Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 58

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.363 Cevap: 1.997
gölge_m - avatarı
gölge_m
Ziyaretçi
28 Nisan 2006       Mesaj #571
gölge_m - avatarı
Ziyaretçi
Ah Bu İstanbul AnılarıGeçenlerde 15 yıllık muhitim Ortaköy'de, Mecidiye Camii’nin kıyısında Emirgân’ın şöhretiyle yarışan çay bahçelerinin önünden geçtim. Gezinirken Sözde entelleküel birikimlilerle dolu kişilerin oturduğu, Topkapı Sarayı Kız Kulesi manzaralı, bir masaya çağrıldım. Açıklanamayan uçan cisimlerden konuşuyorlardı yine. Sohbet beni hiç sarmadı. Tam kalkıyordum ki bir sesle irkildim.
Ahmet Hikmet’in üzümcüsünün sesi gibiydi ses. Allah'ım o ne güzel Türkçe! Ne bir siyaside yarısını gördüm bu titizliğin, ne camilerde bir hatipte, ne de tiyatrovari şiir okuyan yeni yetmelerde... Baktım 60 yaşlarında yoksulluğun yıpratmak için uğraştığı, fakat pek de bir şey koparamadığı çehresiyle bir adam, yoksul fakat erdemli yüzüyle kartpostal satıyor. Asker kantinlerinde bile tek tük kalmış kartlar bunlar. Hani vardır ya bir asker bir de çok hoş bir kız, bir bankın üzerine oturmuşlar; altında da “sevgili nişanlım vatan hizmetim biter bitmez yanındayım" tarzında yazılar olan... Bayraklı, Atatürk heykelli... İşte öyle kartlar.
Sponsorlu Bağlantılar
Tam adama para yerine alaylı bir nasihat vermeye hazırlandım “Amca bir yanlışlık olmalı buralarda Harry Potter, Örümcek adam, Jurassic Park filan satılır. diyecektim.
Sesi tekrar yükselince niyet ettiğim girişimden dolayı utandım. Sattığı maldan o kadar emin bir büyük tüccarın edası, kendine güvenin granitten heykeli gizliydi seste. Sahibine mıknatıs gibi çekti beni. Masadaki sohbet tam da orta yaşlı bir bayanın okyanusu transatlantikle geçerken lombozdan gördüğü ufoyu anlatmasına gelmişti. Bunu hep anlatırdı. Ben duyduğum o büyülü sese kapıldım:
-Türk bayrağı resimleri getirdim almak istemez miydiniz?
-Türk askerinin resimleri var bir bakmaz mısınız?
-Sevgili Türk çocukları! Bakın arkadaşlarınıza gönderirsiniz. Uludağ manzarası. Hem de Bursa Kültür parkın resmi var! Bakın dört tane resim var üzerinde, dördü de güzel!
Hemen gittim en albenisiz gelenlerinden bir on tane aldım, daha gösterişlilerini başkalarına satsın diye. Maksadım bey amcayla konuşmak. Ben konuşup lafa tutarken yevmiyesinden olmasın diye. Sonra masaya getirdim biraz da sürükleyerek.
-Bey amca sen bu Türkçe eğitimini nerde aldın? Diye sordum.
-Ben Türkçe öğretmeniyim.
Nerelisin amca?
-Türk aleminin, Bulgaristan eyaletinin Razgrad şehrinden. Bana Razgradlı Şükrü derler .
Kırçıl kaşları, seyrelmiş saçlarıyla iyice yaklaştı yanımıza. ısrar edip Bir çay ısmarlayabildim. Masadaki ufo sohbeti de katloldu tabii. Herkes bana ve Razgradlı Şükrü'ye kötü kötü baktı masada. Bana bir işportacıyla muhatap olduğum için, Razgradlı Şükrü’ye de (türkilizce tabirle) masanın karizmasını çizdirdiği için.
Razgradlı Şükrü yüksek sesle konuşuyor fakat sesi bütün iyi öğretmenlerimizin en arka sıralara ulaştırmaya çalıştığı mübarek seslerinden daha mübarek, daha vokalli daha canlı. Çay bahçesinin bütün masaları dinliyor, dinlemek zorunda kalıyor o mübarek sesi. Razgradlı Şükrü tam da kendi çok sevdiği mallarını bol bol alan kendisi gibi bir müşteri bulduğuna seviniyor. Ben de bir on tane daha satın alıyorum kartpostallardan. Türkçe'yi bu kadar güzel konuşan bu coşkun kişiyi tanımaya çalışıyorum.
-Razgradlı Şükrü bu kartpostalları alanlar var mı?
-Kıymetini bilenler alıyorlar be yav!
-Sen öğretmenim demiştin burada mı orda mı?
-Yok be! Hapse tıktılar Türkçe öğrediyom diye... 15 yıl Bulgaristan'da öğretmenlik yaptım. Sonra da bir o kadar da burda. İki tarafta da yarım yani!
-Yaş haddinden emekli olsaydın Türkiye'de...
-Bir yılın daha var dediler. Milli eğitimden sordum.
-Gel senin yaşını büyültelim tek celsede. Emekli ol!
Razgradlı Şükrü bana selam verdiğine pişman olmuş gibi baktı. Kaşlarını çattı. Kartpostalları kafama atmasına ramak kaldı. Ben de hakikaten korktum. Masum bir insana hakaret etmiş kadar pişman oldum.
-Sen ne diyosun be yav! Devletim bana bekle diyorsa beklerim bir sene!
-Fakat sen zaten toplam otuz yıl yapmışsın vazife.
-Olsun o başka bu başka!
-Peki çoluk çocuk nerde? Bulgaristan'da mı burda mı?
-A be zindanda yattım, çileler çektim. Kim evlenir benimle? Nasıl evleneyim. Evlenmeye fırsatım olmadı benim.
-Peki nerde kalıyorsun?
-Gültepe'de bir otelde...
-Kazancını ne yapıyorsun?
-Para biriktirebilirsem Rodoplar’a giderim. Pomaklar çok iyi Müslüman insanlar. Onlara Türkçe öğredirim. Hepsi meraklı Türkçe öğrenmeye... Yolumu gözlerler benim. Çat pat da öğrenmişler Türk radyolarını dinleye dinleye. Yazmayı da öğretiyorum. Bu kartpostallar da çok kıymetli orda.
-Bundan sonra evlenirsin, pomak kızları güzel olur.
Yüzünde o çok evlenmek isteyip de bir türlü evlenememiş insanların hasreti yandı söndü. Bizans tarihlerinde fiziki özellikleri hayranlıkla anlatılan ışık düşmüş saman sarısı gibi ak pak saçlı, ince ve uzun vücutlu Kuman Türkleri’ni andıran Pomak kızları, canlandı gözümde.
-Bizden geçti artık.
- Kısmet diyeceksin.
- Doğru kısmet! Balkanlarda aşk kutsaldır. Bir aşk başladığında cümle alem onların mutluluğuna katkıda bulunmak için yarışır.
- Peki sana şimdilik bir işyerinin misafirhanesinde yatacak bir yer bulalım. Sahibi de memnun olur. Ben sana böyle bir yer ayarlarım. İstediğin kadar kalırsın! Sen yine kartpostal sat, ama yattığın yere para verme.
- Olmaz be! Ne tadı kalır ki o zaman? Çalışıyorum ben! Hem de geziyorum yurdumu! Ne tadı kalır o zaman!
Ben de kızıyorum bu sırada...
-Be Razgradlı Şükrü, emekli yapalım derim olmazsın. Yatacak yer bulurum. Ne tadı var bedelini ödemeden barınmanın dersin. Bütün bunlar olsa dRodoplara! Yazık o insanlara sen de Türkçe öğret!
O mırıldanır gibi bana eğilip konuşurken göçmen şivesiyle be yav diyor fakat yüksek sesle konuştuğu zaman Muharrem Ergin’den diksiyon, Osman Sertkaya’dan dil, Mehmet Çavuşoğlu’ndan şiir dersi almış bahtiyar talebeler kadar pürüzsüz İstanbul aksanıyla, Ankara radyosu titizliğiyle konuşuyor..
Razgratlı Şükrü kalkacak oluyor. Biraz daha kartpostal almak istiyorum fakat cebimde para az. Mehmet Akif'in “Seyfi Baba” ‘sı aklıma geliyor.
"Ya hamiyetim olmasaydı, ya param olsaydı!
“Dur” diyorum “otur, bana adresini telefonunu ver” Adres Gültepe'de bir otel. Telefonunu vermiyor. “Odada telefon yok mu” diyorum. “Var ama ben elimi sürmem.” “Niye” diyorum. Türkçe ile ilgili konuşmalar yapmış Bulgaristan'da, dinlenmiş telefonu, yıllarca zindanda yatmış. “Burası Türkiye burda öyle şeyler olmaz” diyorum ama o bir daha elini telefona sürmemeye yeminli olduğunu söylüyor. O konuda takıntı oluşmuş, anlıyorum. Sonra cebinden kurşun kalemle kendi yaptığı Türk Dünyası haritasını çıkarıyor. Rodoplar, Üsküp, Kafkasya, hepsi var.
- Bak burada söylüyorum ben Razgradlı Şükrü... Bir gün Türk Dünyası büyük kurultayı Bulgaristan'da yapılacak. Bulgarlar öğrenecek Türkleri ve onlar da Türk olduklarını hatırlayacaklar!
1989’dan sonra Bulgar bilginlerinin bu konudaki çalışmalarından örnekler veriyor. Şiirler söylüyoruz karşılıklı... Hiç kimse dinlemiyormuş gibi özgür, bütün memleket dinliyormuş gibi özenli. Bir ara coşkunlukla boş bulunuyorum:
- Ben Türkçe'nin aşığı Yunus Emre'dir sanıyordum, yalnızca... Sen çağımızın Yunus Emre'sisin!
- A be zaten ben Razgrad'ın Yunus Abdal köyündenim. diyor.
Ne söylesek uyuyor. Neredeye akraba çıkacağız.
Razgratlı Şükrü kalkıyor masadan, ben de birlikte kalkıyorum. Cebimdeki bütün parayı usülünce veriyorum fakat biliyorum ki bu para onun birkaç günlük masrafını karşılamaz. Koluna giriyorum ufocuların şaşkın ve aşağılayan bakışları altında diğer çay bahçelerine doğru yürüyorum. Bir yandan da tanıdık bir göz arıyorum. Hemen alıp da cebine sokuşturayım diye. Razgradlı Şükrü Mişon kalfa’nın iskelenin karşısında 150 yıl önce Mecideye camii yapılırken çaldığı malzemeyle diktiği rivayet edilen, yıkılmaya yüz tutmuş heybetli binanın kara gölgesine karışıp gidiyor.
Mişon Kalfa’nın Amerika’daki torunlarının gözden çıkardığı sahipsiz kalmış bu mülk, hakkındaki söylentileri bilip de bakınca bana on beş yıldır bembeyaz güzelim caminin kara lekeli ikinci gölgesi gibi gelirdi.
Kondakçı Metin de ortalarda yok. Onunla bir keresinde benzer durumdaki birine birlikte yardım etmiştik. Mehmet Aslantuğ da evlendikten sonra seyrek gelir oldu.
***
Razgratlı Şükrü tıpkı Balkan güneşi altında yalım yalım yanarak Varna açıklarından geçip, İstanbul’a doğru kuğu gibi süzülen, dokunsa Nazım Hikmet’in elini yakacak bir vapur gibi endişesiz ve asude gidiyor. Ortaköy; Forsa Koca Memiş’in tutsaklık adası gibi yabancı seslerle örülmüş geliyor bana. Refik Halit’in eskicisinin minicik Hasan’ı, Filistin çöllerinde ardında bırakıp gittiği gibi gür sesini ve erdemlerini toplamış, kendisine ve Türkçe’sine hayran bıraktırarak, boğazıma ıpıl ıpıl kaynağı belirsiz sızıları, diken gibi çakıp gidiyor.
***
Gurbette insana para ile sağlık gerek. İkisi de zayıf Şükrü de. Keşke çok parası olsa... Rodopların demir gibi gürbüz havasında bol bol gezse, daha çok Türkçe öğretse mübarek Pomaklar’a, Türkçe’ye hasret insanlara, daha çok şiir okusa böyle gezerken... Bunun için parası olsa ne güzel olurdu! Hem de Türkiye'de para ile sattığı kartpostalları Pomaklara bedava götürüp dağıtırmış. Birkaç balya fazla götürse... Hastalanırsa ilaç alsa... Uzun yaşasa... Allah benim ömrümden alıp onun ömrüne katsa! Şu bir yılı ölmeden geçirse! Türkiye'den emekli olsa! Belki evlenir uygun bir hanımla...
Her gün yüz kişiyle selamlaştığımız Ortaköy'de şöyle birkaç kuruş borç alacak, böyle anlarda bankamatik kesilen yüce gönüllü dostlar yok! Ömer Çalışkan, Apaçi Çetin, Son yıllarda kasket çiğnemeye başlayan kebapçı Aliihsan yok!
***
Bendeki bu telaş niye? Ömrümde ne gezginciler gördüm ben! Şebinkarahisar'a, Çemişkesek'e camii yaptırmak isteyen, makbuzlarla gezen ak sakallı adamlara ne paralar verdim! Mostar köprüsünde bir taş misali benim de olsun isterdim uzak diyarlarda bir tuğla, bir taş, bir sütunluk hatıram. Ortaköy iskelesinde sızıp kalmış Can Yücel'i, kayıkcıyı evinden uyandırıp karşıya Kuzguncuğ’a gönderdim kaç sefer. Gurbete gelip de iş bulamamış vahşi kapitalizm kurbanlarının elinden tuttum. Ne deliler gördüm ben her türden. İslamcı deliler, Sosyalist deliler, sarhoşlar. Türkçe'nin delisini hiç görmemiştim.
İşte Türkçe'nin delisi böyle oluyormuş meğer! Öyle olunmaz böyle olunurmuş!
1997’lere ait bu hatıra, gündelik olaylardan herhangi biri gibi kimseye anlatılmadan yüreğimde saklanmış. Durdum durdum da bir yerde rastladığım Kırşehir Belediye Başkanı Metin'e anlattım yıllar sonra bu anıyı. dağ gibi Metin, bu minicik hatıranın bir yerinde sarsıldı “benim aslım Razgrad'ın Yunus Abdal köyünden” diye... Ben de şimdi ağlıyorum. İnternet kahvesinde çevremdekilere aldırmadan ve hiç utanmadan, bir ilkokul çocuğu gibi iplik iplik ağlıyorum. Neye gelmiştim ve bu satırları niye yazdım. Kimim ben neyin ve ne yaptım Türkçe için. Kendi kendime diyorum ki Türkçe'nin delisi öyle olmaz işte böyle olunur.
***
Eğer sizler güzel, pürüzsüz, eğitimli sesiyle sokaklarda kimilerimiz için çoktan modası geçmiş bayraklı, askerli, nişanlılı resimlerle dolu kartpostallar satan birini görürseniz, ondan hiç olmazsa cebinizdeki bozukluklara acımayıp bir kartpostal mutlaka alın. Çünkü o olsa olsa bizim Razgradlı Şükrü'dür. Rodoplardaki fütühatı için ona kumanya lazımdır. Bana göründüğü gibi, size de mutlaka uğrayacaktır. Cebindeki kurşun kalemle kendi çizdiği haritalarıyla birlikte Türkçe'nin delisi nasıl olunur gösterecektir. Size!
Ya da yalancı gündelik işler beni bağlamasa, Razgrad'da, Rodoplar'da Gültepe'de Şükrü'yü şıp diye bulurdum. Onun o kartpostallarda bulduğu yüce anlamları ben de bakıp bakıp bulmaya çalışıp, mübarek yükünü taşıyarak, gezdiği mavi zirveli Rodop dağlarının gelin duvağı gibi bulutları altında, kudurmuş yeşillikler arasında unutulmuş köylerin un serpilmiş gibi tozlu yollarına karışırdıma sen Rodoplar'da daha çok öğretsen Türkçe'yi...
-Olmaz be yav! Ben zaten öğretiyorum. Kimin var böyle mesleği? Nerde var böyle iş? Bak hem geziyorum, hem para kazanıyorum. Hürriyetim var elimde ya! Sen de git
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Nisan 2006       Mesaj #572
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Uykunun Ayak Seslerieksik olan şey... sevgi mi ne?
Hava güzel. Trafik gürültüleri rahatsız etmiyor. Uzaktan, hiç alışık olmadığım türden bir müzik sesi geliyor. Ama dinginim, ama huzurluyum.
Sponsorlu Bağlantılar
Şimdi sadece görüntüsünü izlediğim televizyonu kapatmalı, bir bardak ılık süt içmeli ve uyumalıyım. Pencereler aralık kalsın, ama kapının zincirini takacağım.
Ben aşığım yatak odama; lambasına, divanına, aynasına ve dolabına. Duvarlardaki resimlerine de aşığım. Hele şu asabilmek için duvarı delik deşik ettiğim, önce hiç bir yer uymayan, sonra yerini bulan, denizin ve göğün renklerine egemen resme sırılsıklam aşığım.
Aynada yüzümü inceleyerek saçlarımı taradım ve eprimişliğiyle bedenime alışkın geceliği giydim. Ardından, başucu lambamı yaktım, tavan lambasını söndürdüm. Yatağa oturdum, yastığı kabartarak arkama dayandıktan sonra, alışkanlıkla başucumda duran gazete ve dergi yığınına uzandım. En üzerindekini çekip aldım. Bir haftalık sanat dergisi... Dün okuduğum sinema fimi tanıtımından sonra gelen makaleyi atladım ve birkaç sayfa okudum. Satırların sonundaki büyükçe nokta işaretine geldiğimde, göz kapaklarım ağırlaşmıştı. Dergiyi yerine koydum, yastığı düzelttim, başucu lambasını söndürdüm ve sırtüstü uzandım.
Hava gerçekten güzel. Tertemiz bir esinti, uzaklarda söylenen bir şarkıyla beraber pencereden içeri giriyor; ellerimde, kollarımda, yüzümde, omuzlarımda ılık bir ipek yumuşaklığıyla geziniyor. Derin bir nefes alıyorum. İçim daha da ferahlıyor. Uzun bir esneyişle gözlerimi kapatıyorum. Belli belirsiz, uykunun ayak seslerini duyuyorum.
Yarın çizgili eteğimi ve beyaz ceketimi giyeceğim. Boynuma puanlı eşarbı bağlarım. Hangi ayakkabımı giysem?... Beyazı mı, yoksa siyahı mı? Beyazın boyanması gerek, siyahınsa topuklarının yapılması. Topuklarımı yere vura vura yürümekten vazgeçmeliyim.
Elektrik ve telefon faturaları yatırılacak. Telefon faturası bekleyebilir, ama elektriğin zamanı geçiyor. Kapıcıya da söyleyeyim, otomat parasını yöneticiye versin. Gazeteleri de paspasın üzerine koymasın, kapı kulpuna sıkıştırsın. Kaç kez söyledim inadına yapıyor sanki.
Yorucu bir gündü. Onca koşuşturmaca hiç bitmeyecek sandım. Danışmanlığını yaptığım lisans öğrencilerinin tez öğrencilerinin konusunu belirlemeye yardım et, haftalık bölüm toplantılarına katıl, derse gir derken, akşam oluverdi. Şu servislere bağımlılıktan kurtulmalı, bir araba almalıyım. Şöyle ayakları yerden kesecek cinsten. Servisler neyse de, öbür otobüslerde gerçek bir eziyet oluyor. Sıkıştırırlar, göz hapsine alırlar, ayağına basarlar... Acı duyarsın, tırnağına kan oturur ve sonra aylarca süren bir etten kurtulma savalımı olur. Zaman zaman bir yara bandıyla kapatırsın. Ve o insan, ayağına bastıktan sonra, boş boş yüzüne bakıp gider. Bir özür bile dilemez... Yarın ilk işim gazetelerdeki satılık araba ilanlarına göz atmak olsun. Şimdi uyumalıyım.
Bir, iki, üç... Bazıları "bir, ki, üç..." der. Bir, kiii, üç, dört..." "Ki" dememeli... Tempolu olsun: "Bir-iki-üç-dört-beş-altı-yedi-sekiz..."
Akşamüstü bölümdeki bazı arkadaşlarla birlikte gittiğimiz sergideki heykelcikler, ne kadar da soğuk görünümlüydü. Soğuk ve ürpertici. Çamur öbekleri, oluşumunu henüz tamamlamış gibiydi. Fakat gözler ve ağızlar belirginleşmişti. Kulaklar güdüktü. Gözler oyulmuş, ağızlar donmuş bir haykırışla açılmıştı. Çıplak bir beyazlığın altındaki büstler, bitmemişlikten kurtulmak için çırpınıyorlardı. Genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek, hayvan büstleri... Ayrıcasız, bütün gözler oyulmuştu. Oyuklar derin ve ürkütücüydü. Karanlığı, içine doğru çekiyordu. Bir an bu karanlık deliklerden birinden içeri çekilip kayboluvereceğimi sandım. İçimdeki gerilimin başkalarınca fark edilmemesi için, hafifçe gülümseyerek sütunlardan birine yaslandım. Sütunun serinliğini sırtımda hissedince, içime bir güven duygusu yayıldı.
Seri çıkışında genç sanatçıyı annesiyle birlikte kapıda beklerken gördük. Utangaç ve heyecanlıydı. Belli ki ilk sergisiydi. Annesi siyahlar giyinmişti. Etli dudakları ve patlak gözleri vardı... Birden dönerek sergiye kaçamak bir göz attım. Vay canına!... Yalnızca annesinin gözlerini oymak için onca insan ve hayvanın gözlerini oymaya ne gerek vardı.
Şimdi uyumalıyım. Bir, iki, üç...
Eve dönmeden önce, bir yerde oturma teklifini sevinçle kabul ettim. Bazen tekdüzeliği bozan her şey hoşuma gidiyor. İşler yolunda gitmese de; duman, yemek ve alkol kokularından boğulsam da. Öyle ya, onlarla olabilmek için, sigara dumanı, sigara dumanı!...
Bugün de Sedat biraz içince kendini en yakışıklı, en zeki, en yaratıcı, en önemli biri gibi hissedip bağıra çağıra konuşarak incilerini dökmeye başladı. Sedatlar hep enerjik bir ses tonuyla konuşurlar. Çok yaratıcı, çok meşgul, çok önemli olduklarını kanıtlamak istercesine randevularını unuturlar, geç kalırlar, geldiklerinde de bir an önce başka yere gitmek üzere gibidirler. Ama ortaya kayda değer bir iş de çıkarmazlar. Yine de bu onları rahatsız etmez. Bir de gözünüzün önünde buluşmalarını aksatmayan, geç kalmayan, unutmayan ve işini de bağırıp çağırmadan, telaşa vermeden, sessiz sedasız ortaya çıkaran örnekler de varsa, Sedatlar dudağınızın kenarında hoşgörülü bir gülümseme olur.
Masadakiler, Sedat'ı ilgiyle dinliyorlardı. Herkesin aksine benim kayıtsızlığımı görünce, hemen bana yöneldi. Oysa bunu hiç istemiyordum. Enerjimi sadece mesleğimle ilgili konularda harcamamalıymışım. Başka şeylere de zaman ayırmalıymışım. Yalnızlıktan kimsenin mutlu olduğu görülmemişmiş. Seyahatlere çıkmalıymışım, sevgililer edinmeliymişim. Ona "Olmamı istediğiniz şekilde düşünmeyin beni; olduğum gibi olmanın hiç sakıncası yok" dedim. "Bu iyidir" deyip azgın bir kahkaha patlattı. Yine de, canımı sıkmayı sürdürdü. Sesini daha yükselterek, "Haydi dürüst ol, istemez misin bir sokak kedisi gibi yaşamalı?" dediğinde, öfkeyle bakarak onu susturdum. Neden sonra, can sıkıntısıyla yarı alaylı, "Sesimi kesebilirsiniz, ama içimdeki türküleri susturamazsınız" dedi. Bu, daha iyiydi.
Kimin içindeki türküler susuyor ki? O türküleri susturmaya kimin gücü yetebilir ki?..
Sanki ben biliyorum! Ne zamandır bu şehirden ayrılmadın... Bir biletim olsa, yarın tarihli. Küçük bir valizle istasyona gitsem. Tren kalkarken camından baksam. Birileri mendil sallasa usuldan.
Evden çıktığımda, sudan çıkmış balığa dönüyorum. Sokakta, fakültede ya da başka her yerde, çevremdekilerin çoğu bu ayrıksı insanı didik didik etmek için, elinden geleni yapıyor. Oysa ben sadece çok çalışan, sürekli çaba gösteren biriyim. Zaten çok çalışmamın bedelini kendimce ödüyorum. Ayrıca bir bedel ödememe gerek yok ki... Yoluma çıkan böyle çarpık zihniyetli tek tük insanlar, ordu olsa vız gelir.
Uyumalıyım.
Yeni bölüm başkanı, sabah geç kalanlara karşı hoşgörülü değil. Saati geldi mi, odasının kapısını açıyor ve gelen geçeni gözleriyle denetliyor. Yarın odama koridorun öbür ucundan gideceğim. Göremeyince telaşlanıp kontrol etmek için geldiğinde, masum ve berrak bir ifadeyle yüzüne bakarım. Daha gelmediğimi zannettiğini söyleyince de, hakkı yenmiş insanların kırgınlığıyla gülümseyip utandırırım onu.
Bir. "ki". Üç. Dört... Bir-iki-üç-dört...
"Beni bırakma" ile "beni hiç bırakma" ifadeleri arasında fark var. İlkinde bir ayrılığın habercisi gibi. İkincisinde, beraberlik sürmektedir ve sevgili bu güzel beraberliğin bitmesini hiç istememektedir. "Beni hiç bırakma" diyebileceğim bir olsaydı.
Şu Adnan da doçent olduğundan beri övünmekten yorulmadı. Doktorada aynı gün, aynı jüriye sınava alınmıştık. Ben sınava gerekebilecek kitapları ve tezimin orijinal nüshasını alarak gelmiştim. Adnan'sa karısı ve iki küçük çocuğunu getirmişti. Sınava önce o girmişti. Çocukları koridorda bağrışarak koşuşturup duruyorlardı. Karısı sınavdan önce jüriye ikram etmek üzere getirdiği çeşit çeşit yemek, pasta ve çöreklerle uzun bir masanın üzerini donatıyordu. Adnan'ın tezini savunması kısa sürmüştü. Hemen ardından ben içeri alınmıştım. Benim savunmam da kısa sürmüştü. Dahası sonra adama girip kapıyı kapattığımda, bir bayram coşkusuyla, Adnan'ın doktorasının kutlamaları başlamıştı. Büyükçe bir tabağa koydukları fazlasıyla yağlı yemeklere bulaşmış pasta ve çöreklerden bana da getirmişlerdi. Yiyememiştim.
Adnan, doçentlik sınavına da karısı ve çocuklarını getirdi. Çocuklar büyümeden profesörlüğü de halletmeli.
Sanırım benim doçentliğim bir hayli gecikecek. Neyse. Uymalıyım. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on, on bir, on iki...
Yarın çizgili değil, kareli eteğimi giyeyim. O zaman, puanlı eşarbı takmama gerek yok. Geçenlerde aldığım tahta kolyeyi takabilirim.
Tahta kolyeyi aldığım gün gittiğim konferansta, kendimi nasıl da aciz hissetmiştim... Konuşmacı, kürsüden indiğinde yanına gittim. Özetleyerek yeniden çıkardığı kitabını ne kadar beğendiğimi, buna gerçekten gereksinimimiz olduğunu söyleyip teşekkür edecektim. Ancak daha bunları söyleyemeden, başkasının ona sorular yönelttiğini ve ayaküstü bir sohbetin başladığını görünce, bir kenarda durup sıramı beklemeye koyuldum. Konuşmacı niyetimi anlayınca, aceleyle sözlerini tamamladı ve bana yöneldi. Bu çok hoşuma gitmişti. Ancak söylemek istediklerim bir türlü dilimin ucuna gelmiyordu. Konuşmaya başladığımdaysa, dudaklarımdan dökülen sözcükler tanıyamadım. Susmak ve tasarladığım şekilde konuşmak istiyor, ancak bunu bir türlü başaramıyordum. Oysa ben ona kitabının konu hakkındaki önemli sorulara yanıt vermediğini; kısaltmakla özetlemek arasındaki farkı bilmediğini; örneklemin yetersiz olduğunu; kağıdın kalitesiz, kapağın özensiz olduğunu söylemek istemiyordum. Kadının yüzü öfkeden renk değiştirip elleri titremeye başladığında, korkuyla oradan ayrılmıştım.
O günkü sıkıntı, aynı yeğinliğiyle göğsüme çöreklendi. Öyle olsun istemezdim. Nasıl oldu da, güzel şeyler söylemek isterken o sözler çıktı ağzımdan? Nasıl oldu, hâlâ anlayamıyorum. Oysa, doktora tezimde o kitaptan oldukça yararlanmıştım.
Artık uyumalıyım. Hava da serinledi mi nedir?.. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz...
Aslında, yarın en iyisi çizgili eteğimi giyeyim. Evet, evet... Hem, puanlı eşarp bana yakışıyor. Varsın boyasız olsun, beyaz ayakkabı daha iyi. Hatta sabah vakit bulabilirsem saçlarımı ısıtmalı bigudilere sararım. Biraz da makyaj yapayım ki, form verilmiş saçlarıma verdiğim zahmet boşa gitmesin. Bir, iki, üç...
Seni adi, ikiyüzlü köpek! Sen kim oluyorsun da beni dekana gammazlıyorsun?! Kaç paralık adamsın sen! Benim bu kuruma bu yaşıma kadar verdiğim emeğin hesabı senden mi soruluyor?!.. Dost bilmiştim seni. Dosttuk sözümona. Sen ki, dostluk kim be! Sen kim, arkadaşlık kim! Sen yalnızca kendini zayıf ve güçsüz hissettiğinde dost ve arkadaş olursun. Maksatlı yaklaşmaların da, en çok benim gibi yalnız insanlaradır. Artık bir muhbir olduğunu biliyorum. Listende şimdi kimler var, hı? Oturup kahvesini içtiğin, giderken sırtını sıvazladığın kaç kurban var?.. Sürüngen! Kertenkele! Yılan! Tenha bir yerde yüzüne tüküreceğim senin. Yo, tenha bir yerde değil, o sırtlan suretine fakültenin en kalabalık koridorunda tüküreceğim ki, öğrencilerin de görsün. Yarın ilk işim bu olacak.
Sakin olmalıyım, sakin olmalıyım. Şimdi bunu düşünmenin hiç sırası değil. Kanı beynime sıçratmaktan başka işe yaramaz. Nasılsa olay küllendi. Üzerinde durmamalıyım artık. Düşünmemeliyim.
Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz...
Aklıma takılan bir şey var. Dün aldığım mektup zarflarının arka kapakları üçgen miydi yoksa düz mü? Düz olanlar daha güzel. Keşke dikkat etseydim. Bir, iki...
Vahit'e yazdığım mektubun yanıtı gelmedi... Ummamalıydım.
Sabah kalkmak için iyi bir nedenim olmalı. Bir...

Evet, mutlaka! Yarın ilk işim, o sürüngenin yüzüne tükürmek olacak. Sonra da istifamı basacağım... İstifa mı? Nasıl da düşünüverdim böyle bir şeyi! Ne istifası! Kendine gel, ne oluyorsun! Öfkene yenilme. Akıllıca yürü bu yoldan. Harcanmak mı istiyorsun?
Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on, on bir, on iki, on üç, on dört, on beş, on altı...
Arka taraftaki arsanın her geceki konukları havlayarak, gruplar halinde sökün ettiler gene. Her zamanki gibi, çok geçmeden kavgaya tutuştular. Arada sırada, canı yanan birinin tiz bir sesle inlediği duyuluyor. Havlamaları sessizlikte yankılanıyor. Ne kadar da telaşlılar... Köpekler başıboş... Aç, yorgun ve sinirli. Köpekler başıboş, aç, yorgun ve sinirli. Köpekler başıboş, aç, yorgun ve sinirli. Köpekler başıboş aç, yorgun ve si... nir... li. Kafamın içindeki gürültüyü duymak için sessizlik istiyorum! Susun! Ne olur, susun! Artık havlamayın bana! İtler, itler!
Geldikleri gibi, havlayarak gittiler. Sesleri de kendileriyle birlikte uzaklaştı.
Serap'ı benim odaya vereceklermiş. Ondan daha eski olduğum için, pencere kenarındaki masa doğal olarak bana ait olacak. Kapı ve dolap anahtarlarından birer tane daha yaptırmak gerekecek. Onun saksı çiçekleri de geldiğinde, odada kımıldayacak yer kalmaz artık. Hem mutlaka bir kitaplık daha konması gerek. Aslında onu daha büyük başka bir odaya verebilirlerdi.
Serap... Masamdan aldığı kalemleri geri vermeyip hep unutur. Aldığı borçları da. Sigara içer, paket taşımaz. Ivır zıvır yemesini sever. Çevirilerini öğrencilerine yaptırır. Altında imzası olan projelerin bütün yükünü de öğrencileri çeker. Sıkıntısız yaşamanın yolunu bulmuş... Onunla aynı odada çalışmak düşüncesi bile itici geliyor. Yarın ilk işim, bu konuyu bölüm başkanıyla konuşmak olacak. Sağlık problemim olduğunu, sigara içen biriyle aynı odayı paylaşmanın olanaksız olduğunu söylerim. Evet... İyi fikir.
Vakit epeyce geç olmuşa benzer. Caddeden tek tük geçen arabaların homurtuları bölüyor sessizliği. Böyle giderse, uyumadan sabahı edeceğim. Bütün düşünceleri kafamdan kovmalıyım.
Elimde beyaz bir kürek var. Daldırıyorum kafatasımın içine. Kara düşünceler, bir yığın oluşturmuş. Daldırıyorum beyaz küreği bu sıkıntılı düşüncelere. Kürek kürek atıyorum dışarıya onları. Bir kürek, iki kürek, üç kürek, dört kürek... Kafamın içinde hiç düşünce kalmayana kadar sürdürüyorum bu işlemi. Kıyıda köşede kalmış ufak tefek düşünceleri de kazıyor ve dışarı atıyorum. İşim bittiğinde, kirlenmiş beyaz küreği sonsuzluğa fırlatıyorum.
Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on, on bir, on iki, on üç, on dört, on beş, on altı, on yedi, on sekiz, on dokuz, yirmi, yirmi bir, yirmi iki, yirmi üç, yirmi dört, yirmi beş, yirmi altı, yirmi yedi...
Yarın ilk işim, istifa dilekçesini vermek olacak! Sürüngenlerle aynı havayı soluyamam, diyeceğim. O dar ve pis alnı artık bir kez daha olsun görmek istemiyorum.
Of! Sakin ol! Bir, iki, üç, dört...
Nasıl katlandım bunca zaman bu haksızlığa? Nasıl bu kadar tepkisiz kalabildim?! Ben aptalın biriyim! Daha o zaman kendimi savunmalıydım. Ne güçsüz bir insanım. Bir an önce, sabah olmalı! Uyur ya da uyanık, sabah olmalı! Bundan sonra, aptal biri gibi yaşamayacağım! Neyse, bugün bugündür. Yarın kendimi oluşturacağım.
Bir, iki, üç, çizgili etek, beyaz ceket, puanlı eşarp, fatura, otomat, oyulmuş gözler, anne, karanlık, kaybolmak, Sedat, seyahat, sokak kedisi, Adnan, doçentlik, yemek sosuna karışmış pasta, çocuklar, kareli etek, tahta kolye, konferans, sıkıntı, çizgili etek, puanlı eşarp, bigudi, makyaj, sokak kedisi, dekan, sürüngen, kertenkele, yılan, mektup zarfı, üçgen, Vahit, istifa, köpekler, istifa, sokak kedisi, sürüngen, itler, istifa, kareli etek, tahta kolye, Serap, sokak kedisi, çiçekler, sigara, istifa, beyaz kürek, istifa, kirlenmiş kürek, istifa, istifa, istifa!
Yorgunum. Gözlerimden giren sinsi bir ağrı, alnımdan dolaşarak enseme saplandı. Kulaklarım çınlıyor. Bütün bedenim ağrıyor. Bu çınlama ne zaman dinecek? İçerisi buz gibi olmuş. Pencereleri kapatmalıyım.
Bir o yana bir bu yana dönmekten, yatak savaş alanına dönmüş. Çarşafı ve yorganı düzeltmeli, yastığı yeniden kabarmalıyım. Bütün gün bedeniyle çalışmış bir işçi kadar yorgunum. Ayak parmaklarım birbirine yapışmış. Onları ayırınca biraz rahatlıyorum. Bütün bedenimi olanca gücümle sıkıp gevşetiyorum. Parmaklarımı çıtırdatıp avuçlarımı şakaklarıma bastırıyorum. Yorgana sıkıca sarınıp ısınmaya çalışıyorum.
Bir, iki, üç, dört, beş, istifa, sokak kedisi.
Bir, iki, üç, dört, sürüngen, istifa.
Bir, iki, üç, dört, beş, istifa!
Bir, iki, üç, ummamalıydım.
Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on...
...seksen sekiz, seksen dokuz, doksan, doksan bir, doksan iki, doksan üç, doksan dört, doksan beş, doksan altı, doksan yedi, doksan sekiz, doksan dokuz, istifa!
Bir, iki, üç...
...doksan sekiz, doksan dokuz, yüz. Bu hendeği atlamalıyım. Mutlaka karşıya geçmeliyim. Uçuyorum, uçuyorum... Neden yere doğru çekiliyorum?.. Dine çarpacağım!.. Sesim çıkmıyor. Bağırmak için olanca gücümü harcıyorum, ama bir türlü sesim çıkmıyor. Kokuyorum! Uçmalıyım, uçmalıyım...
Uyanmalıyım!
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
29 Nisan 2006       Mesaj #573
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Şu anda senden ayrılışımın ikinci günündeyim, buğusu çalınmış sıcak özlemin
ayrılıklara o kadar çabuk dönüştü ki...

Bu şehir yine kalabalık yine kaskatı bakışlarıyla boğuyor insanların gündüzlerini. Bense düşlerimi avuç avuç taşımaya çalışıyorum gerçeklere ta ki sabahın o insan eli değmemiş saatleri uykularıma elektrik verinceye dek. İşte bu şehrin ve şehrin soğuk gürültüsünün gölgelerinde aşkımı darağaçlarında sallandırmanın yollarını ararken , eski bir dostun sıcak nefesine rastladım. Tüm bunlar acısıyla, tatlısıyla, tadımlık şımarıklıklarıyla her şeyiyle çok güzel. Tam ben sensizliğe dayanabilmek için, hasretini çektiğim kokuna ulaşabilmek için rüya haritasını alırken, bir el dokundu omzuma. Düğüm düğüm gırtlağımdan tırmanarak özgürlüğe koşan hıçkırıklarımı teselli etti . Seni her gece gördüğüm rüyalarımda, sımsıkı tutuyorum ellerini , eğer onları hiç bırakmazsam rüyam sona erse bile sen yanımda kalacakmışsın gibi geliyor. Gözlerimizde çocukluğumuzdan kalan masum,temiz ve pembe renkli etmeye mecbur olmadığımız halde etmekten hoşlandığımız yeminler ve dudağımda sen..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Nisan 2006       Mesaj #574
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
AcI


Seni de vururlar bir gün ey acı
Uçuşup durduğun kanatlarından
Sazın sözün türkülerin tükenir
Ellerin koynunda kalakalırsın

Şakaklarına kar yağıyor bilesin ey acı
Gül açan yüzlerimizde
Göğeriyor rengin senin de

Biz seni
Tâ eskiden tanırız hani
Göğüslerimize taş olur inerden
Avuçlarımızda hira dağıydın

Al atların tan yerine ayarlanmış yelelerinde
Akdeniz rüzgarlarına karışan sendin

Biliyorum
Hiçbir tarih yazmayacak ve bir
Sır gibi kalacak yakılan kitaplarda
Göbek bağı anasından henüz çözülmemiş
Bebelerimize mitralyözlerin okyanus ötesinden
Ayarlandığını

Seni de yakarlar bir gün ey acı
Bir taptuk kul gözlerinden vurursa
Parmakların eğri ağaç tutmaz
Çığlıkların çağlar aşar duymazsın

Ve ben biliyorum
Örümceği, mağarayı, güvercini, asâyı

Ve İbrahim'in baltasını
Biliyorum

Nereden başladı bu kesik dans
Ve bu dansa karşı afyonlanmış hecin yüzlü
İnsanlar kim?

Kim kimin yanında
Kim kimin karşısında

Meclis kürsüsünden konuşan bu adam kim

Üsküdür kız lisesinde okuyan genç kız
Çantasında kimin fotoğrafını taşıyor

Kadıköy vapurunda sigara tüttüren delikanlılar
Neden gülüyorlar ki

Seni de vururlar bir gün ey acı
Filistin'de sapan taşlı çocuklar
Dalın, kolun, fidelerin, budanır
Kuru bir kütükle kalakalırsın

Öyle bakmayın balkonlarınızdan
Fırat nehri ayrılık çıbanına tutuldu,
Damarlarımızı yırtıyor
Tuna nehri, onulmaz boşnak sızıları
Pompalıyor yüreğimize

Pilevne türküleri ağıtlara dönüşürken,
Çeçenya'da yiğitler
İnancın emeğin ve aşk'ın
Kılcal damarlarına ulanıp sustular...
Ve ne Bağdat'tan
Ne Şam'dan
Ne Mekke'den
Ne Diyarıbekir'den
Ne istanbul'dan
Ne Buhara'dan
Bunca telefon direğine rağmen kimse kimseyi
Duymuyor

Seni de vururlar bir gün ey acı
Halepçe'de soldurulmuş gül gibi
Bu sevdaya düşsen, sen de yanarsın
Suskun, sıcak, uzun yaz geceleri

Ve siz
Ey analar,
Hani siz, gecelerinizi böler, çocuklarınıza ninniler
Söylerdiniz

Hani siz, fatihler doğururdunuz...

Gelin-kızların giysileri kirletildi
Çocuklar hep yetim kaldı

'Elem yecidke yetimen feava'

Ve ben biliyorum
Ben biliyorum
İstanbul'un
Bağdat'ın
Diyarıbekir'in
Mekke'nin
Buhara'nın
Birbirine nasıl bağlandığını, nasıl çözüldüğünü sonra
Ey insan
Ey insanlık
Ayağa kalk

Kolları ve bacakları budanmış delikanlıları
Boyunları gövdelerinden ayrılmış insanları
Gözleri uyur gibi kapanmış, kan pıhtıları içindeki bu
Çocukları

Gelişmiş laboratuarlarınızda dikkatle inceleyin
Ve bir gün
Bu dünya
Gül bahçesine dönecek
Bunu böyle bilin ve
Unutmayın

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
30 Nisan 2006       Mesaj #575
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Aramızdan Biri Daha GittiAşk çoğu zaman oyun oldu bana ya saklambaç gibi geldi yada bir yakalamaç gibi bir fanus gibi camın içine aldı üzerinde delik yok ki hava alasın denizde çıktıktan sonra kurulanmamak olmaz üşürsün tek başıma gezdiğim zaman bunun değerini anladım tepenin ucundan yaptığım maketle uçmaya çalıştım senin evini üstten gördüm kus bakışı yol boyunca kuşlar arkadaşlık etti yere inince her şey eskisi gibi oldu beni ansızın bıraktı kuşlar uzanan yardım eli bile yok dost dediklerim bıraktılar beni eski dostluklar ölmüş derlerdi demek doğruymuş bahçemdeki tek dostlarım yere uzunca uzanmış beni bekleyen çimler ilgi ve şefkatin değerini iyi bilirler uçlarını bile kırpmaya kıyamıyor insan iki ağaç arasında kurduğum hamak bulutlar arsında el sallar ay dede domates yedim biraz yüzüme kan gelsin diye ekmek sepetindeki kurumuş ekmekleri kuşlara verdim kediler ise süte talim kedi ile köpek geçinemez derler ikisi de koyun koyuna vermiş kara inat küçük evlerinde uyuyor doğanın kanundan habersiz kedi fareyi yer derler ama burada o kanun geçmez tahta arasının önünde bekler tekir tehlike anında kerimi çağırsın diye aynı kaptan yerler peynirlerini aynı sudan içerler bilmez ki birlerine ne yapsınlar insanlardaki yapışık yumurta ikizlerini oynuyorlar sanki aslında birbirlerine tiyatro oynuyorlar bizlerden habersiz derim ya söz gider yazı kalır anlatılanlara kimse inanmaz ama doğa böyle düşman gibi davranıp dost olmak aslında durum öle değil çıkarcı olmuş herkes karga tilki masalına dönmüş dünya insanları eksik taraflardan vurmuşlar boş tankları bile bile savaşa göndermişler insanların öleceğini bildikleri halde dolu sokaklar boşalmaya başlamış herkesin nereye gittiği bilinmez sıra er yada bize gelecek o zaman bize ne olur bilmem ama kazanan her zaman kötüler her yerde torpil olur ama burada asla soruyorum kötü kötüye torpil yapsa ne olur ortada bir patlama kırmızılar içinde havai fişek kimse patlama oldu diye üzülmez aksine yeni doğmuş gibi sevinir ama neye bilmez ki aramızdan biri daha gitti diye...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Nisan 2006       Mesaj #576
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Allah Rızası Su ve Sinan

İstanbul devamlı bir su problemi içerisindedir.Bu problemin çaresi asırlar önce Kanuni zamanında Mimar Sinanın günlerinde konuşulmuş ve en büyük çare Sinanla bulunmuştur. İstanbulun o günkü nüfusu çoğalınca Kanuni Sultan Süleyman Sinanı çağırır der ki:
Mimarbaşı halkımız su ihtiyacı içinde. Bir at yükü suya çok miktar akçe ödüyorlar. Acaba halkımızın bu su ihtiyacını karşılamak için birşeyler düşünmez misiniz?
Mimarbaşı der ki:
Sultanım siz müsaade buyurun ben İstanbulun çevresini bir dolaşayım dışarıda mevcut suları İstanbula getirmenin mümkün olup olmadığını
bir inceleyeyim ve ondan sonra size bir cevap veririm. Ve Sinan Ağa atına biner yanına yardımcılarını da alır çekmeceden başlayarak kıyıları dolaşır Beşiktaşa kadar İstanbulun kıyılarında dereleri akan suları tespit eder.Bu suların önü örüldüğü baraj yapıldığı takdirde nereye kadar yükselir nereden nereye kemer yapılarak İstanbula getirilebilir bunun günlerce hesabını yapar ve Kanuninin huzuruna çıkar.
Sultan sorar:
Mimarbaşı İstanbula su getirmek mümkün müdür?
Mimarbaşının cevabı:
Belki sultanım mümkündür. Ancak çok ağır bir şartı var.
Nedir o mimarbaşı?
Sultanım altın dolu keseleri uç uca dizmek şartıyla ancak İstanbula su
gelebilir.
Kanuninin cevabı şu olur:
Mimarbaşı sen İstanbula su getirmenin mümkün olup olmadığını söyle. Eğer
mümkünse ben keseleri uç uca değil yan yana dizmeye razıyım.Bunun üzerine Mimar Sinan kolları sıvar ve İstanbulun dışındaki suları
Kağıthane civarında belli yerlerde toplar oradan da dere içlerine büyük geçitler yaparak İstanbula getirir ve şehrin belli meydanlarında umumi çeşmeler yaparak suyu akıtır. Bu çeşmelerin tamamı da kırkı bulur. Ve Kırk çeşme suları akmaya başlar.O güne gelinceye kadar musluk gibi bir adet olmadığı için sular boşa akıp
gitmektedir. O gün çok pahalıya mal olan suyu artık bostanlara yollara akıtmak istemezler ve ilk defa İstanbulda lüle dedikleri musluğu
çeşmelere koyuyorlar.
Su böylesine pahalıya geldiği ve kıymet kazanmaya başladığı için Kanuni bir ferman çıkarır der ki: İstanbul meydanlarındaki umumi çeşmeler halkın malıdır. Hiç kimse bu çeşmelerden gizlice yeraltından evine su alamayacaktır.
Bu umumi kaidenin bir istisnasını da koyar Kanuni. Oda özel olarak Sinana iletilir. Denir ki: Sen İstanbula böylesine güzel bir çalışma sonunda kırk çeşme sularını
getirdin. Sen evine özel olarak bir lüle su alabilirsin.
Ve Süleymaniye civarındaki meydan çeşmesinden Sinanın evine özel olarak yol yapılır ve su akıtılır. Böylece Mimar Sinan evinde özel suyu olan tek kişi olur.
Mimar Sinan Åz(ehzadebaşı Camiini Süleymaniye Camiini ve Edirnedeki Selimiye Camiini yaptıktan -sonra yaşlanır.
Devir hep öyle geçmemiştir. İtibarının yüksekte olduğu devirde kendisinin kıymetini takdir edenler bir bir bu dünyadan göçmüşlerdir. Kanuni vefat etmiştir yerine başka padişahlar geçmiştir. Ve Sinan 99 yaşına gelmiştir. çevresindeki dostları göçtüğü için de kendisi İstanbulda adeta yapayalnız kalmıştır. Ve yeni bir nesil yetişmiştir.
Bir gün Sinanın kapısına birisi gelip dayanır. Kapıyı çalar. Sinan bastonuna dayanarak kapıyı açar Buyurun der. Gelen meçhul insan Ben Topkapı Sarayı postacısıyım. Sizi divana çağırıyorlar. Herhalde bir soruşturmaya tabi tutulacaksınız der.
Sinan Ağa bu ihtiyar halinde dostlarının tümünün göçüp gittiği kendisini eserleri inşaat halindeyken görenlerin kalmadığı bu ihtiyar dünyada Acaba Topkapı Sarayına niye çağırılıyorum? diye bastonuna dayana dayana gider.
Saraya girer orada bir soruşturma heyeti kurulmuştur: Kadılar ulemalar müftüler o günün vükelası. Sinana şöyle derlerMsn Confusedinan Ağa hakkında şikayet var. Eve su almak yasak olduğu hiç kimse evine özel olarak su almasın diye padişah fermanı olduğu halde sizin evinizde özel su varmış.
Evet der Cihan Padişahı bana öyle özel olarak müsaade etmişti. İstanbula yaptığım su hizmetinden dolayı sadece benim şahsıma su müsaade etmişti de almıştım.
O zaman şu müsaadenizi fermanı görelim de ses çıkarmayalım. Kimseye verilmemesine rağmen sizinki devam etsin.
Sinanın cevabı şu olur: Ben o zaman Cihan Padişahından ferman istemekten hicap etmiştim. Fermanım falan yok ama su benim evimde akıyor.
Divan müşkül durumda kalır konuşmalar olur: Sinan büyük hizmetler etmiştir evinde suyu aksın. Oradan başkaları cevap verir: Bu Âl-i Osmana hizmet eden sadece Sinan mı? Sinan gibi daha nice hizmet edenler vardır. Ya onların da evine özel su verilsin ya da Sinana da bu ayrıcalık tanınmasın.
Divanda uzun münakaşalar olur son olarak verilen karar şudur: Sinan gibi diğer hizmet edenlerin de evine su bağlanamayacağına göre Sinana verilen
su kesilmeli fakat şimdiye kadar kullandığı suyu fermansız kullandığı için bir cezaya mucip olmamalıdır.
Ve bu karardan sonra Sinan evine gelir. Üzgün bezgin fakat fazla müteessir değil. çünkü Sinan hizmetini Allah için yapmıştır. Kendisine bir ayrıcalık tanınsın özel bir mükafat verilsin diye değil.
Ve Sinan 100 yaşına girerken hastalanır yatağa düşer. Vefat sırasında bir bezi suya batırıp da dudağına çalmak isterlerken bakarlar ki evindeki musluktan su akmıyor. İstanbula su getiren Sinan susuz evde vefat eder.
Vefat sırasında bu olayı başında konuşanlara verdiği cevap enteresandır:
Biz hizmetimizi dünyada bir bardak suya satacak kadar menfaat düşkünü değiliz. Biz hizmetimizi Allah için yaptık ve mükafatını da ahirette ekliyoruz. Dünyada evimize su verilmediği için müteessir değiliz.
JeLiBoN - avatarı
JeLiBoN
Ziyaretçi
30 Nisan 2006       Mesaj #577
JeLiBoN - avatarı
Ziyaretçi

İHTİYAR ÇÖPÇÜ
ihtiyarcopcu5ri
İhtiyarlığa adım atalı çok olmuştu. Gözleri dalgalara takılmış halde, iyi kötü yönleriyle geçmişi düşünüyordu. İnsanlığa karşı pek güveni kalmamıştı. İyilik yaptıkça nankörlük gördüğünü düşünüyordu. Çoğu kişinin kendisine "enayi" gözüyle baktığını da biliyordu. Fakat karşılıksız iyilik yapmaktan vazgeçmiyordu. Çünkü kendisini hayata bağlayan çok az değerden birisi de, kendisine olan saygısıydı. Onu da kaybederse , herşeyini kaybetmiş olacağını düşünüyordu.
İhtiyar adam kayalıkların üzerinden yavaşça doğruldu, denizin kenarına atılmış kırık içki şişesi gözüne takılmıştı. İçki içmezdi ama görüp de almazsa ve bu kırık şişe birine zarar verirse vicdan azabı duyacağını düşündü. Onun şişeyi yerden aldığını gören biri kız, biri erkek iki genç gülüştü. Erkek ; "-Çöpçü herhalde. " dedi. İhtiyar adam herkesi hoş görmeye çalışırdı, özellikle gençleri ama yine de gencin, kendisi hakkında arkadaşıyla şakalaşırken biraz sesini alçaltmamasına, kendisinin duymaması için gayret etmemesine canı sıkılmıştı.
İhtiyar kırık camları atmış dönerken, gençlerin az önce kendisinin oturduğu kayalarda, azgın dalgalara karşı şakalaştığını, birbirini itekler gibi yaptığını gördü. Biraz daha uzakta bir kayaya gidecekti ki, birinin denize düşme sesi ve çığlığı kulaklarında çınladı. Kız düşmüştü, . Sportif yapılı gencin hemen atlayıp kızı kurtarmasını bekledi. Fakat kayadan kayaya telaşla koşan genç atlamaya cesaret edemiyordu.
Genç ne yapacağını bilemez halde dalgaların uzaklaştırdığı kız arkadaşına bakıyor, bağırıyordu. Sağa sola deli gibi koştururken, hemen yanından birinin denize atladığını duydu, bu az önce dalga geçtiği ihtiyar adamdı.
İhtiyar adam dalgaların tüm zorluğuna rağmen, güçlü kulaçlarla kıza yetişti, saçlarından yakaladı kayalara doğru çekti. Kayalara yaklaştığında kıyıdaki genç, kızı yakalayıp önce yukarı, sonra sahile çekti. İhtiyar adamı o anda unutmuştu bile. Birden aklına gelip denize doğru baktığında ihtiyar adamın hala çıkamadığını gördü.İhtiyar kollarında derman kalmamış halde, kendisini kıyıdan koparmaya çalışan dalgalara kendini bıraktı. Genç çılgına döndü, sevdiği kızı kurtaran , az önce dalga geçtiği ihtiyar gidiyordu. Kısa zamanda büyük şeyler olmuştu hayatında. Hayatta en çok sevdiği kişiyi kurtaramamış, başkası kurtarmıştı ve o da şimdi kendisinden özür bile dileyemeden, boynuna tüm utançları takarak sonsuza dek gidiyordu.
Kendine tam gelememiş kız , gencin sulara atlayışına baktı bağırdı ama nafile. Oysa arkadaşının kendisi kadar bile yüzemediğini iyi biliyordu.
Genç erkek tüm çabasına rağmen ihtiyara yaklaşamamıştı bile , dalgaların üzerinde boğulan değil, sanki dinlenen biri gibi duran ihtiyar da sanki gülümsüyor gibiydi. Genç bir anda ihtiyardan daha çok kıyıdan uzaklaştığını farketti. Bitiyordu herşey. "Gerçekmiş demek ki " diye düşündü, hayatı, arkadaşları , sevdikleri hızlıca gözlerinin önünden geçiyor gibiydi. İnsan ölüme yaklaşınca böyle oluyormuş. Su yutuyordu ama mücadeleyi bırakmıştı.
****************
Birden beklenmedik birşey oldu; genç adam kolunun kuvvetlice yakalandığını hissetti, önce köpekbalığı aklına gelip telaşla çekmek istedi ama hemen yanında ihtiyar adamı farketti. İhtiyar adam önce kolundan yakalamış, sonra yakasından tutup, onu bir bebek gibi çekmeye başlamıştı.
Göz açıp kapayana kadar kıyıya gelmişlerdi. İhtiyar adam, genci kızın yanına kadar atmış, nefesleniyordu. Gençlere gülümsedi ; "- Siz de, ben de bu gün güzel dersler aldık. Ben kendi adıma çok mutlu oldum. Siz kimseyi küçümsememeyi öğrendiniz. Ben de bu küçük dalgalarda sizi deneyerek, insanlığın ölmediğini gördüm. Delikanlı beni kurtarmaya gelmen, beni ne kadar mutlu etti sana anlatamam. Fakat ben daha bu dalgalara yenilecek kadar kocamadım"
İhtiyar kıyıda kendilerini toparlamaya çalışan gençlerin birşey söylemesine fırsat vermedi; "-Hoşçakalın !. . . " deyip yürüdü.
Gençler peşinden koşamadıkları ihtiyara şaşkınlıkla, içlerinde bir buruk sevinçle bakakaldılar
ozanyazar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Nisan 2006       Mesaj #578
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Eski Sevgiliye Sitem

Bir zaman gelirde uzaklara kaçmak ister, senden bile gizlenir, sesini duymak için aramaz yokluğuna alışmış gibi davranırsam. Eğer karamsarlığa düşüpte yalnızlığa asla isyan etme. Bu zamana kadar herşey senin içindi. Her yönüyle yaşanmaz hele gelen şu acı hayatta bile senin için vardım. Karşılığımda ne aldım ki?…. Koskoca bir hiç. Şu zaman kadar tatlı çehreni ne kadar tebessümle okşayabildim yada yanmakta zorluk çekecek derece ne kadar acı verdim bilemiyorum. Ben bir tek senin mutluluğunu istedim. Güzel gözlerindeki küçücük bir tebessüm belirtisi bile hayatta tümüyle senin için bağlanmama yetti.
Sevdim seni nedenini bilmediğim bir şekilde kimsenin sevmeyeceği kadar çok sevdim. Yokluğunda hayalinle, sevginle avundum. Sıcacık sevgin yokluğunda arkadaş oldu aratmadı seni bana ama yine uzaklarda olduğun sürece en çok ben özledim. Seni herşeyden daha fazla özledim. Zaman gelip büyük çabalarla beni unutmaya çalıştığım anlarla bile senin unutmak bir yana ben seni aklında bile çıkarmak istemedim. Tüm bunlara yalnız senin için şu anda beş para etmeyen sevgimiz için göğüs gerdim. Sen bir kaç satır yazmakta bile acizken ben sensizliği üstü kapalı bir ifadeyle yalnız satırlarıma döktüm. Hayatımın en çılgın, en vahşi, en sakin, en güzel, en berbat, en unutulmaz anlarında hep seninle birlikteydim. Sen yokken hayatın bir anlamı yoktu ki. Sana gülmedim demiyorum . gün geldi çıldırasıya, damarlarım tıkanısıya, katılasıya dek güldüm. Ama içten deyil.. zaman geldi ağlamak istedim. Kendimi ne kadar zorlasamda olmadı sadece hüzünlendim. Ama tüm bu anlarda sensizlikte bile yaşadım tüm bunları. Sana niçin anlatıyorum ki sen beni anlayamazsın zaten anlamadın ki. Ama hiç olmazsa bu delinin seni nedenli sevdiğini anlarsın. Şu anda bir binanın enkazı altında kalmış gibiyim çaresiz ve yalnızım ama ne varki katmerlenmiş acılar bile bana yokluğunu unutturmuyor. Ama ben bunları hepsine niye yazıyorum bilmiyorum. Çünki sen beni anlamış olsaydın...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mayıs 2006       Mesaj #579
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hırsız(korkunç değil, okumaya değer) Herkesin hırsız olduğu bir ülke varmış,ama istisnasız herkesin.
Gece
olunca,insanlar maymuncuklarını ve fenerlerini yanına alır ve
komşusunun
evini soymaya gidermiş. Gün doğarken geri döndüklerinde
torbalarını
doldurur,yüklerini alırlarmış.

Ama her seferinde kendi evlerini de soyulmuş bulurlarmış. Ülkede
kimse
kaybetmezmiş,çünkü herkes birbirinden çalar ve bu dolaşım son
kişi ilk
kişiden çalana kadar sürermiş.
Bir gün, nasıl olmuşsa, dürüst bir adam ortaya çıkmış.Gece
olduğunda,çanta
ve fenerle dışarı çıkmaktansa evinde kalıp çalışmayı tercih
edermiş.

Hırsızlar geldiğinde evde ışık yandığını görüp soymak için
içeri
girmezlermiş. Ve bu durum bir süre devam edince, ahali bir konunun
açıklığa
kavuşmasını istemiş: "Çalmadan yaşamak senin tercihin, ama
başkalarını bir
şey yapmaktan alıkoymaya hakkın yok."demişler.

Bunun üzerine dürüst adam, geceleri evinden çıkar, fakat hiçbir
şey çalmaz,
döndüğü zaman evini hep soyulmuş bulurmuş. Adamın bir haftadan
daha az bir
sürede, yiyecek tek bir şeyik almamış ve ülkeyi terketmek zorunda
kalmış.
Daha iyi soygun yaparak zenginleşenler kendileri için soygun yapmak
üzere
maaşlı hırsızlar
tutmaya başlamışlar.
Zengin-Fakir ayrımı giderek çoğalmış. Zenginler mallarını
korumak için polis
teşkilatı ve hapishaneler kurmuşlar ve kendi mallarının
çalınmasını yasa
dışı ilan etmişler.

Ancak yoksulların mallarını çalmak hala serbestmiş.


Bir süre geçtikten sonra,artık kimse soymaktan ve soyulmaktan söz
etmez
olmuş. Çünkü yoksulların çoğu ya açlıktan ölmüş ya da
ülkeyi terketmişler.
Zenginler ve maaşlı soyguncular ise soyacak kimse kalmadığı için
servetlerini yitirmeye başlamışlar.


Sonunda zenginler eski düzeni yeniden sağlamak için dürüst adamı
başa
getirmeye karar vermişler. Ancak dürüst adamın evine gittiklerinde
sadece
yerde yazılı bir kağıt varmış. Kağıtda şunlar yazıyormuş:

"Bir insan sadece dürüst olduğu için aranıyorsa her şey için
çok geç olmuş
demektir"
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
1 Mayıs 2006       Mesaj #580
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
En değerli armağan




KAF DAĞI’NIN da ötesindeki masal ülkelerinden birinde, harikalar diyarının kraliçesinin bir bebeği olmuş. Harikalar diyarının koruyucuları olan periler ve periler prensesi, küçük bebeğin beşiğinin etrafına birikmişler.

Kraliçe etrafındaki perilere dönerek şöyle demiş:

“Bu küçük bebeğe en değerli olduğunu düşündüğünüz şeyleri hediye edin!”

Birinci peri uyuyan bebeğe eğilip şöyle demiş:

“Ben sihirli gücümle sana görenin hayran kalacağı bir güzellik armağan ediyorum. Göz kamaştıracaksın!”


İkinci peri şöyle demiş:

“Sana öyle güzel ve derin mavi gözler armağan ediyorum ki, gördüğünü anlayacak, seni göreni büyüleyeceksin.”


Üçüncü periye gelmiş sıra:

“Selvi boylu olacaksın. Senden daha narin bedenli kız olmayacak bu dünyada.”


Dördüncü peri eğilmiş beşiğe:

“Çok zengin olacaksın. Hiçbir sıkıntın olmayacak.”


Periler prensesi, düşüncelere dalmış:

“İnsanların güzelliği geçicidir. Gözlerin, yüzün, vücudun güzelliği çiçeklere benzer. Yaşlanınca geçiverir. Zamanla rüzgâr en biçimli palmiyeleri bile çarpıtır. İnsanlar, zenginliğini kendilerine dağıtmayanlardan nefret eder; hepsini dağıtırsa, kendisi de fakir olur.”


Bu düşünceler içinde:

“Sizin şimdiye kadar bu bebeğe verdikleriniz çok kalıcı olmadı bence” demiş.


Periler:

“Peki ama başka ne verebilirdik ki?” diye sormuşlar.


Periler prensesi:

“Ben ona iyiliği bırakıyorum,” demiş. “Güneşin ne kadar mükemmel ve sıcak olduğunu bilirsiniz, ama onun ısıtacak toprağı olmasa sıcak bir kayadan ne farkı kalır? Kalbin saçtığı iyilik de güneş ışığı gibidir; hayat verir. İyiliğin olmadığı güzellik, kokusu olmayan çiçek gibidir. İyiliğin olmadığı zenginlik, bencillikten farksızdır. İyiliğin olmadığı aşk yok eder, kavurur. Sizlerin armağanları geçiciydi, iyilik ise kalıcıdır. Sonsuz bir kuyuya benzer. Ne kadar çok su çekersen, o kadar çok sulu olur, o kadar bereketli fışkırır. İyilik, dünyada tek tükenmeyen şeydir.”

Sonra, periler prensesi uyuyan bebeğe doğru eğilmiş ve dua etmiş:
“Kalbin sıcak olsun küçük bebek, iyi ol!”



—Polonya halk hikâyesi

ѕнσω мυѕт gσ ση ツ

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar