Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 118

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 495.580 Cevap: 1.997
melish - avatarı
melish
Ziyaretçi
13 Temmuz 2006       Mesaj #1171
melish - avatarı
Ziyaretçi
Genç bi kız ailesinin evde olmadığı bi akşam arkadaşlarını davet etmiş. Kız kıza yemişler, içmişler, derken içlerinden biri “Hadi cin çağıralım” demiş. Ev sahibi kız da hiç inanmazmış böyle şeylere ama arkadaşlarına ayıp olmasın diye kabul etmiş. Harfler kesilmiş, fincan ortaya konmuş ve elele bir masanın etrafında daire olunup cin çağırma olayına girilmiş. Cin gelmiş gelmesine ama bizim kız hala fincanı arkadaşlarının ittiğini düşünüyomuş. Bi ara fincan hızlı hızlı harflere giderek şöyle demiş: “İçinizde bana inanmayan biri var. Yarın saat 4’te o kişiyle tavla oynamaya geleceğim!”
Kızlar feci tırsmıslar ama ev sahibi kız hala dalgasındaymış işin. Saat çok geç olmadığı halde seans hemen bitirilmiş ve kızlar evlerine dağılmış. Bizimki zaten o tür şeylere hiç inanmadığından cin olayını ertesi sabah unutmuşmuş bile.
Sponsorlu Bağlantılar
Öğlene doğru telefon çalmış. Arayan, kızın çok sevdiği, çok iyi anlaştığı teyzesiymiş, “Bugün içimde bi sıkıntı var, evdeysen bi ara sana uğruycam. Dertleşelim biraz” demiş. Kız da sevinmiş teyzesini görecek diye, “Hemen gel, ben de seni çok özledim” demiş. Kız, teyzesini hakikaten dertli ve solgun görmüş. Hoşbeş etmişler ama teyze hala dalgınmış. Kız, “Teyzecim sen konuştukça daha kötü oldun, istersen başka bişey yapalım” demiş. Teyzesi de “O zaman tavla oynayalım. Ne zamandır seninle oynamadık. Kafam dağılır biraz” demiş.
Kız tavlayı almaya giderken bi gece önceki olay aklına gelmiş, “Meğer benim teyzem cinmiş” deyip gülümsemiş. Kızla teyzesi güle oynaya tavla oynarken bi ara teyze tuvalete gitmek için kalkmış. O içerdeyken telefon çalmış. Arayan kızın babasıymış. Adamcağız çok üzgün bi sesle konuşuyomuş: “Kızım teyzen öğlen bi trafik kazası geçirdi. Durumu çok iyi değildi ama Allahtan ümit kesilmez deyip sana haber vermedik ama az önce teyzeni kaybettik, başımız sağolsun…”
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
13 Temmuz 2006       Mesaj #1172
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Ah Bu İstanbul Anıları
Geçenlerde 15 yıllık muhitim Ortaköy'de, Mecidiye Camii’nin kıyısında Emirgân’ın şöhretiyle yarışan çay bahçelerinin önünden geçtim. Gezinirken Sözde entelleküel birikimlilerle dolu kişilerin oturduğu, Topkapı Sarayı Kız Kulesi manzaralı, bir masaya çağrıldım. Açıklanamayan uçan cisimlerden konuşuyorlardı yine. Sohbet beni hiç sarmadı. Tam kalkıyordum ki bir sesle irkildim.
Sponsorlu Bağlantılar
Ahmet Hikmet’in üzümcüsünün sesi gibiydi ses. Allah'ım o ne güzel Türkçe! Ne bir siyaside yarısını gördüm bu titizliğin, ne camilerde bir hatipte, ne de tiyatrovari şiir okuyan yeni yetmelerde... Baktım 60 yaşlarında yoksulluğun yıpratmak için uğraştığı, fakat pek de bir şey koparamadığı çehresiyle bir adam, yoksul fakat erdemli yüzüyle kartpostal satıyor. Asker kantinlerinde bile tek tük kalmış kartlar bunlar. Hani vardır ya bir asker bir de çok hoş bir kız, bir bankın üzerine oturmuşlar; altında da “sevgili nişanlım vatan hizmetim biter bitmez yanındayım" tarzında yazılar olan... Bayraklı, Atatürk heykelli... İşte öyle kartlar.
Tam adama para yerine alaylı bir nasihat vermeye hazırlandım “Amca bir yanlışlık olmalı buralarda Harry Potter, Örümcek adam, Jurassic Park filan satılır. diyecektim.
Sesi tekrar yükselince niyet ettiğim girişimden dolayı utandım. Sattığı maldan o kadar emin bir büyük tüccarın edası, kendine güvenin granitten heykeli gizliydi seste. Sahibine mıknatıs gibi çekti beni. Masadaki sohbet tam da orta yaşlı bir bayanın okyanusu transatlantikle geçerken lombozdan gördüğü ufoyu anlatmasına gelmişti. Bunu hep anlatırdı. Ben duyduğum o büyülü sese kapıldım:
-Türk bayrağı resimleri getirdim almak istemez miydiniz?
-Türk askerinin resimleri var bir bakmaz mısınız?
-Sevgili Türk çocukları! Bakın arkadaşlarınıza gönderirsiniz. Uludağ manzarası. Hem de Bursa Kültür parkın resmi var! Bakın dört tane resim var üzerinde, dördü de güzel!
Hemen gittim en albenisiz gelenlerinden bir on tane aldım, daha gösterişlilerini başkalarına satsın diye. Maksadım bey amcayla konuşmak. Ben konuşup lafa tutarken yevmiyesinden olmasın diye. Sonra masaya getirdim biraz da sürükleyerek.
-Bey amca sen bu Türkçe eğitimini nerde aldın? Diye sordum.
-Ben Türkçe öğretmeniyim.
Nerelisin amca?
-Türk aleminin, Bulgaristan eyaletinin Razgrad şehrinden. Bana Razgradlı Şükrü derler .
Kırçıl kaşları, seyrelmiş saçlarıyla iyice yaklaştı yanımıza. ısrar edip Bir çay ısmarlayabildim. Masadaki ufo sohbeti de katloldu tabii. Herkes bana ve Razgradlı Şükrü'ye kötü kötü baktı masada. Bana bir işportacıyla muhatap olduğum için, Razgradlı Şükrü’ye de (türkilizce tabirle) masanın karizmasını çizdirdiği için.
Razgradlı Şükrü yüksek sesle konuşuyor fakat sesi bütün iyi öğretmenlerimizin en arka sıralara ulaştırmaya çalıştığı mübarek seslerinden daha mübarek, daha vokalli daha canlı. Çay bahçesinin bütün masaları dinliyor, dinlemek zorunda kalıyor o mübarek sesi. Razgradlı Şükrü tam da kendi çok sevdiği mallarını bol bol alan kendisi gibi bir müşteri bulduğuna seviniyor. Ben de bir on tane daha satın alıyorum kartpostallardan. Türkçe'yi bu kadar güzel konuşan bu coşkun kişiyi tanımaya çalışıyorum.
-Razgradlı Şükrü bu kartpostalları alanlar var mı?
-Kıymetini bilenler alıyorlar be yav!
-Sen öğretmenim demiştin burada mı orda mı?
-Yok be! Hapse tıktılar Türkçe öğrediyom diye... 15 yıl Bulgaristan'da öğretmenlik yaptım. Sonra da bir o kadar da burda. İki tarafta da yarım yani!
-Yaş haddinden emekli olsaydın Türkiye'de...
-Bir yılın daha var dediler. Milli eğitimden sordum.
-Gel senin yaşını büyültelim tek celsede. Emekli ol!
Razgradlı Şükrü bana selam verdiğine pişman olmuş gibi baktı. Kaşlarını çattı. Kartpostalları kafama atmasına ramak kaldı. Ben de hakikaten korktum. Masum bir insana hakaret etmiş kadar pişman oldum.
-Sen ne diyosun be yav! Devletim bana bekle diyorsa beklerim bir sene!
-Fakat sen zaten toplam otuz yıl yapmışsın vazife.
-Olsun o başka bu başka!
-Peki çoluk çocuk nerde? Bulgaristan'da mı burda mı?
-A be zindanda yattım, çileler çektim. Kim evlenir benimle? Nasıl evleneyim. Evlenmeye fırsatım olmadı benim.
-Peki nerde kalıyorsun?
-Gültepe'de bir otelde...
-Kazancını ne yapıyorsun?
-Para biriktirebilirsem Rodoplar’a giderim. Pomaklar çok iyi Müslüman insanlar. Onlara Türkçe öğredirim. Hepsi meraklı Türkçe öğrenmeye... Yolumu gözlerler benim. Çat pat da öğrenmişler Türk radyolarını dinleye dinleye. Yazmayı da öğretiyorum. Bu kartpostallar da çok kıymetli orda.
-Bundan sonra evlenirsin, pomak kızları güzel olur.
Yüzünde o çok evlenmek isteyip de bir türlü evlenememiş insanların hasreti yandı söndü. Bizans tarihlerinde fiziki özellikleri hayranlıkla anlatılan ışık düşmüş saman sarısı gibi ak pak saçlı, ince ve uzun vücutlu Kuman Türkleri’ni andıran Pomak kızları, canlandı gözümde.
-Bizden geçti artık.
- Kısmet diyeceksin.
- Doğru kısmet! Balkanlarda aşk kutsaldır. Bir aşk başladığında cümle alem onların mutluluğuna katkıda bulunmak için yarışır.
- Peki sana şimdilik bir işyerinin misafirhanesinde yatacak bir yer bulalım. Sahibi de memnun olur. Ben sana böyle bir yer ayarlarım. İstediğin kadar kalırsın! Sen yine kartpostal sat, ama yattığın yere para verme.
- Olmaz be! Ne tadı kalır ki o zaman? Çalışıyorum ben! Hem de geziyorum yurdumu! Ne tadı kalır o zaman!
Ben de kızıyorum bu sırada...
-Be Razgradlı Şükrü, emekli yapalım derim olmazsın. Yatacak yer bulurum. Ne tadı var bedelini ödemeden barınmanın dersin. Bütün bunlar olsa da sen Rodoplar'da daha çok öğretsen Türkçe'yi...
-Olmaz be yav! Ben zaten öğretiyorum. Kimin var böyle mesleği? Nerde var böyle iş? Bak hem geziyorum, hem para kazanıyorum. Hürriyetim var elimde ya! Sen de git Rodoplara! Yazık o insanlara sen de Türkçe öğret!
O mırıldanır gibi bana eğilip konuşurken göçmen şivesiyle be yav diyor fakat yüksek sesle konuştuğu zaman Muharrem Ergin’den diksiyon, Osman Sertkaya’dan dil, Mehmet Çavuşoğlu’ndan şiir dersi almış bahtiyar talebeler kadar pürüzsüz İstanbul aksanıyla, Ankara radyosu titizliğiyle konuşuyor..
Razgratlı Şükrü kalkacak oluyor. Biraz daha kartpostal almak istiyorum fakat cebimde para az. Mehmet Akif'in “Seyfi Baba” ‘sı aklıma geliyor.
"Ya hamiyetim olmasaydı, ya param olsaydı!
“Dur” diyorum “otur, bana adresini telefonunu ver” Adres Gültepe'de bir otel. Telefonunu vermiyor. “Odada telefon yok mu” diyorum. “Var ama ben elimi sürmem.” “Niye” diyorum. Türkçe ile ilgili konuşmalar yapmış Bulgaristan'da, dinlenmiş telefonu, yıllarca zindanda yatmış. “Burası Türkiye burda öyle şeyler olmaz” diyorum ama o bir daha elini telefona sürmemeye yeminli olduğunu söylüyor. O konuda takıntı oluşmuş, anlıyorum. Sonra cebinden kurşun kalemle kendi yaptığı Türk Dünyası haritasını çıkarıyor. Rodoplar, Üsküp, Kafkasya, hepsi var.
- Bak burada söylüyorum ben Razgradlı Şükrü... Bir gün Türk Dünyası büyük kurultayı Bulgaristan'da yapılacak. Bulgarlar öğrenecek Türkleri ve onlar da Türk olduklarını hatırlayacaklar!
1989’dan sonra Bulgar bilginlerinin bu konudaki çalışmalarından örnekler veriyor. Şiirler söylüyoruz karşılıklı... Hiç kimse dinlemiyormuş gibi özgür, bütün memleket dinliyormuş gibi özenli. Bir ara coşkunlukla boş bulunuyorum:
- Ben Türkçe'nin aşığı Yunus Emre'dir sanıyordum, yalnızca... Sen çağımızın Yunus Emre'sisin!
- A be zaten ben Razgrad'ın Yunus Abdal köyündenim. diyor.
Ne söylesek uyuyor. Neredeye akraba çıkacağız.
Razgratlı Şükrü kalkıyor masadan, ben de birlikte kalkıyorum. Cebimdeki bütün parayı usülünce veriyorum fakat biliyorum ki bu para onun birkaç günlük masrafını karşılamaz. Koluna giriyorum ufocuların şaşkın ve aşağılayan bakışları altında diğer çay bahçelerine doğru yürüyorum. Bir yandan da tanıdık bir göz arıyorum. Hemen alıp da cebine sokuşturayım diye. Razgradlı Şükrü Mişon kalfa’nın iskelenin karşısında 150 yıl önce Mecideye camii yapılırken çaldığı malzemeyle diktiği rivayet edilen, yıkılmaya yüz tutmuş heybetli binanın kara gölgesine karışıp gidiyor.
Mişon Kalfa’nın Amerika’daki torunlarının gözden çıkardığı sahipsiz kalmış bu mülk, hakkındaki söylentileri bilip de bakınca bana on beş yıldır bembeyaz güzelim caminin kara lekeli ikinci gölgesi gibi gelirdi.
Kondakçı Metin de ortalarda yok. Onunla bir keresinde benzer durumdaki birine birlikte yardım etmiştik. Mehmet Aslantuğ da evlendikten sonra seyrek gelir oldu.
***
Razgratlı Şükrü tıpkı Balkan güneşi altında yalım yalım yanarak Varna açıklarından geçip, İstanbul’a doğru kuğu gibi süzülen, dokunsa Nazım Hikmet’in elini yakacak bir vapur gibi endişesiz ve asude gidiyor. Ortaköy; Forsa Koca Memiş’in tutsaklık adası gibi yabancı seslerle örülmüş geliyor bana. Refik Halit’in eskicisinin minicik Hasan’ı, Filistin çöllerinde ardında bırakıp gittiği gibi gür sesini ve erdemlerini toplamış, kendisine ve Türkçe’sine hayran bıraktırarak, boğazıma ıpıl ıpıl kaynağı belirsiz sızıları, diken gibi çakıp gidiyor.
***
Gurbette insana para ile sağlık gerek. İkisi de zayıf Şükrü de. Keşke çok parası olsa... Rodopların demir gibi gürbüz havasında bol bol gezse, daha çok Türkçe öğretse mübarek Pomaklar’a, Türkçe’ye hasret insanlara, daha çok şiir okusa böyle gezerken... Bunun için parası olsa ne güzel olurdu! Hem de Türkiye'de para ile sattığı kartpostalları Pomaklara bedava götürüp dağıtırmış. Birkaç balya fazla götürse... Hastalanırsa ilaç alsa... Uzun yaşasa... Allah benim ömrümden alıp onun ömrüne katsa! Şu bir yılı ölmeden geçirse! Türkiye'den emekli olsa! Belki evlenir uygun bir hanımla...
Her gün yüz kişiyle selamlaştığımız Ortaköy'de şöyle birkaç kuruş borç alacak, böyle anlarda bankamatik kesilen yüce gönüllü dostlar yok! Ömer Çalışkan, Apaçi Çetin, Son yıllarda kasket çiğnemeye başlayan kebapçı Aliihsan yok!
***
Bendeki bu telaş niye? Ömrümde ne gezginciler gördüm ben! Şebinkarahisar'a, Çemişkesek'e camii yaptırmak isteyen, makbuzlarla gezen ak sakallı adamlara ne paralar verdim! Mostar köprüsünde bir taş misali benim de olsun isterdim uzak diyarlarda bir tuğla, bir taş, bir sütunluk hatıram. Ortaköy iskelesinde sızıp kalmış Can Yücel'i, kayıkcıyı evinden uyandırıp karşıya Kuzguncuğ’a gönderdim kaç sefer. Gurbete gelip de iş bulamamış vahşi kapitalizm kurbanlarının elinden tuttum. Ne deliler gördüm ben her türden. İslamcı deliler, Sosyalist deliler, sarhoşlar. Türkçe'nin delisini hiç görmemiştim.
İşte Türkçe'nin delisi böyle oluyormuş meğer! Öyle olunmaz böyle olunurmuş!
1997’lere ait bu hatıra, gündelik olaylardan herhangi biri gibi kimseye anlatılmadan yüreğimde saklanmış. Durdum durdum da bir yerde rastladığım Kırşehir Belediye Başkanı Metin'e anlattım yıllar sonra bu anıyı. dağ gibi Metin, bu minicik hatıranın bir yerinde sarsıldı “benim aslım Razgrad'ın Yunus Abdal köyünden” diye... Ben de şimdi ağlıyorum. İnternet kahvesinde çevremdekilere aldırmadan ve hiç utanmadan, bir ilkokul çocuğu gibi iplik iplik ağlıyorum. Neye gelmiştim ve bu satırları niye yazdım. Kimim ben neyin ve ne yaptım Türkçe için. Kendi kendime diyorum ki Türkçe'nin delisi öyle olmaz işte böyle olunur.
***
Eğer sizler güzel, pürüzsüz, eğitimli sesiyle sokaklarda kimilerimiz için çoktan modası geçmiş bayraklı, askerli, nişanlılı resimlerle dolu kartpostallar satan birini görürseniz, ondan hiç olmazsa cebinizdeki bozukluklara acımayıp bir kartpostal mutlaka alın. Çünkü o olsa olsa bizim Razgradlı Şükrü'dür. Rodoplardaki fütühatı için ona kumanya lazımdır. Bana göründüğü gibi, size de mutlaka uğrayacaktır. Cebindeki kurşun kalemle kendi çizdiği haritalarıyla birlikte Türkçe'nin delisi nasıl olunur gösterecektir. Size!
Ya da yalancı gündelik işler beni bağlamasa, Razgrad'da, Rodoplar'da Gültepe'de Şükrü'yü şıp diye bulurdum. Onun o kartpostallarda bulduğu yüce anlamları ben de bakıp bakıp bulmaya çalışıp, mübarek yükünü taşıyarak, gezdiği mavi zirveli Rodop dağlarının gelin duvağı gibi bulutları altında, kudurmuş yeşillikler arasında unutulmuş köylerin un serpilmiş gibi tozlu yollarına karışırdım.


arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
13 Temmuz 2006       Mesaj #1173
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Hayalimdeki İhanet


Şaşırmayasın sakın bu çoook acı bir gerçek. Nihayet seni aldattım... Kimdi senin yerine koyduğum, kimdi nefesimi tenimi paylaştığım yabancı ten? Kimdi kulağıma aşk sözcükleri fısıldayıp, kokumu içine çeken nefes? İnan hiç ama hiç anımsamıyorum, hatırlasam da değişen ne olacak ki.. Bildiğim ve hatırladığım yalnızca seni aldattığımdır.
En az yokluğun kadar acı bir gerçekti. Belki de kendi kendimle olan bir hesaplaşmaydı kim bilir?Seni sensiz yaşarken ılık bir nefesin dokunuşu iyi gelir diye düşündüm. Hani hastasındır ve seni iyi edecek diye bulduğun ilk ilacı içersin ya bu da öyle bir şeydi işte.. Yüreğimdeki acı geçer sanmıştım. Hasretim bitecek,tekrar yaşama dönecektim. Sırf bu yüzden dokundum o yabancıya oysa...Belki de gözleri gözlerine benzediği yada ismi ismini çağrıştırdığından. Sesini sen sanmıştım kim bilir?
Ya da içki kadehini dudaklarına götürüşünü sana benzetmiştim. Onunla oturup saatlerce neydi konuştuğum ?Acaba ona seni mi anlattım ?Yoksa içimde kapanmasından ümidi kestiğim yaranın yokluğunda hızla nasıl büyüdüğünü mü? Tek kelime ile ALDATTIM hatırlayabildiğim tek şey bu...
Yooo hayır sarhoş değildim. İçki bir süredir etki etmiyor bana sensizken pek ayık gibi olduğumda söylenemez. Saatlerce içsem bile devrilen zavallı bedenim değil kadehler oluyor ve ben 0 kadar istememe rağmen sarhoş olamıyorum. Oysa kendimden geçene dek , boğulana kadar içip naralar atıp sana olan sevdamı dağa,taşa,toprağa haykırmak istiyorum. Ama olmuyor işte. Bu yüzden her şeyin farkındayım. Bütün bunları bu kadar kolayca söyleyebildiğime şaşırıyorum aslında. Yüreğime senden başka hiç kimsenin girmesine izin vermeyen ben bedenimi yabancı birine üstelik neresi olduğunu bilmediğim,bilemeyeceğim bir yerde bir daha asla göremeyeceğim bir yatak odasında, adını bilmediğim ya da bilmek istemediğim biriyle uyanıyorum. Yanımda gecenin yorgunluğu ile uyuyan sen değilsin ve bu bile yeterince acı veriyor. Şimdi yattığım yerden usulca kalkıp yine sensizliğe doğru yürüyeceğim çığlıklarım duyulmayacak ama ben sessiz çığlıklar atacağım belki duyup da hissedersin diye.
Artık bende aldatan kadınlardanım. Dışarıdaki herkes kadar kirliyim ben de...Ne gariptir ki içimde bir yerlerde olması gereken suçluluk duygusunu hala hissedemiyorum. kim bilir, belki de beni sensizliğe mahkum ettiğin için bilinç altım seni suçlamakla ve ya suçlu aramaya kararlı kalbim seni suçlamak için bahaneler aramakta. Belki de kendi suçluluğumu kapatıp örtmek için bulduğum bir kaçış noktası. Dışarıya çıkınca geceye ilişkin hiç bir şeyin önemi kalmayacak. Hiç bir şey olamamış yaşanmamış gibi davranacağım biliyorum. Biraz içimde azalıp,unutsaydım seni kendimi suçlu hissedebilirdim. Aynı yerdesin biliyorum ama ben seni sensiz yaşamaya devam edeceğim. Yine de bilmeni istedim HAYALİMDE ALDATTIM SENİ..

Hepsi bu...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
13 Temmuz 2006       Mesaj #1174
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Hayat Böyle Bir ŞeyÜç arkadaşlardı;
Üç can yoldaşı,üçüde aynı köyde doğmuş,aynı okullarda
okumuşlardı,aynı takımı tutuyorlardı.
Yazık! aynı kaderi paylaştılar...
Saat üç tü üçüde uyuyordu...
kimine göre üç saniye sürdü kimine göre üç dakika...
onlar üç yıl yooo üçyüzyıl hissettiler...
her yer karanlıktı toz göklere çıkmıştı
çığlıklar duyuluyordu ya
kimin çığlığıydı,nereden geliyordu bilemiyorlardı...bilseler ne olurdu
kendileride yardıma muhtaçlardı
üçü yalnızca benim bahsettiğim üçü..... ya gerisi....
Üç hükümet yetkilisi vardı
Üç kurtarma timi
Üç arama köpeği
Üç pamuk ipliği vardı hayatla aralarında
Üçü üç yerden bağırıyordu bir de ses leri çıksaydı
Üç gün sürdü karanlık bize göre,
Üç yıldır gömülü bekliyorlardı oysa onlara kalsa
Üç kurtarma görevlisi üçünü birden aldı yıkıntıların arasından.
Üçü üç yerden haykırdı herkes alkışlıyordu
Üçünü daha kurtardık üç gün sonra diye!!!ya gerisi...
Her şey iyi olacaktı öyle umuyorlardı öyle olmasını istiyorlardı.
Ama olmadı üçüde ailelerinin akibetini düşünüyorlardı...
Her geçen gün ızdırapları artıyordu ama hayat böyle bir şeydi.

Hayat Böyle Bir Şey-2Üçü de üç yerden kurtarma çalışmalarına katılmışlardı
Üç aydır yıkıntılarla boğuşuyorlardı
Üç aydır açlıkla sefaletle...
Üç büyük ilden yardımlar yağıyordu
Onlarca insan açken yüzlerce ekmek çöpe atılıyordu
yetkililer organize olamamışlardı
ne yapsınlardı böyle bir felaketle daha önce karşılaşılmamıştı...
Erzincan ,Bingöl,Tunceli...daha ders olmamıştı...
hala olmuyor ya...

Üç ay geçmişti aradan
Üç eski arkadaş, üç can yoldaşı olmuşlardı,üç kader kurbanı
Üçünün de aileleri yok olmuştu ya gerisi... ya kalan otuz bin kişi
Üçü de kalamazdı artık orada bir araya geldiler karar zamanıydı...
Artık yalnızlardı hata yaptıklarında kızacak anaları kulaklarını çekecek babaları
yoktu üçü üç yerden ağlaştılar gözleri pınar oldu,çağlayan oldu.
üç ay sonra ancak ağlayabiliyorlardı.
Ama karar zamanıydı.kış geliyordu.devlet çadır veriyordu ya
kış çadırda geçmezdi zaten artık onları burada tutan ne kalmıştı ki
üçü bir ağız ettiler gitmeliydiler ya nasıl gideceklerdi dayanamıyorlardı o yıkıntılardan
ayrılmaya ev desen yıkılmıştı mahalle desem tanınmaz haldeydi
ama yine de kopulmuyordu, hatıralar bırakmıyordu yakalarını
Çok değil üç ay önce bahçede otururken elini tuttuğu
kimseler görmeden dudaklarına kaçamak öpücükler kondurduğu ondan
ayrılırsa yaşayamayacağını söylediği canından çok sevdiği sevgilisi
oradaydı yıkıntılar arasında günlerce beklemiş ama son kez bile görememişti.
şimdi nasıl bırakıp gidecekti...üçü de susuyor düşüncelere dalıyor ama her
konuşan gitmeliyiz buradan diyordu...******* düşünüyordu pamuk gibi elleri
saçlarını okşarken hep oğlum okuyup büyük adam olacak derken canlanıyordu sanki
düşünde, okumuştu büyük adam olmuştu ya keşke hep küçük kalsaydı...
sevgilisi geri gelmezdi ki üç aydır her yeri aramış bulamamıştı üçü beraber
aradılar gene bulamadılar belki bulsalar daha kolay gideceklerdi ama
toz olmuştu sanki evlerinin yıkıntılarını avuç avuç boşaltmış izine rastlayamamıştı
ondan arıyorlardı ya...
Üçü de üç gün üç gece ağlaştılar
Üçüncü günün sonunda göz pınarları kurudu...
Yapılacak en doğru şey di bu gitmelilerdi ...
Üçü de birinin söylemesini bekliyordu...
üçü de söyleyemiyordu.

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
14 Temmuz 2006       Mesaj #1175
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Ah! Çocuk Mutluluklar pazarlarda alınıp satılır oldu. Betonlaştı gözyaşları, yürekler katılaştı. Kimse kimseyi sevmiyor, kimse kimseye acımıyor, yanmıyor. Güzellikler bile parayla alınıp satılıyor artık. Namussuzlar çoğaldıkça namuslular azaldı. Makamlar büyüdükçe beyinler küçüldü. Herkes firsattan istifade edip cebini şişirmeye çalışıyor, yetimin, yoksulun kakkına tecavüz ediyor. Gözlerde güneşin sıcaklığı, vicdanlarda doğruluğun aklığı kalmadı çocuk. Yürekler gibi gözlerde kirlendi. Sevinçlerimizi, şiirlerimizi, kitaplarimizi yok ettiler, alıp götürdüler bizden uzaklara insani duygularımızı. Toprağımız küs şimdi bize, ğögümüz de küs. Bilmem ki nasıl anlatılır sahtekarlığın, cüzdanın ve vicdanın kirlenmişliği bir ülkede . Erdemin, fazilletin, sevginin ve dostluğun çürümüşlüğü.

Gökyüzü hepimizin değil mi? ya yeryüzü. Neden vicdanları gibi gökyüzünüde, yeryüzünüde kirletirler çocuk. Doğaya, insana, kuşa, çiçeğe, emeğe bu düşmanlık niye... Bilmezlermi ki, bunları sevmekle başlar yaşam. Bu kin, nefret ve düşmanlıkla nereye varacak dünyamız. Bunlar sevmeyi bilir mi çocuk? zerre kadar bir vicdan taşımışlar mı yüreklerinde?
Hayatta hiç sevmişler mi bir ırmağın türküsünü? Gümbürtüsünü bir ormanın durup dinlemişler mi? bir pınarın akışını, yağmurun yağışını?. Bir türkünün, bir şiirin güzelliğini, bir dostluğun ve sevdanın sıcaklığını yaşamışlar mı hiç? Gülümsemişler mi çocuklara bahar gülleri gibi, okşamışlarmı saçını bir öksüzün. Vurmuşlar mı sesini dağlara, çağlayanlara? Oturup ağlamışlar mı yavrusu vurulmuş bir cerenin acısına. Duymuşlar mı oğlu mahpus bir ananın feryadını yüreklerinde...

Yalvarma güzel çocuk, dillerini utandırma. Utandırma dillerini, dillerin ki dağ yelidir senin; Pınarların sesi, kuşların ötüşüdür. Bükme boynunu gözlerini utandırma, gözlerin gökyüzüdür senin, mavi gülüşlü bir çiçek. Yalvarma çocuk; sesini utandırma. Gülün kokusudur sesin; rüzgarın nefesi, ırmağın türküsüdür. Yalvarma çocuk; ellerini utandırma. Yokluk, yoksulluk kötü bilirim. Umudu, sevinci, onuru utandırma. En güzel senin ellerindir çocuk ekmeği tutan, suya uzanan.

Ey çocuk yoksulluğunu öfkeli bir bıçak gibi taşı yüzünde ama yalvarma, utandırma yüzünü. Utancını ve hıncını güneşin sarısı gibi yüreğinde sakla. Unutma seni ağlatanları. Unutma utanması gerekenleri ama sen ağlama, utandırma gözyaşlarını. Aşk için ağla, dostluk ve sevgi için. Ama yoksulluğun için ağlama, yalvarma, utandırma gözyaşlarını çocuk. Bırak dereler ağlasın senin yerine, rüzgarlar, pınarlar ağlasın ama sen ağlama. Deli taylar gibi sev yaşamı, aşkı sevgiyi ve umudu. Yüzün her koşulda onuru, öfkeyi, sevinci, direnci taşısın; Yılgınlık, bezginlik olmasın. Yeri geldiğinde sormalısın yoksulluğun hesabını..

Elimden tut ey çocuk; utandırma ellerini. Tut elimden güneşe yürüyelim, sevince, umuda, neşeye yürüyelim. Tutki güneş doğsun, serçeler sevinsin. Zulümler, karanlıklar çekilsin üstümüzden. Tut ki tomurcuklar açsın, büyüsün çocuklar, serceler ucsun, tohumlar ekilsin, yeşersin umutlar. Bir demet ışık saçılsın dünyaya, kapılar açılsın, kalmasın esaret, ezilmişlik, açlık. Kimse kimseye avuç açmasın, çocuklar ağlamasın, utanmasın analar, babalar yoksulluktan yokluktan.

Ah… çocuk!
vakitsiz açan ,bir çicçek tarlası gibi yüreğin
beyaz kardelenler, sarı papatyalar
bükmüş boyunlarını ip - ince boynundan
güneşe bakıyorlar...

her iç çekişte
dünyanın bütün çiçekleri kanamada
bütün kuşları havalanmada
umudun evi yok, sevincin adresi
neylersin çocuk...

ah…. çocuk!
vereceksen, rüzgarlara ver sesini, tomurcuklara
baharı muştulasın yarınlara

mümkünü yok artık, gittiğim her yere
soluk yüzünü taşıyacağım
ve seni her düşündüğümde
çağımın utancını yaşayacağım ah! çocuk

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Temmuz 2006       Mesaj #1176
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir Mektup...

hayatin cakil taslari1


















O zamanlar sanıyorum 12-13 yaşlarındaydık ve ilk defa anneannemlerde karşılaştığımızda ben sana bundan sonra sürekli mektup yazalım demiştim ve sende kabul etmiştin hatırlıyor musun...Ve sonra bir gün siz çok uzaklara gittiğinizde bile yine de bırakmamıştık birbirimizi, hep yazmış ve hep özlemle beklemiştik mektuplarımızı; o mektuplarda hayattan, derslerden, aşklarımızdan, yazdan, soğuktan kısacası hayatımızdan bahsettik,
sonra bir gün geldi ve uçak biletimi alıpta senin yanına geldiğimde havaalanında bana nasıl sarıldığını hiç ama hiç unutmuyorum, sonra telefon kulubesi bulabilmek için arabayla şehirde attığımız turları, o güzel pembe perukları denediğimiz günü, sagda araba kullanılmasına alışamadığımı, kısacası 3 hafta seninle Melbourne'un altını üstüne getirmiştik ve durmadan gezmiştik, gülmüştük ve danslar etmiştik.
Geri dönme zamanı geldiğinde beni yolcu ettiğinde bu sefer de gözyaşlarımız vardı ve sen son dakika elime uçakta okumam için bir mektup vermiştin ve havalanana kadar açmak yok demiştin, uçak havalandığında mektubu açtığımda bizim resmimizi görmüştüm...
Ve 3 sene önce Türkiye'ye geldiğinizde ne kadar mutlu olmuştuk hatırladın mı, umarım herşey çok güzel olur demiştik ve oldu da; bizden 1 hafta sonra evlendin ve ne sen ne de ben, birbirimizin düğünlerinde olabilmiştikMsn Happy ve sonra geçenlerde anne olacağını öğrendiğimizde nasılda sevinmiştik...ve şimdi 17 Temmuz sabahı sen yine o güzel uzak kıtaya gidiyorsun, bu sefer temelli olarak, bir daha türkiyeye dönmemek üzere, içim çok buruk ama senin, Çağrı'nın ve minik bebişinizin mutlu olacağınızı bilmek rahatlatıyor beni...
Sana gittiğin yere özel, Aborjinlerin bir duasını gönderiyorum...
Seni ayakta tutmaya yetecek denli güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeni dilerim. Aydınlık bir bakış açısına sahip olmana yetecek denli güneş diliyorum. Güneşi daha çok sevmene yetecek denli yağmur diliyorum.
Ruhunu canlı tutmaya yetecek denli mutluluk diliyorum.
Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek denli acı diliyorum. İsteklerini tatmin etmeye yetecek denli kazanç diliyorum. sahip olduğun her şeyi takdir etmene yetecek denli kayıp diliyorum. Son "ELVEDA"yı atlatmana yetecek denli "MERHABA" diliyorum.
iyi yolculuklar sevgili kuzenim, canım kardeşim Selin...
mektuplara devam.....
kendine ve sevdiklerine dikkat et tamam mı...

keyifli hafta sonları hepinize...

kucak dolusu sevgiler...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
14 Temmuz 2006       Mesaj #1177
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Papatyam
Yine ağaçlar çiçek açıp kuşlar yuvalarına döndüler parklar bahçeler çocuklarla dolup tastı acık mekanlarda sarkıcılar sahneye çıkmaya başladı geceleri odamın camı açılmaya başladı evet yaz mevsimi yine misafir olmuştu güzel yurdumuza
Tatile gidiyorum yeni bir macera yeni bir aşk için tüm yılın yorgunluğunu sıkıntısını atmak için en önemlisi uzun sure etkisinden kurtulamadığım yaz askımı bulmak için bahçede iskambil kağıtlarından yaz askıma fal baktım yeşil gözlü kumral biriymiş heyecanla bekliyorum gelmesini ah diyorum simdi yanımda köpeğim olsa da beraber gitsek tatile eğer şans öldüysen çok üzülürüm ama eğer başka bir sahip bulduysan onun sözünü dinle sahibinin sözünden dışarı çıkma bana ait olduğunu göster.sahilde baktığım her köpek bana seni anımsatıyor kalbimin yarısı beni bırakan kız arkadaşımda yarısı ise sende beni andığın her an hissedebiliyorum.seni yaz askım bile unutturamaz kumsalların üzerinde güneşlenip aşk yaralarımı kapatmaya çalışıyorum plajda oynayanlara bakıp hayal kuruyorum hakemi olmayan basket macı yapıyorum kırık potalara basket atmaya çalışıyorum maç bitiminde soğuk sulara atıyorum ayağı merdivene sıkışmış kıza yadım ediyorum gözlerine bakıyorum yeşil aradığımı buldum galiba diyorum baktığım falda yeşil gözlüydü kurtardıktan sonra kendimizi suya bırakıyoruz ikimiz de durmaksızın yüzüyor ve konuşuyoruz adı papatya kumraldı uzun bir boyu vardı tesadüf ki evi bizimkine çok yakındı o günün aksamı ona adı kadar güzel papatyalar aldım ve karşılığında öpücükle ödüllendirildim onların tatili bitiyordu onlar evine gidecekti bende tam aradığımı bulmuşken kaybetmiştim benim sansım yok zaten giderken yetişememiştim telefonu da alamamıştım büyük sessizlik içinde yürürken ne yapacağıma bilmiyordum ondan başka kimse yoktu tanıdığım öylece kalmıştım yerimde kumsala doğru iniyordum tam denize girecektim ki buluştuğumuz kayanın üzerine baktım üzerinde yaz mevsimi gelip papatyalar yeniden açana kadar beni bekle seni seviyorum yazıyordu moralim düzelmişti demek oda beni unutmamış şimdi gelecek yaz onu bekli cem burada bir daha ayrılmamak ve bırakmamak üzere o zamana kadar fotoğrafının arasına sıkıştırdığım papatyalara bakacağım.
ChinaDoll - avatarı
ChinaDoll
Ziyaretçi
15 Temmuz 2006       Mesaj #1178
ChinaDoll - avatarı
Ziyaretçi
hikaye10075 isim

Fırına geldiğimde ortalıkta ekmek görünmüyordu. Eski bir
dostum olan fırıncı,"Biraz bekleyeceksin hocam," dedi.
"İki-üç dakikaya kadar çıkartıyorum."

Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken, içeriye
yaşlıca bir adamın girdiğini gördüm. Eskimiş ceketinin sol
yakası altında bir madalya parıldıyor ve yürürken hafifçe
topallıyordu. Selam verdikten sonra, fırıncının tezgahına
yaklaşarak, "Ekmeklerimi alayım," dedi.
"Benim ikizler acıkmıştır."


Fırıncı, adamın kendesine uzattığı torbayı alarak tezgahın
altına eğildi ve bir gün öncesine ait olduğu anlaşılan
ekmeklerden dört-beş tane çıkardı.


Ben o arada oturması için kendi yerimi o adama vermiş,
tezgahın yanına iyice yaklaşmıştım. Ekmeklerden birkaç
tanesinin şekli değişmiş, katılaşmış, taş gibi olmuştu.


Fısıltı şeklinde fırıncıya sordum. Neden taze ekmeği
beklemesini söylemiyorsun? Biraz sonra çıkacak ya!..


"Bayat ekmekleri kendisi istiyor." dedi fırıncı. "Çok fakir
olduğundan, ona yarı fiyatına veriyorum."


"Kim bu adam?" diye sordum.

"Kore gazilerinden " dedi. "Oğluyla gelini bir trafik kazasında
vefat edince, ikiz torunlarını yanına almıştı. Yıllardır
onlara bakıyor, hem de çok az bir maaşla."


Fırıncının anlattıkları karşısında içimin yandığını hissediyor ve
ufak da olsa bir şeyler yapmak istiyordum.


"Aradaki farkı ben vereyim," dedim. "Hiç olmazsa bugün
taze ekmek yesinler." Fırıncı, teklifimi kabul etti ve biraz
sonra da, fırından yeni çıkan taze ekmekleri adamın torbasına
doldururken şekli bozuk, bayat ekmekleri de tezgahın altına koydu.


"Çok şanslısın hacı amca," dedi. Çocuklar için sana
bugün pasta gibi ekmek vereceğim."


Yaşlı adam, bir evlat sevgisiyle kucakladığı torbayı
göğsüne bastırırken. "Allah, senden razı olsun evladım" dedi.
"Bugün onların doğum günü olduğunu nereden biliyordun?"


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Temmuz 2006       Mesaj #1179
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ince kalpli dondurmaci

Arkadaşım Gayle dört yıldan bu yana kansere karşı yaşam mücadelesi veriyordu.

Diğer arkadaşlarımla birlikte onu ziyarete gittiğim bir gün çocukluk düşlerimizden söz ediyorduk. Gayle başını pencereye doğru çevirdi. Gözleri çok uzaklarda, sesi sitem dolu
“Ben, kumandalı, kırmızı bir oyuncak arabamın olmasını isterdim hep, ama doğum günümde ne istediğimi söylersem; dileğimin gerçekleşmeyeceği korkusuyla hiç kimseye söyleyememiştim bunu. Bu nedenle de asla radyolu, kırmızı bir oyuncak arabam olmadı.” dedi.

Gayle’i ziyaretimden bir kaç gün sonraydı. Çok sevdiğim dondurmayı almak için sırada beklerken birden dondurmacının vitrinindeki kırmızı oyuncak arabayı gördüm.

Yanına da bir not iliştirilmişti:
"Dondurmanızı alırken vereceğimiz kuponu doldurmayı unutmayın, belki de çekiliş sonunda bu kumandalı araba sizin olabilir."

Hemen Gayle’in sözleri geldi aklıma. Bir kaç hafta boyunca sürekli dondurma alıp, verdikleri kuponları doldurdum. Hiç bir çekilişte de kazanamadım. Bu kırmızı arabayı mutlaka Gayle’e almalıydım.

Dördüncü haftanın sonunda artık çekilişte kazanmaktan ümidimi yitirmiştim.

Dükkan sahibi ile konuşarak bana bu arabalardan bir tanesini satmalarını rica ettim.

Dükkan sahibi dört haftadır hergün dondurma alıp, kuponları doldurduktan sonra büyük bir heyecanla çekiliş sonuçlarına baktığımın gözünden kaçmadığını söyledi.

Ardından da gözlerimin içine bakarak:
"Söyler misiniz, neden bu kadar çok istiyorsunuz bu arabayı ?" diye sordu.

Gözlerimden süzülen yaşlara aldırmadan ona arkadaşımdan söz ettim. Çok etkilenmişti.
"İstediğiniz oyuncak arabayı verdiğiniz adrese göndereceğim" dedi.
Yazdığım çeki masanın üstüne bırakarak , büyük bir mutlulukla evime geldim.

Ertesi günü Gayle’i ziyarete gittiğimde gözleri ışı ışıldı. Elindeki kırmızı oyuncak arabayı göstererek küçük bir çocuk heyecanıyla:
"Bak" dedi. "Bunca yıl bekledim ama nihayet dileğim gerçekleşti, hem de tam istediğim gibi !"
Ertesi günü postacı bir zarf uzattı elime. Açıp okumaya başladım:
"Sevgili Bonnie, annem ve babam da kanserdi ve ikisinide, altı ay gibi kısa bir sürede kaybettim. İkisi içinde çok çabaladım ama doğrusu dostlarımın sevgisi ve cömertliği olmasaydı hiç bir şey yapamazdım. Gerçek dostlarım olduğu için kendimi hep şanslı hissettim. Gayle’de senin gibi bir dostu olduğu için çok şanslı. En iyi dileklerimle. Norma"

Dondurma dükkanının sahibiydi mektubu yazan. Benim masasına bıraktığım çek de zarfın içindeydi.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
15 Temmuz 2006       Mesaj #1180
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Taksi
Taksisi ile cadde ışıkları altında yol alıyordu. "İki-üç müşteri daha bulursam eve dönüp uyuyacağım. "diye düşündü, yorgundu. Taksisine bir an sevgiyle baktı, mırıldandı; "Ekmek teknem" Gözü önce yolda sızmış bir sarhoşa sonra da çöpleri karıştıran birine takıldı. Kendisini kıyasladı sevindi; "İyisin, iyisin!. . "
Saatine baktı, bir Of çekti, "Bir müşteri çıksa artık, boşa
dolanıp duruyorum. " Ertesi gün abisine gidecekti, erken kalkacağı
için, evine erken dönmek istiyordu. Fakat herşey insanın istediği gibi gitmiyordu ki. İçinde hafif bir öfke ile abisini düşündü; "Ah!. . abi, bırakmadın şu kumarı, borçlanırsan tabi yakana yapışır tefeciler. "
Bir daha derinden of çekti, "Gerçi parayı bu gün bul diyordun ama olmadı, sabah borç-harç parayı bulup seni tefecilerden kurtaracağım ama böyle devam edersen beni de yakacaksın, aileni de !. . "
Tam böyle düşüncelere dalmışken tali yoldan çıkan bir adamın el salladığını gördü, sevindi. Taksisiyle hemen adamın önünde durdu. Adam taksiye bindi ve telaşla anlatmaya başladı; "Lütfen acele edin, şu ara sokakta" Taksici rahatsızlanan birini alacaklarını zannetti ama adam konuşmaya devam ettikçe canı sıkıldı; "Aman Allahım, korkunç birşey adamı dört yerinden bıçaklamışlar. Adam nerdeyse kan kaybından ölecek. Kimse yardım etmiyor, herkes toplanmış seyrediyor. Ne kadar duygusuz, umursamaz bir toplum olduk, seyrediyorlar!. . " taksicinin canı sıkıldı; "Arabam kan içinde kalacak. " diye düşündü. Diğer adam devam ediyordu; "Hele iki araba yaralıyı almayınca şok oldum, hâlâ inanamıyorum. Düşünebiliyor musunuz? Bir adam kan kaybından ölmek üzere ve iki araba gaza basıp gidiyor. Düşündükçe deli oluyorum. Hah geldik, yaralı olan şu kalabalığın içinde" Taksici yumuşak bir sesle "Hadi siz yaralıyı getirin, ben de arabanın yönünü çevireyim de vakit kaybı olmasın" "Tamam" !
diyerek adam indi, kalaba- lığın arasına koştu, bağırdı; "Açılın, açılın taksi geldi" Ama daha yaralının yanına varmadan uzaklaşan araba sesiyle irkildi, hızla döndü; plakası görünmesin diye ışıklarını söndürmüş halde taksinin hızla uzaklaştığını gördü. İçinde birşeylerin koptuğunu hissetti, ağlar gibi bir sesle inledi; "Yarabbim!. . Yarabbim!. . Ne oldu bize, ne oldu? " olduğu yere ümitsizce çömeldi.
Taksici dikiz aynasından geriye son bir kez baktı, bağrışmalara küfürlere aldırmadan tekrar gaza bastı. "Bana ne yav, işin yoksa yaralıyı al, arabayı kirlet. . . başka taksi mi yok? Nasıl olsa şimdi bir
tane bulurlar. " Vicdanını da susturduktan sonra cebinden çıkardığı yabancı sigaradan bir tane yaktı. Sonra kendince bir espiri yaptı; "Hem işin ne ta buralarda? Rica etseydin katillerden, seni hastane önünde filan bıçaklasalardı. " Gözü elindeki sigaraya takıldı; "Ulan biz hakkaten geri kalmış ülkeyiz be, adamlar kendi ülkelerinde çoğu mekanda yasaklıyorlar bu mereti, bizim yasaklamamıza müsade etmiyor-lar. Eee onlarda haklı, kendi insanları gözünü açmış, biz de akıllanır- sak nereye satacaklar. Ulan, sigaralar bu kadar pahalıyken tarlada domatesini bin liraya satamayanlar varmış. " Sonra keyifle bir nefes daha çekti, "İç aslanım, iç Amerika'ya senin de katkın olsun. "
El sallayan bir müşteri görünce düşüncelerinden sıyrıldı. "-Hah müşteri dediğin böyle kılığı düzğün olacak, bahşiş bile bırakır. "
Taksici o gece bir süre daha çalıştıktan sonra evinin yolunu tuttu. İçi huzur dolu evine yaklaşmıştı ki evinin önünde bekleşenler olduğunu gördü. Meraklandı. Arabasını garaja çekip daha sonra ne olduğunu öğrenmek istedi ama bir komşusu onu durdurdu; "-İstersen arabayı yerleştirme, lazım olabilir. " Şaşkın indi, kapının önünde ağlaşan hanımı ve çocuklarına yaklaştı; "-Ne oluyor? " Hanımı ağlayarak boynuna sarıldı; "-Abin öldü. " Baştan aşağı titredi, "-Abim mi? . . . nasıl? " "-Bıçaklamışlar, kan kaybından ölmüş. " Taksicinin içi korkuyla sarsıldı; "-Nerede, ne zaman? " Karısının cevabıyla yıkıldı. Gözünde farlarını kapatarak kaçtığı sokak ve kalabalık canlandı; kalabalığın içinden kanlar içinde tanıdık bir yüzün kendisine baktığını görür gibi oldu. Baygın yere yığıldı. . .


Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar