Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 57

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 495.806 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Nisan 2006       Mesaj #561
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
oykukart28
Sponsorlu Bağlantılar
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
26 Nisan 2006       Mesaj #562
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
MASAL

Sponsorlu Bağlantılar
TATLI CADI!!
Kral Arthur, bir soruya doğru cevap verebilirse hayatı
kurtulacak, aksi takdirde ölecektir. Soruya cevap verebilmesi
için 1 sene süresi vardır. Soru aynen söyledir:

KADINLAR NE İSTERLER?

Bu soru tabi ki, dünyanın en zor sorusu. Ancak,
kralın fazla bir tercih şansı yoktur.
Ülkesine geri döner. Türlü alimlere, bilir kişilere danışır
ama soruya tam bir doğru yanıt bulamaz.
Bu sorunun cevabını sadece yaşlı bir cadı bilmektedir.
Artık en son gün gelmiştir ve Arthur mecburen cadıya gider.
Cadı soruya cevap verecektir ancak bir şartı vardır.
Cadı cevap karşılığında Arthur'un yakın arkadaşı,
en iyi ve yakışıklı şövalyesi ile evlenmek istemektedir.
Arthur yıkılır ve bunu kabul edemeyeceğini söyler
ve cadının yanından ayrılır. Şövalye olanları duyar,
krala koşup hiçbir şeyin Arthur'un hayatından daha önemli
olamayacağını söyler. Ve cadıdan cevabı alırlar.

KADINLAR HER ZAMAN KENDI ÖZGÜR
İRADELERİYLE KARAR ALMAK ISTERLER.

Evet kesinlikle doğru olan bu cevap sayesine kralın
hayatı kurtulur ancak, şövalyenin hayatı sönmüştür.
Nihayet şövalye için en kötü an yani,
gerdek gecesi gelir. Ancaaaakk...Odaya girdiğinde
karşısında cadı yerine dünyanın en güzel kadınını görür.
Şövalye şaşırır ve sorar. "Sen kimsin?".
Kadın cevap verir:. "Ben evlendiğin cadıyım.
Ancak gündüzleri son derece çirkin ve geceleri
son derece güzel olurum. Ya da, gündüzleri
son derece güzel ve geceleri son derece çirkin olurum.
Nasıl gözükeceğime sen karar vereceksin".
Şövalye çok kısa bir süre düşünür.
Geceleri mükemmel bir sevgili mi yoksa
gündüzleri eşiyle beraber kazanacağı saygınlık mı?
Ve şöyle cevap verir: "Nasıl olmak istediğine sen karar ver
lütfen, ben senin her haline karşı saygılıyım."
Cadı bu karar karşısında çok sevinir. "Sen bana
seçme özgürlügünü verdin ve beni kısıtlamadın şövalyem.
Bu yüzden ömür boyu yanında güzel ve
saygılıbiri olarak gözükeceğim".
sonuç ?

KADINLAR, İSTER, SON DERECE GÜZEL...
İSTER, SON DERECE ÇİRKİN OLSUN...
HERZAMAN CADIDIRLAR ...
Msn Happy)))
AMA TATLI...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Nisan 2006       Mesaj #563
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
oykukart4
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Nisan 2006       Mesaj #564
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DENİZİN KALBİ


Sabah daha kimsecikler yokken etrafta yalnız başına göğe yükselmekten canı sıkılmış olsa gerek, Güneş o akşamüzeri sahilde hayran hayran kendini seyreden bir grup tatilci ve turiste hayatları boyunca unutamayacakları bir şov seyrettiriyordu. Uzak, çok uzak diyarlara aydınlığı götürmeden önce göğü pespembe bir boyayla boyamış, parlak ışınları masmavi denizin gözlerini almıştı. Sahildeki turistler kısık gözleriyle güneşin batışını seyrederken, Tavşan Ada’sının arkasından küçük bir kayık çarşaf gibi denizi yırtarak sahile doğru ilerliyordu. Kayıkta genç bir balıkçı ve ağlara takılmış onlarca balık vardı sadece. Kayıkçının buranın yerlisi olduğu, yanık teninden belliydi. Üzerine bir yorgunluk çökmüştü. Sabah güneş daha yüzünü göstermeden çıkmıştı yola. Şimdide güç bela yakaladığı balıkları yok pahasına sahildeki turist avcısı restoranlara satacaktı. Yaşı en fazla 25’ti fakat yaşadıkları, ve ruhundaki fırtınalarla kendini oldukça yaşlı ve olgun buluyordu. “Gümüşlük, ruhunu paraya satmadan önce daha güzeldi… “ diye düşünürken usulca girdi limana…
“Daha geçen gün tanesine 7,5 lira verdim be oğlum yapma sende!” diye sitem ediyordu Sahil lokantasının sahibi. Aslında pazarlık yapmaya, iki kuruşu kurtarmaya ihtiyacı yoktu. Para hırsı mutlu olmasını engelliyordu. “Peki Fethi Ağabey, dediğin gibi olsun.” dedi ve isteksizce gözleri boş bakan balıklarla dolu kovayı uzattı. “Ben senin baban sayılırım Selim oğlum, seni de çok severim bilirsin. Baban seni bana emanet etmişti.” diyerek parayı uzattı. Umursamazca aldı parayı ve “Doğru, haklısın.” diye mırıldandı ve küçük kulübesine doğru yürümeye başladı. “Yemeğe kalsaydın oğlum.” diye seslendi arkasından Fethi. “Yok ağabey, canım istemiyor.” diye cevapladı ve adımlarını sıklaştırdı. Yemek teklifini geri çevirdiği için içinden sevinç çığlıkları attığına adı gibi emindi. Evinin yoluna girmişti ki “Hay Allah!” diye söylendi. “İstiridyelerimi unuttum!” dedi ve limanın yolunu tuttu. Balıkları sattıktan sonra bütün akşam topladığı istiridyelerle ilgilenir, onları temizler, yosunlarından ayıklar ve masasının üzerine koyardı. “Ne yapacaksın oğlum onları, atsan atılmaz satsan satılmaz!” diyen köylüler değil de iki de bir gelip istiridyelerine fiyat biçen, her şeyin paradan ibaret olduğunu sanan turistler daha çok canını sıkıyordu. “ Bu istiridyeyi alıp ne yapacaksınız acaba sorabilir miyim?” diye sorardı her defasında. Kimileri “Hiiiiiç” derdi kimileriyse yüzsüzce “Küllük yapmayı düşünmüştüm” derdi. Selim için topladığı bu istiridyeler çok değerliydi. Onların denizin kalbine giden yolu gösteren işaretler olduğuna inanırdı. Çocukçaydı belki bu inancı ama onu biraz olsun mutlu ediyordu. Çocukluğundan beri dünya üzerindeki her şeyin bir canı, bir kalbi olduğuna inanırdı. O yüzden denizden topladığı bu istiridyeleri özenle temizledikten sonra bir kenara koyar, asla bir bıçakla onları açmaya, canlarını acıtmaya cesaret edemezdi. Babası, İstanbul’a oradan da Almanya’ya göçmüştü zamanında… Ondan, birkaç mektup ve Annesi’nin canını alan bir hasret kalmıştı. Sevgiye doyamadan, kendisini seven iki yürekten de ayrı düşmüştü. Denizden esen ılık meltemler suratını okşadı ve saçlarının içine doldu bir anda. Akıllı sayılmazdı, fakirdi biraz da… Ama ne parada gözü vardı ne de pulda. Sevebileceği bir kalbi arıyordu, onu bulmayı ümit edebiliyordu sadece. Gaz lambasını söndürdü ve tahta yatağına yatıp incecik pikeyi üzerine örttü. Sabah erken kalkıp balığa çıkacaktı.
Gün daha ağarmadan uyandı. Elini yüzünü yıkadı. Aynada suratına baktı. Daha sonra kapıdan çıktı ve Hacı Bakkal’ın önünden geçerek limana indi. “Hasret” adlı kayığı dalgasız denizde bir beşik gibi sallanıyor, sahibini görünce sevinçten kuyruğunu sallaya sallaya zıplayan bir köpeği andırıyordu. Ağları kayığa yükledi ve asıldı küreklere. Aynı yolu belki binlerce kez geçmişti ve binlerce kez aynı rotayla çıkmıştı bu koydan. Suyun berrak ve şeffaf rengi yerini buz gibi tuzlu bir laciverde bırakmıştı. Çapasını attı. Durup etrafına baktı. Sahil bir hayli uzakta kalmıştı. Koskoca mavi bir sonsuzluğun ortasında o kadar savunmasız, o kadar yalnız ve o kadar küçük hissetti ki kendini bir an, dalıp bu sonsuz mavinin kalbine ulaşmak ve bir daha yüzeye çıkmamak geçti içinden. Sonra bir küfür savurdu ve balıkların gelip ağına takılmasını izlemeye koyuldu. Ne zamanki balıkların sayısını kafi gördü, o zaman ağı topladı. Üstü başı sırılsıklam olmuştu ve vuran sert rüzgardan dolayı üşüyordu. Alışkındı, aldırmadı ve küreklere asılarak her gün yaptığı gibi kimsenin bilmediği o koya doğru ilerlemeye koyuldu. Orası kendi ruhuna sahipti halen, el değmemişti ve doğaldı. Kıyıya yaklaşınca suya atladı ve kayığını karaya çıkardı. Temiz hava ciğerlerine doldu. Sonra gözlerini kapadı ve bu güzel mi güzel koyun kalp atışlarını dinlemeye koyuldu. Sonraki tatmin oldu ve ilerideki kayalıkların dibindeki minik istiridyeleri toplamaya koyuldu. “Mutluluk gerçekten varsa, böyle bir şey olmalı…” diye düşündü ve bir türkü mırıldanarak işine devam etti.
Kulübesine döndüğünde akşam yeni inmişti Bodrum’un bu şirin kasabasına. Ayın aksi denize vurmuş, Yunanistan’la Bodrum’un arasında büyülü bir köprü kurmuştu. Kullanılmaktan eskimiş bir bezle istiridyelerini temizlerken bir gölge gelip durdu önünde. “Cebi dolu bir turisttir herhalde.” dedi acı acı gülümserken. “Ne kadar güzel şeyler ya, şunlara bak sanki nefes alıp veriyorlar” dedi yumuşacık bir ses, bembeyaz ipekten yumuşak bir dokunuşla önündeki istiridyeyi kaldıran el. Biraz önceki umursamaz halinden eser kalmamıştı Selim’in. Bir an için nefessiz kaldığını hissetti. Tıpkı yakaladığı balıklar gibi boş bakışlarla süzdü karşısındaki en fazla 19 yaşındaki, beyaz elbisesinin içinde beyaz bir meleğe benzeyen kızı. “Bunları satıyor musunuz?” diye sordu kız. Selim önce kiminle konuştuğunu bilmek istedi. Yutkundu ve “Adınız ne acaba?” diye sordu. “Melike” diye cevap verdi kız umursamazca ve ekledi, “Toplu halde alsam bana indirim yapar mısın acaba?”. Selim bütün alıcılara sorduğu soruyu güzelliğiyle kalbini acıtan bu kıza da sordu. “İstiridyeleri ne yapacaksınız acaba?” diye sordu. “Bütün takılarımı kendim yapmayı severim, önceleri bir hobiydi ama giderek bir tutkuya dönüştü bu benim için. Şu sıralar inci bir kolye istiyorum fakat vitrinlerde gördüklerim pek bir ruhsuz geliyor gözüme. Kendim yapmaya karar verdim fakat istiridyeleri nerede bulacağımı bilememiştim. Yani anlayacağınız, sizi bana Allah gönderdi” dedi ve küçük bir kahkaha koy verdi. Selim şaşkındı. Ne yapacağını bilemedi. Yıllardan sonra soğumuş, açık denizlerin rüzgarında sertleşmiş kalbi ilk defa ısınır gibi olmuştu ve karşısındaki kız onun en değerli hazinesine talip olmuştu. Selim kalbini gördüğü ilk anda verdiği bu peri kızına istiridyeleri vermeyi reddetti. “Kusura bakmayın hanım efendi” dedi, ağzı kurumuş suratı terden sırılsıklam olmuştu. “İstiridyeler satılık değil ne yazık ki” dedi. Melike’nin yüzü gölgelendi, suratı asıldı. “Değeri neyse verirdik, istiridye bulabileceğim tek kişi siz değilsiniz bunu da bilin.” Dedi küstahça ve arkasını dönüp yürümeye başladı. Muhtemelen zengin bir ailenin çocuğuydu. Babasının sunduğu kolyeleri beğenmeyip kendi kolyelerini yapma arzusu da küçük bir şımarıklığın işaretiydi. Selim ardı ardına sıraladı bu olumsuz düşünceleri, bazılarına inanmasa da… Gecenin karanlığında ilerlerken Melike, Selim’in kalbini de yanına almış, götürmüştü.
O günden sonra her sabah bir saat dakikliğiyle balığa çıkan Selim’in yüzünü göremez oldu ahali. Önceleri evinden bile çıkmıyordu Selim. “Birkaç gün bekleyeyim o da evine döner bende hayatıma dönerim..” diye avuttu kendini. Evet bir aşk istiyordu belki, sevmek, inanmak istiyordu ama o kızı kendi hafif çirkin yüzüne, fakir ve yıkık kulübesine yakıştıramıyordu. Neden sonra, bir gün çıktı kulübesinden. Gözleri uykusuzluktan şişmişti. Hediyelikçileri geçtikten sonraki kahveye oturdu ve bir çay söyledi. Şekerleri atıp karıştırırken gözlerini denize kilitlemişti. Kalbinin çarpıntısı geçmek bilmiyordu. Birden bir iki adım ileride, plajda güneşlenen onu gördü. Melikeydi bu evet, birkaç gün önce tanıştığı o bakmaya kıyamadığı kızdı. Melike’nin yanında Selim’in kalbi yatıyordu. Heyecandan ne yapacağını şaşırdı. Melekler gelip Selim’in kulağına “Belki be… Belki…” diye fısıldadı. Selim, biraz daha düşündü ve, “Ne olacaksa olsun be!” diye söylenip ayağa fırladı. “Çayı hesabıma yaz Hüsnü ağabey!” diye seslendi çay ocağına ve Melike’ye gözükmeden sandalına doğru yürüdü ve denize açıldı. Hava biraz bulutluydu Güneş bir görünüp bir kayboluyordu. Uçsuz bucaksız mavilikte var gücüyle asılıyordu küreklere ve kimsenin bilmediği o cennet köşesi koya gidiyordu. Sevdiği kızla birlikte kalbini de geri almayı ümit ediyordu.
Sahile döndükten sonra var gücüyle çalıştı o gece Selim. Bir sanatçı kadar yetenekli elleri yoktu belki ama bir sanatçıdan bin kat büyük bir kalbi, bin kat büyük bir aşkı vardı. Bunca yıldır biriktirdiği o güzelim istiridyeleri bir bir parçaladı Selim, her kopan parça saplandı yüreğine… “Affedin beni” diyerek ağladı bir yandan… 10 tane inci tanesi bulmak için 100 tane istiridyeyi öldürdü o akşam Selim… Ve o 10 tane istiridyenin de usulca kalbini söktü yerinden… Gözleri yaşlıydı… Sabaha kadar uğraşıp peri masallarından çıkma bir inci kolye yaptı… İçine göz yaşını koydu, aşkını, hasretini, özlemini koydu. “Bu kolye ona yakışır ancak, bu kolye onun boynunda anlam bulur” dedi kendi kendine. Güneş denizin içinde sönmek üzereydi. Yarın tekrar küllerinden doğmak üzere bu diyarlara veda ederken güneş, koşar adımlarla çıktı kulübesinden Selim. Heyecanlıydı çok ama umutluydu da… “Sevmek güzel şey, ümitli şey…” diye tekrarlıyordu içinden. Birkaç sene öncesine kadar salaş bir kahveyken şimdi seçkin bitkisel çay seçenekleri bulunan fakat ruhuna satan onlarca dükkândan birine dönüşen Ali’nin kafesinin önünden geçerken durakladı. “İstiridyelerin canlarını fark eden o, bu ruhsuz kafede ne yapıyor?” diye sordu. İçi burkuldu… Gitmek istedi, kaçmak istedi. “Düşündüğün gibi değil, o sana göre değil!” dedi bir ses içinden… “Ona kolyeyi ver!” diyen ses baskın çıktı fakat. Çıplak ayaklarını tahta merdivenlere dayadı ve ilerlemeye başladı. Yalnızdı Melike. Adımlarını sıklaştırdı Selim. Yanına yaklaştı ve omzuna dokundu. “Melike…” diye fısıldadı. Genç kız döndü ve heyecandan titreyen bu genç adama küçümseyen bir bakış attı, “Ne o? Parasız kaldın da istiridyelerini satmaya mı geldin? Yok öyle beleş oğlum, hadi başka kapıya!” diye kustu kinini bir anda. Selim şaşırdı, dondu kaldı. Arkasında sakladığı kolyeyi çıkardı ve Melike’nin önüne bıraktı. Kız kolyenin güzelliğinden büyülenmiş gibiydi. Fakat belli etmedi döndü ve küçümser tavrını sürdürerek, “Eee napayım ben bunu?” diye sordu Selim’e. Selim, “Sen hiç âşık oldun mu?” diye sordu usulca… Melike yüksek sesle bir kahkaha attı… Kahkahalar kulaklarını acıttı Selim’in, yüreğini ezdi… “Demek âşık oldun bana ha? Bu da bana evlenme teklifin mi yoksa sana âşık olmam için verdiğin rüşvet mi?” dedi ve gülmeye devam etti… Bir gözyaşı daha döküldü ayaklarının dibine Selim’in “Sen sevmek nedir bilmemişin ki hiç…” dedi ve başını önüne eğdi. “Ya git işine be balıkçı mısın balık adam mısın nesin… Sen sevgini kendi seviyende birine ver!” diye bir bıçak gibi sapladı sözcükleri Selim’in kalbine… Artık ne kalbi kalmıştı Selim’in nede istiridyeleri. Bir hiç uğruna kaybetmişti onları… Gözü yaşlı bir şekilde terk etti orayı… Ay ışığının kılavuzluğunda bağıra bağıra ağlayarak terk etti limanı ve yalnız kalabileceği tek yere doğru yöneldi… Kayığın ucunda parçalanan dalgalar beyaz beyaz, köpük köpük dağılıyordu… Tıpkı biraz önce Selim’in kalbine başına gelenler gibi… Koya geldiğinde burnunu çekmeye devam ediyordu.
Bir keçi kıvraklığıyla sandaldan sahile atladı ve tepeye doğru koşmaya başladı.. Bodrum’un rüzgârları kulaklarında uğulduyor, kalbini acıtan o kahkahaları örtmeye yetmiyordu fakat. Zeytin ve mandalina ağaçlarının arasından Dolunayı karşısına alan bir yamaca geldi. Gümüş ay ışığı önünde uzanıyordu. Deniz sakindi fakat olacakları tahmin etmiş olacak ki, huzursuzdu. Rüzgâr şiddetini artırmaya başlamış, dalgalar yamacın dibinde parçalanmaya başlamıştı… Birkaç martı sesi duydu… Kalbi yoktu, ruhu ağır yaralıydı… Canlıydı istiridyeler aslında, dostuydu onun… Bir hiç uğruna canını almıştı onların… Şimdi kulübenin tabanında mağrur parça parça yatıyorlardı. Bu görüntüyü yakıştıramadı onlara… Sonra Melike’nin sözleri ve suratına geri fırlattığı kolye… Denizin kalbini oluşturan minik beyaz incilerden oluşmuş bir kolye… “Denizden geldin, denize gideceksin…” diye mırıldandı Selim… Gözlerini kapattı, kolyeyi öptü, öptü ve koluna doladı… Derin bir nefes aldı… Ayın ışığı engellemek istedi onu…Yetişemedi… Rüzgar havada tutmak kurtarmak istedi, gücü yetmedi… Ruhunu yitirmiş, kalbi kırılmış bir beden sessizce bıraktı kendini havaya ve bir mermi gibi denizin kalbine saplandı… Üzüntüsünden yerinde duramaz hale geldi deniz… Dalga dalga kıyıya vurdu kendini… Gemilerin güvertelerine tırmanıp intihar etmek istedi… Gözyaşları beyaz köpüklerin arasına karıştı… Ay ışığı güneşe haber vermiş olsa gerek, o sabah yüzünü göstermek istemedi bulutların arasına saklandı… Selim’in saf tertemiz ruhu göğe yükselirken gözlerini kaçırdı güneş, boğazı düğümlendi… Usul usul, ağlar gibi yağmaya başladı yağmur… Oraya ait olmayanlar, yazın son gününde yağmura yakalanmalarına lanet edip, orayı terk ettiler.
kompetankedi - avatarı
kompetankedi
VIP Bir Dünyalı
26 Nisan 2006       Mesaj #565
kompetankedi - avatarı
VIP Bir Dünyalı
Yaşanmış gerçek bir hikaye ve hala yaşanıyor...

Günlerden bir gün ... her zamankinden farkı olmayan birgün..

İşin ehli toplamış cevresindeki insanları demişki ey millet:

Bu ölümlü bir dünyada ne yapıyoruz?

Herkes yaptığını söylemiş birini yaptığı diğerinden farklı imiş..

İşin ehli demiş ki ya madem herkes bir işi biliyor toplanalım bir yerde herkes diğerinin işini öğrensin bilmeyenlerde bundan faydalansın ama demiş ki bizden olmayanlar bile içimize girsin onlarda öğrensin kısıtlamadan paylaşalım demiş...

Herkes buna olumlu yaklaşmış

Başlamışlar çalışmaya... Bir çok zorluk cekmişler.. Öncelikle bu kadar bilirkişiyi bir noktada toplamak için bir yer ayarlamışlar.. Sonra bu yerde kifayetsiz kalmış ama sonra toplanmışlar hep birlikte muazzam bir yer yapmışlar.. Yapmışlar ki yabancıda yerli halkın paylaşabileceği masmavi denizler gibi geniş..

Başlamışlar çalışmaya ve paylaşmaya...

Her kes ter dökmeye başlamış bir bakmışlar dışardan yabancı kasabalardan insanlar akın etmeye.. Daha da buyumuşler katkılarla...

Bu güzelliği akıl edemeyenler içlerini çekmeye başlamışlar..Bizde yapalım aynısını iyide nasıl?
Tüm ustalar oraya gitmiş hemen akıllarına çin lilerin yaptığı gelmiş.. İçlerine sızalım nifak tohumları ekelim.. Zayıf karakterde olanları safımıza çekelim ve içerde fitne yaratalım... Bunuda başarmışlar bir derece.. Ama işin ehli insanların işine gelmiş bu durum çünki zayıf karakterleri görmüş olmuşlar..

Şimdi hala o kasabada yaşıyan zayıf karakterdekiler içlerini çekmeye devam etmiş sonuç değişmemiş . Bizim işin ehli olan topluluğumuz büyümeye hızla devam etmiş.... Çünkü karakteri zayıflar dışarda kalmış.. Birdaha içlerine kimse nifak sokucak zayıf karakterlileri bulamamışlar...

Siz siz olun zayıf olmayın paylaşınki büyüyün..

Yaşam sürekli.. kalıcı olan namınızdır.. Karakter olun figuran olmayın...Gerçek olun iki yüzlü olmayın..


Saygılarımla..

Bu yaşanmış ve yaşanmaya devam eden bir olaydır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Nisan 2006       Mesaj #566
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
MAVİ BİR ÖLÜM

Yine sana sesleneceğim...
Senin kim olduğunu hiç bilmeden,senin kim olduğunu en çok bilerek.İsyankar zambakların,çılgın nilüferlerin,dört nala açan kiraz çiçeklerinin dudak kıvrımlarına yoldaş olacağım.Sarı bir hüzün,kızıl bir gurur ve siyah bir öfkeyle konuşacağım sana.
Sana oklardan değil,yaydan bahsedeceğim;gülün dikenlerinden değil,gülleri ve dikenleri doğurmaktan yorulmayan topraktan söz açacağım.Akan su gelmeyecek kelimelerime.Suyu şefkatle kucaklayan sessiz taşların canını yakan damlaları dillendireceğim.
Yine sana sesleneceğim.Senin kim olduğunu hiç bilmeden,bilmek istemeden.Alaaddin'in sihirli lambasından çıkan cin bana gelseydi ve ne dilersem dilememi isteseydi.Hiçbir şey elde etmeyi dilemezdim.Bir şeyden vazgeçmeyi isterdim.Sadece,hayatta bir şeyden vazgeçmem lutfedilseydi bedeli herşeyim olsa bile sana seslenmekten vazgeçmeyi isterdim.Garip değil mi? Sana seslenmekten vazgeçemediğimi,bundan hoşlandığımı düşünüyorsun belki de.Oysa sana seslenmek,bütün hesaplarımı gördüğüm bu dünyadaki,geride kalmış tek hesap benim için.Bu dünyadaki tek yük,bu seslenişin kalbini avucumda tutabilmek.Kürek mahkumu için kürek neyse benim için de sana seslenmek o.Bir yandan gemiyi ufka ulaştırmanın tek yolu,öbür yandan bileklerimden sızan kanların gönlümü işgale yeltendiği bir rotanın can suyu.Oysa ben sana küreklerden değil gemiden bahsetmek isterdim.Atalarım bana,kadınlara gökyüzünü,gemileri ve yelkenleri anltamayı öğretti.Sen,kürekleri,yağlı urganları,geceyi siyaha gömen fırtınaları öğretmeye çalışıyorsun.Sana ellerimle dokunarak,seni gözlerimle okşayarak göstermek isterdim rüzgarla şişen beyaz yelkenleri.Ama senin vaktin yoktu.Ben bunu hiç anlayamadım.Kavmimin kadınları bana öğretmediler ki bazı kadınların güvercinlerden daha çok siyah apoletleri sevebileceğini...
Sana sesleniyorum ve gözlerim bileklerimden parmak uclarıma kadar toplanmış kan pıhtılarını seyrediyor.Kürekleri bırakmıyorum.Önce yücelttiğin sonra terkettiğin aşkın onuru için kalemi bir an elimden düşürmüyorum...
Ankara kalesinin önünde sana sesleniyorum.Benden kaçıp Cennete gitmek isteseydin,seni Cennetin kapısına kadar götürürdüm.Bana gelmen için seni korkutan Cehennem olsaydı Cehennemle konuşurdum,seni ona anlatabilirdim.Oysa sen ne cenneti isteyecek kadar aşk oldun ne de cehennemi isteyecek kadar ayrılık."Seviyorum Seni ama"dedin."Hoşçakal"diye ekledin."Şimdi gitmeye mecburum.Belki yine gelirim,umarım gelirim."son sözün oldu.
Cennetin ve Cehennemin dillerini,savaş naralarını ve aşk şiirlerini,gazellerini ve bolerolarını öğreten atalarım,senin sözlerinin anlamını öğretmediler.Hiçbir şey söylemeden gittin.Ayrılığın dilsiz olduğunu senden öğrendim.Dilsiz olanın yaşayabileceğini sen öğrettin bana ve kalemime ilk defa yaban gözlerle baktım.Yine,yeniden,sadece sana sesleneceğim.Müebbed bir aşk dışında bildiğim tüm duyguları terk edeceğim.
Sana sesleneceğim yine.Seni sadece kuru bir sevgiyle değil,derin bir hüzünle,binlerce yıllık bir gururla ve pervasız bir öfkeyle sevdiğimi duyumsuyor musun? Mütevazi bir sevgiyle değil,küstah bir aşkla sevdim seni.Ben Osmanlı gibi kollarımın yetişemediği bir aşkı kucaklamaya çalışırken,sen köprülerin ülkesi Venedik'teki son sancağı üşümemek için şal yaptın kendine.Neden bilmiyorum özlemin artıyor içimde.Zaman geçtikçe eksilir demiştin.Oysa atalarımın öğrettiklerine ters düşsse de sana inanırım bilirsin.Zamanla unutursun demiştin. Niye daha derinleşiyor öyleyse? Derinleşiyor özlemin ve gönlümde bir iç savaşta dökülen kanları coşturuyor ayrılık sözlerin.Öflerimin karanlığını aşka katık ederek konuşacağım,bedenim bu dünyayı terk edene kadar.Öyle sanıyorum ki hüzünle ve acıyla pek barışık olmadığın için benden uzun yaşayacaksın.Benden sonra kelimelerim gelecek gönlüne.Onların benden geldiğini bir tek sen bileceksin.Küstah bir aşkla seveceğim seni.Ben savaş ve ölümle haşir neşir olan kelimeler dışındakilerini unutmaya gayret edeceğim ömrümün geri kalanında.
Sana sesleneceğim yine.Ben seni Beyrut gibi sevdim ama sana ne mağribi ne de menhetini anlatamadım.Bağdat'ı ve Şam'ı işgale yeltenmişken Venedik'ten gelen ihanet tarumar etti ordularımı.Sarı bir keder,kızıl bir kibir ve siyah bir isyanla konuşacağım sana,senin kim olduğunu hiç bilmeden.
Ağlayan zambakların dudak kıvrımlarına yoldaş olacağım senin kim olduğunu en çok bilerek.Kavmimin bana vaadettiği tüm aşkları terkedeceğim.Müebbed bir aşk,sarı bir hüzün,kızıl bir gurur ve siyah bir öfkeyle konuşacağım bu dünyayı terk etme müjdesi gelene kadar.
Hüznü,gururu ve öfkeyi bilseydin keşke...
Hüznümün beni aşan taşkınılığını,grurumun binlerce yıl önceden miras kalmış hoyratlığın,öfkelerimin hiçbir zaman sana ermeyecek ve azalmayacak kararlılığını anlayabilseydin...Anlatabilirdim sana,seninle yaşanan bir aşktan ayrılığın ölüm bile olsa,
Mavi bir ölüm olacağını...
erdemli_devil - avatarı
erdemli_devil
Ziyaretçi
28 Nisan 2006       Mesaj #567
erdemli_devil - avatarı
Ziyaretçi
siir Dosta Mektup
can dostlarım, yüreğimin acısını alan tek dostum;

Gecenin bir yarısı aklıma düştün yine. Ne garip, aklıma geldikçe beni istemsizce gülümseten bir tek sen kaldın artık. İçimdeki acı her geçen gün azaldı dostum. Artık canımı yakanların hepsini tek tek affediyorum. Affettikçe de içimden göçüp giden kuşlar geri dönüyorlar. Bana ne olduğunu hiç bilemediğim bir şeyler oluyor bugünlerde. Korkuyorum...
İçimde yaşadığım deprem ne şiddetliymiş, hasar tespiti yapıyorum bugünlerde.

Hayatımda birçok şeyin oturacağını sandığım otuzlu yaşlarımda her şey allak bullak oldu. Panikledim, tamam bir de çok korktum hem de çok. İnanamadım aylarca, o çok güvendiğim sevdamın başka tenlerde kolayı seçmiş olmasına; sevdamın sıradanlığına. Şiddetle reddettim, hiç olmamış gibi yaşamaya çalıştım. Günün aydınlığına sığındım, bir de denize. Günlerce sakin bir kumsala gittim. Diktim gözlerimi ufuk noktasına, gözlerimin mavisi denizin yeşiline dönene dek baktım, baktım; sanki deniz içimdeki enkazı alıp ta derinlerine gömecekti. Ama gece olunca başladı koyulaşmış yalnızlığım, yitikliğim... Geceler ne uzunmuş...

Zaman geçtikçe içimdeki acı yerini kokulara bırakmaya başladı. Sen hiç çocukluğunun kokusunu duydun mu? Annemden gizli ayaz Ankara gecelerinde balkona kova kova su dökerdik sabaha buz kessin de kayalım diye. Evdeki çamaşır leğenlerini çalıp bizim sokağın rampasında kayardık çığlık çığlığa, soğuktan elimiz yüzümüz morarıncaya dek. Uzun kış gecelerinde annemin yumuşak sesiyle okuduğu Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu hikayeleri. Bizim kuşağın çocukları yoktan var etmeyi öğrendiler. Tüketimi bilmedik biz. İlaç kutularından araba, damacanaların alüminyum kapaklarından tabak yapıp evcilik oynardık baharları papatya dolan boş arsada. O arsaya da bir apartman dikmişler biliyor musun, çocukluğumuzun, bez bebeklerimizin, kahkahalarımızın üstüne beton döküp... İlk kalbimin çarpışı, çocukluk aşkım... O papatyaların yere düşen yapraklarıyla seviyor, sevmiyor... Sahur vaktine kadar komşu kadınlarla börekler açan annemin kokusunu bırakıp da arkadaşlarımın yanına gidemezdim. Ruh çağırırdık!
. Ağabeyimin gizliden bağladığı ipi çekmesiyle dalgalanan tülü görünce çığlık çığlığa kaçışırdık. Ah ben ne çok özlemişim çocukluğumun kokusunu...

Lise yıllarım deyince ilk sen gelirsin aklıma oldum olası. Sınıfın çalışkan tayfasından olmamıza rağmen dersten atılmamıza neden olan muzipliklerimiz, okulu asıp senin evinde, o minicik odanda yüreğimizi paylaştığımız saatler. Ah annen, Nurten teyzeyle seyredilen Türk filmleri. En acıklı sahnede annenin müthiş yorumlarıyla kahkahalara boğulmamız. Aşk sandığımız kıvranışlarımız. Sonra üniversite yıllarım. Sigara dumanlarıyla örtülü kantinde yabancı gelen siyasi söylevleri anlamaya çalışmalarım. İlk platonik aşkım, çerkezimi görünce ellerimin titremesini saklamak için acemi çırpınışlarım. Sen tam da bu sıralarda, karlı bir günde terkedip gittin hiç sevemediğin Ankara yı ve beni... yüreğime en ayaz yalnızlıkları bırakarak. Ege de bir kasabaya gittin memur olup. O kasabada mı yaşadın uzakta kalan sevdanın özlemlerini?

Ah be can dostum, hayat nerelere getirdi bizleri, ama hiç koparmadı birbirimizden. Bir yuvam olmuştu, ne kolay yıkılırmış meğer kale sandığın korunaklar. Parasını kazanan ayakta dimdik kalabilen kadınlar olduk. Olduk olmasına da yüreğimizi dik tutamadık, sevda sandığımız hoyratlara teslim edip hep acıttık, korumayı bilemedik belki de. Kim bilir...

Ben çocukluğumun kokusunu özledim Melike. Yaşanan acılardan sıyrılmak için belki de, bir bisküviye ışıldayabilen gözlerimizi özledim, mutlu olabilmenin yalınlığını özledim.Çocukluğumun kokusuyla canımı yakan herkesi tek tek sabırla affetmeye başladım. Affettikçe diriliyorum, affettikçe hayattaki renkleri görüyorum. Affetmek haklı görmek değilmiş, affetmek sevmek demek değilmiş; affetmek içindeki zehirden kurtulup yola her şeye rağmen devam etme gücü demekmiş.

Bir tek özlemimi geçiremiyorum. Ben evimi çok özledim be Melike, ama evim neresi artık bilmiyorum...

Hep hayatımda kal dostum. Birbirimizin hayatlarına şahit olmayı sürdürmek dileğiyle, tüm sevgimle...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Nisan 2006       Mesaj #568
arwen - avatarı
Ziyaretçi
HİÇ YOKTU

Yazmaya başlıyorum.
Ve bitiyor.
Dünya bir yıldız parçasıdır. Üzerindeki böceklerizdir. Üşürüz.
Bahar gelir yağmur yağar, kış olur, kuşlar donar kaldırım köşelerinde, yaz olur dirilirler. Yaz olur yerlere serilirler. Güneşlenirler. Kızlar danseder, erkekler ölür. Savaş çıkar biryerde, biryerde biter. Bir yerde yine başlar. Bir yerde biter. Ama hiç bitmeyecekmiş gibi yaşar savaşı analar. Ve hiç bitmez.
Dansederler! Köleler danseder!
Sonsuza kadar aşıktırlar.
********, bedenleri para için satarken ve kokain dumanları kalkarken kaldırımdan, vurulup yere düşen belki de senin öz be öz kardeşindir.
Çalar şarkı. Gecede çalar şarkı.
Eski gramofon çatıda tozlu ve bozuk. Kompakt disk-çalarlar alay ederler onunla ve cansızlar alemindeki bu hiyerarşik kargaşa ve nesiller çatışması hatırlatır bize çocukluğumuzu.
Bu Dünya karışık biryerdir.
Neler olmuştur neler.
Asker koşarken basmıştır mayına ve aynı anda çarpmıştır başına şarapnel ve yanında koşan dostları gene de devam etmişlerdir koşmaya ve gözlerinde korku ve dehşetle ve tozun ve dumanın ve derine değse yakacak olan parlak sarı ateşin ve anlamsız gürültünün içinde hiçbirine aldırmadan yine de uçmuştur hayatının son gününde kelebek.
Garip bir yerdir.
Tren çarpar işe giderken kıza. Uydu düşer Pasifiğe. Yakında başka galaksilere gidilecek, ölümsüzlük iksiri bulunacak ve kıyamet kopacaktır. Ama yine de sonsuza kadar zamanınız vardır.
Tuhaftır.
Şarapçı ne garip adamdır. Kartonların içinde yatar ve elinde şarap şişesi vardır ve içer. Bu mudur garip olan? Yaşaması mı? Yoksa bizim 'yaşama' tanımımız mıdır garip? Evlerde yaşamak şart mıdır? Çayır olamaz mı bu? Her yanımız tutulur mu? Kaldırımda gecelesek yazın ve kışın sokulsak birbirimize? Yetmez mi tulum? Manzaralı mağara?
Memurluk yapan adamlar ve kadınlar ve sosyal sigortadan emekli yaşlılar.. Yıllarca en büyük hayali bir EV sahibi olmak olmuş olan insanlar. Deli midirler? Yoksun kalmamız mıdır çıldırtan bizi?
SORUYORUM SİZE DOSTLAR, NEDİR EV?
EV!
Taşları üstüste koyarsın ve diğer şeyleri de ve içine tahtadan ve plastikten kullanışlı eşyalar.. Aralarını ne kadar açık bırakırsan o kadar büyük olur evin.
Peki ben neden yapamıyorum, ev? Sıcak ve yasal?
İnsanların rahatça aya gittiği çağ bu çağ değil mi?
Niye sokakta şarapçı?
Ve niye evdeyiz, biz?
Siz!
Karanlıkta dengesiz.. Çarpışıyor bakışlar.. Ellerinde biralar.. Gözleri boşluk.. Ya da çaresiz. Ve SİZ.
Sizler de oradaydınız.
Niye ona yardım etmediniz?
Taşlar yuvarlanıyor, yağmur durdu. Bahar geldi ve aşığız yine. ONA ve geri kalanına DÜNYANIN. Ve O nerede kimbilir şimdi ve ne yapıyor kimbilir.
Çayırda bir konserde güneşin altında oturup şiir yazmaktır mutluluk. Ama O ANDIR sadece ve BİR ANDIR ve O AN O ANIN MUTLU BİR AN olduğunu farkedebilirsen eğer, bu mutlu iz kayıp zamanın dışında biryere, sonsuzluğa kazınır ve artık hep oradasındır. Seni bekleyenler vardır.
Bu Dünya tuhaftır.
Yazmaya başlıyorum.
Ve bitiyor.
erdemli_devil - avatarı
erdemli_devil
Ziyaretçi
28 Nisan 2006       Mesaj #569
erdemli_devil - avatarı
Ziyaretçi
Dostluk Ve Özgürlük Ağacı

Bir varmış bir yokmuş. Belki dedemin, belki dedemin dedesinin zamanında efsaneler çokmuş…
Anlatacağım hikaye Munzur dağının eteklerinde yüksek vadilerin ve çağlayanların arasında Erzincan’ın Caferli köyünde geçtiği söylenir ve öyle anlatılır çocuklara...

Kimseye ait olmayan bir arazide kocaman mı? kocaman bir ağaç varmış… Çocuklar o ağacın adını Özgürlük ağacı; koymuşlar. Dostluk ve sevgi yemişi verirmiş her yıl bu ulu ağaç. Her bahar bembeyaz çiçeklerle süslenen dallarını, renk renk barış kuşları doldururmuş…

Her yıl sevgi ve mutlulukla beslenirmiş bu özgürlük ağacı. Sevgi, dostluk ve mutluluktan sağlarmış gereksinimini. Bu ağacın sevgiden oluşan sevgi meyvesi, diğer tüm ağaçlardan ayrı bir özellik katarmış ona. Yaprakları daha canlı, gölgesi daha serin, gövdesi daha güçlüymüş. Ona "Dostluk ve Sevgi Ağacı" denilmesinin nedeni tüm canlıları barındırırmış dallarının altında ve üstünde. Soğuktan yağmurdan kardan tutunda tüm kötülüklerden korur ve meyvesiyle beslermiş onları.
Gölgesinde barınan hayvanların sevgisi, dallarında ötüşen kuşların neşesi, altında serinlenen yaşlıların, çocuklarını emziren annelerin mutluluğu özgürlük ağacını sevindirirmiş. Tüm varlıklar bu ağacın önünde saygıyla eğilir rüzgar bile selam dururmuş.
Özgürlük ağacı her gün biraz daha yöredeki canlı cansız varlıklara sevgisini paylaşırken tüm hayvanları ve insanları da yemişiyle doyururmuş.

Yıllar yılı hayvanlar ve bu yöre halkı barış, dostluk, mutluluk ve güzellik içinde yaşayıp gitmişler. Çalışkan başarılı, sevecen,dürüst insanlarmış bunlar.

Özgürlük ağacının bereketli yemişi o yöredeki bütün kuşlara, hayvanlara, insanlara ve çocuklara yeter de artarmış, bütün canlılar faydalanırmış yemişinden. Her yaz sanki bereketlenir bitmek nedir bilmezmiş, artan yemişler de saklanır bütün kış mevsimi yenirmiş. Köyde istemiyerek iki kişi arasında bir anlaşmazlık çıksa. Köyün Cafer Ağası hemen devreye girer, bu iki dargın insana dostluk ve sevgi yemişi sunarak barış şerbetinden içirip olay hemen tatlıya bağlarmış.

Tüm gücünü ve hakseverliğini özgürlük ağacından alan Cafer ağa “dur” dedi mi sular dururmuş, ‘yürü” dedimi dağlar yürürmüş o zamanlar. O nedenle köyde kimse dargın, kırgın durmazmış, sevgi ve dostluk içinde yaşayıp gitmişler yıllar yılı. Kimse kimsenin malına göz dikmez, kimse, kimsenin hakkını yemez, her tarafta barış, dostluk, sevgi, dürüstlük ve kardeşlik hüküm sürermiş…

Bu toplumu kıskanıp çekemeyen komşu köylerin ağaları ise bu köyün huzur ve mutluluğunu bozmak için çeşitli planlar yapıp, tuzaklar kurar dururlarmış. Amaçları ise bu köyün birlik ve düzenini bozup göz diktikleri verimli arazilerini ve dostluk ağacını ellerinden alıp işgal etmekmiş. Hemen işe koyulmuşlar tabi. Araya casuslar koyup Cafer ağanın sırrını anlamaya çalışmışlar ve avuçlar dolusu altın vaat etmişler bu sırrı çözeceklere. Bu köydeki hikmetin o özgürlük ağacı olduğunu ögrenen çevre köylerin ağaları bir plan hazırlayayarak bir gece gizlice gelip bütün dallarını kesip götürmüşler özgürlük ağacının…

Artık meyve vermez, kuşlara, çocuklara gülmez olmuş özgürlük ağacı, altında çocuklar oynamayan, kuşlar konmayan özgürlük ağacı üzülmüş, üzütüsünden hastalanmış ağlamaya başlamış kökleri. “Özledim” demiş onları, “dallarıma konan rengarenk kuşları özledim, altımda oynarken çocuklar cıvıl cıvıldılar neşe bulurdum onlarla, dallarımı kestiklerinden bu yana gölgeme yaşlı nineler, dedeler de gelmez oldu. Anneler o güzelim çoçuklarını emzirmez oldu dallarımın altında” deyip derinden derine iç geçirirmiş… Derken köylüler bir bakmışki, özgürlük ağacı kurumuş, cansız, bir odun parçasından farkı kalmamış…

Köylüler toplanıp ağlamış, adaklar adamış, ağıtlar yakmışlar, dualar etmişler ama fayda etmemiş, özgürlük ağacı yeşermemiş bir daha. Bir daha dostluk ve sevgi yemişi yenmemiş o köyde, barış şerbeti içilmemiş. Kısa bir zaman sonra bu mutlu toplulukta isyanlar ve kavgalar başlamış. Bunu fırsat bilen diğer köyün ağaları ise hemen savaş açmışlar. Kendi iç kargaşaları yetmezmiş gibi bir de diğer köylülerle yıllarca savaşıp iyice yılan bu insanlar, değişik kentlere göç etmeye karar vermişler.

O günden sonra herkes biribiriyle küs ve kavgalı olmuş, o gün bu gündür ne barış, ne huzur, ne de bereket kalmış o köyde … Mutluluk ve huzur da orda yaşayan insanlar gibi terkedip gitmiş buraları…

Ve diğer kıskanç çevre köylerin de o yıl bütün ekinleri, ağaçları kurumuş onlarında çoğunluğu göçüp gitmiş uzaklara...
venüsün_kızı - avatarı
venüsün_kızı
Ziyaretçi
28 Nisan 2006       Mesaj #570
venüsün_kızı - avatarı
Ziyaretçi
ÜÇ YILLIK AŞK


GÜZEL BİR İLÇEDE YENİ SERPİLMEKTE OLAN GÜZEL Bİ GENÇ KIZ VARMIŞ ve AYLARDIR DİKKATİNİ ÇEKEN, GÖZLERİNİ BİR TÜRLÜ ALIKOYAMADIĞI AŞKI.ARADAN UZUN YILLAR GEÇER ARTIK KIZIN İÇİNDEKİ.ATEŞ CANINI YAKAR OLMUŞ. KİMSELERE AÇAMAZMIŞ SEVGİSİNİ.AYNI ZAMANDA EN YAKIN ARKADAŞI DA SEVERMİŞ ONU.
BUNU HER FIRSATTA ANLATIRMIŞ.KIZSA SEVGİSİNİ İÇİNDE HER GEÇEN GÜN BESLER BÜYÜTÜRMÜŞ. TAKİ İÇİNE SIĞAMAZ HALE GELENE KADAR.VE BİRGÜN ÇOCUK FARK EDER.BU KIZDA KİM DER TANIŞMA ORTAMI AYARLAR.KIZIN NUMARASINI BULUR.
VE BİR GÜN...
BEKLENEN AN İÇİNDE BÜYÜTTÜĞÜ SEVGİ ARTIK KARŞILIKSIZ DEĞİLDİ. ARTIK SAKLAMIYORDU AŞKINI. İÇİNDE KOPAN SESSİZ FIRTINALAR DURULUYOR.GÖNÜL GEMİSİ DEMİR ATIYORDU.KIZA AÇILDI.3 GÜN SONRA DELİKANLININ DOĞUM GÜNÜ KIZ CEVABI O ZAMAN VERMEK İSTEDİĞİNİ SÖYLEDİ. BU ONA DOĞUM GÜNÜ HEDİYESİYDİ.AMA DELİKANLI O GÜN TRAFİK KAZASI GEÇİRİR ve DOĞUM GÜNÜNDE ÖLÜR. SEVDİĞİ PERİŞANDIR.
HERKESE DUA ETMESİ İÇİN YALVARIR. NAFİLE OLAN OLDU DELİKANLI VEFAT ETTİ. GENÇ KIZ BİR KEZ SEVDİĞİNİ İTİRAF EDEMEDEN DELİKANLIYA BİR KEZ DOKUNAMADAN ONA OLAN AŞKINI İÇİNE GÖMMÜŞ ve OGÜN KENDİ KENDİNE SÖZ VERMİŞ OĞLUMUN ADI MELİH DEMİŞ


Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar