Arama

Ekoloji ve Çevre Hakkında Makaleler - Sayfa 2

Güncelleme: 21 Şubat 2019 Gösterim: 141.766 Cevap: 64
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
30 Temmuz 2006       Mesaj #11
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

Enerji Nimetlerinden Jeotermal


Prof.Dr. M. Ubeyde CAN
Sponsorlu Bağlantılar

* Yaratılıştan depo edilmiş 'yerküre ısısı' olarak tarif edebileceğimiz jeotermal enerji, günümüzde hangi sahalarda kullanılmaktadır?
* Jeotermal enerji, günümüzde kullanılan diğer enerji kaynaklarına göre, gerek maddî açıdan, gerekse sağlık açısından hangi avantajlara sahip kılınmıştır?
* Jeotermal enerji sisteminin uygulanmasında, bazı teknolojik tedbirlerin alınması
neden önemlidir?
* Jeotermal enerji kaynakları bakımından ülkemizin dünyadaki yeri…
* Çevre kirliliğinin önlenmesinde jeotermal enerjinin rolü…

jeotermal2Dr. İsmail Bey kış mevsiminin bu soğuk günlerinde, sokaklarda maske ile dolaşıyor olmasına çok içerliyordu. Ama maskesiz dolaşınca da hava kirliliğinin tesiriyle öksürmeye başlıyordu. Hele bebekler ve çocuklar bu durumdan daha müteessir oluyordu. “Ne garip durum!” dedi içinden. “İnsan, kendinin ve başkalarının hayatını bilerek veya bilmeyerek tehlikeye atıyor. Koca koca akıllar bir hava kirliliğine çözüm üretemiyor.” diye düşündü.

Biraz ilerleyince yol ortasındaki mazgalların arasından yükselen buhar dikkatini çekti. Yakınlardaki kaplıca suyu buradan geçiyor olmalıydı. Birden hava kirliliğine çözümün, tam karşısında olduğunu fark etti. Suyun öylesine akarken hâl diliyle “Beni neden değerlendirmiyorsunuz? Benden niye yeterince faydalanmıyorsunuz? Sizi ve beni yaratan Kudret, sizin için bende nice faydalar yarattı; bir bilseniz ve bunu değerlendirseniz!” dediğini duyar gibi oldu.

Tarih boyunca ülkelerin kalkınmasında önemli bir faktör olan enerji, aynı zamanda çevre kirliliğinin de önemli sebeplerinden biri olmuştur. Hızlı nüfus artışıyla birlikte sanayileşme ve şehirleşme büyük bir ivme kazanmış, ancak, bunların yol açtığı çevre kirliliği geleceğimizi tehdit eder hâle gelmiştir.

Sanayileşmiş ülkeler, artan enerji ihtiyaçlarını gidermek için, çevreyi kirletmeyen, temiz, ucuz ve yenilenebilir kaynak arayışına girmiştir.

Ülkemizin enerji ihtiyacının yarısı; petrol, doğalgaz ve kömür gibi ithalata dayalı kaynaklardan karşılanmaktadır. Bilhassa petrol ve doğalgazda büyük ölçüde dış kaynaklara bağımlılık söz konusudur. Son 20 yıl içinde petrol fiyatları, dünyadaki petrol arzındaki azalmalar ve bazı politik gelişmeler sebebiyle aşırı ölçüde artmıştır. Bu artışlar diğer yakıt fiyatlarına da belirli ölçüde yansımaktadır. Bu yüzden ülke ekonomisi zaman zaman zor durumlarda kalabilmektedir. Dolayısıyla enerji harcamaları önümüzdeki yıllarda da devlet ve aile bütçesinde önemli bir yer tutmaya devam edecektir.

Üretimi oldukça pahalı olan fosil yakıtlı enerji kaynaklarının belli bir süre sonra bitecek olması, yeni alternatif kaynakların bulunmasını mecbur kılmaktadır. Alternatif enerji kaynaklarıyla ilgili çalışmalarda, üretilecek enerjinin ekonomik olması kadar, ülkeyi dışa bağımlılıktan mümkün olduğunca kurtarması ve çevreyi en az kirletmesi hususları göz önünde bulundurulmaktadır. Ülkemiz açısından bunlar dikkate alındığında, alternatif enerji kaynaklarının ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bir yandan dünya enerji kaynaklarının kısıtlı ve üretilen enerjinin pahalı oluşu, diğer yandan da çevre ve insan sağlığıyla ilgili hassasiyetlerin gelişmesi; güneş, rüzgâr, hidrojen ve jeotermal gibi temiz, yenilenebilir ve çevre dostu kaynakları gündeme getirmiştir.

Jeotermal enerji nedir?
Jeotermal enerji, yerkabuğunun çeşitli derinliklerinde birikmiş basınç altındaki sıcak su, buhar, gaz veya sıcak kuru kayaçların içerisindeki ısı enerjisidir. Yağmur ve kar suları yerkabuğundaki çatlaklardan yer altına süzülerek, magmanın ısıttığı kayalık katmanlara ulaşarak ısınır. Isınan sular, sıcak su kaynakları, buhar veya sıcak su-buhar karışımı olarak yeryüzüne ulaşır. Bir başka ifadeyle, jeotermal enerji, yaratılıştan depo edilmiş "yerküre ısısı" olarak da tarif edilebilir. Yerküre'nin merkezi çok sıcak olduğundan yüzeyden derine inildikçe sıcaklık artmaktadır. Yer merkezine doğru ortalama sıcaklık artışı 30 oC/km'dir. Sıcaklık artışı termal olmayan bölgelerde 10-40 oC/km, semitermal (yarı termal) bölgelerde 70 oC/km, hipotermal bölgelerde ise 70 oC/km'den fazladır. Deprem kuşakları ve volkanik bölgelerde, yerkabuğunun zayıf noktalarında yüzeye yakın kısımlara sokulmuş magma sebebiyle bunun çok üstünde jeotermal gradyen (Yerkürenin belirli bir noktasında yer kabuğunun jeotermal sıcaklığını 1oC artıran derinlik) gözlenir. Ayrıca fazla miktardaki radyoaktivite, sedimantasyon (çökelme) sırasında oluşan kimyevî tepkimeler de, jeotermal gradyenin yükselme sebebi olabilir.

Yerküre ısı kaynaklarının başlıcaları; yerküre içerisindeki radyoaktif maddelerin bozunumu, ekzotermik (ısı veren) kimyevî reaksiyonlar (reaksiyonlar başlamak için gereken enerjinin tepkime oluşurken çıkan enerjiden daha az olduğu tepkimeler), yerküre büzülmeleri, fay (yerkabuğu kırıkları) oluşumlarının ortaya çıkardığı sürtünme enerjisi, ergimiş kayaların soğumasıyla meydana gelen kristal ve katılaşma gizli ısılarıdır.

Jeotermal akışkanı meydana getiren sıcak sular, genellikle yağmur sularının yer altına sızmasıyla oluşan az tuzlu, asidik ve oksince zengin sular olduğundan, yeraltındaki su haznelerinin sürekli beslendiği ve yenilendiği söylenebilir. Bu sebeple pratikte beslenmenin üzerinde kullanma olmadıkça jeotermal kaynakların azalması söz konusu değildir.

Jeotermal enerji nerelerde kullanılır?
Jeotermal enerji, ısı enerjisinin elektrik enerjisine dönüştürülmesinde; ısıtma ve kurutma işlemlerinde (şeker, kâğıt, tekstil, ilâç, konserve, meyve suyu, deri, süt, orman ve su ürünleri gibi); merkezî sistemle ev ve sera ısıtılmasında (seraların, toprağın ve hayvan barınaklarının, sert iklim şartlarında yolların, toplu konutların, kampüslerin ve kent merkezlerinin ısıtılması veya soğutulması); kimyevî madde üretiminde [tatlı su, mineral üretimi, kimyevî tuzlar, ağır su (nükleer santrallerde kullanılan reaksiyon suyu), karbondioksit buzu, amonyum bikarbonat ve sülfirik asit vb. elde edilmesinde]; ayrıca tedavi maksatlı olarak kaplıcalarda ve kültür balıkçılığında (30 ºC) kullanılır.

Jeotermal enerjinin avantajları
Jeotermal enerji; yenilenebilir oluşu, reenjeksiyon (jeotermal akışkanın yer altına geri basılması) metoduyla kaynağının sürekli beslenebilmesi, diğer enerji kaynaklarına nispetle oldukça ekonomik oluşu, inşa süresinin kısa oluşu ve çok ileri teknoloji gerektirmemesi, en önemlisi temiz oluşu ve çevreyi kirletmemesi, % 99'a varan verimlilikte ve güvenilir şekilde işletilebilir olması itibariyle giderek ön plâna çıkmaktadır. Buna karşılık, jeotermal akışkanın paslanmaya, çürümeye, kireçlenme veya silişleşmeye (kabuklaşmaya) sebep olması, bırakıldığı yüzey sularını ihtiva ettiği bor elementi yüzünden kirletmesi, bünyesinde karbondioksit ve hidrojen sülfür gibi çevreye zararlı gazlar bulunması, jeotermal enerji sisteminin uygulanmasında bazı teknolojik tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir.

Bugün dünyada birçok ülkede jeotermal enerji ile şehir, ev ve sera ısıtması yapılmaktadır. Dünyada ilk jeotermal ısıtma sistemi Boise, İdaho'da (ABD) 1890 yılında inşa edilmiştir. İzlanda'nın % 85'i jeotermal enerji ile ısıtılmaktadır ve hâlen dünyadaki en uzun jeotermal akışkan hattı bu ülkededir.

Dünyada genç tektonizma ve volkanizma gibi jeolojik özellikleri sebebiyle birçok jeotermal kuşak bulunmaktadır. Bunlardan Alp-Himalaya kuşağında yer alan İtalya, Yunanistan, Tibet ve Çin Halk Cumhuriyeti ile beraber ülkemiz de oldukça yüksek jeotermal enerji potansiyeline sahiptir.

Yurdumuz; Batı Anadolu Bölgesi'nde graben (çöküntü alanı), Orta Anadolu'daki havza rejimi, doğuda sıkışma tektoniği ve kuzeyde, Kuzey Anadolu fay hattından dolayı tektonik açıdan oldukça hareketli bir bölge üzerindedir. Yüksek sıcaklı jeotermal kaynaklar genellikle Batı Anadolu, düşük ve orta sıcaklı kaynaklar ise Orta ve Doğu Anadolu'dadır. Türkiye, ısıtma maksatlı, jeotermal enerji potansiyeli ile dünyada ilk yedi ülke arasına girmektedir. Sıcaklık alt sınırı 20 oC olarak kabul edildiğinde 600 kaynak grubuyla (1000 adet kaynak) ülkemiz, Avrupa'da birinci sırayı almaktadır. Isı enerjisi olarak yararlanmak için 35 oC sınırı kabul edildiğinde ise, karşımıza 170 adet jeotermal alan çıkmaktadır. Ülkemizde jeotermal enerjiden yararlanma oranı elektrik üretimine göre konut ısıtmacılığında daha fazla olmaktadır. Türkiye'de az sayıda da olsa yüksek sıcaklık değerine sahip jeotermal alanlar da keşfedilmiştir. Ancak ülkemizde jeotermale dayalı elektrik üretimi yeterli düzeye ulaşamamıştır. Bugün arama yapılmış sahalar içinde, yeni teknolojiler kullanılarak on kadar jeotermal sahadan elektrik üretmek mümkündür. Bunlar şunlardır: Kızıldere (Denizli), Germencik, Salavatlı, Yılmazköy (Aydın), Tuzla (Çanakkale), Caferbeyli, Salihli-Göbekli (Manisa), Simav (Kütahya), Seferihisar, Dikili (İzmir).

Ülkemizin jeotermal potansiyeli açısından zenginliği, jeotermal enerjinin önemini artırmaktadır. Jeotermal kaynakların dağılımı mahallî olarak enerji ihtiyacı ile paralellik göstermektedir. Elektrik üretimine elverişli jeotermal kaynaklar yoğun olarak enerji talebi yüksek, ancak fosil kaynaklar ile hidrolik potansiyeli daha az olan Batı ve Kuzeybatı Anadolu'da bulunduğundan, buralarda jeotermal enerji, diğer üretim tekniklerine alternatif olabilir.

Bugünkü verilere göre yurdumuzda Gönen'de 3.400, Simav'da 3.200, Kırşehir'de 1800, Kızılcahamam'da 2.500, Balçova'da 11.500, Afyon'da 4.500, Kozaklı'da 1.000, Sandıklı'da 2.000, Diyadin'de 400, Narlıdere'de 1.500, Salihli'de 2.000 ve Bigadiç'de yüzlerce ev jeotermal merkezi ısıtma sistemiyle ısıtılmaktadır. Bunlara ilâveten termal tesis ve 565 dönüm sera ısıtması (Şanlıurfa, Balçova vb.) bulunmaktadır.

Dünyada jeotermal zenginliğiyle yedinci sırada yer alan Türkiye, jeotermal potansiyeliyle toplam elektrik enerjisi ihtiyacının % 5'ine, ısı enerjisi ihtiyacının % 30'una kadar karşılayabilecektir. Ancak bunların ağırlık ortalaması alındığında Türkiye enerji (elektrik + ısı enerjisi) ihtiyacının % 14'ünü karşılamaya tâliptir.

Toplam jeotermal potansiyelimizin (2.000 MWe, 31.500 MWt) elektrik üretimi, şehir ısıtma, soğutma, sera ısıtma, termal tesis ısıtma, kaplıca kullanımı, kimyevî maddeler üretimi, sanayide kullanım vb. uygulamalarda tam değerlendirilmesi ile sağlanacak hedef yıllık net yurt içi katma değer 20 milyar Amerikan doları civarındadır.

Türkiye'nin teorik jeotermal toplam kapasitesi 31.500 MWt'tır ve bunun eşdeğeri de 5 milyon evin ısıtılmasıdır. Ancak, bu muhtemel bir değer olup hedef olarak 1 milyon ev tahmin edilebilir. Bunun sebebi, bazı jeotermal kaynaklarımızın yerleşim birimlerine uzak veya bunların küçük yerleşim birimleri olması sebebiyle, jeotermal ısının bu bölgelerde sera ve endüstriyel ısıtma, kaplıca, kimyevî madde üretimi ve balık çiftliklerinde kullanılmalarıdır.

Bugün jeotermal kaynaklarımızın binde bir-ikisini ancak değerlendirebilmekteyiz. Ülkemizde jeotermal araştırmalar için yeterince jeofizik etüt ve sondaj yapılmamaktadır. Kendi öz varlığımız olan, dışa bağımlı olmayan, bulunduğu yerlerde değerlendirilerek teknik ve ekonomik avantajlara sahip olan çevre dostu jeotermal enerji konusunda, bir an önce daha kuşatıcı ve yaygın çalışmalara başlanması, ülkemiz için önemli bir kamu hizmeti olacaktır.

Allah (cc), dünyamızı yaratırken insanı akıl yönüyle oldukça üstün bir donanımda yaratmış ve dünyamızı insanın kullanımına vermiştir. İnsanlığa, var olduğu günden beri ve varlığının biteceği güne kadar, bütün ihtiyaçları dünya denen bu gezegende sunulmuştur. İnsana düşen, bütün nimetleri ihtiyacına göre ve ihtiyacı kadar, bir gün tükeneceği şuuruyla kullanması ve buna göre hareket etmesidir. Gerçi Allah, her dönemde insanların ihtiyaçlarını gidermek için kullanacağı enerjiyi, çeşitli yollardan sağlamayı insanlığa lütfetmiştir. Hasılı O, Kendisinden dilediğiniz her şeyi verdi. “Öyle ki Allah'ın size verdiği nimetleri birer birer saymaya kalkarsanız, mümkün değil, onları toptan olarak bile sayamazsınız. Gerçekten insan zalim ve nankördür.” (İbrahim, 34) İlâhî beyanı, enerji alanında da geçerlidir. Bu bir dönem kömür, bir dönem petrol, bir dönem de jeotermal enerji olabilir. Bu yönüyle jeotermal enerji, Allah'ın insanlara lütfettiği ve faydalanılması gereken bir nimet olarak karşımızda durmaktadır.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:54
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
30 Temmuz 2006       Mesaj #12
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

Karla Gelen Güzellik


Prof.Dr. Mustafa NUTKU
Sponsorlu Bağlantılar

Çocuklara; "Tavuk mu yumurtadan, yoksa yumurta mı tavuktan çıkar?” diye sorarlar. Bu soruya benzer şekilde soracak olursak: “Kar yağdığı için mi hava soğuk olur, yoksa hava soğuk olduğu için mi kar yağar?” Bu iki soru birbirine benzese de, cevaplar birbirinden farklıdır.

Okullarda, ansiklopedilerde ve kitaplarda 'Kar niçin yağar?' başlığı altında anlatılanlar, aslında 'kar'ın niçin yağdığına değil, nasıl yağdığına dâirdir. Çoğu zaman 'nasıl' ve 'niçin' sorularının doğru yerde kullanılıp kullanılmadığına dikkat edilmez. 'İlim' ve 'bilim' kelimelerinin doğru yerlerde kullanılmadığına da çok rastlanır. 'İlmî hakikatler' ve 'bilimsel gerçekler' her zaman birbirinin yerine kullanılabilecek mânâda değildir.

Yale Üniversitesi profesörlerinden Arthur Thomson , bu yanlışlığı şöyle izah ediyor:
"Hakikat, yalnız bilimin gösterdiğidir.' demek doğru değildir. Çünkü bilim şunları arar: 'Bu nedir ve hangi sebeplerle meydana gelmiştir?' 'Bu niçin böyledir? Bunun mânâ ve gâyesi nedir?' gibi sorular bilimin sahasına girmez. Her şeyin 'niçin'i bilimi aşar, bu bilimin ötesidir. Bu problemleri felsefe cevaplandırmaya çalışır; fakat felsefe de dinden kopuksa, bu soruları doğru cevaplayamaz. Beşerin sorularını onları huzura sevk edecek tarzda hikmetlerle cevaplayan ise dindir."

'Kar niçin yağar?' sorusuna verilecek doğru bilgiler, 'kar'ın yağmasının hikmetleridir. Bu hikmetleri, 'kar'ın kendisinden bilmek büyük bir yanlışlık olur. Bunlar, ilâhî hikmetlerdir.
'Kar'ın nasıl yağdığının cevabı ise, fizik ve kimyanın araştırma metotlarıyla yazılmış fen kitaplarında mevcuttur.

Aslında, yalnız karın yağmasında değil, varlık âleminde gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyde, Allah'ın diğer isimleri ile birlikte bilhassa Hakîm isminin tecellileri vardır. Çünkü, bu dünya dârü'l-hikmet; insanın ölüm kapısından geçerek gideceği âhiret âlemi ise dârü'l-kudrettir. Bu dünyada olanlar, Allah'ın koyduğu sebepler perdesiyle cereyan eder; bu sebepleri yapan ve çalıştıran Müsebbibü'l-Esbâb'ı (bütün sebepleri meydana getiren Allah) bu perdede takılıp kalmadan tanımak, insanın bu dünyada en mühim imtihanıdır. Âhirette ise, imtihan olmadığından, Allah (cc), kudretini sebepler perdesini kullanmadan doğrudan tecellî ettirir.

Bu dünya dârü'l-hikmet ise, 'hikmet' ne demektir? Bir âyet-i kerimede: 'O hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet nasip edilmişse, doğrusu, o büyük bir hayra mazhar olmuştur.' (Bakara, 269) buyrulmaktadır. Erkek ve kadınlara isim olarak da verilen hikmet kelimesinin lûgat mânâsı: ‘İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip, hayırlı işleri yapmak sıfatı’dır.

Şimdi, 'Kar yağdığı için mi hava soğuk olur?' sorusunun cevabı olabilecek bir hikmetten bahsedebiliriz. Kar, havanın soğuk olduğunu gösterir; fakat kar yağdığı için hava soğumaz, aksine kar soğuğu azaltır. Bunu şöyle izah edebiliriz: Bir gram maddenin erimesi için gerekli ısıya o maddenin 'erime ısısı' denir. Buz, su haline gelirken gram başına 80 kalori ısı alır. Bu, buzun erime ısısıdır. Su, buz hâline gelirken erime ısısını verir ve her bir gram suyun donup kar kristali haline gelmesi esnasında atmosfere 80 kalori verilir. Bu hesaba göre, 10 ton karla atmosfere verilen ısı, 100 kilo iyi cins maden kömürünün yanmasıyla verdiği ısıya eşittir. Bunun hesabı basittir: 10 ton = 10.000.000 gram. Bu kadar suyun kar haline gelirken atmosfere verdiği ısı = 10.000.000 x 80 kalori = 800.000.000 kalori. Bir gram iyi cins maden kömürünün yanmasıyla verdiği ısının 8.000 kalori olduğu göz önüne alınırsa, on ton suyun kar hâline gelirken verdiği ısı, 800.000.000 / 8.000 = 100.000 gram = 100 kilogram iyi cins maden kömürünün verdiği ısıya denk bulunur. Atmosferdeki suyun kar haline gelirken verdiği bu ısı, soğuğun şiddetini kırmaktadır. Hava 0 ºC civarında iken, 10 ton yağmurun teşekkülü esnasında atmosfere yayılan ısı, yaklaşık 750 kg iyi cins kömürün yanmasıyla verdiği ısı kadardır. Bitki, hayvan ve insanlar, karın diğer faydaları yanında, aşırı soğuğun meydana getireceği çeşitli zararlardan da korunmaktadır. Baharda, karların erirken atmosferden aldığı gram başına 80 kalori ısı ile, atmosferdeki sıcaklık azaltılmakta, böylece yeni filizlenen bitkilerin sıcaktan zarar görmesi önlenmektedir. Kar yağmasının bazı hikmetleri de şunlar olabilir: Karların erimesi neticesi meydana getirilen sular, dengeli şekilde toprağa karışıp yeraltına geçer, böylece toprak muhtemel sel ve erozyonun tesirlerinden korunur. Ayrıca havadaki toz ve zehirli parçacıklar, karla yere indirilerek hava temizlenir.

Yazının başındaki soruya tekrar dönecek olursak; kar yağdığı için hava soğuk olmamakta, hava soğuk olduğu için kar yağmaktadır. Yağan kar hem atmosfere ısı vermekte hem de (kendisi de soğuk olmasına rağmen) yeri bir yorgan gibi örterek bazı bitki ve hayvanların aşırı soğuktan telef olmasını önlemede rol almaktadır.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:55
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
30 Temmuz 2006       Mesaj #13
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

Su Devr-i Dâimi


Ali KURTOĞLU

yaprakCanlıların yapısındaki temel unsurlardan biri sudur. Su, canlılar için hayatî bir önem taşır. Nitekim Allah (cc); "Hakkı inkâr edenler görüp bilmediler mi ki, göklerle yer bitişik (bir bütün) idi, onları Biz ayırdık, hayat sahibi olan her şeyi sudan yaptık. Hâlâ inanmayacaklar mı?" (Enbiya, 30) beyânıyla suyun canlılar için önemini bildirmektedir.

Su; okyanuslara, denizlere, göllere, akarsulara, yer altına ve atmosfere çeşitli formlar (katı, sıvı veya gaz) halinde depolanmıştır. Yerkabuğunda sıvı halde bulunan su kitlesine, hidrosfer (su küre) adı verilir. Yeryüzündeki suyun % 97'si deniz ve okyanuslarda tuzlu olarak, % 2,2'si de kutuplarda buz halinde bulunur. Geriye kalan % 0,8'i ise, yer altı ile göl ve nehirlerdeki tatlı sulardır. Eğer her yıl tatlı suyun eksilen kısmı kadar, yağışlarla yeni tatlı su verilmeseydi, yeryüzünde kuraklık hâkim olur ve bundan canlılar büyük zarar görürdü.

Allah'ın (cc) ilâhî icraatına perde olan kanunlarla, okyanus ve denizlerdeki su buharlaştırılır ve bulut halinde karaların üstüne taşınır; devridaimsonra onlardan yağmur hâsıl edilip ihtiyaç sahiplerine ulaştırılır. İşte deniz ve okyanuslardaki suyun buhar halinde atmosfere, atmosferdeki suyun yağışlarla yeryüzüne, yeryüzündeki suyun akarsularla tekrar denizlere ulaşması şeklinde devam eden ölçülü, dengeli ve dinamik su hareketine 'hidrolojik devr-i daim' (su çevrimi) adı verilmektedir (Şekil 1).

Okyanus ve denizlerde sıcaklığın 0,1 °C'lik yükselmesiyle, buharlaşmada % 2,4'lük bir artış meydana gelebilmektedir. Atmosfere taşınan buharın % 88'i okyanuslardan kaynaklandığından, karalara düşen yağış miktarı da önemli derecede okyanuslardaki buharlaşmaya bağlıdır. Diğer yandan denizlerin % 71'inin tropik kuşakta bulunması sebebiyle, buradaki değişmelerin tesiri dünya çapında hissedilmektedir. Nitekim atmosfere bırakılan karbondioksitin artması neticesinde, aşağı atmosferin genel ısınmasına bağlı olarak, son yıllarda yaşadığımız anormal iklim değişiklikleri sebebiyle görülen sel ve kuraklıklar, yeryüzünün hassas dengeler üzerine kurulduğunu açık olarak göstermektedir.

Atmosfere dönen buharın diğer kaynakları ise, akarsu, göl ve topraktan kaynaklanan buharlaşma ile bitkilerden çıkan terlerdir. Bitkilerden terleme sebebiyle saniyede 16 milyon ton su, yeryüzünden atmosfere geri dönmektedir.

Dünya üzerine yılda ortalama 1.000 mm yağış düşmektedir. Bu miktar yılda 505 trilyon ton suya tekabül etmektedir. Suyu, sürekli bir denge içinde, bir ölçüye göre döndüren Allah (cc); "Biz gökten, belirlediğimiz bir ölçüye göre su indirir ve onu yerde dinlendiririz. Ama dilersek, onu yerden gidermeye de kâdiriz." (Mü'minun, 18) beyânıyla dikkatimizi su devr-i dâimine çekmektedir. Âyetin ifadesinden de anlaşıldığı gibi yeryüzündeki sular, Allah'ın (cc) rahmet hazinelerinden indirilmekte, inen suların bir kısmı yer altında depolanmakta, bir kısmı da pınar ve nehirlerle göl ve denizlere ulaştırılmaktadır.

Havada buhar halinde daima su bulunmaktadır. Bu şekilde tutulan su ise, ancak 24 mm yağış verebilecek miktardadır. Buna göre bir su molekülü atmosferde ortalama dokuz gün kalmakta ve atmosferde tutulan su yılda yaklaşık 40 defa yenilenmektedir. Buharlaşan bir su molekülü günde 100-1.000 km uzaklığa taşınmakta, buna karşılık denizlerdeki su molekülü ortalama 3.000 yıl kadar denizde tutulmaktadır.

Su devr-i dâiminde insan faktörü
Su devr-i dâiminin karalardaki basamağında, sulak alanlar ve ormanlar önemli bir vazife görmektedir. Tarım alanlarının çoğaltılması, turizmden para kazanma ve buna benzer bazı yaklaşımlar sebebiyle, sulak alanların tahrip edilmesi ve ormanların azaltılmasıyla su devr-i dâimindeki denge bozulmuştur.

Ormanlardaki ağaçlar, yağmur damlacıklarını karşılayarak, onların yaprak-dal-gövde üzerinden toprağa yumuşak bir geçiş yapmasına vesile olur. Sonbaharda, toprağı örten yaprak tabakası ise, yağmur damlacıklarının vurucu gücünü azaltan diğer bir unsurdur. Ayrışarak humus formuna dönüşmüş bu yaprak tabakası, kendi ağırlığının 9-10 katı su tutma kapasitesine sahip kılınmıştır. Yağış sularının arazi eğimi yönünde akıp gitmesi, bu yaprak tabakasıyla engellenerek, suların yer altına sızması sağlanır. Yağış esnasında toprağa süzülen su ne kadar fazla olursa, yağıştan faydalanma da o kadar artar. Uzun bir süre yağış olmasa bile, zengin yer altı su kaynakları ihtiyacımız olan suyu karşılayabilir.

Su, toplumların ekonomik ve sosyal yönden gelişmesinde de önemli bir faktördür. Ancak coğrafî konum (dağlık ve ovalık alan farklılıkları), denize olan mesafe, hava akımları, enlem ve iklim gibi çeşitli faktörlere bağlı olarak dünyanın bazı bölgeleri diğer yerlere nazaran daha az yağış alabilmektedir. Bugün dünya nüfusunun 1/4'ünün yeterli miktar ve kalitede su bulamadığı bilinmektedir. Suya olan talep, 20. yüzyıl boyunca, nüfus artışı ve sanayileşmeye bağlı olarak yaklaşık 8 kat artmıştır. Gelişen dünya, kalkınma programlarını tatlı su kaynaklarının sürdürülebilirliğiyle uyum içinde yürütmediği takdirde, tabiata verilen zararda artış, bunun neticesi olarak da kullanılabilir su miktarında azalma olabilir.

Bilindiği gibi, bir ülke veya bölgedeki su varlığı sadece yağış miktarına bağlı değildir. Yağış kadar önemli bir başka husus da, bu yağıştan ne kadar istifade edilebilindiğidir. Yağıştan faydalanma nispeti üzerinde, arazinin şekli, jeolojik yapısı, toprak özellikleri, bitki örtüsü; yağışların şekli, mevsimlere göre dağılışı; sıcaklık ve buna benzer faktörler önemli roller oynamaktadır. İnsan; bitki örtüsü ve arazi kullanım şekli gibi faktörlere kolayca müdahale edebilmektedir. Bu müdahale yağıştan faydalanmayı artırma yönünde olduğu gibi, aksi yönde de olabilir. Ne yazık ki, insanoğlu kendisine rahmet olarak indirilen yağmurdan yeterince yararlanamamaktadır. Buna örnek olarak ülkemizi gösterebiliriz. Türkiye'ye yılda ortalama 642,6 mm yağışla toplam 501 milyar m3 su indirilmektedir. Fakat sulak alanlarla ormanlar tarım ve turizm alanlarına dönüştürüldüğünden, ülkemize indirilen yağmurun büyük kısmı toprağa süzülme imkânı bulamadan akıp gitmektedir. Tahrip edilen sulak alan büyüklüğünün, Van Gölü'nün 3 katından daha fazla olduğu, yıllar öncesinde Türkiye'nin % 72'si ormanlarla kaplıyken bugün bunun % 26'lara kadar düştüğü dikkate alınırsa, ülkemizi kuraklığa kendi elimizle nasıl sürüklediğimiz gayet iyi anlaşılır. Su çevrimi, stoğun ve akış süreçlerinin iç içe geçtiği bir rahmet tablosu gibidir. Bu tablo; insanın dünya hayatında canlı, sağlıklı ve temiz kalabilmesi için, su gibi bulanmadan ve donmadan sürekli hareket halinde olması gerektiğini göstermektedir.

Kâinatta canlı-cansız bütün varlıklar, yaratılış gâyeleri doğrultusunda bir saatin çarkları gibi uyum içinde çalışır. İnsan bu hassas düzenin işleyişine dikkatle baktığında, ne bir kusur, ne de bir israf bulur. Su devr-i dâimiyle; kutuplarda buz halinde tutulan, okyanus ve denizlerde dinlendirilen, ırmaklarda akıtılan, yer altında depolanan, gökyüzüne yükseltilen ve sonra bulutlarla tekrar yere indirilen su kütlelerinin dinamik denge hareketinde tefekkür edilecek birçok husus olduğunu görürüz. Yağmurun kültürümüzde neden "rahmet" olarak isimlendirildiğini bu çerçevede daha iyi anlayabiliriz.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:56
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
30 Temmuz 2006       Mesaj #14
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

Küresel Isınma ve Ormanlar


Ahmet TARIK

Sel felaketlerinin, açlık ve ölümlere yol açan kuraklıkların, orman yangınlarının, tayfunların ve buzul erimelerinin sayısı ve şiddeti giderek artıyor mu? Eğer böyle bir artış varsa, bunun sebebi nedir?

Maalesef, Sanayi İnkılâbı’ndan sonra başlayan hızlı endüstriyel büyümeye paralel olarak, atmosferdeki karbondioksit ve diğer sera gazı birikimlerinde ve küresel ortalama yeryüzü sıcaklıklarında belirgin bir artış gözlenmektedir. En yeni küresel değerlendirmelere göre, bu sıcaklık artışları, son 150 yıldır yaklaşık 0,4-0,8 °C kadar olmuştur. 1980'li yıllardan sonra bu ısınma daha da belirginleşmiş ve bu dönemin hemen her yılında yüksek sıcaklık rekorları kırılmıştır (Şekil 1). 1998 yılı, küresel ortalamalar açısından, aletli sıcaklık gözlemlerinin yapılmaya başlandığı 1860 yılından beri yaşanan en sıcak yıl olarak kaydedilmiştir. Ortalama yeryüzü sıcaklığında 2100 yılına kadar, 1990 yılına göre 1-3,5 °C arasında bir artış olacağı ve bu artışa bağlı olarak iklimde gözlenen değişikliklerin süreceği tahmin edilmektedir.

Küresel ısınma böyle devam ederse neler olabilir? Tahmin edilen şudur: Kısmen bugün de karşılaşıldığı gibi, kar örtüsünün, kara ve deniz buzullarının erimesiyle deniz seviyesi yükselir, iklim kuşakları yer değiştirir, şiddetli yağışlar, taşkınlar ve seller daha sık meydana gelir, pek çok yer kuraklık ve çölleşmeye maruz kalır, salgın hastalıklar ve tarım zararlıları artar.

Sera gazları ve sera tesiri
Cam veya plâstik örtüyle kapatılarak içerisinde genellikle turfanda sebze ve süs bitkileri yetiştirilen mekâna sera denir. Güneşten gelen ışınlar seraya kolayca girebilir; ancak toprak ve bitki örtüsüne çarptıktan sonra ısı enerjisine dönüşür, ışınların dalga boyları kısalır ve enerjileri azalır. Dolayısıyla bu kısa dalga boyundaki ışınların sera dışına çıkması, cam veya plâstik örtü tarafından engellenir. Bunun sonucunda da, seranın ısınması, güneş enerjisi geldiği sürece artar. Bu hâdise sera tesiri olarak isimlendirilir.

Benzer şekilde, dünyayı çevreleyen atmosfer tabakaları içerisinde bulunan bazı gazlara, yeryüzü için sera tesiri oluşturduklarından, "sera gazları" denir. Bu gazların başlıcaları; karbondioksit, metan, azot oksitler, ozon, kloroflorokarbon ve su buharıdır. Bu gazlar, güneşten gelen ışık enerjisinin (güneş radyasyonu) yeryüzüne kadar gelmesini engellemeyecek veya çok az engelleyecek, fakat bu enerjinin yeryüzüne çarpmasından sonra oluşan kızıl ötesi ısı enerjisi dalgalarının yeniden atmosferin üst katmanlarına doğru ışımasını (yükselmesini) engelleyecek nitelikte yaratılmıştır. Bu gazlarla hem yeryüzünün, hem de yeryüzüne yakın atmosfer tabakalarının ısınması sağlanır (Şekil 2). Yerkürenin etrafını bir manto gibi saran bu gazlar olmasaydı, yapılan tahminlere göre yeryüzü, günümüzdekinden yaklaşık 33oC daha soğuk olacaktı. Atmosfer gazları arasında dünya sıcaklığının yaşanabilir seviyede sabit olarak kalmasını sağlayacak hassas bir denge ve ölçü varken, insan kendi aleyhine bu dengeyi bozacak işler yapmış ve yapmaya devam etmektedir. Bugün bir tehlike olarak görülen küresel ısınmanın sorumlusu insandır.

Karbondioksit
Karbondioksit, tek başına toplam sera tesirinin % 50'sine sebeptir. Bu gaz, fosil yakıtların Küresel yıllık ortalama yüzey sıcaklığı anomalilerinin 1860-1998 dönemindeki değişimleri.
kullanılması, insan, hayvan ve bitkilerin solunumu ve organik maddelerin parçalanmasıyla meydana gelmektedir. Sanayinin gelişmesi atmosferdeki karbondioksit nispetinin çok hızlı bir şekilde artmasına sebep olmuştur. Zira, atmosfere bırakılan karbondioksit miktarının % 80-85'inin fosil yakıtlardan, % 15-20'sinin canlıların solunumundan ve diğer ekolojik devr-i daimlerinden kaynaklandığı bilinmektedir.

Her yıl, insan kaynaklı 3,2 milyar ton (Gt) karbon atmosfere katılmaktadır. Bunda en büyük pay, enerji üretimi için fosil yakıt kullanılmasına ve sanayi üretimine aittir . Son 150 yıl içerisinde fosil yakıt kullanılması ve çimento üretiminden 265 Gt, arazi kullanım değişikliğinden 124 Gt olmak üzere toplam 389 Gt karbon atmosfere salınmıştır. Bunun 214 Gt'si kara eko-sistemleri ve okyanuslar tarafından geri alınmış, atmosferde 175 Gt karbon fazlalığı ortaya çıkmıştır.

Ormanların önemi
Ormanlar, gerek atmosfere bırakılan sera gazı yayılımlarının azaltılmasında, gerekse atmosferden sera gazı emme yoluyla 'karbon yutağı' oluşturulmasında önemli roller oynamaktadır. Nitekim tortul kayaçlar dışında, karalarda tutulan karbonun yaklaşık % 67'si orman ekosistemlerinde depolanmış durumdadır. Bitki örtüsü tarafından tutulan karbonun % 75'i de ormanlarda depolanmıştır. Ayrıca, çok uzun ömürlü odun ürünleri (ahşap binalar, mobilya vb.) çürüyüp yanmadıkları sürece karbon depoları olarak kalmaktadır.

Bilindiği gibi fotosentez esnasında, atmosferden alınan karbondioksit, karbon ve oksijen moleküllerine ayrılır; sonra karbon, karbonhidratların meydana getirilmesinde kullanılıp kök, gövde, dallar ve yapraklarda depolanırken, oksijen atmosfere bırakılır. Böylece sera gazlarından en önemlisi olan karbondioksit miktarının, atmosferde belli bir dengede tutulması sağlanır. Bunu, sessiz sedasız, hiçbir gürültü çıkarmadan işleyen ve tek bir atık oluşturmayan dev bir fabrikaya benzetebiliriz. Öyle bir fabrika ki, zararlı maddeleri faydalı hale dönüştürüyor. Böylesine faydalı bir fabrikanın veya kaynağın kıymetinin bilindiğini ve korunduğunu söyleyemiyoruz. Günümüzde 3,87 milyar hektar bir alana sahip olan ormanlar, karaların yaklaşık % 30'unu kaplamasına rağmen, 1990-2000 yılları arasında bütün dünyada, yılda ortalama 9,4 milyon hektar orman alanı ortadan kaldırılmıştır. Yani, aynı dönemde, dünya orman alanında, % 2'lik bir azalma meydana gelmiştir. Bu olumsuz gelişmeler sonucunda, bitki örtüsü, toprak ve organik maddelerin karbon dengeleri bozulduğundan, insanoğluna rahmet vesilesi olarak verilen ormanlar, suiistimalimiz yüzünden bir karbondioksit ve felaket kaynağı haline gelmektedir.

Orman eko-sistemleri, odunsu canlı kitlelerin her yıl artması ve dökülen yaprakların toprak karbon deposuna katılmasıyla karbon tutmaktadır. Ağaçlar dikildiklerinde, her yıl emdikleri karbondioksitin büyük bir kısmı, gelişen bitki biyokitlesine gitmektedir. Bu durum, ağacın gelişmesinin ilk 30-40 yıllık döneminde yüksek oranda karbon tutulmasına sebep olmaktadır. Orman eko-sistemi olgunlaştıkça, toprağın organik madde miktarı ve ekosistemdeki toplam solunum (karbondioksit emilmesi) artmaktadır. Eko-sistem tamamıyla olgun hale geldiğinde ise, artık bir karbondioksit yutağı özelliği taşımamaktadır. Bu durumda, atmosferden alınan karbon miktarı, ağaçların biyo-kitlelerinden geri verilene ve toprakta tutulan karbona eşit olmaktadır. Ağaçların olgunluğa ulaşma yaşları, ağaç türü ve iklim bölgelerine göre değişmektedir. Ancak, karbon tutulmasının çok büyük bölümü ilk 60-100 yıl içerisinde gerçekleşmektedir. İyi gelişmiş, 100 yaşındaki bir kayın ağacının, fotosentez için 40 milyon m3 havayı yapraklarıyla emerek, bu hava içerisindeki 1200 m3 karbondioksiti, 6 ton karbon olarak bağladığı da araştırmalarla belirlenmiştir.
Ormanlar, bir ağaç topluluğu olmanın yanı sıra, binlerce yılda yaratılmış toprağıyla, içinde barındırdığı milyonlarca bitki, hayvan ve mikroorganizmayla ve bunların karşılıklı münasebetleriyle bir çevre sistemi ve yaşama birliğidir. İnsan eliyle yok edilen bu sistemin tekrar insan eliyle geri getirilmesi son derece güçtür. Binlerce yıldır, fotosentez, bitki ve topraktaki canlılık faaliyetlerine bağlı olan solunumla, karadaki biyosferle atmosfer arasında sürekli ve dengeli bir karbon akışında hayatî hizmet gören ormanlar, dünyanın akciğerleridir.

Bütün bu bilgilerin ışığı altında, insanlara düşen görev; dünya üzerindeki bitki örtüsünü korumak, orman arazisi göründüğü halde çıplak olan sahaları ağaçlandırmak, mevcut ormanlar üzerindeki insan baskısını azaltmak ve tahrip edilen orman alanlarını ıslah etmek olmalıdır.

Hayatın devamlılığı için devr-i daimler şeklinde yaratılan oksijen, azot, su buharı ve karbondioksit hazinelerinin insanın hırsıyla bozulması tekrar insana pahalı bir maliyetle dönüyor. Bunda doğrudan vebali olmayan milyarlarca insan da zarar görüyor. Daha az tüketimin yapıldığı, dolayısıyla daha az maddenin üretildiği daha sade ve mütevazı bir hayatla bu hassas dengeler eski halini alabilir. Ama bunu öncelikle anlaması gerekenlerin Yaratıcı'ya saygılı insanlar olmaya söz vermeleri ve kendilerini değiştirmeleri gerekiyor. Şu anda üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirsek bile, tahrip edici tesiri daha yüksek olanların böyle bir ruh inkılâbını istemelerini temenni etmekten başka, bugün için elimizden bir şey gelmiyor.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:57
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
31 Temmuz 2006       Mesaj #15
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

Çevre Temizliği


Dr. Aslan MAYDA
Ekoloji ve Çevre Hakkında MakalelerTemizlik; tek yönlü tedbirlerle elde edilen bir iyilik hali değildir. Bilim otoriteleri temizliği şu başlıklarla ele almıştır.
1) Ferdî (beden-elbise-yiyecek) temizlik.
2) Ev (mutfak-banyo- tuvalet) temizliği.
3) Çevre (atıkların uygun şekilde uzaklaştırılması) temizliği,
4) Yeterli temiz su sağlanması.
Ferdî temizlik dendiği zaman, beden temizliği akla gelir. Bunlardan cilt, el, ağız, burun, göz temizliği; saç, tırnak, koltukaltı, yüz, diş ve ayak bakımı akla gelir. Dünya Sağlık Örgütü'nün, beden temizliği, el temizliği, ağız ve diş bakımının, önemi ve bunların korunma yollarına ait bilgileri mevcuttur. Fakat, Dünya Sağlık Örgütü'nün tırnakların bulaşıcı hastalıklardaki tesirine, kılların temizliğine ve bulaşıcı hastalıklardaki rolüne ait ciddi yayınları yoktur. Efendimiz (sas); tırnak, saç, sakal, bıyık bakımına, koltukaltı kılları ve avret yerlerinin temizliğine önem vermiştir.

Ferdî temizliğe rağmen, insan çevreden hastalık kapabilir. Kişi ne kadar temiz olursa olsun, çevresi temiz olmadığı zaman, hiçbir şeye dokunmasa bile; hava, rüzgâr, böcekler ve diğer taşıyıcılar yüzünden hastalanabilir.

Çevre Temizliğini şu başlıklar altında toplayabiliriz:
1) Elbiselerin temizliği.
2) Yiyeceklerin temizliği (Yakın çevre).
3) Ev temizliği.
4) Sokak, cadde, mahalle, şehrin temizliği (Uzak çevre).
5) Yeterli temiz su sağlanması.

1. Elbise Temizliği
Giyim eşyalarının seçim ve bakımı, enfeksiyon yönünden önem taşır. Orta Çağ'da, Avrupa'da yaşayanlar sıcak tutan ama temizlenmesi güç, yünlü giysiler giyerlerdi. O çağlarda insanlar pek yıkanmaz, giysileri kirlenir, kokar, bitlenir ya da pirelenirdi. Kokuyu gidermek için de otlardan yapılan esans kullanırlardı. Ancak 18. yüzyılda pamuk ticaretinin başlamasıyla Avrupalılar, ilk kez ucuz, hafif, kolayca yıkanabilen iç çamaşırlarına kavuştular. Üst sınıflarda ferdî temizlik yeniden önem kazandı. 19. yüzyılda ferdî temizlik iyi yaşamanın bir şartı sayılmaya başlandı. Vücut temizliği ve giyim eşyalarının daha sık değiştirilip yıkanması sonucunda, bit ve pirelerle birlikte veba ve tifüs gibi hastalıklar da kayboldu.

Müslümanlarda ise, namaz kılabilmenin olmazsa olmaz şartlarından birisi de elbise temizliğidir. Dışkı ve idrar bulaşmış bir elbise ile namaz kılınamaz. Yani Müslümanlar günde beş kez elbiselerinin temizliğini kontrol etmek mecburiyetindedirler. Temiz giyinme konusunda Peygamber Efendimiz (sas)'in şu sözü, O'nun temizliğe verdiği ehemmiyeti açıkça göstermektedir: "Beyaz elbise giyiniz. Zira beyaz elbise daha güzel ve temizlik açısından daha elverişlidir. Ölülerinizi de bununla kefenleyiniz." Beyaz ve açık renkliler, üzerlerindeki kiri gösterdiğinden onların temizliğine ihtimam göstermek gerekir. Avrupa'da 19. yüzyılda temiz giyimin değeri yeni yeni anlaşılırken, Müslümanlığı gerçek manada yaşayan insanlar, 7. yüzyıldan beri elbise temizliğine dikkat ediyorlardı.

2. Yiyecek Temizliği
Çoğu mikrop ve parazit, içtiğimiz su ve yediğimiz yiyeceklerle bulaşır. Bunun için annelerin ve özellikle gıda sektöründe çalışanların, yiyecekleri koruma hususunda özel bir itina göstermeleri gerekir. Besin zehirlenmesine sebep olan bakterilerin başlıca kaynağı insandır.

İnsanların boğaz, burun, el, deri, bağırsak ve dışkısı bakteri yüklüdür. Tüketilen diğer bir besin kaynağı da hayvanî ürünlerdir. Tüketilen hayvanî besinler, bazen bakteri yatağı olabilmektedir. Kedi, köpek vb evcil hayvanlar da bakteri yaymada oldukça tesirli olabilir. Evcil hayvanlar, dolaştıkları yerlerden bakterileri eve taşır. Sinek, böcek, haşere ve fareler de mikropları taşır ve bulaştırır. Mutfak ortamındaki çöpler, mikropların oluştuğu bir yerdir. Zamanında kaldırılmayan çöpler, böcek, sinek ve fareler aracılığı ile besinlere bakteri bulaştırabilir.

Besinlere bakteri bulaşmasını önlemek için şunlara dikkat etmek gerekir:
- El yıkama.
- Burun temizliği.
- Tırnakların kesilmesi.
- Tuvaletten sonra ellerin iyice yıkanması.
- Yemek ve su kaplarının üzerlerini kapatmak.

İnsanın, tükürük, hapşırık ve aksırıktan besinleri koruması gerekir. 1 gram tükürükte 100 milyon, 1 gram burun ifrazatında 10 milyon bakteri bulunmaktadır. İnsanların % 30-50'sinin burnunda besin zehirlenmesi yapan stafilococcus aureus bakterisini taşıdıkları bilinmektedir. Bu oran hastahanede çalışan personelde % 65-80'e çıkmaktadır. Normalde ağız, burun ve solunum yollarında bulunan bakteriler, solunum sırasında havaya dağılır. Normal konuşmada bu dağılım azdır. Öksürme, aksırma ve yüksek sesle konuşma esnasında havaya verilen bakteri sayısı artar. Kuvvetli bir öksürmede ağızdan 5.000 damlacık çıktığı tahmin edilmektedir. Hapşırmada ise bu damlacıkların sayısı 1 milyondan fazladır. Bu damlacıklar, havada birkaç saat asılı kalabilir. Besin taşıyan birisi konuşur, öksürür veya hapşırırsa, ağzındaki bakterileri, taşıdığı besine bulaştırır.

Evde öksüren birisi varsa, açık kaplara mikrop bulaştırır. Ayrıca evcil hayvanlarla, sinek, böcek ve kemirgenlerle bakteri bulaşımını önlemek için, yiyecek ve içecek kapları kapalı tutulmalıdır. İnsanoğlu sadece apartmanlarda ve korumalı evlerde oturmamaktadır. İnsanların büyük çoğunluğu yüzyıllardır tek katlı evlerde veya çadırlarda yaşamıştır ve halen yaşamaktadır. Dolayısı ile evcil hayvanlar sürekli, sinek ve kemirgenlerle iç içe yaşamaktadır. Besin kaplarının üzerlerinin örtülmesi bu zararlılardan hastalık bulaştırmasını önler. Zamanımızdaki ev ve apartmanlarda yaygın halde bulunan kalorifer böcekleri de açık kalmış yiyeceklerimize yeterince ortak olmaktadır. Ve bazı hastalıkları bulaştırmakta tesirli olmaktadır. Bunu önlemek için; çöpleri zamanında mutfaklardan uzaklaştırmalı ve gıdaları evcil hayvanlardan korumalıdır.

El yıkama, burun temizliği, tırnakların kesilmesi ve tuvaletten sonra ellerin suyla yıkanması ile ilgili Peygamber Efendimiz (sas)'in emir ve tavsiyeleri beden temizliğinde koruyucu hekimliktir. Burada gıdaların bakterilerden korunmasıyla ilgili diğer hadislerini de hatırlayalım: "Kapların üzerini örtünüz. Tulumbaların ağzını da bağlayınız. Çünkü senede bir gece vardır ki, o gecede veba iner. Kapağı olmayan her bir kabın yahut üzerinde bağı bulunmayan hiçbir tulumun yanından geçmez ki, içine bu vebadan bir şey inmesin." Vebanın pirelerle bulaşmasına karşılık, veba zatüreye sebep olmuşsa, o insan vebayı öksürük ve solunum havası ile de bulaştırır. Zaten vebanın hızlı yayılması bu şekilde olur. Eskiden veba zatüreye sebep olmuşsa, o kişi mutlaka ölmekteydi. Avrupalı bir tabip yazdığı Lâtince bir mektupta, veba salgınında bir gecede dört bin kişinin öldüğünden bahseder. Yani veba bir yere girdiği zaman, çok kısa bir zamanda yayılıyor ve hemen çoğu insanın ölümüne neden olabiliyordu. Hadiste belirtilen, kapların ağızlarının örtülmesidir. Yalnız veba mikrobu değil, diğer mikroplar da hava yoluyla gelip açık kaba yerleşebilir. Peygamberimiz, kendisine açık bir kapta süt getirilmesi üzerine, "Üzerini kapatsanız olmaz mıydı? Bir tahta parçası ile de olsa üzerini kapatmalıydınız." buyurmuştur. Yolda üzeri açık bir kapla yiyecek taşındığında, taşıyan kişinin öksürüğüyle veya hava yoluyla mikroplar bulaşabilir.

3. Ev Temizliği
Geniş ve temiz evler salgın hastalıkların bulaşmasını azaltır. Evlerde mutfakların temiz tutulması, çöplerin biriktirilmemesi önemlidir. Çünkü çöpler bakterilerin üremesi için ideal bir ortam oluşturur. Ayrıca böcekleri de davet eder. Meskenlerin gerek alan, gerekse oda sayısı itibariyle yeterli olması gerekir. Peygamber (sas)'in ev plânını örnek alan Müslüman mimarlar, evin avlusunu binanın tamamlayıcısı olarak görmüş, avluyu evin dışa açılmış unsuru olarak kabul etmişler.

Konuyla ilgili hadisler:
"Geniş ev, dürüst komşu ve rahat bir binek Müslüman kişinin saadetindendir."
"Meskenlerin en iyisi geniş olanıdır."
"Evin kötü olması, darlığı sebebiyle oturanlara kâfi gelmemesi ve kötü komşularının olmasıdır."
"Çevrenizi ve evlerinizi temiz tutunuz. Yahudilere benzemeyiniz. Çünkü onlar süprüntüleri evlerinde biriktirirler.
"Evde çer çöp, süprüntü bulunduğu zaman o evden bereket kaldırılır."
"Kirli bezleri evlerinizden dışarı çıkartınız. Süprüntüleri evlerinizde biriktirmeyiniz. Zira süprüntüler zararlı şeylerin barınağıdır."
Hz. Ömer (ra) de: "Peygamber (sas), çöplüklerde, mezbahalarda, hamamlarda, ağıllarda ve insanların gelip geçtiği yerlerde namaz kılınmasını yasakladı." demiştir.

Dar ve kalabalık evlerde üst solunum yolu enfeksiyonları ve bulaşıcı hastalıklar çok yaygındır. İnsanlar çok yakın mesafelerde (70 cm'den aşağıda) günlük hayatlarını sürdürürken damlacık yoluyla hastalık aile bireyleri arasında sık yayılır. O halde ev; geniş, temiz, çöplerin bekletilmediği bir yer olmalı.

Kur'ân-ı Kerim'de Kâbe'nin temizliğine dikkat çekilmesi çok önemlidir. Kâbe özellikle Hac döneminde çok kalabalık olmaktadır. Salgın hastalıklar, kalabalık ortamlarda çok kolay yayılır. Kur'ân'ın mesajı evrensel olduğundan insanın yaşadığı her mekânın temiz tutulmasını emreder. O halde insanların ortak kullandıkları mekânların temiz olmasına Kur'ân'ın bir emri olarak dikkat etmemiz gerekir. Bu aynı zamanda hijyenin de bir gereğidir. Tarihten bugüne mescitlerimizin oldukça temiz tutulduğu malumumuzdur.

4. Çevre Temizliği
Peygamberimiz çevre temizliğine gereken önemi vermiş, Müslümanlar da her zaman bu emir ve tavsiyelere uymaya özen göstermişlerdir. Çevreyi ve su kaynaklarını kirletmeme hakkındaki hadis-i şerifleri bir kez daha hatırlayalım:

"Sizden biriniz sakın su içine idrar yapmasın. Belki o sudan sonra abdest alması veya gusletmesi icap eder. Yine sizden biriniz cünup olduğu zaman durgun suyun içine girerek yıkanmasın. O sudan bir kap ile alarak dışarıda yıkansın."

"İşlek yol üzerinde konaklamayınız (oturmayınız, yatıp kalkmayınız). Yol üzerinde abdest bozmayınız."

Efendimiz (sas); "Sakın lânete uğrayanlardan olmayınız," buyurunca, sahabeler, 'Bunlar kimlerdir?' diye sordular. Peygamberimiz de, "Herkesin gelip geçtiği yollara, gölgeliklere, su kenarlarına ve ağaçların altına abdest bozup kirletenlerdir." diye cevap verdi.

5. Yeterli Miktarda Temiz Su Sağlanması
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) temiz ve yeterli suya ulaşma hakkını temel insan hakkı kabul etmiştir: "Bütün insanların, sosyal ve ekonomik durumu ne olursa olsun, temel ihtiyaçlarını karşılayacak temiz ve yeterli miktarda içme suyu elde etmeye hakkı vardır."(Birleşmiş Milletler Konferansı, 1977)

Peygamber Efendimiz (sas)'in bu konferanstan 1340 yıl önce, temiz içme suyu temin edilmesini teşvik eden sözlerine bakalım: "Yedi şeyin ecir ve sevabı kişiye ölümünden sonra da ulaşır, defteri kapanmaz, sevap yazılmaya devam eder: İlim öğretmek, su getirmek, kuyu kazdırmak, kitap vakfetmek, ölümünden sonra kendisine arkasından dua edecek hayırlı çocuk yetiştirmek..." Peygamberimiz insanlara temiz su sağlamanın sadece dünyada değil, ahirette de büyük faydalar sağlayacağını, açık bir şekilde dile getirmiştir. Nitekim bu buyruklarla yetişen Müslümanlar, gittikleri her yerde su kanalları yapmışlardır. Mimar Sinan'ın yaptığı su yolları ve çeşmeler buna güzel bir örnek oluşturur.

Peygamber Efendimiz'in getirdiği kurallar uygulansaydı, tarihteki salgın hastalıklardan hiçbiri olmayacaktı. Nitekim WHO (Dünya Sağlık Örgütü)'da, temizlik kurallarının uygulanması ile aynı sonuca varılacağını iddia etmektedir. Halbuki İslâmiyet'in getirdiği kurallar, temiz bir hayatı mümkün kılıyordu. İslâmiyet, insanların hayat biçimini şekillendiren bir din olarak inmiştir. Medeniyetin giremediği, girse bile etkili olamadığı ücra köşelerde yaşayan kişilerin, ferdî temizlik ve çevre temizliği konularında yeterli bilgi birikimi yoktur. Bütün insanların tertemiz bir ortamda yaşama hakkı vardır. İslâmiyet öncesi devirlerde de insanlara bu güzellikleri diğer peygamberler hediye etmişti.
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:58
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
31 Temmuz 2006       Mesaj #16
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

Hassas Dengede Kuşlar ve Böcekler


Hacı DURAN
Ekoloji ve Çevre Hakkında Makalelerİçinde yaşadığımız dünya, Güneş Sistemi'nde yer alan dokuz gezegenden canlı hayatına uygun olan yegâne gezegendir. Milyonlarca farklı canlı türü, gezegenimizde yaşamakta olup yaratılışlarında kendilerine yüklenmiş programlar çerçevesinde, birbirlerine ihtiyaç duymaktadırlar. Tabiatta, çoğunun farkında bile olmadığımız ahenkli bir denge ve yardımlaşma söz konusudur. Toprak, ağaçlar, omurgalılar, omurgasızlar vb... Aslında atomlardan Güneş'e kadar, canlı ve cansız herşey birbiriyle çok girift, âhenkli, sırlı ve mükemmel bir münasebet içindedir. Hepimiz etrafımızda çok sayıda kuş ve böcek türlerine rastlamışızdır. Bu hayvanların hassas denge içerisindeki görevlerini hiç düşündük mü?
Ekosistemde; kuşlar ve böcekleri, asıl hayat ortamları olan ormanlarla birlikte ele almak konunun anlaşılmasında daha faydalı olacaktır. Hassas dengede önemli rol üstlenen ormanların (yeşil bitki örtüsü), faydaları kereste temini ve yakacak odunla sınırlı kalmayıp, 6.000 civarındadır. Bugün kullandığımız yakıtların milyonlarca yıl önceki ormanlardan oluştuğunu hepimiz bilmekteyiz. Erozyonu önleme, su kalitesini iyileştirme, barajların ömrünü uzatma, ormanların faydalarından sadece birkaçıdır Orman ekosisteminde, mevcut ağaçlardan başka alçak boylu bitkilere ait türler, yaban hayvanları, kuşlar, toprak içinde yaşayan ve toprağın havalanmasına, iyileşmesine katkıda bulunan çok sayıda organizma da mevcuttur.

Mevcut ekosistemde kuşların da çok önemli görevleri vardır. Ormanlar; kuşlar için yuva görevini üstlenirken, kuşlar da ormanlara bazı faydalar sağlamaktadırlar. Meselâ ağaçkakanların ağaç gövdelerini gelişigüzel gagaladıklarını düşünebilirsiniz. Tam tersine ağaçların gövdesindeki zararlı böcekleri temizlemektedirler. Gövde içerisinde bulunan ve ağaçların iletim demetlerini tahrip eden birkaç milimetre büyüklüğündeki bu böcekler, rahatlıkla dev cüsseli ağaçları bile öldürebilmektedirler. Baştankaralar, daha çok böcek zararı olan alanlarda yoğunlaşmakta, böcekleri toplayarak yemektedirler. Guguk kuşu, ağaçların yapraklarını yemek suretiyle zararlı olan kese tırtıllarından yüzlercesini bir günde yiyebilmektedir. Kese tırtıllarından olup, aynı zamanda yurdumuzda da yaşayan çam ağaçlarına zarar veren, bunun yanı sıra insanlarda alerji oluşturan bu türü çoğumuz görmüşüzdür. Alerji, tırtıllardaki kılların insan vücuduna dokunması ile oluşmaktadır. Üreme enerjisi fazla olan bu türün dişisi yılda bir nesil vermektedir. Yumurtalar, dış tesirlerden zarar görmemesi için iki iğne yaprak birleştirilerek helozonik şekilde bırakılmakta ve kelebeğin vücudunun sonundaki pullarla kiremit şeklinde örtülmektedir. Bu türün dişisinin koyduğu yumurta miktarı 270 ve cinsiyet faktörü 0,5'dir. Yani bırakılan yumurtaların yarısından erkek, yarısından ise dişi fertler yaratılmaktadır. Birinci nesilde 270 olan fert sayısı ikinci nesilde 36.450, üçüncü ve sonraki nesillerde kolaylıkla milyarlara ulaşabilmektedir. Üreme enerjisi yüksek olan bu türün populasyonu vaktiyle İstanbul Adalarda (Büyük Ada) o kadar artmış ki, tırtıllar evlere, çatılara, pencerelere, telefon direklerine ve yollara besin bulmak maksadıyla dağılmışlardır Tırtıllar, Adalarda tek ulaşım vasıtası olarak kullanılan faytonları çeken atların kayarak düşmelerine sebep olmuşlardır. Söz konusu tırtıllar, yılda yaklaşık 7-8 ay ağaçların iğne yapraklarıyla beslenmekte ve son dönemlerinde başka bir canlıya besin olmaktadırlar. Tırtılı besin olarak tüketen ve kilometrelerce uzaklardan gelen guguk kuşu (Cuculus canorus L.), günlük yaklaşık 80-100 civarında tırtıl yiyebilmektedir. Böylece oluşabilecek milyarlarca tırtıl imha edilmektedir. Yine kuşlardan bir adet mavi karabaş (Parus coeruleııs L.), günde binden fazla böcek yumurtası ile beslenmektedir. Hepimizin bildiği sığırcık, bülbül, çoban aldatan, tavuk ve benzerleri böcek yiyen kuşlardan sadece bazılarıdır. Ayrıca, ardıç ve porsuk ağacı tohumları, çimlenebilmeleri için kuşların midesinden geçmeye ihtiyaç duymaktadırlar. Leylekler, bataklıklardaki yılanları yemekte, yılanlar ise besin olarak fareleri kullanmaktadırlar. Besin zinciri bu şekilde devam etmektedir.

Ekosistemdeki hassas dengede parazit ve yırtıcı türler de sınırlayıcı faktör olarak önemli rol oynamaktadır. Ekosistemde her canlı, ömrünü tamamlayarak yerini yeni nesle bırakırken, çeşitli faktörlerin tesiriyle hassas denge korunmaktadır. Dengenin korunmadığı düşünüldüğünde kısa sürede olumsuz durumlar ortaya çıkar. En basitinden yaz aylarında bizleri rahatsız eden sivrisineklerin tamamı yaşamış olsaydı, yeryüzü santimetrelerce kalınlıkta sinekle kaplanmış olurdu.

Yukarıda kısmen bahsedildiği gibi, potansiyel üreme enerjisi bakımından düşünüldüğünde, böcek topluluklarının azalmasında, ekolojik denge içerisindeki kuşların rolü küçümsenemeyecek derecededir.

Gelişmiş ülkelerde böceklere karşı kullanılan kimyevî mücadeleden vazgeçilerek, biyolojik mücadeleye ağırlık verilmektedir. Ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde ise, kimyevî mücadele tek çözüm yolu olarak görülmektedir. Oysa kimyevî ilâçlara karşı böcekler, kısa sürede bağışıklık sistemlerinde uygun stratejiler geliştirerek korunmaktadırlar.

Yanlış uygulamalar sonucu küresel ısınma, balıkların toplu ölümleri, asit yağmurları ve sayıları artan çeşitli hastalıklar ve benzerleri hassas dengeyi kendi ellerimizle bozduğumuzun bir göstergesi olsa gerek. Denge bozulduğunda zincirleme olarak diğerleri de durumdan olumsuz etkilenmektedir.

Bahsedilenler sadece görebildiklerimizin birkaçı... Aslında dünyamızda her varlığın ayrı bir görevi olduğu, bir yardımlaşmanın süregeldiği çok açıktır. Her yönüyle mükemmel yaratılmış olan dünya, herkesin sorumluluğu ölçüsünde görevlerini yerine getirmesi ve çevreyi koruması ile daha mutlu ve daha güzel olacaktır.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:59
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
31 Temmuz 2006       Mesaj #17
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

Tabiattan Kopan Şehir


Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ
Sosyal bir varlık olarak yaratılmışız. Tabiatımıza toplum halinde ve yerleşik düzende yaşama temayülü konmuş. Artan nüfus ve ihtiyaçlara paralel olarak bugün geniş ve kalabalık alanlarda yaşıyoruz. Mezopotamya'da şekillenen dünyanın ilk şehirlerinin nüfusu sadece yüzlerle ifade edilirken, bugün Mexico City'nin nüfusu 30 milyonu geçmiş durumda. Birkaçı istisna, başka hiçbir canlı türe ait topluluk birim alanda bu ölçüde bir nüfus yoğunluğuna ulaşmış değil. Artık "şehir" denilen bir gerçek var. Şehir, insanın tabiatı derinden etkilediği, ondan koptuğu ve sürekliliğine en büyük darbeyi vurduğu yer.
Sanayi inkılâbıyla birlikte işgücü talebinin giderek artması köyden şehre göçü başlattı. Bilim ve teknolojideki gelişmelerin hızlanması, şehirleri daha çok ve çeşitli mal ve hizmetin bulunduğu câzip yerler durumuna getirdi. İş ve haberleşme imkânlarının artmasıyla birlikte kırsal bölgeler şehirlerin bu özelliğini farketti. Sonuçta şehirler büyük göç aldı. Birçok devletten daha fazla nüfus barındıran büyük şehirler ortaya çıktı. Gelişmiş ülkelerde modern imkânlar ve yüksek hayat standardı ülke geneline yayılırken, şehirler de altyapı açısından sağlıklı büyüdü. Buna karşılık bizim gibi ülkelerde şehirleşme süreçleri sancılı yaşandı, yaşanıyor. Bunun en çarpıcı misâli olan İstanbul'da trafik yoğunluğu ve park yeri azlığından sonraki en önemli sıkıntı, aşırı göç alma sonucu giderek büyüyen ve şehirden uzaklaşan kimi kaçak durumdaki yeni gecekondu alanlarına su, elektrik, ulaşım, haberleşme ve kanalizasyon gibi altyapı; alışveriş, sağlık ve kültür merkezi, okul gibi temel ihtiyaçlarla ilgili genel hizmetleri götürmenin aşırı maliyetli bir hâl almasıdır. Göçün önlenememesi sonucu şehir ve çevresi, tabiatı olmayan büyük bir köye dönüşmekte, ekosistem dengesini yitirerek tabiî ve teknolojik felaket riskine daha açık hâle gelmektedir.

Gelişmiş ülkelerde ise şehirler önemli bir göç almasa da, normal gelişme süreçleri genellikle insan unsuruyla ilgili tahminler, şehrin ve çevrenin morfolojik ve tabiî özellikleri dikkate alınarak planlanır. Şehrin daire mi, dikdörtgen mi yoksa başka bir geometride mi, yani kaç eksenli genişleyeceği düşünülür. Bu, hem tabiatın ve tarım alanlarının bozulmaması, hem altyapı ve diğer temel hizmetlerin sağlıklı götürülmesi, hem de şehir merkezindeki ortak mekan ve imkânlara insanların her taraftan olabildiğince rahat ulaşması içindir.

Plansız yaşayan ülkelerdeki sağlıksız şehirleşme meselesinin çözümüyle ilgili ilk adım olarak, insanın tabiatı bozan ve sonuçta yine kendisini tehdit eden etkilerini, dolayısıyla tabiî çevresine nasıl daha iyi entegre olabileceğini anlamak, bunun için de, hem insan ile tabiat arasındaki en zor karşılaşma alanı, hem de gezegeni tehdit eden en önemli kirlilik kaynağı olarak şehir ekosistemini tanımak gerekiyor.

Şehir Ekosistemi
Ekosistemi enerji, madde ve bilgi alışverişi için kendi aralarında ve çevreleriyle etkileşimde bulunan canlı organizmalardan, ayrıca inorganik tabiî bileşenlerden oluşan bir hareket sahası olarak tarif edersek, insan faaliyeti çerçevesinde tarım, orman ve teknik (şehir, sanayi) ekoslar şekillenir. Şehirde yoğun olarak bina, altyapı ve makina bulunur, ayrıca çevredeki endüstri de şehir ekosistemini etkiler. Dolayısıyla şehir ve çevresi abiyotik ve biyotik unsurlarıyla diğer ekosistemlerden ayrılır. Şehir, tabiî çevre ile etkileşimde bulunan uç bir ekosistem örneği olduğundan, burada önemli çevre problemleri ortaya çıkar: yerleşim alanlarının ve sanayi zonlarının genişletilmesi amacıyla inşaat ve yol yapılması, zeminin kaplanması (asfalt, beton), çevredeki tabiî potansiyelin kullanılması, bazı hayvan ve bitki türlerinin kent dışına göçetmesi, enerji, mal ve hizmet üreten kuruluşların emisyonları (gaz, kül, aerosol, kimyasal, radyoaktif ve tıbbî atıklar), büyük miktarda eksoz gazı ve ev atıkları (gaz, çöp, su vb) çıkması gibi. Ayrıca şehir ekosisteminde: daha az güneş ışığı alma, göğün daha fazla bulutla kaplı olması, aerosollerden kaynaklanan sisin kışın ve yazın daha fazla olması, yıl boyunca buharlaşmanın daha az, yağışın daha fazla olması gibi farklılıklar görülür (Heinrich & Hergt, 1993).

1) Şehir atmosferi
Şehir ekosisteminde en problemli ortam gaz ve tozlardan dolayı atmosferdir. Bunlar ev, endüstri ve termik santrallerde kömür kullanımından ayrıca benzin ve dizele dayalı motorlu araçlardan ileri gelen azot ve kükürt oksitler, karbon monoksit ve dioksit, kurşun tetraetil ve metan gibi gazlardır.

Azot ve kükürt oksitler doğrudan alınmaları durumunda organizma için tok*****r. Su buharı ile birleştiklerinde oluşan nitrik asit ve sülfürik asit hem şehir sisi, hem asit yağmurları içinde tehlikeli korozif faktörlerdir. 1950'li yıllarda Londra'da anormal oranda kükürt içeren kalın bir sis tabakası 4000'den fazla kişinin ölümüne yolaçmıştı. Zehirli karbon monoksit gazı ise yeterli havalandırma olmadığında eksoz gazını soluyanları zehirler, yangınlarda soluk tıkanmasına (asphyxies) yolaçar. Kirli siste çok bulunduğundan başağrısı, başdönmesi ve sersemliğe yolaçar. Akciğerden oksijen alan kırmızı kan hücrelerini aldatır, böylece bunlar beyin ve kalbi oksijen yerine karbon monoksit ile besler (Bockris, & Veziroğlu, 1991). Esas olarak atmosferde sera etkisi meydana getiren karbon dioksit global ısınmaya, dolayısıyla iklim değişikliğine yolaçması cihetiyle zararlıdır. Solunduğunda toksik etki gösteren ozon ise megapollerde ürkütücü boyutlarda olup, azot oksitlerin, organik gazların ve güneş ışığının kompleks etkileşimiyle ortaya çıkar.

Benzinin otomobillerde patlamalı yanmaması için yakıta eklenen kurşun tetraetil eksoz gazlarıyla birlikte şehir atmosferine karışır. Yüksek dozlara ulaştığında ölüme yolaçan satürnizm hastalığına, düşük dozlarda ise, çocuklarda tedavisi zor olan çok ciddi sinir ve zihin bozukluklarına sebebiyet verir. Benzinin yanmasıyla oluşan diğer zararlı maddelerden peroksiasilnitrat (PAN) gırtlakta ve gözlerde tahrişe yolaçarken, benzopiren insan vücuduna uzun vadede kalıcı zarar verir. Hidrokarbonlar ise, katalitik yakıt deposu ve rafinaj endüstrisinden kaynaklanan sebeplerle şehir atmosferini kokutmaktadır (bilhassa eski Sovyetler ve Hindistan).

Bütün bu gazların canlı organizma üzerindeki zararlarını şu misâl daha iyi anlatabilir: bir insan günde 2 litre su içer ve 1,5 kilogram yiyecek yerse, 100 metreküp hacme karşılık gelen 13,5 kilogram hava teneffüs etmiş olur. Akciğerlerin her teneffüste biraz toksik gaz tutmasıyla meydana gelen gaz birikimi süratle lezyon üretir. Fakat en tehlikeli ürünler, aerosol denilen şehir atmosferindeki deniz tuzu kristalcikleri, sanayi ve topraktan ileri gelen tozlardır. 30 mikrondan büyük tanecikler burun ve soluk borusundaki çeşitli filtrajlar tarafından tutulurken, diğerleri akciğer tarafından absorbe edilir, bronşları tıkar, cidarları tahriş eder ve bunlar eğer kömür tozu ise uzun vadede kansere yolaçabilir. Tozların yoğunluğu gazlarınki gibi yere doğru arttığından, çocuklar için durum daha trajiktir. Ortalama yoğunluk yerden bir metre yükseklikte 100 mikrogram/metreküp, yer seviyesinde üç kat daha fazladır. Bu yüzden, şehirde büyüyen çocuklar büyük oranda kronik bronşit veya astımdan muzdariptirler. Bu tozlar çok büyük oranda ev ve endüstride kömür kullanımından, ayrıca motorlu araçlardan ileri gelir. Burada en kirletici faktör dizel yakıttır. Gelişen eksoz sistemleri büyük tanecikleri filtre etmekle birlikte, otomobillerin yolaçtığı toz kirliliği halen önemini korumaktadır. Bunların doğrudan mekanik etkileri yanında dolaylı etkileri daha önemlidir: bu tozlar gaz ve su için çekirdek görevi görür; sonuçta oldukça kirli ve zehirli bir sis (smog) meydana gelir. Gözlerde yorgunluğa, gerginliğe yolaçan, görüşü engelleyecek ölçüde kalınlaşabilen smog yukarıdaki kirleticileri içerdiğinden ve büyük şehirler bundan uzak kalamadığından, nüfusun önemli kısmı bundan etkilenir. Bu kirleticiler yapraklardaki gözenekleri tıkayarak fotosentez ve solunumu durdurur, ağaçların ölümüne yolaçar. Meşhur Londra smogu ev ve endüstride kömür kullanımının yasaklanmasıyla ortadan kalkmıştır.

Diğer yandan şehirlerin mikrometeorolojisini incelemek ve lokal şartları modellemek de önemlidir. Bu noktada, hava durgunluklarının oluşmaması için, bilgisayar ortamında yapılan mikrometeoroloji simülasyonları çeşitli binaların inşa veya yıkımının hava sirkülasyonunu nasıl değiştirdiğini anlama imkânı sağlamaktadır. Böylece, cadde ve sokakların düzenlenmesi, ısı kaynaklarının belirlenmesi ve idaresi daha bilinçli gerçekleştirilir. Özellikle deniz kenarındaki şehirlerde, eğer çok geç kalınmadıysa, hâkim rüzgarlara göre planlanan geniş caddeler açarak ve ısı kaynaklarının dağılımı değiştirilerek hava kirliliği azaltılabilir. Fakat trafiğe çıkan otomobil yoğunluğunun yönetimi konusunda henüz mâkul, pratik ve toplumca kabul edilebilir formüller bulunamamıştır. Kısa vadede LPG'li ve elektrikli, orta vadede hidrojenli otomobiller petrolle çalışanların yerini alacaktır.

2) Şehir hidrosferi
Su, şehir için öncelikle içme-kullanma suyu, atık sular, yeraltı suları ve şehrin içinden geçen nehirler bakımından önemlidir.

İçme suyu problemi şehirden şehire farklılık gösterir. Meselâ sürekli veya bazen kurak bölgelerde, su sıkıntısı şehrin yakınında yeterli su kaynağı olmamasından ileri gelir. Bu durumda uzaktan boru hatlarıyla su getirmek gerekir.

Atıksuların arzettiği ilk problem bunların nereye bırakılacağıdır. Eğer büyük bir nehre bırakılırsa, aşırı yağış sonucu taşkın meydana geldiğinde bir çevre felaketi ihtimali büyüktür. Deniz kıyısında bulunup da kanalizasyon sistemine sahip şehir sayısı genelde azdır. Bunların bazısı atıksularını kıyıdan denize, bazısı açığa bırakmaktadır. Kıyıdan boşaltma tehlikelidir; fakat atıksular açığa, derin sulara bırakıldığında deniz dibine yakın kesimlerde biyolojik bir zenginleşme sağlayabilir. Boşaltma orta ölçekte bir nehre veya yeraltına sızdırma şeklinde olduğunda kirlenme tehlikesi yeraltı suyu için de yüksektir. Bu durumda, kullanılmış suları yeraltına bırakmadan önce kesinlikle arıtmak gerekir.

Şehir yakınındaki yeraltı suları endüstriyel toksik madde, hatta nükleer atıklar içerdiğinde özellikle tehlikelidir. Ayrıca, kullanılmış suların arıtılıp yeniden kullanılması gerekiyorsa, şehir yakını yeraltı sularının kapasitesi, beslenme yönü, yenilenme ve arıtılma hızlarının bilinmesi gerekir.

Şehir içinden geçen nehirlerin getirdiği en önemli tehlike taşkınlardır. Tabiatı koruma ve ağaçlandırma gibi genel tedbirlerin yanısıra, büyük nehirleri, geldikleri tarafta yapılacak barajlarla kontrol etmek gerekmektedir. Debi kontrolünün yanısıra, nehrin çok dar bir yatağa sokulmaması ve yamaçların düzenlenmesi de önemlidir. Diğer yandan kaldırım ve yolları, suyun yeraltına süzülmesini sağlayacak şekilde yapmak, şehrin altında su toplama kanalları geliştirmek gerekmektedir. Çünkü, plansız kurulmuş şehirler su baskınları sırasında aşırı su girişinin etkilerini artırmaktadır: suyu toplamakta, şebeke görevi gören sokak ve caddeler sayesinde gölcükler meydana getirmekte ve taşkını bizzat organize etmektedir. Bu konuda alınacak bir diğer önemli tedbir, su baskını riskinin yüksek olduğu zonlarda yapılaşmaya izin vermemektir.

Nehirlerin yolaçabileceği ikinci tehlike, suyun kalitesiyle ilgilidir. Genellikle içme ve sulama suyu amacıyla yararlanılan nehirlerde belli tür ve sayıda canlı da yaşamaktadır. Bu noktada endüstri ve ev atıkları tehlike arzetmektedir. Teknik çözüm olarak, nehir suyundaki kimyasal elementlerin, organik, toksik ve süspansiyon maddelerin oranını, canlı toplulukların durumunu analiz edecek istasyonların aralıklı olarak nehir kenarına kurulması gerekir.

3) Şehir jeolojisi
Şehirlerin, özellikle de megapollerin jeolojileri problemlidir. Gerek bina yapımı, gerek altyapı amacıyla tünel açma, gerekse kablo ve boru döşeme çalışmalarıyla şehirlerin altı zayıflamıştır. Dağ eteklerine kurulu şehirlerde mahalleler kayabilmektedir. Şiddetli deprem riskiyle karşı karşıya olan şehirlerde yeraltındaki jeolojik birimler bir yer sarsıntısının etkisini artırabilir veya hafifletebilir. Uzun zaman boyunca yeraltını sağlamlaştırmak için uygulanan metod yüksek kaliteli sıvı beton enjekte etmek idi. Artık büyük kentlerin yeraltındaki ilk yüz metrelik kısımlarının üç boyutlu haritasını çıkartmak ve uygun düzenlemeleri yapmak gerekiyor. Bunun için yeraltının belli derinliğe kadar görüntüsünü veren modern jeofizik teknikler (radar, manyetik ve sonik) mevcuttur.

4) Şehir biyosferi
Şehir biyosferi dünya genelinde dar ve fakir bir özellik arzediyor. Sadece küçük yapılı bitkiler ve birkaç hayvan türü ile sınırlı kalıyor. Şehir biyosferi problemi yeşil alan azlığı ve böceklerle belirginleşiyor. Şehirde belli oranda alanın yeşil hale getirilmesiyle ilgili olarak iki tip tedbir önem arzediyor: 1) yeni yerleşim yerleri planlarken yeşil alan oranının yüksek tutulması; 2) oksijen üretimini maksimize edecek şekilde fotosentez verimi yüksek bitkilerin seçilmesi. Şehirlerdeki böcek problemi de dünya genelinde ürkütücü boyutlardadır. Birçok şehirde değişik türde hamamböceği, beyaz karınca ve örümcek (ayrıca sinek, sivrisinek, bakteri ve virüsler) çoğalmıştır. Bunlara bazı yerlerde hızla çoğalan fareler de eklenebilir. Böylece şehirlerde böcek öldürücülere karşı dirençli ve hastalık yayan bir fauna gelişmiş, bunlarla mücadele tarımda olduğu gibi şehirlerde de önemli bir mesele hâline gelmiştir. Havadan yapılan ilaçlamalarla şehir atmosferinde toksik gaz yayılmakta, fakat böcekler üzerinde kalıcı tesir göstermemektedir (Allegre, 1993).

Zor bir mesele: şehir
Hızlı ve sağlıksız şehirleşme meselesine, şehirlerinin büyük kısmı tam bir keşmekeşlik merkezi hâline gelmiş Türkiye açısından baktığımızda iç içe çelişkiler yaşadığımızı görebiliriz. Ülkemizde, nisbeten hızlı nüfus artışı ve göç, şehir (bilhassa büyükşehir) idarelerinin süratle artan altyapı talebini karşılamasını, şehri güneşsiz ve havasız bırakan sık aralıklı yüksek bina yapılaşması yerine daha geniş alanlara yayılan bir imar politikası uygulamasını, insanların nefes almak, çocukların güven içinde oynamak gibi ihtiyaçlarını giderecek alanlar oluşturmasını, tabiî afetlere karşı yeterli tedbirleri almasını güçleştirmektedir. Zâten bütün bunlar, altyapının daha uzak mesafelere götürülmesi anlamına geleceğinden pahalı yatırımlar gerektirmekte, bu yüzden de şehrin daraltılmış bir alanda yükselen beton yığınları hâlini alması mahallî idarelerin de işine gelmektedir. Fakat bu politikayı, kırsaldan gelerek şehrin merkezinden uzakta yeni varoşlar oluşturan göç dalgaları bozmaktadır. Kaçak yapılaşmaya izin vermeme hususunda belediyeler ne kadar kararlı olurlarsa olsunlar, çeşitli mülahazalarla hareket ettiklerinden, sonuçta altyapı bekleyen yeni banliyölerin ortaya çıkmasına engel olamamaktadırlar. Böylece hızlı ve sağlıksız bir şehirleşmeyle, tehlikeye açık alanlarda daha fazla insanın yerleşmesi ekosistemdeki dengeleri bozmaktadır. Yine insandan kaynaklanan global iklim değişikliğine bağlı meteorolojik afetler daha sık meydana gelmekte, şehirde teknolojik ve tabiî karakterli felaketler yoğunlaşmakta, depremler daha büyük can ve mal kaybına yolaçmaktadır. Bütün bunlar şehir ekosistemine telafisi zor ve yüksek maliyetli zararlar vermekte, tabiî bir dengeye ulaşmasını giderek zorlaştırmaktadır.

Sonuçta şehirler, bilhassa geleceğe yönelik ciddi bir planlama politikası olmayan, günübirlik yaşayan ülkelerdeki büyükşehirler havasıyla, suyuyla, yerleşim mekanlarıyla ve kamuya açık alanlarıyla yaşanmaz hale gelmiştir. Dolayısıyla, şehir ekosistemlerinin insan ve çevre sağlığı açısından elverişli ve tabiata uyumlu hale getirilmesi için şehir ekosistemini tabiî bir dengeye ulaştırmak gerekmektedir. Bunun için eşzamanlı olarak, 1) Hava, su ve toprağı etkileyen her türlü faaliyeti makûl, verimli ve çevre dostu formüllerle gerçekleştirmek; 2) Şehir ekosistemini tabiî ekosisteme yakınlaştırmaya yönelik tedbirler almak (şehir içi motorlu araç trafiğini yeniden düzenlemek, kalabalıkların bulunduğu merkezî kesimleri trafiğe kapatarak gürültü kirliliği olmayan, temiz hava koridorları oluşturmak, beton ve asfalt yüzeyleri toprak ve yeşil alana dönüştürmek, yağmur suyunun yeraltına daha fazla süzülmesini sağlamak, yürüyüş ve bisiklet yollarını artırmak, yeşil alan ağırlıklı bir imar politikası izlemek) ve 3) Yapılaşmayı herhangi bir teknolojik veya tabiî afetten fazla etkilenmeyecek şekilde düzenlemek (meteorolojik afetlerde aşırı su girişinin yönetimi, zemin-yapı-deprem optimizasyonu, patlama, yangın yönetimi gibi) gerekmektedir.

Kimilerine göre şehir tabiattan kopunca kente dönüştü. Bu yüzden bu yazıda "şehir" yerine "kent" mi demeliydik? Bu, kavramla ilgili bir problem. Tamamen mücerret bir konuyu ele almadığımız için, burada kent-şehir tartışması, meselenin vehameti yanında ikinci derecede kalıyor.

Şehir de bir realite; onu dağıtma lüksümüz de yok. Fakat, insan ve çevre sağlığı açısından arzettiği problemlerle şehir bugün insan tabiatına ne ölçüde uygun? Bizi bu denli rahatsız eden bir koca mekanı düzeltme hususunda orta yolu nasıl bulabiliriz? Hem de bu saatten sonra!

Çok önemli bir diğer konu, özellikle büyükşehirlerde yaşayan insanların zihin ve sinir sistemlerinin, düşünce ve duygu merkezlerinin ne ölçüde sağlıklı kalabildiği ve işleyebildiğidir? Trafiğin ve bacaların kirlettiği havayı her teneffüs edişimizde zehirlendiğimizi bilmek, köşe başlarındaki eski çeşmeleri kurumuş görmek, cadde kenarları ve kaldırımlar park etmiş otomobillerle kaplı olduğundan yürüyecek yer bulamamak (şehirde insanlar yürümüyor artık, otomobiller dolaşıyor), dört bir yandan gelen gürültülerle ruhen ve bedenen rahatsız olmak, kalabalıklara karşı yalnızlık, tek tek insanlara karşı yabancılık duygusuna kapılmak ve insan yanımızdan kopmak acaba sağlıklı düşünmemizi engelliyor, bizi farkında olmadan önyargılı ve toptancı düşünme kolaycılığına itiyor olabilir mi? Tanısak da tanımasak da, tek tek her bir insanı insan yanıyla görme irademizi kaybediyor muyuz şehirde? Tabiattan kopan şehir acaba bizi de insanî özümüzden mi kopardı? Göz ve gönül açan, insana güzel duygular ilham eden asûde bir tabiatın, hafif bir su şırıltısının artık birçoğumuz için "kırk yılda bir" deyimini hakedecek kadar lüks sınıfına girmiş olması, "acaba şehirlerimiz ve hatta tabiat birer ümitsiz vak'a mı?" sorusunu sık sık aklımıza getirmiyor mu?

İnsanî tarafının törpülenmesine direnen insanlar olduğu gibi, kentleşmeye direnen şehirler de var dünyada. İnsanı merkeze alsalar, geçmişin ruhunu bir yanıyla cami avlularındaki asırlık çınar gölgelerinde, şehre yayılmış mezarlıklarda ve sokak aralarında kısmen yaşatsalar bile, buna ne kadar direnecekleri bilinmez o "eski"(meyen) şehirlerin. Kaldı ki, onların da sağlıklı hâle getirilmeyi gerektiren yanları var, fakat bunu onların ruhunu daha fazla bozmadan kim yapacak?

Biz, insan türü olarak bu dünyaya gelmeden önce, on milyonlarca canlı türün çok uzun bir zaman boyunca çok hassas denge şartlarında yaşadığı bir tabiat vardı. Ve bu tabiatın yüksek esneklik sınırları bizim yaptıklarımızı sürekli olarak tolere etti. Bugün bu sınırları özellikle şehirlerde iyice zorlar hale geldiğimiz anlaşılıyor. İnsanın yaşadığı bir dünyada tabiatı eski haline döndüremeyeceğimiz açık. Fakat ne olursa olsun, yapabileceğimiz bir şey var: tabiatı şehre, şehri de tabiata taşımak. Tabiatı şehre taşırken temel unsurlarıyla şehrin bundan birşey kaybetmesini istemediğimiz gibi, şehri tabiatın içine yayarken de tabiatı yoketmemeliyiz. Hem hayatı, tabiatı ve bizi Yaratan'a, hem insan olarak kendimize saygının bir gereği olarak, hem de çocuklarımızın yüzüne bakabilmek için buna mecburuz. Unutmayalım ki, şehir de tabiat da insan için. Eğer, insansız ve tabiatsız şehirler istemiyorsak, yeniden insana dönmek ve onu bulmak istiyorsak, bir de bunun yolunun, insanı insan, tabiatı tabiat gibi Yaratan'a dönmekten, O'nu bulmaktan, O'nun yaptığı işi hatasız yaptığını aklederek ölçüyü O'ndan istemekten geçtiğini düşünsek. Kendimize rağmen kendimize bir şans daha versek.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:59
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
31 Temmuz 2006       Mesaj #18
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

Meşe ve Sincap Yardımlaşması


Halit SALİHOĞLU

Çoğu bitkiler sabit bir yerde durduklarından çoğalmaları için dışarıdan bir yardıma ihtiyaç duyarlar. Rüzgar bu yardımcılardan biridir. Bazı bitkilerin tohumları ise lezzetli meyveler içerisinde bu meyveleri yiyen hayvanlar tarafından başka yerlere taşınır.

Meşe ağaçlarında da benzer bir durum görülür. Büyük bir kısmı gıda dokusundan meydana gelen ve içinde bitki embriyosu bulunan meşe tohumu yani palamut, sincap tarafından dağıtılır. Sonbaharda palamut tanecikleri ağaçtan düştüğünde bu çalışkan kemiriciler onları toplar ve muhtelif yerlere gömerek depo ederler. Bu durum ilk bakışta sadece palamutun işine yarar gibi görünmektedir. Nazik palamut böylece soğuk ve tehlikeli bir kışı toprağın altında en iyi filizlenme dönemi olan bahara kadar rahatça geçirir. Ancak sincap, palamut tanesini kışın yemek üzere gömmüştür. Sincaplar muntazam bir kış uykusuna yatmazlar. Hiçbir sincap da gömmüş olduğu palamut tanesinin yerini “Kış İstirahati”nden uyandıktan sonra unutmaz.

Ekoloji ve Çevre Hakkında MakalelerAkrobasi yapmaya en uygun şekilde yaratılmış vücutlarıyla sincaplar, ormanların minik akrobatlarıdır. Daldan dala atlama ve sıçramalarda kuyruğu denge ve dümen vazifesi yapar. Palamut ve cevizleri kemirerek yerler. Zira sincabın ön dişleri devamlı uzadığından kemirme ve dişlerin aynı ve gereken boyda kalmasını sağlar.
Böylece sincap ile meşe arasındaki yardımlaşma başlar. Meşelerin neslini devam için ne kadar fazla palamut taneciği gömülür ve ağaç yetişirse kardır. Buna karşılık çok sayıda palamut gömmek sincap için de kışın fazla gıda demektir.

Beyaz Meşenin palamut tanecikleri filizlenmek için baharı beklemezler, bilakis sincap tarafından gömüldükten hemen sonra filizlenmeye başlarlar. Toprak altındaki palamut taneleri üzerinde kökçükler kış boyunca yavaş yavaş gelişirler. Gerekli enerjiyi de tohumdaki yedek besin depolarından temin ederler. Yalnız bu filizler hemen toprak üstüne çıkmazlar. Kışın müthiş soğuğunda yaşayabilmek imkânsız olduğundan, filizciklerin toprak üstüne çıkmaları ölmeleri demektir. Sincap ise uykusundan uyanıp gömmüş olduğu palamut taneciğini aradığında hemen hemen boş bir palamut kabuğuyla karşılaşır. Sincap palamut taneciğinin artığıyla yetinmelidir. Çünkü sincap genç filizi yiyecek olarak görmez. Bir canlının rızkı temin edilirken, diğer canlının da neslinin devam etmesine vesile olan bu karşılıklı münasebet kâinattaki yardımlaşma prensibinin ayrı bir tezahürüdür. Öte yandan gri sincaplar ise, kendilerine verilen kabiliyetle palamut taneciklerini gömmeden önce gıda dokusunun kat’i surette palamudun içinde kalmasını sağlarlar. Ayrıca çok küçük olan embriyoyu kök teçhizatıyla koparıp, daha sonra palamudu gömerler. Palamut bu haliyle çimlenemeyeceğinden sincaplar da böylece kışın bolca gıdaya sahip olurlar.

Koskoca palamut tohumu içinde milimetrik kök sistemini ve embriyoyu hassas bir şekilde bulup çıkarması için acaba gri sincapların çimlenme hakkında bir fizyolog kadar malumata sahip olması gerekmez mi?

Ancak bir bitki fizyoloğunun bilebileceği çimlenme ve bitki embriyosu hakkındaki malumatı sincabın kendi kendine veya “içgüdüleriyle” elde edebilmesi mümkün müdür?
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 21 Şubat 2019 00:00
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
31 Temmuz 2006       Mesaj #19
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

Karıncanın Omuzlarında Ağaç


Dr. Muvaffak AYVAZ

Lancaster Üniversitesi Ökoloji gurubu araştırmacıları, Dr. John Whittaker başkanlığında yaptıkları kontrollü denemeler neticesinde, büyük kırmızı orman karıncalarının (Formica rufa) meşe ve çınar ağaçlarını, tırtıl ve fidan bitlerine karşı koruduklarını tespit ettiler. Araştırma gurubu, incelemeler için, ağaçları iki guruba ayırdı. Birinci guruptaki ağaçların gövdesine yapışkan bant sarmak suretiyle, karıncaların ağaçlara çıkması engellendi. Normal olarak ormanlarda yasayan zararlı böcekler, karıncalar tarafından tedirgin edilmeksizin rahatca bu ağaçların yaprak ve özsu/arından istifade ettiler. İkinci guruptaki ağaçlara ise karıncaların çıkması engellenmedi ve bunlar zararlılara karşı korundu. Bu ağaçlara araştırmacılar tarafından bu denemeye mahsus kapanlar yerleştirildi. Bu kapanlar sayesinde karıncaların ağaçlardan yuvalarına dönüşleri engellemekte ve avları ellerinden alınmaktaydı.

Bu karınca kapanlarından elde edilenler ökolog Gary Skinner tarafından şöyle açıklandı: 0,4 ha²lik ormanda karıncalar saatte 100 bin fidan biti ve 2000 tırtıl elde etmişlerdi ki bu, 2 kg kadardı.

Bundan sonra araştırma gurubu bir kompüter yardımıyla, karıncasız ve böceklere karşı korunmamış ağaçlarda %10 yaprak kaybı ve ağaç başına 2,5 litre sıvı kaybı tespit ettiler. Karıncalar tarafından korunan ağaçlardaki yaprak kaybı ise diğerinin sadece %10 u olan % 1 mertebesindeydi. Sıvı kaybı da %75 nispetinde azalmıştı. Bu şundan ileri geliyordu: Böcekler tarafından kemirilen yaprakların fotosentez gücü azalıyordu. Yaprakların alt tarafındaki yeniklerden su buharlaşması artıyor ve bunlar kuraklığa dayanamıyorlardı. Son olarak zararlılara karşı korunmayan ağaçlarda gelişmenin engellenip engellenmediği gözlendi. Mikroskobik inceleme neticesi karıncaların koruması altında olmayan ağaçlarda yıllık kalınlık artışının korunanlardan %30 daha az olduğu tesbit edildi. Sadece karıncalarla ağaçlar arasındaki bu mânâlı yardımlaşma ve diğerini zararlılara karşı koruma gösteriyor ki, rahmeti sonsuz Yaratıcı, akılsız karıncalara rızıklarını verirken aynı zamanda başka bir nev'i, bunlar vasıtasıyla muhafaza etmektedir. Elbette bu şuursuz mahlûklar, bu harikulade işleri kendileri yapamazlar. Buradan, bütün âlemi kaplayan bir rahmet kanununun ucu ve kanun koyucunun izi çok açık bir şekilde görülmektedir.
Son düzenleyen Safi; 21 Şubat 2019 00:00
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
31 Temmuz 2006       Mesaj #20
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

Ekolojik Dengede Parazitlerin Rolü


Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Başka canlıların üzerinde ve onların aleyhine olarak cereyan eden parazitlerin hayatını bugüne kadar çoğumuz arızi ve anormal birşey olarak görür, abes işin görülmediği kâinatta parazitliğin hikmetini araştırır dururduk.

Son çalışmalar bu hususta oldukça enteresan neticeleri karşımıza çıkarmıştır. Bu araştırmalara göre parazitler konak hayvanın davranışlarını, büyüklüğünü veya rengi gibi morfolojik karakterlerini değiştirmekte, neticede onları düşmanları tarafından daha kolay avlanabilir bir hale getirmektedir. Ancak bu şekilde parazitin hayat devresinin icabı olan yeni bir canlıya geçiş mümkün olmaktadır.

Tahtakurularını istila edip onların üzerinde parazit olarak yaşayan dikenli başa sahip kurtçuklar, tahtakurularını o kadar çok rahatsız ederler ki, sonunda tahtakuruları oyuklarından çıkmaya mecbur kalarak kuşlara yem olurlar.

Tetrameres americana adlı bir nematod (yuvarlak solucanlardan) larvası bir çekirgeye girdiği zaman onun kasları içinde kistler meydana getirir. Neticede çekirgenin hareketleri azalır ve felç olmuş gibi zorlukla kaçabilir. Böylece yeni avlanmayı öğrenen genç kuşlara kolayca yem olurlar.

Bu sayede hem kuşlar beslenmiş, hem de çekirge sayısı kontrol altında tutulmuş olur. Bu larvalar ancak genç kuşların vücudunda erginleşebilirler.

Taenia multiceps isimli şeritin larvası koyun gibi geviş getiren hayvanların beynine veya omuriliğine yerleşerek baş dönmesine sebep olan bir hastalığa yol açar. Başı dönmeye başlayan geviş getirici hayvan sürüden ayrılarak kurtlar ve yabani köpekler tarafından parçalanır. Şeritin larvası da köpek veya kurta geçerek hayat devresini sürdürür.

Yassı bir kurt olan Dicrocoelium dendriticum adlı parazit, hayatının büyük bir kısmını karıncalarda geçirerek koyunda ergin hale gelir. Koyunlar karınca yemediği halde yassı kurdun larvaları koyunlara nasıl geçer?

Bir grup kurt larvası karıncalara saldırır, bunlardan biri karıncanın yemek borusu altındaki sinir düğümüne yerleşerek orada kist haline geçer. Karıncanın ağız parçalarını ve vücut hareketlerini kontrol eden bu sinir, parazitle enfekte olunca, karınca sanki bir yerden emir almışcasına sürüne sürüne otların uç kısmına çıkar. Hava sıcaklığı da düşükse çeneleriyle otu ısıran kârınca çenelerini bir daha açamaz ve kilitli olarak kalır. Daha sonra orada otlayan bir koyun tarafından yenilir. Parazit böylece yeryüzü sahnesinde kendine verilen rolü en iyi şekilde oynayarak hayatını devam ettirir.

Acanthocephala şubesine dâhil parazitlerin bazı nev'ileri ergin safhalarını kuş ve balıkların ince bağırsaklarında geçirir. İnce bağırsakta yumurtlayan dişinin yumurtaları konak hayvanın dışkısı ile dışarı atılır. Bu yumurtalar çeşitli böcek veya kabuklular tarafından besin olarak alındığında onların sindirim kanalında açılır. Yumurtadan çıkan larva hayvanın sindirim borusunun duvarını delerek vücut boşluğuna (soloma) düşerek burada minyatür kurtçuklar (Cystacanth) haline dönüşürler. Paraziti taşıyan bu böcek, kuş veya balıklar tarafından yenildiğinde onların ince barsağında ergin hale gelir. İnce bağırsak içinde hazır sindirilmiş gıdayı bulan parazitlerin ince bağırsağa ihtiyacı olmadığı için Kudreti Sonsuz, onları en mükemmel şekilde bağırsaksız yaratmıştır. Hazır sindirilmiş besinleri bütün vücut satıhları ile massederek alırlar.

Acanthocephal'lerin üç nev'i birinci konak olarak suda yaşayan amphipod'ları kullanırlar. Ergin hallerine ise çeşitli omurgalılarda geçerler. Araştırmalar her nev'in kendine has olan ikinci konağının, birinci konağı yiyebilmesini sağlayacak şekilde davranışlarını değiştirdiğini göstermiştir.

Parazite bulaşmamış amphipod'lar ışıktan uzak olan dip sularında yaşar, nadiren havuz veya gölün sathına çıkarlar. Su üstünde iken rahatsız edilirlerse hemen suyun dibine dalıp çamur içine gömülürler. Polymorphus paradoxus isimli acanthocephal erişkin devresini yaban ördeği, kunduz ve sıçanların ince bağırsağında, larva devresini ise amphipod'larda geçirir. Bu kurtun yumurtalarıyla bulaşan bir amphipod normaldekinin tam aksine olarak ışığa doğru hareket eder. Rahatsız edildiklerinde de adeta bizi yiyin dercesine su üstünde bir tabaka meydana getirirler. Yahut da su üstündeki bitki veya yüzen cisimlere yapışırlar. Bu davranış değişikliği su sathında beslenen yaban ördekleri, kunduz ve misk sıçanları için eşi bulunmaz bir fırsat olup, kolayca karınlarını doyurmalarını sağlar. Akılları durduracak hadiseler zinciri içinde her canlı nev'inin sayısı az çok sabit tutularak hem ekolojik denge kurulmuş hem de herkesin rızkı en ucuz şekilde temin edilmiş olur.

Poiymorphus marilis nev'i tarafından enfekte olan amphipod'lar da ışığa doğru hareket ederler, fakat bunlar öncekilerin aksine su sathında bir tabaka meydana getirmezler. Rahatsız edildiklerinde su dibine kaçmak için gayret ederlerse de, parazitin ikinci konağı olan dalgıç ördekler bu yavaş kaçabilen nasiblerinin peşini bırakmaz ve dalarak rızıklarını yakalarlar.

Corynosoma constrictum adlı parazitin ikinci konağı ise hem su yüzünde, hem de dalarak beslenen ördeklerdir. Bu parazitin enfekte ettiği amphidop'ların bir kısmı su yüzünde bir kısmı ise dipte yaşarlar. Böylece her hayvanın beslenme durumuna göre üç tip parazit harika hayat devrelerini devam ettirebilmek için birinci ara konağın davranışlarını ayrı ayrı değiştirirler. Enteresan olan bir husus da amphipod'lardaki bu davranış değişikliğinin hemen meydana gelmemesidir. Parazit belli bir süre amphipod'un vücudunda gelişir, büyür ve ancak hayat safhasının programlanmış zamanına gelince sanki konak değiştirmesi gerektiğini biliyormuş gibi birçok karışık ve sırları henüz çözülmemiş fizyolojik faaliyetler icra ederek birinci konağının davranışlarını değiştirir.

Ötücü kuşlarda parazit olarak yaşayan Plagiorhynchus cylındraceus erişkin devresini sığırcık kuşlarında, larva safhalarını ise tesbih böceklerinde geçirir. Bu böcekler normal olarak nemli karanlık taş altlarında yaşadıkları halde parazit ile bulaştıktan sonra tam aksine olarak zamanının büyük kısmını açıkta ve aydınlık yerlerde geçirmeye başlar. Böylece sığırcıklar tarafından kolayca görülerek avlanırlar.

Hâdiselerin dış yüzü bize ilk anda anlaşılmaz veya abes gibi geldiği halde kâinattaki muhteşem nizamı ve bu Nizamı Koyan'ı ön plana alınarak araştırmalar yapıldığında hâdiselerin iç yüzü aydınlanmakta, faydasız gibi görünen parazitler sayesinde beslenen birçok canlı için bunların ehemmiyeti daha iyi anlaşılmaktadır.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 21 Şubat 2019 00:00

Benzer Konular

26 Mayıs 2013 / EagLesTeaM Çevre Bilimleri
5 Ekim 2018 / evo Uzay Bilimleri
24 Eylül 2015 / sahillerindostu Çevre Bilimleri
10 Nisan 2018 / Muhabbetci Müslümanlık/İslamiyet
24 Aralık 2011 / GüNeSss Soru-Cevap