuğu için de Kur'an'da ve hadiste 'tayr' kelimesinin geçtiği her yerde bu kelime 'kuş' olarak isimlendirilmiş..., Kur'an'ın belirttiğine göre Hz. isa, imana çağırdığı insanlara şöyle diyordu; "Ben size çamurdan kuşa benzer bir sey yaparım. Sonra ona kendi ruhumdan üflerim yani enerji yüklerim o da Allah'ın izniyle uçar" diyordu... Demek ki. her uçan kuş değildi ve her 'tayr kelimesiyle ifade edilen şeyin illa da kuş olması gerekmiyordu... Cevf ise. "boşluk, çukur, oyuk, iç boşluk' anlamındadır. Eğer siz 'tayr' kelimesinin yerine 'uzay aracı' veya 'uçan cisim':'cevf kelimesinin yerine de 'pilot kabini' kelimelerini yerleştirirseniz, yukarıda bahsi geçen hadisi, "Cennet halkı, yeşil renkli yeşilin, temiz bir çevrenin sembolü olduğunu unutmayalım uçan araçlara binip kabininden cennet yurdunu temaşa ederler" şeklinde tercüme edebilirsiniz. Tuhaftır bu hadis, nedense bana hep Jetgiller'i hatırlatmıştır... Öyle ise çıkıp, evrenimizi bizimle paylaşan uzaylılar vardır ve bunlar kullandıkları 'seyyarelerle (UFO'larla) bizi temaşa ediyor yani izliyor ve hatta, bozgunculuğumuzu önlemek ve dünyamızı korumak için bizi gözetliyorlar dersek, abartılı bir ifade kullanmış olmayız...

Bir itiraz ve izafiyet...

"Uzaylılar var" denildiği zaman hemen ileri sürülen bir itiraz var... Deniliyor ki, "Güneş sisteminde başka dünya yok. Bize en yakın yıldız grubu yani galaksi Andromeda'dır ve bize şu kadar milyar ışık yılı mesafededir. Bu kadar uzun bir mesafeyi nesnel varlikların aşıp gelmeleri mümkün değildir... Bu izah, daima ileriye doğru akmak üzere ayarlanmış insan mantığının bir eseridir. Oysa ışınlanma ve rölativite bu itirazları sonuçsuz bırakmaktadır... Kur'anı Kerim'de Hz. Süleyman'ın "gudvvuha üehrun ve revahuha üehrun' (gidişi bir ay, gelişi bir ay)" diye nitelendirilen bineği ile, Belkıs'ın tahtının, bir saniyenin de altinda bir zaman içinde Yemen'den bugünkü Kudüs'e ışınlanması bu itirazlara açık cevaplar veriyor. (Sebe' Suresi, 10. Ayet ve devamı) Guduv gidişi, revah gelişi anlatır. Kısacası Süleyman'ın bineğinin hızı, gidiş dönüş altmış gün/saattir. Kur'an'ın ifadesinde bir gün, bizim saydıklarımızla 1000 bin yıldır. Demek ki, Süleyman'ın bineğinin hızı 1.000 x 60 = 60 bin yıl/saattir. Bu da saniyede 1000 ışık yılı demektir.

İnsanın keşfettiği en büyük hız şimdilik ışık hızıdır. (Oysa tasavvufta 'nur hızı' denilen ve hayalden daha süratli olan bir hız birimi vardı.) Işığın saniyedeki sürati 300 bin kilometre olduğuna göre ki ışık uzayın bütün kavislerini ve bükeylerini tarayarak geçer Hz. Süleyman'a verildigi belirtilen bineğin hızı ışık hızından da yüksektir. Bu da akla bugünkü verilerin Işığında anlatacak olursak ışınlanma süratinin hızını gösteriyor. Çünkü, Belkıs'ın tahtı, göz kapayıp açıncaya kadar Yemen'den Kudüs'e taşınmıştır... Ve üstelik bunu da "Reculün indehu mine'l kitabi ilmün" (kitabı bilgilereki, bu tecrübi bilgileri de anlatıyor sahip bir adam) diye vasiflandırılan bir insan başarmıştı. Bu ifade, bize bilimsel çalışmalarla insanlığın varabileceği sınırları çok net olarak gösteriyor... Çünkü, bu işi yapmaya Cin taifesinden bir 'ifrit' de talip olmuştu. Ancak onun tanıdığı süre biraz daha uzundu. Yani 'ayağa kalkıp oturacak kadar' bir süre... Hz. Süleyman bu süreyi uzun buldu ve bugünün ifadesiyle teknolojik bilgiye de sahip olan yardımcısından talep etti ve taht bir anda hazır oldu... Belkıs, gelip de tahtını orada bulunca ona soruldu; "Bu taht senin mi?" Belkıs'ın verdiği cevap, bugün 'sanal gerçekçilik' diye nitelendirilen bilimin de ilk tanımı idi: "Sanki o !" Bugün sanal varlıklara ingilizce'de 'sanki o' denilmesi oldukça ilginç degil mi? Demek ki, bizim kendimizi ışık hızına hapsedip, onun üzerinde nesnel varlığın taşınmasını yadsımamız, sadece ve sadece bilgilerimizin henüz ilkellikten kurtulmamış olmasından kaynaklanıyor...

Bizim ışık hızına hapsedilmiş olmamız, başka yaratıkların da bu hıza hapsolunduğuna inanmamızı gerektirmez. Uzayda,elbette tabiatları yaşadıkları gezegenin tabiatına uygun dizayn edilmiş varlıklar vardır ve olmalıdır... Nitekim, UFO'lann varlığı nerde ise sabit olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri'nin, 1960 yılında başlattığı Apollo serisi uzay uçuşlarına "refakatçi" uçan cisimlerin eşlik ettiği, hem astronotların ses kayıtlarıyla, hem de çekilen resimlerle ıspat edilmiştir. Bilindiği gibi Ay'a ilk inen Apollo 14'ten çıkıp Ay'da yürüyen ve burada hatıra resmi çektiren astronotların arka planında iki UFO poz vermişti. Bu tarihi uzay yolculuğunun iki UFO'nun refaketinde gerçekleştiğini NASA çok iyi bilmektedir. Hatta hatırlarsanız, bu resmi basan Time dergisi tez elden toplatılmıştı. Keza astronotların ses kayıtlarında bu cisimlerden açık açık söz edildiği ve Ay'da son derece ahenkli esrarengiz bir müziğin duyulduğu haberi de o sıralarda basına yansımıştı. Burada, özellikle cinlerin 'temessül etme' (istediği forma girip, gözükme) kabiliyetinden haberdar olanlar diyebilirler ki, UFO'lar, cinlerin bir oyunudur. Bu pek de akla uzak olmaz. Cinler atmosfer içinde böyle görüntüler verebilirler. Ancak Apoilo 14'e refakat eden uçan cisimler atmosfer dışında bunu gerçekleştirmişlerdi. Demek ki, bunlar cinler olamazlardı...

Kavramlara yolculuk...
Dabbe; bu kelimeye öncelik vermemizin iki nedeni var. Birincisi, bu kelime ile kastedilen varlikların metabolizma olarak bize benzeyen varlikların kastedilmiş olmasıdır... Elmalılı Hamdi Yazır, "Hak Dini Kuran Dili" adli tefsirinde dabbe kelimesine su açıklamayı getirir; "Hafif, hissettirmeden yürüme, debelenme demektir. Hayvanlar ve böcekler için kullanılır, içkinin vücuda yayılması bir çürüğün etrafına bulaşması gibi hareketi gözle tesbit edilemeyen canlılar için kullanılır..."Şu halde, tren, otomobil, bisiklet gibi. Şunu hemen hatırlatalım, bu tefsir yazıldığında bilinen mekanik yürüyücüler bunlardan ibaretti. Bunlara bugün robotlar dahil daha birçok eklemeler yapmak mümkündür.

Bununla beraber, "Allah her dabbeyi sudan yarattı. Onların bir kısmı ayaksızdır karnı üzerinde sürünür, bir kısmı iki ayaklıdır, bir kısmı dört ayak üstünde yürür...." (Nur suresi 24/25)" ayetinde zikredildigi gibi bütün yürüyen canlı türlerini' içine alır... ikincisi, dabbe diye nitelenen varlıkların yerde ve gökle bulunduğunun belirtilmesidir... Dabbe kelimesinin Kur'anı Kerim'de geçtiği yer Bakara Suresi'nin 164. Ayetidir. Bu ayette 'dabbe' kelimesiyle yeryüzündeki kuşlar hariç her türlü yürüyen canlılar kastedilmiştir...

ikinci 'dabbe' kelimesi ise Hud Suresi'nin 6. ayetinde geçer. Burada da yeryüzündeki dabbelerden söz edilir. Yeryüzünde rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur, ki, onların karar kıldıkları yeri de varacakları yeri de bilir. (Bu bilgilerin) hepsi Kitabi Mübin'dedir." Burada Kitabi Mubin'den maksadın ne olduğuna girmek konumuzun dışında kalıyor... Ayette "dabbe"nin "nekre" (belirsiz isim) olarak kullanılması çok ilginçtir. Bu ifade tarzıyla Cenabı Hak, ayette geçen dabbenin kesinlikle, "hayvan" tarifi içine girecek dabbeden olmadığına, onun bambaşka bir varlık olduğuna dikkat çeker. Asağıda tefsirini yapacağımız Nemi Suresi'nin 82. Ayeti, bu dabbeden maksadın ne oldugunu netleştirir... Dabbe tefsirlere göre, 'deprenip duran her tür canlı' anlamına kullanılmış. Ayette geçen "fi'lArdi" (yeryüzünde) ifadesi, tahsis için değildir. Yani bu kelimenin sadece dört ve daha çok ayaklıları değil, aynı zamanda iki ayaklı insan gibi varlıkları da kapsamına aldığını hatırlatmak içindir.

Bize benzeyen yaratıklar...
Diğer bir ilginç husus da bu ayetten hemen sonra, uzayı ve uzayın altı günde yaratıldığını anlatan ayetin gelmesidir. Dabbe kelimesi aynı surenin 56. ayetinde de geçer. Burada da benzer ifadeler kullanılır. Ancak bu sefer dabbe'nin mekanı belirtilmemiştir ve bütün yaratıkların Allah tarafından idare edildiği hatırlatılır... Şu ana kadar, 'dabbe' kelimesiyle yer arasında sürekli bir irtibat vardı. Ama aşağıda verecegimiz ayette 'dabb' yere has kılınmamış, aksine yer ile birlikte gökteki dabbelerden söz edilmektedir. iste bizi yakindan ilgilendiren ayeti Nahl Suresi'nin 49. ayeti net bir sekilde yer ve gök dabbelerinden bahseder. Dabbe kelimesiyle metabolizmaları bize benzeyen yaratıklarınn kastedildiğini bir kere daha hatırlatarak ilgili ayeti aktaralım: "Göklerde ve yerde mevcut bütün 'dabbeler' ve melekler dabbenin gök denince hemen akla gelen meleklerden ayrı tutulduguna hasseten dikkat etmek gerekir hiç büyüklenmeden Allah'a secde ederler" Yani onun emrine uyarlar...Burada özellikle dikkat edilmesi gereken hususlar şöyle sıralanabilir... Birincisi; Dabbe kelimesiyle metabolizmasi bize benzeyen, daha doğrusu elemental canlı yaratıklar zikredilmektedir... ikincisi, ilk iki ayette dabbe kelimesi 'dünya' ile sınırlı tutulduğu halde bu ayette 'gökteki dabbeler'den yani uzaylı diye niteleyebileceğimiz, şuurlu, bilinçli, insiyatif sahibi yaratıklardan söz edilmektedir... Üçüncüsü, 'dabbe' ile anlatılmak istenen canlıların, soyut varliklar olan 'melek'lerden farklı olduğunun hasseten vurgulanmış olmasıdır... Ve nihayet dördüncüsü, her topluluk gibi gök ve yer dabbelerinin de ilahi emirlere uymaktan baska çareleri olmadığı vurgulanır...

Casiye Suresi'nin 4. ayeti de ilginçtir. Bu ayette ise dabbe kelimesi, insanlardan ayrı tutulur ve şöyle buyurulur: "Sizin yaradılışınızda ve çoğaltıp yaydığı dabbelerde ibret almasını bilenler için deliller vardır." (Casiye, 4.)

Tefsirler, ayetin metninde 'yer' kelimesi geçmediği halde, bu çogaltılıp yayılan yaratıkları yer ile irtibatlandırmışlar. Oysa metin, "Ve fi halkikum ve ma yebussu min dabbetin" şeklindedir ki, "min" ile dabbeler içinde bir türe dikkati yoğunlaştırır. Bu türün "insan" kelimesiyle birlikte anılması da ona benzerliği ihtar eder. Aslında ayette insan kelimesi de geçmemektedir. 'Halkikum' kelimesindeki 'kum' zamiri insana bakar. Bu 'kum' zamiri, doğrudan insana baktığı ve çokluk ifade ettiği halde, Dabbe kelimesinin "min" ile tahsis edilmesi ve "nekre" (belirsiz) olarak kullanılması, ister istemez zihni, yeterince bilimeyen bir türe yönlendiriyor. 'Yabussu' kelimesi ile de bu varlığın seri bir sekilde çoğalıp yayılabildiğine dikkat çekilir ve geldik, 'dabbe' kelimesi konusunda bize en ilginç fikirleri verecek ayete... Nemi Suresi'nin 82. ayetinde insanlarla konuşacak dabbeden söz edilir ve bu kıyamet öncesinde görülecek bir türdür ki, insanlığa akıbetini söyleyecek... "Söz sabit olacağı zaman (yani kıyamet öncesinde), onlar için yerden bir canlı çıkarırız. İnsanlara, Allah'ın ayetlerini ve maksadını anlayamadıklarını söyler"

Kaynak:ufonet be
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 23 Haziran 2016 00:57
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
19 Kasım 2010       Mesaj #39
Avatarı yok
Yasaklı

Gliese 581g’de Yaşam Olabilir mi?


Terazi (Libra) takımyıldızında 20 ışıkyılı uzaklıkta bulunan kırmızı cüce Gliese 581 yıldızının gezegen sistemi Güneş Sistemi dışı yaşam araştırmaları için biçilmiş kaftan. Yaşam arayışında gezegenlerin yüzey sıcaklıklarının ne kadar yüksek olduğu gibi konularda çalışılabileceği gibi, gezegenlerin yörüngeleri üzerinde de çalışılabilinir ve gezegen Gliese 581g’nin yörünge parametreleri Yer’inkilere çok benzer. Gliese 581g, Yer’in kütlesinin yaklaşık üç katı ve çapının 1.2 - 1.4 katı büyüklükte. Kendi yıldızının etrafındaki yörüngesi, Merkür’ün Güneş’e olan yörüngesine göre daha yakın bir yerde yer alıyor ve bir yılını 36.6 günde tamamlıyor. Buna rağmen gezegen üzerinde yaşama elverişli koşullar sağlanabiliyor; çünkü yıldızı Gliese 581 yalnızca üçte bir Güneş kütlesine ve bizim merkezi yıldızımızın yüzde bir ışıtmasına sahip.

Yakın yörünge gezegenin yörüngesinin “kilitli” olmasına yol açmaktadır; böylece gezegenin yüzü yıldızına -Ay'ın Yer’e olan durumuna benzer olarak- sürekli aynı tarafı dönük şekilde durmaktadır. Bu nedenle gece ve gündüz arasında aşırı sıcaklık farkları meydana gelebilmektedir. Fakat araştırmacılara göre geçiş bölgesinde yaşama elverişli koşullar sağlanabilir. Yaşam formlarının gelişmek için de daha çok zamanı vardır; zira kırmızı cüce yıldız aslında Güneş benzeri yıldızlardan daha uzun ve istikrarlı bir ışınım ortamı sunmaktadır. İlk başta Gliese 581 yıldızının gezegen sisteminde dört gezegen bulunmuştu. Gökbilimciler Keck I teleskobunu kullanarak elde edilen, yıldızın 11 yıllık verisini incelediler. Araştırma sonucunda Gliese 581’in gezegen sayısı altıya yükseldi ve bu da onu Güneş Sistemi dışında bilinen en çok gezegene sahip sistem yaptı. Gliese 581’de de aynı Güneş Sistemi’nde olduğu gibi gezegenler yıldızının etrafında daireye yakın yörüngelerde dolanmaktadırlar.

Yeni bulunan gezegenlerden biri Yer benzeri gezegen olan Gliese 581g, diğeri ise Yer’in yedi katı kütlesine sahip ve dolanma süresi 433 gün olan bir gezegen. Şu ana dek birden fazla gezegeni olan 45 sistem biliniyor; toplamda 412 yıldızın etrafındaki bilinen gezegenlerin toplam sayısı ise 490.


Kaynak:redshift
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 23 Haziran 2016 00:57
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
23 Kasım 2010       Mesaj #40
Avatarı yok
Yasaklı

Yabancı Dünyaların Aranmasında Gezegen Renklerinin Kullanılması


Yer'in davetkar mavisi, Mars'ın kızgın kırmızısı ve Venüs'ün parlayan beyazı... Gökbilimciler gezegenlerin“gerçek renkleri'' ile önemli ayrıntıların ortaya çıkarılabileceğini öğrendiler. Örneğin Mars'ın kızıl olması, toprağının demir oksit (pas) içermesidir. Peki Yer'in ünlü tonu “mavi”? Bunun nedeni, atmosferin Güneş'ten gelen ışıktaki mavi ışığı, kırmızı ışığa göre daha güçlü saçmasıyla gerçekleşir.

Diğer yıldızların etrafındaki gezegenler de Güneş Sistemimiz’deki gibi çeşitli renklerden oluşmuş, gökkuşağı tonları sergileyecektir. Bu fikirden yola çıkan gökbilimciler, Güneş Sistemi dışındaki gezegenler hakkında daha fazla bilgi edinebilmek için renkleri kullanacaklar.

NASA'da çalışan gökbilimciler, Güneş Sistemimiz’deki renk bilgilerine dayanarak, gezegenler arasında basit bir ayrım tarif edebilecekler. Bu öneri ile bir gün tekil Güneş sistemi dışı gezegenlerden ışık toplamak için yeterli teknolojiye sahip olduğumuzda, gezegenlerin renk bilgileri kullanılarak Yer benzeri olup olmadığı tanımlanacak.

2008 yılında başlayan bu araştırma, NASA'nın Derin Darbe (Deep Impact) uzay aracı sayesinde Yer, Ay ve Mars hakkındaki yeni renk bilgilerine sahip oldu. 28 Mayıs 2008'de uzay aracı Yer'in önünden geçerken, Ay'ın ışığında anlık bir görüntü yakaladı, 2009'da ise Mars'tan görüntü aldı. Ayrıca uzay aracının Yüksek Çözünürlüklü Aygıtı (High Resolution Instrument - HRI) Yer'in ışığının yeğinliğini ölçtü. HRI 30 cm çapında ve süzgeç tekerleğinin üzerine monte edilmiş yedi farklı renk süzgecine sahip bir teleskoptur. Her süzgeç gelen ışığı, görünür ışık tayfı,kırmızı ve yakın kızılöte, mavi ve moröte gibi farklı bölümlerde incelemektedir.

Araştırmanın asıl amacı Güneş Sistemi’nin diğer gezegen ve uydularının bu süzgeçlerden alınacak renk bileşimlerinin bilgisinin Yer’den ayırt edilebilecek şekilde nasıl olacağıdır. Araştırmada alınan renk verileri Yer, Ay ve Mars'ı kapsıyordu. Işık geçişlerinin göreceli miktarlarıyla değişik süzgeçler, uydu ya da herhangi bir gezegen için bize bir çeşit renkli parmak izi sunarlar. Bu nedenle ekip Merkür, Venüs, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün ve Satürn'ün uydusu Titan için var olan renk bilgisini bu verilere ekledi. Tüm büyük kütleli gezegenlerin incelenen renk verilerinin karşılaştırılmasında başta bir karışıklık oldu. Karışıklığın düzeltilmesi için gökbilimciler son olarak üç farklı süzgeç kombinasyonu buldular; mavi, yeşil ve kırmızı. Bu renklerin seçilmesindeki temel neden renklerin, gezegenler arasındaki farkları vurgulamasıdır.

Araştırma sonucunda hazırlanan özel “renk-renk” diyagramı ile Güneş ışığı dalgaboyunun gezegenlerin yüzey ve atmosferine olan etkisindeki benzerliklerine bakılarak gezegen grupları kümelendirildi. Diyagramda dev gaz gezegenlere bakıldığında Jüpiter ve Satürn bir köşede toplanırken, Uranüs ve Neptün farklı yerlerde konumlanmıştır. Kayaç gezegenler ise (Merkür, Venüs ve Mars) “renk uzayı”nda bir köşeye kapanmıştır. Yer’in konumuna bakıldığında ise renk uzayında yalnız başınadır. Bu durumun iki nedeni vardır. Birincisi, Rayleigh saçılması ile atmosfer tarafından saçılan mavi ışık. Bir diğer neden ise, kızılöte ışınımların atmosferimiz tarafında az soğurulmasıdır. Az soğurulmanın nedeni atmosferimizin dev gaz gezegenlerin atmosferine oranla kızılöteyi soğurucu metan ve amonyak gibi gazlara daha az sahip olmasıdır.

İleride Güneş Sistemi dışı gezegenlerin yüzey ve atmosferleri inceleneceği zaman, üç süzgeçli yaklaşım az da olsa gezegenin neye benzediği hakkında bize kabaca bir fikir verebilir. Ancak Güneş Sistemi dışı bir gezegenin Yer'e benzer renk bileşimini göstermesi, o gezegenin mutlaka gezegenimizdeki gibi geniş okyanuslar ve mavi gökyüzüne sahip olacağı anlamına gelmez. Ama bu yaklaşım bize, onu daha ayrıntılı incelememizi tavsiye eder. Araştırma sonucunda elde edilen bu renkli parmak izleri sayesinde keşfedilmiş 490 Güneş Sistemi dışı gezegen içinde Yer benzeri gezegen araştırmaları için ilk önemli adımlar atılmış oldu.

Kaynak:NASA
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 23 Haziran 2016 00:57

Benzer Konular

27 Haziran 2009 / ThinkerBeLL İletişim Bilimleri
6 Şubat 2008 / KisukE UraharA Taslak Konular
22 Mart 2012 / Misafir Soru-Cevap
2 Aralık 2015 / diana Soru-Cevap