Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 56

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.332 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Nisan 2006       Mesaj #551
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BAŞAK SAÇLI KIZ

Sponsorlu Bağlantılar
Usulca uyanıyor güneş, rüzgâr esiyor, ağaçlar gülümseyerek başlarını sallıyor… Güzel kız bembeyaz örtüler arasında mışıl mışıl uyuyor. Eflatun odasının menekşe perdeleri güneşi içeri davet ederken rüzgâr salınarak pencereden odaya giriyor. Güzel kız uyuyor. Rüzgâr saçlarını okşuyor. Güneş yüzüne dokunuyor. Genç kız baharı soluyor nefes nefes, kuşlar cömertçe rüyasına uçuyor. Tebessüm ediyor; derinleşiyor uykusu... Görüyor… Sımsıcak bahar havası rüzgârla kucaklaşmış her nasılsa, kardeş kardeş dolaşıyorlar. Genç kızın bedeninde bir sıcaklık, bir serinlik…
Perdeler gölgeler ülkesinden ayrılıyor, çekiliyorlar saygıyla; dışarıdan başak sesleri geliyor… Başaklar hoyrat değil, başaklar suskun değil… Dokunuyorlar parmak uçlarıyla, okşuyorlar; seviyorlar. Başaklar, uçuşuyorlar; pencereyi aşıp genç kızın yatağına ulaşıyorlar; genç kız, başak saçlı kız oluyor… Perdeler kapanıyor. Rüzgâr günaydınlaşıp fırtına ülkesine dönüyor; perdeler gölge ülkesine; güneş yükseliyor; tepelere gidiyor. Başaklar zamanın içinde donuyorlar. Menekşe perdeli eflatun oda renk değiştiriyor. Başak saçlı kız, kuşların terk-i rüyasıyla uykuya küsüyor; uyanıyor…
*
Başak saçları güneşin ışıklarıyla yanmaya başlıyor. Genç kız bir sıcaklık, bir yangın hissediyor bedeninde. Ateş bedenini geçip ruhunu yakalıyor. Yanıyor… Gittikçe çoğalan yangının içinde eridiğini hissediyor. Oysa birkaç saniye önce rüyasında dahi bir serinlik hüküm sürüyordu. Genç kız ruhundan gelen derin sızıyla haykırıyor:
“Bu gördüğüm hayat değil, bu yaşadığım rüya değil. Başakların sevişleri yok, rüzgârın okşayışları, güneşin ışığı yok… Başak saçlı kız olmadı aslında… Başak saçlı kız yok… Perdeler kapanıyor. Başak saçlı kız fırtına ülkesine dönüyor; başaklar altın ülkesine… Eflatun perdeler yok. Duvarda posterler sadece…
Saçlarıma bakıyorum, kızıl. Gözlerime bakıyorum elâ. Etrafıma bakıyorum gri. Bu ben değilim. Bu hayatım değil. Sarı sarı salınmalıydım, mavi mavi bakınmalıydım, güller açmalıydı yanaklarımdan; ben periler diyârında olmalıydım. Ve uyandım rüyamdan. Artık gördüğüm kendi rüyam bile değil. Düşlediğim kendi düşlerim, değil.
Uyumalıyım… Başak saçlı güzel kız olmalıyım. Güneş doğarken değişmemeli bu rüya. Değişen bu yürek olmamalı. Hayatın yükü yüklenmemeli; kızıl saçlarım solmamalı. Yaşlar akmamalı anlamsızca. Uyumalıyım…”
*
Başak saçlı kız, güneş saçlı kız oluyor. Anlamıyor nedenini. Güneş yüreğini gittikçe kavuruyor. Yangın ruhunu lime lime ediyor. Yavaş yavaş eriyor sarılar, her taraf kan oluyor. Kırmızılar doluşuyor. Kızıl saçlı kıza dönüşüyor, kızıl saçları soluyor. Anlamıyor. Sadece yanıyor…

Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
24 Nisan 2006       Mesaj #552
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
hikaye100618sh
Ateş bir gün suyu görmüş yüce dağların ardında
Sponsorlu Bağlantılar
sevdalanmış onun deli dalgalarına.
Hırçın hırçın kayalara vuruşuna,
yüreğindeki duruluğa
Demiş ki suya:
Gel sevdalım ol,
Hayatıma anlam veren mucizem ol...

Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa
al demiş;
Yüreğim sana armağan...
Sarılmış ateşle su birbirlerine
sıkıca, kopmamacasına...

Zamanla su, buhar olmaya,
ateş, kül olmaya başlamış.
Ya kendisi yok olacakmış, ya aşkı...
Baştan alınlarına yazılmış olan kaderi de
yüreğindeki kederi de
alıp gitmiş uzak diyarlara su...

Ateş kızmış, ateş yakmış ormanları...
Aramış suyu diyarlar boyu,
günler boyu, geceler boyu
Bir gün gelmiş, suya varmış yolu
Bakmış o duru gözlerine suyun,
biraz kırgın, biraz hırçın.
Ve o an anlamış;
aşkın bazen gitmek olduğunu.
Ama gitmenin yitirmek olmadığını....
Ateş durmuş, susmuş, sönmüş aşkıyla.
İşte o zamandan beridir ki:
Ateş sudan,
su ateşden kaçar olmuş..

Ateşin yüreğini sadece su,
Suyun yüreğini
Sadece ateş alır olmuş...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Nisan 2006       Mesaj #553
Misafir - avatarı
Ziyaretçi



Ayumi
Şunun şurasında dönemin bitmesine az bir zaman kalmıştı. Bu güne kadar onu anlamaya çalışmak ve izlemekle geçmişti. Artık duygularına söz geçiremez olmuştu. Okul çıkışında onu takip etmişti. Genç adam; yaprakları yeni yeni filizlenen yaşlı ağacın alında, bankta oturmuş; kıyıya gelip gitmekte olan dalgaları seyrediyordu. Hareketleri, derse olan titiz ilgisi ve yorulmak nedir bilmeyen gayreti en dikkat çeken yönleriydi. Duyguları dışa kapalı, yüreğine erişilmesi zor biri gibi görünüyordu. Aslında öyle biri de değildi. Hiç ağladığı olur muydu? Gözyaşları içe dönük mü akardı? Dış alemlere yansımaz mıydı? Ufkunda tuttuğu, oturduğu ağacın dibinde iç alemine akan görünmez yaşlarla ağlayan biri miydi? Gördüğü kadar; şehveti körükleyen arzulara tutsak yaşayanlardan biri de değildi. Sınıfta, okulun bahçesinde, laboratuvarda, peşinde gölgesi gibi gezen kızların bakışlarından nispeten uzak dururdu. Yaşamaya çalıştığı inancının çilesini çeken biri miydi? Gözyaşlarını hiç sevmeyen, daima iç alemine ağlayan biri miydi? Gönül işlerine yüz çevirmekte olduğu ne derece doğruydu? Kendini, nefesi kadar yakından takip eden genç kızlardan gerçekten habersiz miydi? Mahiyeti bilinmeyen duygularla uzaklara bakışı merak uyandırmaktaydı…
Sözlerine nasıl bir tepki vereceğini bilmiyordu. Bu güne kadar çekindiğinden bir türlü açılmamıştı. Her geçen gün içinde tutmaya zorlandığı duygularının şiddetli baskısı altındaydı. Nasıl olsa kaybedecek bir şeyi de yoktu. Kendini nefesi kadar yakından takip eden, içinden “bu adamla bir gece geçirmek için neler vermezdim...” diyen genç kızdan habersiz, körleşmiş duygularla uzaklara anlamsız bakmaktaydı.
“Merhaba” dedi. Ölçü tanımayan saçları omuzlarının üzerine dökülmüş sarı parlak saçları dalgalanan kız, yosun yeşili gözleri ufkunda, hissiyatını pembe dudaklarına verip ilanı aşk etmek istiyordu.
“Merhaba” dedi genç adam. Kuru bir “merhaba” ya cesaretlendi genç kız.
“Yalnızsınız” dedi.
“Yalnız olduğumdan nasıl emin olabilirsiniz?” dedi genç adam. Beklemediği bir cevaptı. Şaşırdı. Bir an tereddüt etti ve bir birine zıt duygular arasında gidip geldi.
“Benim göremediğim birileri mi var?” dedi.
“Hayır. Herkes yalnızlık çekebilir ama ben pek değil... Bak!... Deniz dalgalarının coşkulu; sahile söylediği şarkıları, ağaçların meltemle olan muhabbetini, kavga dövüş etmeden akşamın gündüzle kucaklamasını, yerini veda ederek; mehtaba bırakacak güneşi, kendi mecrasında akıp giden hayatın bizlere bahşettiği sıhhati, görmüyor musun?
Genç kız, koş bulunmuş gibi hissetti kendini… Genç adamla göz göze geldi. Onun bakışlarında boğulur gibi oldu.
“Oturabilir miyim?”
Genç adam: “Buyurun” diye söyleyinceye kadar oturmadı. Bankın diğer ucuna sessizce yerleşti.
“Tek başınasınız”
“Evet. Siz de öyle…”
“Belki açılırım diye dolaşmaya çıkmıştım. Güzel bir gün değil mi?”
“Evet.”
“Söylesem mi?”
“Neyi!”
“…!
“Sevdiğimi.”
“Söylemezseniz bilemez ki!”
“Bak o da sevdiğini söylüyor.”
“Kim?”
“Dalgalar, sahile sevdiğini söyler durur.”
“Ama ben…”
“Güzelsiniz. O öğrenince mutlu olacaktır.”
“O kim?”
“Onun kim olduğunu bilmiyor olamazsınız.”
“Ama.. Ama ben sizi…”
“Kimi!..”
“Sizi…”
“Nereden çıktı bu!..”
“Yüreğimin en derin yerinden.” Cevap vermesini beklemeden sözlerine devam etti. “Duygularıma karşılık verdiğiniz gün; beni mutlu edeceksiniz” diyordu. Nasıl söylerim diye kara kara düşündüğünü bir anda söyleyip çıkıvermişti. Nasıl bir tepki vereceğini bilemenin korkusuyla günlerdir kendi kendine eziyet edip durmuştu. İçindekileri söyleyerek yüreği üzerindeki karanlık bulutlarını dağıtarak rahatlamıştı. Duygularına esir olan yüreği, hissiyatını açığa vurmaktan çekinmiyordu.
“Bak bu olmadı işte!...”
“Neden?”
“Sizinle birlikte olmak için çok şeylerini kaybedecek o kadar etrafınıza genç varken… Hem size umut vad ettiğimi hiç hatırlamıyorum.”
“Dürüstlüğünüz, yorulmak nedir, bıkmak nedir bilmeyen çalışmanız, zekiliğiniz, incelikleriniz; hassas oluşunuz, temiz bir kişilik ve kimliğiniz beni size bağlamaya yetti.”
“Görmüyor olamazsınız. Etrafınızda aynı özellikleri taşıyan kendi ırkınızdan bir çok insan var.”
“Ama siz, bir başkasınız.”
“Yanılıyor olamaz mısınız? Sıradan insanlardan benim ne farkım olabilir?”
“Sizde olup da, onlarda göremediğim çok şeyler var.”
“Hiçbir şey birbirini aynısı değildir ama duygularınız sizi yanılmış olmalı!..”
Yanına kadar sokularak: “Neden kaçıyorsunuz?” diyordu. Genç kız ensesine kadar yaklaşıyor, hissiyatını alt üst etmeye çalışıyordu. Gözlerindeki esrarlı pırıltılarla cadde kenarından gelip giden dalgalara göz atarken; nazik, saygılı ve yalvarmaklı bir sesle:
“Çirkin biri miyim?” dedi ve kısa bir süre tepki vermesini bekledi ve devam etti. “Çocukluğumdan beri hiç kimseyle gönül alış verişim olmadı. Yanlış anlamayın, sadece duygularıma siz hakim oldunuz.”
“Çirkinlik, tende değil yürekte olandır” dedi genç adam. Genç adamın konuşmasından cesaret alarak; aralıksız sözlerini sürdürmeye devam etti.
“Neden bir ışık, ufacık bir ümit vermiyorsunuz? Bu dünyaya senin olmaya geldim.”
“Bu nasıl olabilir?”
“Sevmek bir ihtiyaçsa, insanın sevdiğini söylemesi neden suç olsun. Sizden imkansız bir şey mi istiyorum?”
“Ben doğduğum yerlerde bıraktım yüreğimi.. Ana, baba, kardeş sevgisinden başka sevgi de tanımadım.” Üniversiteden Şule hanım aklına geldi. Uzun zaman ona da hiçbir şey yazmamıştı. Ondan da bir haber alamamıştı. Merak etti. Daldı.
Ayumi, genç adamın yıllardır görünmez gemler vurduğu duygularını yeniden uyandırmaya çabalıyordu. Genç adam; adını koyamadığı çilenin öldürücü ıstıraplarına, kasırgaya tutulmuş çaresiz bir ağacın dalları, yaprakları kadar yüreğini sıkıntıya sokmak istemiyordu. Duygularının ruhunu bunaltmasına, pişmanlık duyarak yaşamaya asla izin vermek istemiyordu.
“Hayır… Hayır. Bu imkansız!”
“Neden?”
Kestirip atmasını, irtibatın kesilmesini, reddedilmeyi asla ama asla kabullenmek istemiyordu.
”Ben de sizin gibi sadık bir dost, candan bir arkadaş bulamamanın acılarını hissederek yaşadım. Karşıma çıkanların göz bebeklerinde menfaat ve şehvet arzularının raks ettiğini gördüm. Garip bir arzu, garip bir hisle insan denilen meçhulü sende incelemeye, gönül kapılarını açarak, sizi çözmeye çalışacağım. Her insanın ılık bir arkadaşlığa ihtiyacı vardır.” Genç adam suskunluğunu bozdu.
“Beni yeteri kadar tanımıyorsunuz bile!”
“Konuşmasam da tanıyamam ki!.. Sizi günlerce takip ettim. Her hareketinizi izledim. Her derste, her ameliyatta hep yanı başınızdaydım. Günlerce gözlerinizden ve sözlerinizden sıcak bir şeyler ümit ederek bekledim. Gözleriniz; derslerinizin ve işlerinizin dışında hiçbir şey görmüyordu. Oysa güzeller her zaman yanı başınızda ama her zaman güzellikleri uzakta aramak sevdasındaydınız. “Uzaktaki kıymetli, zorluklarla elde edilen değerli, aradığında elinin altında olmayan güzeldir” derler. Gülde gönülleri olanlar bile, onlara ulaşmak için ömür tüketmekten korkarlar da, kır çiçeğindeki gül güzelliğini fark ederler. İnsan her zaman güzeli ister, güzelin hastasıdır. Güzele ulaşmak için ömrünü feda eder. Oysa bir baksa etrafındakilere, mutlak bir güzeli fark edecektir. Ama tek bir düşüncenin kavanozunda kapalı kalmamalı insan. Güzeli ararken, ezerek geçtiği bir başka güzeli fark edemeyecek kadar kördür insan. Bir görebilse kır çiçeğinin gül tarafını... Bir görebilse, hayal pınarının çeşmesinin değil de suyunun önemli olduğunu... Yetinse elindekiyle, güzelliğini bulmaya çalışsa elindekinin. Sevdiklerini gül demetleriyle mutlu edebilme fikrini atsa kafasından. Bir gün de kır çiçeği toplasa, sunsa sevdiklerine... Hayatını gül arama yolunda feda edeceğine, görse kır çiçeğinin gül yanını... Bir fark etse ayaklarının altındakileri, bir ehemmiyet verse kır çiçeklerine. "Sonuçta ikisi de çiçektir. Gül herkesçe güzeldir, kır çiçeği de bence güzeldir." dese.”
“Milliyetimizin ayrılığı sizi hiç düşündürmüyor mu?”
Genç kız: “Hepimiz insan değil miyiz? Irk, renk ve dil bile bir yerde sükut edebilir. Siz de bilirsiniz ki! Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşır. Hele ikinci dünya savaşından bu yana, Japonya’da yabancılarla evlenenlerin sayısını bilen bile yok. Ben, ne ilk nede son olacağım.”
Genç adam: “Buna ailen, en yakınların bile karşı çıkacaklar, engel olmaya çalışacaklarını hiç düşünmez misin?”
“Kim karışabilir?”
“Pek çok…”
“Bu hayat benim değil mi?”
“Elbette. Ama üzerinizde hakları olanlar vardır. Unutmamalısınız! Ve sizde gözü, gönlü ve umutları olanlar mutlaka bulunacaktır.”

“Bil ki! Senden uzak
Ne güzellikleri avutur beni
Bu şehrin,
Ne de yıldızlı akşamları.

Özlemin bir nehir olmuş,
Yarar girer içimdeki dağları.
Alınyazımı değiştiremem ama
İstemediğim kadere de boyun eğmem.”

“Ben sadece yalnız ve garip biriyim .”
“Bırak. Kum üstünde şaton olacağına taş üstünde kulüben olsun ne fark eder.”
“İnsanlar ancak hayalleriyle yaşar ve biraz yaşamaya başlayınca tüm hayallerini kaybederler.”
“Seni seninle yaşamak varken, sensiz hayalinle yaşamak gücüme gidiyor. Sen en büyük sevgiyi hak edecek kadar mükemmel, herkesin sevmeyi hak etmeyeceği kadar özelsin.”
“Peki sen müsaade aldın mı? Sözlerini bir yumuşama olarak kabul ederek; yüreğinde biraz umut ışıkları belirdi.
Genç kız : “Sadece bir Türk’ü sevdiğimi söyledim. Biz de kararı evlenmek isteyenler verirler.” Gönlü umutla umutsuzluk arasında çırpınıyor, bedenini soğuk bir ter kaplıyordu. Genç kız, kararlılığını belli eden davranışıyla “Şimdi cevap vermeye bilirsin” diye mırıldanıyordu. Genç kız, ezik kahrolmuş duygularla bakmaktaydı.
“Acılar ve sevinçler müşterek olmalı. Derdimizi bir birimizden saklıyorsak, ne anlamı olur birleşmenin? Ben bir Budist’im” diye mırıldanıyor. “Senden saklıyor muyum? Ya siz… Sizin de Müslüman olduğunu biliyorum!”
Ağlamaklı baktı genç adama. “Güzellik, sırf bunun için beraberliği arzulamak, çok basit istek bence. Acılarımız ve sevinçlerimiz buna isyan etmez mi? İnsanın başka şeyler konuşmaya, araştırmaya, hatta çok şeyleri bulmaya, kaybetmeye bile ihtiyacı vardır. Herkes gibi benim de bir dış dünyam ve bir de iç dünyam vardır. Orada yasaklara, devletin koyduğu kanunlara, hatta törenin koyduğu bütün kurallara bile kafa tutar, isyan ettiğim olur. İnsanın içinde biriken, taşmak isteyen bu sırlar var ya, beraberlik, bütünleşmek ve hayatı bölüşmek denilen arzu, daha çok bunun için olmalı. Sizi arkadaş olarak seçişim; en yakışıklı bir siman olduğu için değildi.. Suskun, vakur, tenezzülsüz görünümünüzle bir muamma gibi oluşunuz, tıpkı bir mıknatıs gibi beni peşinizden sürükledi. Sizi çözebilmek ve sonra sıkışan yüreğimin gizlerini size açarak rahatlamak istemiştim. Bir Budist çocuğuyum. Babam zaman zaman bu öğretileri anlatır bize. Türkleri Müslüman diye duyarım. Ben bunları konuşarak öze yaklaşmak istiyorum. Size nasıl yasak tanımadan düşüncelerimi açmışsam, sizden de aynı şeyleri beklemekteyim. En azından bir şeyler söylemelisiniz. Beni inandırmalısınız.”
“Gerçekleri bilmemek, doğup büyüyerek toprağın derinliklerine karışmak.. Bunlar sebebi araştırılması gereken sorular olarak duruyor içimde. Babam : “İnsan sebepsiz olarak yaratılmadı…” ifadesini sürekli tekrarlayıp durur. Yeryüzü, gökler, yıldızlar, denizler, canlılar ve insan… Her biri dev bir muamma kafamda. İlmi sebepler araştırılmakta sonra akıllara durgunluk verecek şekilde, gülünç bir ifade ile tesadüflerin kucağına terk edilmektedir. Ölenler, ölümün eşiğinden dönenler, hastanelerde inleyenler, iç ürpertici hadiseler hiçbir şey anlatmıyor mu? Yaşadığımız bu asırda ciddi rahatsızlıkların çoğunu gideremeyen tıbbın yoğun vakalar karşısında acze düştüğünü görmek, beynimde binlerce soru üretiyor. Bizim tedavi edemediğimiz organları yaratan harika ne kadar kuvvetli.. olduğunu anlatan siz değil misiniz?” Yüzünde acılı gamzeler vardı. Telaşeli, usanç veren, ısrarlı, nemli gözlerle bakıyordu.
“Güzeli çirkinden, iyiyi kötüden ayıran, tercihlerimizde bize yardımcı olan, maddenin satın almaya gücü yetmeyen gözleri.. Bir et ve sinir parçasının akıllara durgunluk veren görebilme olayını.. düşünen, seven, nefret eden, duygulanan, ağlatan ve güldüren beyni.. Böbreği, ciğeri, kalbi. Mikrobu ve hücreyi.. Bunların vücudumuzda irademiz dışında aldıkları emirler doğrultusunda sistemli çalıştıklarını, düşündükçe bunların bir sahibi olmalı değil mi? Tedavisinde acze düştüğümüz organların yaratılışlarını tesadüfe bağlamak ne kadar yanlış olduğunu söyleyen?”
“Yaşamak sadece millet olmak, yeryüzünü fesada boğuk kan dökmek olmamalı diyen. Toprak, aldığı emirle sinesine verilen çekirdekleri filizlendirdiği, o şuursuz haliye sebze, meyve bitirdiği, renk renk, desen desen çiçekler açtığı, sihirli kokular ikram ettiği derelerin, nehirlerin, dağların, gündüz ve gecenin, ay ve yıldızların hakkıyla görevlerini yaptıklarını en güzel bir dille yorumlayan siz.. Gece gündüze dönmese, bulut yağmur yağdırmasa, mevsim kışını bitirmese, güneş doğmasa hayat olur muydu? ”
“Size söz veriyorum. Sizi mesut edebilmek için, her fedakarlığı yapmaya hazırım.”
Genç adam, verecek cevap bulamıyordu. Ayumi’yi üniversite ki başarısını, gayret ve insan üstü çabasını görmüştü. Etrafında o kadar; birlikte olmak isteyen olmasına rağmen; yüz vermiyordu. Ruhi güzellikleri fiziki güzellikleri içinde gizliydi. Rutin bir yaşayıştan dolayı pek bilinmiyordu.
Ufuklardan güneş batmaya başlıyordu. Batan güneşle birlikte, Tokyo’nun semalarında solgun ışıklar can veriyordu. Gün, yüzüne mor bir tül çekiyordu. Uzaktan sahil dalgalarının ninnileri geliyordu. Evlerine gitmekte olan; sokaktaki insan seli gittikçe azalıyor, Tokyo’nun kucağında kendilerini yalnız hissediyorlardı. Ayumi, veda edip giderken: “Sizi, bizimkilerle tanıştırmak istiyorum” diyordu.
Son düzenleyen Blue Blood; 24 Nisan 2006 22:52 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
24 Nisan 2006       Mesaj #554
arwen - avatarı
Ziyaretçi
CENNET GÖZLÜMM

bundan 2 yıl önceydi çok sevdim çokkkkkkk anlatamam o cennet gözlerine vuruldum başta alay edip dalga geçtigim adama aşık olmuştum sanki damarlarımdan akan kan yüregimdeki bir dag olmuştu sadece o vardı hayatımda tek o bütün erkekler kardeşim abim olmuştu kimseye bakamaz görmez oldum o gözler anlatamam bu duyguyu yaşamalısınız neyse birgün benim arkadaşlarımla gittigim bir kafe vardı oraya takılıyorduk ve ben hergün onu görme umuduyla giderdim oraya her gün kalbim yerinden çıkardı yüzüm kızarır saçmalaardım bir gün o kafeye başkasıyla geldi o an sanki dünya başıma yıkıldı sustum hiç birsey yapamadım onu okadar sahiplenmiştimki sanki bana aitti sadece aşk işte neyse zaman geçti ve o birgün geldi açıldı konuştuk dertleştik bana 10 aydır bekledigim şeyleri söyledi o an sevinçten öle bilirdim inanın sonra ben onu hergün daha çok sevdim daha çok günler günleri kovalarken ben o cennette mutluydum ama çok sürmedi o mutluluk sadece ben mutluymuşum bu aşkta ben hergün bu aşkı içime sıgdıramaz ken o na olan aşkı hergün haykırırken o bana birgün bu aşk bitti sana karşı içimde hiç birsey kalmadı dedi oan ölmek istedim olmaz olamz o bana bunları söylüyemez dedim ben gözlerim doldu ama aglama kızım dedim kendime o ise etrafa bakıyor hiç birsey olmamış gibi davranıyordu aşkımız bitmişti ben hala onu çok seviyorum hala onun için göz yaşı döküyorum ve geçenlerde başkasıyla sözlendigini ögrendim o artık başkasının ona mutluluklar diliyorum bu gözler ve bu kız o cennette var oldu orda yaşadı orda mutlu oldu şimdi gülmüyorum ben biliyormusun ama sen mutlu ol be güzel gözlüm onu bilmek bile mutlu eder beni şimdi bende gidiyorum hayatından ama bir seyi bil seni hep beklerim hep severim seni seviyorummmmmmmmm hacım
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Nisan 2006       Mesaj #555
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
O SABAH

Telefonu kapattıktan sonra, bir süre sevdiği kadını düşündü. "Bitti" demişti kadın, biten neydi, neden bitmişti, bilemedi. Kadının yüzünü anımsamaya çalıştı, yüzü yoktu, panikledi... Sevdiği bir kadın vardı, mutlaka vardı, onunla güzel şeyler yaşamış, paylaşmış olmalıydı, düşündü, kimdi bu kadın, ne zaman tanışmışlardı, hiç bir şey anımsayamadı. "Bir kadın olmalı" dedi kendi kendine, vardı, biliyordu, emindi varolduğundan. Tekrar kadını, kadının yüzünü düşündü, hiçbir şey anımsamıyordu. "Saçmalık bu" dedi.

Saçmalıktı bu yaşadığı. "Rüyamı görüyorum" diye düşündü, ama telefonla konuşmuştu, "Bitti" demişti bir kadın sesi ve kapatmıştı telefonu. İşte şimdi yatağında oturuyordu. Bir sigara yaksa, kendine gelecek, belki de anımsayacaktı herşeyi. Elleri alışkın, komodinin üzerindeki sigara paketine uzandı, sigarasını, çakmağını aradı, yoktu ikiside. Komodinin üstüne koyardı her gece; yatmadan önce, kitap okurken sigara içerdi. Bu gece de, yatacağı zaman oraya koymuştu kesin. Düşündü, anımsamaya çalıştı, zorladı kendini. Anımsamadı geceyi.

Belleğinden silinmişti gece. Kalktı, lambayı yaktı. Odada fazla eşya yoktu, herşey kirli ve tozluydu. Çarşafları dağınık kocaman bir yatak, sağa sola bırakılmış giysiler, yatağın yanında bir komodin, üstünde izmaritleri dolu bir küllük. yanında küçük bir kitaplık, kitaplıkta ve yanındaki sandalyenin üzerinde darmağınık dergiler, kitaplar... Bu oda, bu odayı tanımıyordu, tanıdık değildi hiç bir eşya. Tekrar komodinin üzerine baktı, sigara yoktu. Arandı bir süre, rastgele atılmış giysilerin ceplerine baktı, sigara bulamadı. Hem bu giysiler kimindi? kendi giysileri neredeydi? Üşümeye başladı.

Üşüyordu, titrediğini, dişlerinin biribirine çarptığını farketti. "Mevsim yaz olmalı, bu mevsimde üşünmez", diye düşündü. Acaba yazmıydı, anımsamadı. Ağustos olmalı, en fazla Eylülün ilk yarısı... Eylülün ilk yarısı mı, peki yol kenarında, sepetlerindeki kirazı satmaya çalışan kadınlar, onları nerede, ne zaman görmüştü. Geçen yıl mı, ya şimdi hangi yılda, hangi mevsimdeydi? Titremesi arttı, çenesi kilitlenmiş gibiydi. Bedeninin ve ruhunun içi boşaltılmış, buz kalıplarıyla doldurulmuştu sanki. "Yatmalıyım, yatakta ısınırım" diye düşündü, battaniyeye sarındı iyice, ama üşümesi durmuyordu. Keşke içecek birşeyler olsaydı, sıcak bir ıhlamur, ya da çok sert bir içki.

Sert bir içki içtiğini düşündü, gırtlağını, midesini yaktı içki. Ağzından, midesinden mavi dumanlar yükselmeye başladı, mavileşti her yer, mavinin bütün tonları... Sonra turuncu bir ışık... dalga dalga gelmeye başladı ışık, ardından yeşil benekler, yeşilin her tonunda kümeler oluştu. Bütün renkler iç içeydi, uçuşuyorlardı. Flu bir renk topu gibi. Giderek açıldı, belirginleşti herşey, tropikal bir ada oluştu. Palmiye ağaçları arasında, bir hamakta yatar gördü kendisini. İçi biraz ısınmıştı, birşeyler anımsıyor olmalıydı. Müzik geliyordu uzaktan, kalktı, sesin geldiği yöne yürüdü. Kocaman bir org gördü ışıktan yapılmış, müzik orgdan çıkıyor ve her nota ayrı bir renk olarak tuşlardan akıp, doğaya karşıyordu. "Bu tanrı olmalı" dedi, org çalan kişi için. Sevimli bir adama benziyordu, üzerinde pelerini vardı, belki de kadındı, dikkat etti yüzü yoktu tanrının. etrafındaki insanlara baktı, onların da yüzleri yoktu ve hiç biri diğerine benzemiyordu. Sonra hamakta yatan kendini düşündü, acaba kendinin yüzü varmıydı. Yüzünü görse belki herşeyi anımsardı. Geriye, hamağın yanına döndü, eğildi yüzüne baktı, yüzü yoktu.

Yüzü yoktu, anımsamalıydı yüzünü. "Bir ayna"dedi, "Bir ayna bulup bakmalıyım, banyoda olmalı", diye geçirdi aklından, banyoya koştu, fakat ayna yoktu. Bir yerlerde olmalıydı, bütün odaları dolaştı, yoktu. Düşündü ve farketti, kendisi aynaydı, onlarca, binlerce göz, kendine çevriliydi. Kendine bakan yüzlerin, gözlerin farkındaydı ama onları göremiyordu. Kendini de göremiyordu. Upuzun bir yoldu tek gördüğü.

İki yanı çınar ağaçlarıyla kaplı uzun bir yol. Yolu çevreleyen çınar dallarını görebiliyordu. Renk ve ışık yoktu, herşey grinin tonlarındaydı. Yolun dışı yoktu, yapraklar, dallar, sık ve sıralı çınar gövdelerinden başka birşey görünmüyordu. Yolun başlangıcında duruyor, yol ona doğru akıp, içinde kayboluyordu. Dümdüz yol kıvrılmaya, başladı, pulları çınar yapraklarından oluşan kacaman bir yılana dönüştü birden. Şimdi o kocaman yılan akıyordu içine. Çığlık attı, sesi çıkmıyordu, tekrar tekrar bağırmak istedi, sesi çıkmıyordu, sesi yoktu. Korktu.

Korktu mu? onu da bilmiyordu, korku yoktu, unutmuştu korkuyu, insani olan her şeyi unutmuştu, duygularının olmadığını farketti. Her şey bir anda yok olmuştu, sevgi, kısakançlık, kaybetme korkusu, yalnızlık, acıları, her şey... Yalnız tanımlayamadığım bir acı vardı içinde, telefondaki kadının "Bitti" demesinden sonra içine, derinlerine dolan acı... Bedeni de kendisinin değildi, elleri, dudakları, gövdesi... Bedeninden ayrılmış bir ruh gibi uzaktan izliyordu herşeyi. Bir mağarada yatıyordu şimdi bedeni; zamanın, sesin, ışığın olmadığı karanlık bir mağarada. Bomboş mağarada bedeninden biraz uzakta duran saydam eli farketti. İkisinden başka varlık yoktu. Dikakt etti elin bir tanımı yoktu. Eldi işte, sıcak ya da soğuk denilemezdi, yumuşak ya da sert. Eldi işte öylesine tanımsız, saydam. Dokundu ele.

Avucundaydı saydam el, bir süre tuttu, birbirlerine güç verdiklerini hissettiler, ısındı, terledi elleri. Saydam elin; ruhunun içine, derinlerine uzandığını hissetti. İçindeki boşluğun bir kenarda büzülmüş duran, saçları güneşten bozarmış çocuğa kadar gitti el. Saçlarını okşadı çocuğun, elini tuttu, ayağa kaldırdı. Etrafına bakındı çocuk, baktığı yöndeki boşluklar kayboluyor, kırlar, ağaçlar, çiçeklerle doluyordu. Renkler yeniden oluşmaya başladı, seslerde... Yemyeşil kırlarda koşmaya başladı çocuk, saçları rüzgarda havalanıyor, kahkahalar atıyordu.

Yatağına oturmuş kahkahalar atıyordu. Sabahın aydınlığı zorluyordu perdeyi, kumrular konmuştu balkon demirine, çınarın dalları serçe doluydu, sesleri geliyordu. Gözü komodine kaydı, sıgarası, çakmağı yerinde duruyordu.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #556
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SEVEMEDİK BİR TÜRLÜ

Burada olduğum için sinirlisin, biliyorum. Bunu hissetmek hiçte zor değil.
Ama ben her zaman ki o asap bozan inatçı tavrımla seni sinirlendirmek niyetindeyim.
Gitmeyeceğim işte!
Kovsan da gitmeyeceğim...
Bu sefer dinlemek zorunda kalacaksın beni. İstesen de istemesen de! Bende bunu fırsat bilip olayları, hissettiklerimi, her şeyi bütün gerçekliğiyle anlatacağım sana.
Hani hep yalancı derdin bana; çok iyi oynadığımı, çok iyi yalan söylediğimi söylerdin, bende her seferinde bunu iltifat olarak aldığımı ve bu yalancı kimliğimle çok övündüğümü anlatmaya çalışırdım sana.
Dinlemezdin tabi ki...
Ne zaman dinledin ki?
Ama bu sefer farklı işte! Bu sefer ne ben yalan söyleyip oynayacağım ne de sen bağırıp çağırıp, esip savurup beni dinlemekten kaçabileceksin.
Nereden mi başlayacağım anlatmaya?
Nereden istersin?
Şu en çok tartıştığımız ve bir türlü uzlaşamadığımız ‘sevgi’ye ne dersin?
Şu senin ‘o da lazım tabi....’ dediğin,
Benimse ‘nefes almak kadar gerekli’ dediğim,
SEVGİ.


Ama sevemedik bir türlü...
Olmadı işte. Korktuk, kaçtık, yalanların ardına sığındık ve,
Sevemedik.
İçimizden gelmedi belki de...
Öyle gördük, öğle öğrendik. Son moda lafları ikimizde biliyorduk ezbere: ‘Şu anda bir ilişkinin sorumluluğunu kaldırabilecek durumda değilim’, ‘Onu sevmiyorum, benimki güçlü bir elektrik’, ‘ben özgürlüğünden vazgeçemeyenlerdenim!’...
İnsanın karşısındakini omuzlarından tutup silkeleyesi geliyor değil mi? ‘Kendine gel, insanlığın başına ne felaket geldiyse sevgisizlikten geldi!’ demek geliyor.
Hani bağırası geliyor avaz...
Susuyor.
Bu insanoğlu böyledir zaten: konuşması gerektiği zaman susar. Kalması gerektiği zaman gider. Ve en acısı, sevmesi gerektiği zaman kaçar!
Gerçekten korktuğu için değil aslında, korkması gerektiğine inandığından...
Hep düşünmüşümdür, iki insan birbirini sever de neden birlikte olamaz diye...
‘Aramızda aşamadığımız sorunlar var.’ dendiğinde, sevginin aşamayacağı duvarın hangisi olduğunu düşünmüşümdür hep.
Ama insan işte...Karmaşadan hoşlanıyor, hep düğümlüyor hayatını, çıkmaza sokuyor kendini.
En basiti, en kolayı, en güzeli sevmekken,
Sevemedik bir türlü...


Sevda öyküleri kısa olur. Ama benimki hep uzuyor senin yüzünden. Sana hep söylerdim: ‘Kısa ve basit!’. Hep karşılık verirdin,
‘Uzun ve karmaşık!’
Oysa...oysa her şeyi dediğim kadar kısa ve basit yaşamış olsaydık bugün ne ben burada bu konuşmayı yapıyor olurdum, ne de sen ses bile çıkartmadan dinliyor olurdun!
Salı sabahı, saat 10.24!
Her zamanki gibi kendini düşündün. Kendi kurtuluşunu, kendi kaçışını.
Bense hiçbir şeyi daha ‘uzun ve karmaşık’ hale getirmemek için dün geceyi ve yaşananları yok saydım. Her zamanki gibi!


Cam kırıklarını süpürdüm.
İçki şişelerini attım.
Ve buzluktan çıkarttığım buzları, plastik bir torbaya doldurup, alnımın soluna, kaşımın biraz üstüne doğru bastırdım.
Her şey ‘kısa ve basit’ olsun diye...
Hayır, korkmadım seni görünce. Bir robot gibi tuşladım telefonu, ‘Dikkat edin, sarsmayın onu sakın!’ dedim seni kaldırırlarken.
Ve şimdi buradayız.
Hep nefret ettiğini söylerdin mezar üstündeki çiçeklerden, ‘Ölü adama ne gerek’ derdin, bak çiçek getirdim sana...
İnat işte, huylu huyundan vazgeçmiyor!


Sözü toparlamak gerekirse,
İnsana da sevgi gerekiyor...
Seni yaşarken sevmeyi beceremedim belki de...
Bende de hata var, bende korktum, kaçtım belki de...
Ama artık farklı!
Çünkü ben farkına vardım.
Dün oturdum şiir yazdım sana, sanırım bırakacağım, o koysun senle bana son noktayı.


varsın...
yoksun...
ne fark eder?

ha varmışsın,
ha yokmuşsun!
ha sevdiğim?
sen zaten benim sana olan aşkımla
varsın,
veya yoksun!

seni tek başıma sevecek cesaretim yoksa,
varsın aşkımda seninle birlikte yok olsun!


AMA BENİM SENİ SEVECEK CESARETİM VAR TEK BAŞIMA SEN OLSANDA OLMASANDA BUNDAN SONRASINI VAR SEN DÜŞÜN BÖYLECE


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #557
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
oykukart2
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
25 Nisan 2006       Mesaj #558
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Genç delikanlı önünde yürüyen genç kızın sırtına dokunup:
-- Aman Allah'ım gerçekten omuz kemikleri!!! ben bunları kanat sanmıştım! babanız uzaylı mıydı? der
genç kız biraz şaşkın biraz tedirgin bir halde ve kısık bir sesle;
-- O da nerden çıktı?
-- Senin gibi bir güzel bu yeryüzünde yok çünkü!
dedi ve konuşmasına devam etti.
-- Bana yolu tarif edebilir misiniz?
genç kız yine şaşkın ve içinden "nerden çattım bu deliye yahu"
-- Ne yolu?Nereye?
genç delikanlı (sapık daha doğru ama biz genç adam diyelim)
-- Kalbine..kalbine..
geç kız iyice sinirlenmişti.
-- Aptal!Salak!..
genç delikanlı gayet pişkin ve o kadar da ukela ki;
-- Sesi sende duydun mu?
genç kız çıldırmışcasına,
-- Ne sesi?ben bir şey duymadım!!!!
-- Kalbim kırıldı? der ve devam eder;
-- Peki!babanız hırsız mıydı?
genç kız artık dayanamıyordu,hiddetlenmişti bir kere;
-- Hayır salak! hem ne alaka?!?
-- Gözlerinin yerine konulan elmasları kim,nerden çaldı o zaman?
genç kızın biraz hoşuna gitmişti.İstanbul gibi fethi zor olmalıydı ve fatihi de bir tane..genç delikanlı o kadar soğukkanlı ve kendinden emindi ve hiç beklenmedik bir anda genç kızı kendine doğru çekti ve!!! öptü...
genç kızın karşılığı gecikmedi..Şlakkk...Şlakkk..Şlakkkk..Bizim genç delikanlı alışık olsa gerek yine ukela bir tavırla;
-- bir aptalın sizi öpmesine izin verin ama! bir öpücüğün sizi kaba etmesine asla!!!bu kabalığımı bir ağacın yaprağına yazmak isterdim,sonbahar gelsin,yaprak kurusun ve unutulsun diye..Öfkeyi bir bulutun üstüne yazmak isterdim,yağmur yağsın, bulut yok olsun diye..Nefreti karların üstüne yazmak isterdim,güneş açsın,karlar erisin diye..Ve dostluğu ve sevgiyi yeni doğmuş bebeğin üstüne yazmak isterdim,onlar büyüsün ve tüm dünyayı sarsın diye..
genç kız bu sözler karşısında büyülenmişti ama film burada bitmek zorundaydı.Her zaman olduğu gibi sevenler kavuşmasın diye..

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #559
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Mavi Kurdele
New York'ta yasayan bir öğretmen, Lise son sınıfındaki öğrencilerinin "diğer insanlardan farklı özelliklerini" vurgulayarak onurlandırmaya karar vermiştir. California Del Mar'dan Helice Bridges tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı.İlk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle "Siz çok önemlisiniz" yazılı birer mavi kurdele verdi. Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi.

Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları için kendisine yardımcı olan yakınlarındaki bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından, iki tane daha kurdele vermiş ve; Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlarda bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin" diye rica etti.

O gün üst yönetici, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun"iş dünyasında bir deha olduğundan ötürü" onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdele' yi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu? Şaşkına dönen patron;
"Tabi ki" teklinde cevap verdi.

Yönetici de mavi kurdele' yi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi. Ekstra kurdeleyi verirken de;
"Bana bir iyilik yapar misiniz?... Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?... Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş. Böylece "bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş..." Dedi...
O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu.
"Bugün inanılmaz bir şey oldu"dedi. "Ofisteydim.Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, "iş dünyasında bu kadar başarılı olduğum için göğsüme bu kurdeleyiiliştirdi... Bir hayal etmeğe çalış... Benim bir dahi olduğumu düşünüyor. "Siz çok önemlisiniz" yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne taktı.Bana ekstra bir kurdele verdi ve onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin...

Ben "seni" onurlandırmak istiyorum. Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum... Oysa bu gece bir
şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun. "Seni seviyorum" diye devam etti... Şaşkına dönen çocuk simdi ağlamaya başlamıştı. Bütün vücudu titriyordu... Başını kaldırdı, gözleri yaş içinde olarak babasına baktı, ve:

"Yarın intihar edecektim" baba, dedi...
"Baba, ben senin...çünkü ben senin... beni hiç sevmediğini... beni hiç önemsemediğini düşünüyordum... Ama artık her şey çok farklı. Sen baba, şu an... oğlunun hayatini kurtardın!...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #560
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
ladyofmysterylady
Caddelerde sisli, puslu bir kış ikindisi. Ağaçlarda salkım salkım eski zamanlardan kalma anılar...Yapraklarda yere düşmeye hazırlanan yağmur damlaları... Bir yaprak kıpırdıyor işte, gümüşi bir damla usulca yere düşüyor. Sen sanki, yaprakların arasından bana müzipçe gülüyorsun. Beni her zaman şaşırtırsın zaten. Beni her zaman güldürmeyi bilirsin. Farkına bile varmadan bir şarkı dökülüyor dudaklarımdan "Caddelerde rüzgar, aklımda aşk var." Rüzgar keskin ıslığı ile şarkıma eşlik ediyor. İstasyon Caddesi'nin tenhalığı nedense ilk defa içime dokunuyor. Arabaya binsem ve birlikte gezdiğimiz yerlere gitsem,evimde şiirler okuyarak telefonunu beklesem, telefonunun gelmediği zaman seni başka yerlerde arasam. Sonra sen gelsen yanima, yine "......" desen, ben yine senin gözlerinde sorsuzluğa mahkum edilen aşkımı görsem.Ayrıca şarkılar gerçek oldu bu kez.Caddelerde rüzgar,aklımda aşk var. Yalnızım, üşüyorum, özlediğimse çok uzaklarda. Bahçeme melekler yağıyor, hepsi de tanıdık. Senden doğan, gözlerinde hayat bulan, bizi koruyan, kollayan ve en önemlisi ikimizi bir araya getiren melekler... Son kez yine seninle gezmiştik
oraları. Sen kimbilir belki de, uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin şimdi.
Benimse herşeyim aynı. Geceleri bodrum katlarına yağmur daha çok yağıyormuş, bugünlerde bir tek bunu ögrendim. Birde geceleri daha uzun sanki, bitmek bilmiyor. Bana anlatmak için neler biriktirdin içinde? Benim sana anlatacağım yeni birseyler yok. Dedim ya her şey aynı. Ama sanki biraz mahsunluk çöktü üzerime, bir de gülüşlerim sanki biraz azaldı. Sen olsaydın hemen anlardın.Sen benim herşeyimdin. Arkadaşım, dostum, öğretmenim, talebem, sevdiğim. Koşulsuz bir sevgiyle sevdim seni,bağlandım. Sen kimbilir belki de,uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin şimdi. Benimse içimde kocaman bir boşluk var. Hayır,üzülmüyorum, içimdeki boşlukta birtek özlemin yankılanıyor. Hayır, sana anlatmak için yeni şeyler biriktirmiyorum içimde, çok istesen hikayeler uydururum. Ama hikayelerimden önce itiraflarım olacak. Kendimden bile gizlediğim duygularımın itirafları. Sana aşık olmaktan delice korktuğumu, sana bakarken içimin titrediğini.Daha pek çok, sırrımı anlatacağım sana.
Gerçi anlatmama gerek yok,sen zaten hepsinin çoktan farkındasın... Sen kimbilir, belki de uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin simdi. Bense odamda senden uzak. Hayır beni merak etme, üzülmüyorum. Biliyorum, ikimizde yoktuk bu
aşk basladığında ve çok iyi biliyorum,sonsuzluğa mahkum edildi bizim aşkımız.
Dedim ya, beni merak etme. Üzülmüyorum, yalnızca biraz, biraz üşüyorum.......................................

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar