Arama

Ekoloji ve Çevre Hakkında Makaleler - Sayfa 4

Güncelleme: 21 Şubat 2019 Gösterim: 141.773 Cevap: 64
Hi-LaL - avatarı
Hi-LaL
Ziyaretçi
7 Mart 2007       Mesaj #31
Hi-LaL - avatarı
Ziyaretçi

Küresel Isınma ve Burjuva İkiyüzlülüğü: Kyoto Protokolü (Ozan DEMİRCİ)


Çarşamba, 28 Şubat 2007
Sponsorlu Bağlantılar

Küresel ısınma sorunu son yıllarda yoğun bir şekilde tartışılıyor. Yeryüzündeki insan ve canlı hayatı bakımından ciddi birtakım sonuçları olacağı ileri sürülen bu küresel sorunun çözümü için dünya burjuvazisi Kyoto Protokolü’nü gündeme getirdi. 141 ülkenin katılımı ile imzalanan protokol 1997 yılından beri sürüncemedeydi ve uygulamaya geçmeyi bekliyordu. Sonunda, bilim adamlarının küresel ısınmayla acilen mücadele çağrıları yaptığı bir dönemde protokolün işlemesi için düğmeye basıldı ve Kyoto Protokolü nihayet geçtiğimiz Şubat ayında yürürlüğe girdi. Burjuva medyanın geneli tarafından da “önemli bir adım olarak” alkışlandı. Anlaşmanın yürürlüğe girmesini Kyoto’da törenle kutlayan Japonya hükümeti, ABD’ye, “en çok gaz yayan ülkenin hâlâ bize katılmamış olmasını esefle karşılıyoruz” diye seslendi.

Bilim adamları eğer müdahale edilmezse 10 yıl içinde gezegenin geri döndürülemez bir mahvolma sürecine gireceğini söylüyor. Diğer taraftan zaten gecikmiş bir girişim olan Kyoto Protokolünün derde deva olamayacağı da anlaşılıyor.

Kyoto Protokolü nasıl ortaya çıktı?
Dünyanın ısınma sürecine girdiğine ya da kullanılan fosil yakıtların atmosferde birikerek sera etkisi yapacağına ilişkin düşünceler 1880’li yıllardan itibaren zaman zaman ortaya atıldı. Ancak daha çok tahminlerden oluşan, o günün koşullarında bilimsel olarak ispatlanamayan bu görüşler yeterince yüksek sesle dile getirilemedi, getirildiğinde de egemen güçler tarafından çıkarlarına dokunduğundan dolayı susturuldu.

1970’li yıllarda bilimsel veriler ışığında bazı gazların sera etkisi yaratabileceği konusunda bilim çevreleri fikir birliği aşamasına geldiler. 1979 yılında, Dünya Meteoroloji Örgütü, bilim adamlarını Birinci Dünya İklim Konferansı için Cenevre’de topladı. Konferansın sonunda hükümetlere insanın sebep olduğu iklim değişiminin olumsuz etkilerinin önlenmesi için çağrıda bulunuldu. Aradan altı yıl geçtikten sonra Avusturya’da düzenlenen yeni bir konferans ile sera gazının küresel ısınmaya etkileri araştırılmaya başlandı. Burada karbondioksit miktarının 2030’lu yıllarda iki katına çıkacağı tahmininde bulunuldu. Buna rağmen konu pek ses getirmedi.

Küresel ısınma ile ilgili tezler asıl olarak 1988 yılında ABD’de yapılan toplantıdan sonra yankı buldu. NASA’ya bağlı olarak çalışan iklim uzmanı James Hansen, 1988’de katıldığı bir toplantıda sera gazlarının etkilerinden bahsederken, kuraklıkların, sellerin ve daha farklı doğal olayların artma olasılıklarını gözler önüne serdi. Hansen bu konuşmayı yaparken –doğanın bir azizliği mi diyelim– ABD’de yılın en sıcak günü idi ve orta batı, tarihinin en kurak dönemlerinden birini yaşıyordu. O ana kadar herhangi bir sıcaklık değişimini kesin olarak kabul etmeyen bilim adamları, hükümetler ve ABD yönetimi, olayın ABD’de gerçekleşmesinin büyük etkisi ile sıcaklık değişimini kabul etmekle kalmadı, bunun “küresel bir ısınma” olduğunu da görünürde kabul etti. Vandana Shiva’nın da dediği gibi, “bundan üç yıl önce Etiyopya ve Sudan’da binlerce kişinin açlıktan ölmesi Kuzey Hükümetlerinin çölleşmeyi ve kuraklığı acil küresel çevre sorunları olarak değerlendirerek harekete geçmeleri için yeterli olmamıştı.… Ne de olsa ölümler Afrika’da, ‘dışarılarda bir yerlerde’ olmuştu.”[1]

Dünyanın jandarmasından böyle bir ses gelmesi elbette bütün bilim adamlarını ve BM’yi etkiledi. Hansen’in yarattığı ivme ile BM, Hükümetlerarası İklim Değişimi Panelini (IPCC) gerçekleştirdi. Dünyanın farklı ülkelerinden yaklaşık 2000 bilim adamının katıldığı IPCC, 1990 yılında, küresel ısınmaya “insanın yaptığı etkinin” henüz ispatlanamadığını bildiren bir rapor yayınladı.

Birinci raporun iki yıl sonrasında, 1992’de, Brezilya’nın Rio de Janerio kentinde UNCED (Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı) toplandı ve 160’tan fazla ülkenin katılımı ile İklim Değişimi Çerçeve Konvansiyonu imzalandı.

1995 yılının sonlarına doğru IPCC nihayet ikinci raporunu açıkladı. Bu raporda, yaklaşık 2000 bilim adamından gelen verilere dayanılarak, iklim değişiminin doğal nedenlerden dolayı değil, “insan etkilerinden” (kuşkusuz burada “insan etkileri” diye bahsedilen olgu aslında kapitalist üretimin etkileridir) kaynaklı olduğu açığa kavuştu.

En sonunda, Nisan 1997’de, eski Japon imparatorluk başkenti Kyoto’da düzenlenen konferansa katılan ülkeler, atmosfere karıştıklarında sera etkisi yaratan karbondioksit, metan, kloroflorokarbon, hidroflorokarbon, asitoksit gibi gazların emisyonunu (salım) engelleyecek ya da azaltacak koşulların altına imza attılar. Ancak bilimsel bulgularla ortaya atılmasından Kyoto Protokolünün imzalanmasına kadar geçen on sekiz yıllık süre, hâlâ küresel ısınmanın ve iklim değişiminin dünyadaki bütün ülkeler tarafından kabul edilmesine yetmemişti. Özellikle ABD, Rusya Federasyonu ve Avustralya anlaşmayı imzalamamakta direniyorlardı. Rusya dışında bu süreçte hâlâ değişen bir şey yok.

Petrol Tekellerinin Gölgesinde: Kyoto Protokolü

1997 yılında imzalanan ve o dönemin ABD başkanı olan Clinton’ın da onayladığı anlaşmayla, sanayileşmiş ülkeler genelinde, baz yıl olarak kabul edilen 1990’daki sera gazı yayma oranının 2008-2012 arasında yüzde 5,2 oranında azaltılması hedefleniyor.

Kyoto Protokolü, sonuç olarak burjuva bilim adamlarının hazırladıkları ve petrol devlerinin gölgesinde imzalanan bir anlaşmadır. Ve bundan dolayı anlaşmanın her satırı petrol kokmaktadır.

Örneğin:
“İlgili uluslararası çevre antlaşmaları kapsamındaki taahhütler ile sürdürülebilir orman düzenleme uygulamaları, ağaç dikimi ve ağaç takviyesine/desteğine ilişkin teşvikler dikkate alınarak Montreal Protokolü ile düzenlenen sera gazlarına ilişkin rezervlerin korunması ve iyileştirilmesi…”[2]


Doğanın dengesinin rayına oturması için fosil yakıt kullanımının ortadan kaldırılması değil, daha fazla “ağaç dikerek” karbondioksit emisyon miktarını normal seviyeye çekmeye çabalama maddesi! Yani bir taraftan doğaya fosil yakıtlardan karbon kökenli maddeleri salmaya devam edelim, ama diğer taraftan da bu karbonu ortadan kaldırabilmek için çevreyi ormanlık hale getirelim! Kuşkusuz kimse ormanlık alanların arttırılmasına hayır demez. Ancak burjuvazi ve onun “bilim” adamları ormanlık alanları kendi üretim alanlarına dokunmadan arttırmanın yolunu arıyorlar ve buldular da. Buna göre eski ağaçlardan oluşan ormanlar yok edilerek, bunların yerine genç ve daha hızlı büyüyen ağaçlardan oluşan ormanlar oluşturulacak. Bu durum çevreyi korumak adına yapılan en büyük cinayettir kuşkusuz. Kâr dışında bir düşüncesi olmayan kapitalistler ve onların yalakaları, bu ormanları kesip yerlerine tek tip ağaç dikmekle birinci olarak doğanın çeşitliliğini tehlikeye atıyorlar. Diğer taraftan, bu ormanlarda yaşayan canlıların yaşam alanlarının ormanlar yeniden orman haline gelene kadar ellerinden alınacağını biliyor, ama görmezden geliyorlar. Ormanlık alanları fabrika yapmak ya da geniş tarım arazileri elde etmek için ortadan kaldıran kapitalistlerin çevreyi ormanlaştırma projesi tam bir ikiyüzlülüktür.

Anlaşma uyarınca, protokolün imzalandığı dönem sürecinde “pazar ekonomisine” yeni geçmiş olan ülkeler [Rusya ve diğer eski bürokratik diktatörlükler] karbondioksit emisyonlarını 1990 dışındaki bir yıla dayanarak indirme hakkına sahipler. Bu ülkeler sözü geçen dönemde eski teknolojilerden dolayı yoğun karbon salımı yapan ülkelerdi. Çözülüş sürecinin tamamlanmasının ardından bu ülkelerin hemen hepsinde ekonomik çöküntü yaşandı. Ve bunun sonucu olarak da aslında bugün, 1990’lardaki karbondioksit emisyon oranlarından çok daha düşük oranlara sahipler. Gelişim süreçleri içindeki bu ülkelerden Rusya’ya 1990 seviyesinin %50’si, Ukrayna’ya ise 1990 seviyesinin %150’si kadar bir artış yapma hakkı verildi. Bu ise dünya çapında karbondioksit emisyon miktarının azalmasına değil, tersine artmasına hizmet edecek bir durumdur.

Anlaşmanın başka bir maddesi ise emisyon hakkı transferine olanak tanıyor. Yani Kyoto Protokolünün öngördüğü emisyon miktarından daha fazla emisyon yapan bir ülke, daha az emisyon yapan bir başka ülkeden emisyon hakkını alarak o ülkenin kullanmadığı miktarı kullanabilme hakkına sahip olacak. Yani tam bir ikiyüzlülük! Kısmak değil, aksine kotaların son damlasına kadar kullanılması için açgözlü bir saldırganlık! Tüm burjuva anlaşmalarında olduğu gibi kendi sorumluluğundan kaçmak için ikiyüzlüce her yola başvurma.

Anlaşmanın bir diğer noktası da, emperyalist piramidin üstündeki ülkelerin emperyalist piramidin altındaki ülkelere yapabileceği teknoloji transferinin kapısının açık bırakılmasıdır. Böylece ileri ülkeler kirli teknolojilerinden vazgeçmeden, üretimlerini başka ülkelere kaydırarak üretimlerine devam edebilir, bu süreç zarfında da daha gelişmiş teknolojiler için altyapı oluşturabilirler. Yani protokolün “ruhunu” delmek için muhtelif türde gedikler zaten açılmış durumda.

ABD’li büyük enerji tekelleri daha başından itibaren iklim sözleşmesini sabote etme tutumu içine girdi. Öncelikle Mobil Oil, Exxon, Texaco gibi petrol devlerinin satın aldığı “bilim” adamları ortalığı karıştırmaya başladılar. Farklı farklı, iler tutar yanı olmayan teoriler ile gündemi değiştirmeye, toplantıları baltalamaya çabaladılar. Zaten bu petrol devlerinin doğrudan temsilcisi olan G. W. Bush’un iktidara gelmesinden sonra ise ABD Kyoto protokolüne karşı kesin tavrını ortaya koyarak anlaşmadan çekildi.

Petrol şirketleri-siyaset ilişkisi: ABD’de partilere yapılan para yardımları (milyon $)
1997 1998 Demokratlar Cumhuriyetçiler
Mobil Oil 5,24 6,16 %16 %84
Exxon 5,21 5,62 %12 %88
Texaco 4,23 5,63 %24 %76
Shell Oil 2,29 3,72 & %74

ABD, siyaseti kimin belirlediğinin çok güzel bir örneğidir. Ve çevre konusu da son tahlilde siyasi bir yön içerir. ABD ekonomisinin egemen gücü olan silah ve petrol tekelleri, egemenliklerini sürdürebilmek için çevreyi katletmek, dünyayı yaşanmaz hale getirmek pahasına savaşlara ve petrol kullanımına devam edeceklerdir.

Kyoto doğrultusunda yapılanlar ve yapılmayanlar
Kyoto Protokolünün yürürlüğe girebilmesi için, gaz emisyonunun en az yüzde 55’inden sorumlu olan ülkeler tarafından onaylanması gerekiyordu. Normal olarak 2000 yılından itibaren emisyon hacimlerinde daraltma yapılmasını öngören, 2008-2012 yılları arasında ise 1990 yılının en az %5,2’si kadar azaltma yapılmasını planlayan anlaşma, yeterli sayıda ülkenin imzalamaması sonucu uzun süre yürürlüğe giremedi. Nihayet AB’nin birtakım pazarlıklarla Rusya’yı razı etmesi sonucu Rusya 2004 sonunda anlaşmayı onayladı. Böylece anlaşmanın geçerli olması için gerekli olan yüzde 55’lik oran tutturuldu. Ve bunun ardından geçtiğimiz Şubatta anlaşma yürürlüğe girdi.

Ancak, bu gazları en çok üreten ülke olan ABD (%25) ve %3,2’sini üreten Avustralya tarafından reddedilmesi, aslında anlaşmayı ölü doğmuş bir çocuk haline getirmiştir. Çin ile Hindistan’ın “gelişen ülkeler” adı altında yükümlülükten muaf tutulması, ABD ve Avustralya gibi ülkelerin şu anki en büyük itiraz noktalarını oluşturuyor. Bu ülkelere serbestlik tanınması, doğal olarak diğer kapitalist ülkelerin bu ülkelerle rekabet gücünde bir zayıflamaya yol açacak.

Kyoto Protokolünde %8’lik bir artış yapmasına izin verilen Avustralya bugün 1990 yılı oranlarının %17 ilerisine geçmiş durumda. ABD şimdilik %20 gibi bir fazlalık taşısa da, 2010 yılında bu oran tahminlere göre %30’lara ulaşacak.

Burada üzerinde durmayacak olsak da küresel iklim değişim senaryolarında nasıl bir durumdan bahsedildiğini bilmek gerekiyor. Bilim adamlarının gözlemleri doğrultusunda yapılan bilgisayar simülasyonlarına göre iklim değişiminin en çok vuracağı bölgeler Kuzey Avrupa, Sibirya, Çin’in kuzey bölgeleri ve Afrika ile Batı Avrupa’nın kıyı şeridi olarak görülüyor. Yapılan simülasyonlar doğrultusunda, Amerika’yı doğrudan ilgilendiren (!) bir durum yok. Bu bölgelerde yaşayan insanların kuraklık ya da seller ile karşılaşması, bu bölgelerin buzul haline gelmesi gibi senaryolar bundan dolayı ABD hükümetini ilgilendirmiyor.

Bununla birlikte anlaşmayı imzalayan ülkelere bakıldığında bu ülkelerin de anlaşma doğrultusunda olumlu adım attıklarını söyleyebilmek söz konusu değil. En büyük emisyon oranına sahip olan ülkeler arasında yer alan Kanada anormal bir patlama göstererek 1990’dakinin %130’una ulaşmış durumda. Yanı sıra Almanya’da %4’lük, Hollanda’da ise %17’lik bir sapma söz konusu.

Kyoto Protokolü çözüm olabilir mi?

Bilim adamlarının yaptıkları araştırmalara göre yaşanan ısınmanın sebebi doğaya bugün salınan karbondioksitten kaynaklanmıyor. Yaşadığımız sıkıntılar, sıcaklıkların değişimi, kasırgaların şiddetlerinin artması gibi doğa olaylarının sebepleri 1960’larda gerçekleşen karbon kökenli salınımlardır. Yaşadığımız son dönemde salınan gazların etkileri ise bundan 10-15 yıl sonra görülmeye başlayacak.

Bugün yapılan salım 1960’larla kıyaslanamayacak kadar fazla. Kapitalizmin eşitsiz de olsa dünyanın her yerinde gelişmesi ve bundan dolayı fosil yakıtların kullanımının artması, doğanın geleceğinin hiç de parlak olmadığının sinyallerini veriyor.

BM’nin yaptığı araştırmalara göre, atmosferde biriken karbon kökenli gazların yüzde 80’i, ulaşım, ısınma ve sanayide fosil yakıtların kullanılmasından kaynaklanıyor. Eğer atmosferdeki gaz oranı sabitlenebilirse küresel ısınma ile başa çıkılabilir. Ancak atmosferdeki gaz oranının sabitlenebilmesi için ABD, Avustralya, Kanada gibi ülkelerin derhal karbondioksit salımına son vermesi –%5 indirim değil, tamamen durdurması– gerekiyor. Bu ise kapitalizm altında gerçekleşemeyecek bir durumdur.

Kyoto Protokolü burjuvazinin bilim adamlarınca öngörülenler doğrultusunda yapılmış olan bir anlaşmadır. Bu anlaşma kapitalist ülkelerin kendi çıkarlarını zedelemeden doğayı sözde kurtarma çabalarının göstermelik belgesidir.

Kapitalist ülkelerin hükümetlerinin kendi temsil ettikleri sınıfın –burjuvazinin– çıkarlarına uygun düşmediği sürece diğer ülkelerin burjuva hükümetleri ile işbirliğine girmesi söz konusu olamaz. Kyoto Protokolü ne kadar önemli gibi gösterilirse gösterilsin, farklı farklı ülkelerin kapitalistlerinin çıkarları rekabet nedeniyle çatıştığından bir anlam içermiyor.

Yaşadığımız dünyanın bugünkü durumuna gelmesinde en büyük etken kapitalist üretim sistemidir. Doğayı temizlemek, karbondioksit emisyon miktarlarını düşürmek, yaşanabilir bir dünya kurmak gibi beklentiler bu üretim sisteminin özüne tümüyle aykırıdır. Daha fazla kâr elde etmenin tek dürtü olduğu bir dünyada, rekabet gücünü düşürecek önlemler, kapitalistlerin alabileceği önlemler olamaz. Hele bunu kapitalistlerin en üst birliklerinden biri olan Birleşmiş Milletler’in sağlaması hiç mümkün değildir.

Doğada yaratılan tahribatın giderilebilmesi için tek yol temiz enerji kaynakları ve teknolojileri kullanmak ve geniş bir seferberlik anlamına gelen çalışmalar yapmaktır. Bunun anlamı ise mevcut üretim sisteminin kökten değiştirilmesi, dünya ölçeğinde planlı, doğa ve insanla barışık hale getirilmesidir. Böyle bir ekonomi ise kapitalizmin doğasına terstir ve bunun savaş için milyarlarca dolar ayırıp çevreyi katledenler tarafından değil, kapitalizmi ortadan kaldırabilecek tek güç olan işçi sınıfı tarafından hayata geçirilebileceği açıktır.

Kâr amaçlı üretim yerine insanlığın gerçek ihtiyaçlarının üretildiği bir dünyada, petrol ve silah tekelleri gibi doğayı birinci dereceden tahrip edecek yapılar bulunmayacağından dolayı, temiz enerji kaynakları devreye sokularak çevre ile dost teknolojiler kullanılabilir.

Dünyayı küresel bir ısınma tehdidinden kurtaracak olan tek yol, onu kapitalistlerin elinden kurtarmaktır. İşçi sınıfının ve dünyanın kurtuluşu birbirine kopmaz biçimde bağlıdır. Bu bağlamda ne dünyanın kurtuluşunu işçi sınıfının kurtuluşundan bağımsız olarak, ne de işçi sınıfının kurtuluşunu dünyanın kurtuluşundan bağımsız olarak düşünemeyiz.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 21 Şubat 2019 00:06
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
9 Mart 2007       Mesaj #32
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )

TÜRKİYE DOĞAL BİTKİ ZENGİNİ


TARSUS - Ahmet Can Erdoğan - Türkiye'nin, bitki türü yönünden dünyanın en zengin ülkelerinden biri olduğu, kayıt altına alınmış 11 bin bitki türünden 3 bin 708'inin sadece Türkiye'de yetiştiği bildirildi.
Sponsorlu Bağlantılar
Mersin'in Tarsus ilçesinde faaliyet gösteren Doğu Akdeniz Ormancılık Araştırma Enstitüsü Müdürü Dr. Ersin Yılmaz, 3 ayrı bitki örtüsünün kesiştiği bölgede yer alan Türkiye'nin flora (bitki örtüsü) açısından dünyanın en önemli coğrafyalarından birini oluşturduğunu söyledi.
Yılmaz, Türkiye'nin, Avrupa-Sibirya Bitki Bölgesi, İran-Turan Bitki Bölgesi ve Akdeniz Bitki Bölgelerinin kesişim noktasında bulunduğunu belirterek, ''Türkiye'nin bitki zenginliği, tür çeşitliliğinin yanı sıra endemiklik (sadece o yöreye özgü) bakımdan oldukça zengin olmasından kaynaklanıyor'' dedi.
Ülke genelindeki yaklaşık 11 bin bitki türünden 3 bin 708'inin sadece Türkiye'de yetiştiğine dikkati çeken Yılmaz, oysa, Anadolu dışındaki Avrupa kıtasındaki toplam endemik bitki sayısının 2 bin 750 olduğunu vurguladı.
Yılmaz, Türkiye'nin bitki tür çeşitliliğinin yüksek olmasının bir anlamda besin güvenliği olduğunu, her bitkinin yaprak, meyve, gövde, tohum kökü ve kabuğunun bir besin değeri olduğunu vurguladı.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 21 Şubat 2019 00:06
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Mart 2007       Mesaj #33
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
“Uzunca bir zamandır sofralarımızı, sağlığımızı, geleceğimizi tehdit eden bir hayalet dolaşıyor etrafta. Çok uluslu şirketlerin, gözü doymaz girişimcilerin başımıza sardığı bu belanın adı Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar; kısa adıyla GDO, yani uluslararası literatürde kısaltılmış şekliyle "GM" veya "GMO" olarak geçen "Genetically Modified Organism"in Türkçe karşılığı.

Daha az alandan daha çok verim elde etme, çiftçinin gelirinin katlanarak artması, bu sayede ülke ekonomisinin gelişmesi, refah düzeyinin artışı, tarımın endüstrileşmesi gibi hedefler gösterildi önce. Ülke çiftçisi ve onu bilinçlendirecek tarım teşkilatlarına bu yüce hedeflere, bu güzel yarınlara ulaşılması için toprağın sentetik kimyasal gübrelerle beslenmesi, zararlı otların, böceklerin, mikropların ilaçlarla yok edilmesi gerektiği bilinci yerleştirildi. Bu bilinç yerleştirildikten sonra ulusal ve uluslararası gübre fabrikaları, ecza endüstrisi dev büyümeler gösterdi, ilacı daha güzel püskürten, gübreyi daha iyi atan, toprağı daha kuvvetli ve hızlı işleyen makina teknolojileri geliştirildi. Suni gübreye alışan bitki daha çok gübre istedi, ilaca dayanıklılık kazanan böcekleri öldürebilmek için daha kuvvetli zehirler gerekti. Gıda endüstrisi büyümeye başlamıştı, daha fazla ürün elde etmek için standart çeşitlerin verimleri az bulunup hibrit tohumlar geliştirildi. Artık karşımızda gübreciler, ilaççılar, tohumcular imparatorluğu vardı. İmparatorluk, dünyanın dört bir yanına saldırdı, en bakir topraklara girdi. Toprağın efendisi olan çiftçi daha ne olduğunu anlayamadan küresel imparatorluğun kölesi haline gelmişti. Uluslararası devler insanlık tarihinin en büyük buluşlarından olan atomu, nasıl insanların aleyhinde kullandılarsa, genetik biliminin keşiflerini de insanlığa hizmet etmek bahanesiyle kâr aracına dönüştürdüler... ve bomba, bu sefer GDO adıyla, bir kez daha insanlığın tepesinde patladı.”
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 21 Şubat 2019 00:06
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
13 Mart 2007       Mesaj #34
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )

TÜRKİYE "JEOPARK" CENNETİ


ANKARA - Selma Kasap-Ülkü Karakuş - Jeolojik olaylar sonucu ortaya çıkan doğal güzellikleriyle, sayılı ülkelerden biri olan Türkiye'nin, önemli bir jeopark potansiyeline sahip olduğu bildirildi. Pamukkale, Kapadokya, Van ve Tuz Gölleri ile Nemrut Volkanı ve Konya Karapınar, en önemli potansiyel jeopark alanları arasında gösteriliyor.
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yer Bilimleri İhtisas Komitesi ve Jeolojik Mirası Koruma Derneği Başkanı Nizamettin Kazancı, Türkiye'nin, çok büyük turizm geliri elde edebileceği ve örneklerine en çok ABD'de rastlanan jeoparkların kurulması için büyük bir potansiyele sahip olduğunu söyledi.
''Jeopark''ların, aynı veya farklı türden çok sayıda ''jeosit'' (belirli bir jeolojik olayı veya süreci gösteren doğal oluşum) ve ''jeolojik miras'' barındıran mekanlar olduğunu anlatan Kazancı, bir jeositin aynı zamanda ''jeolojik belge'' anlamına geldiğini söyledi. Kazancı, Türkiye'nin zengin potansiyeline sahip çıkması ve jeolojik mirasının yok olmaması için bu parkların bir an önce kurulması gerektiğini kaydetti.
Türkiye'de kıyılarda yoğunlaşan turizmin bu sayede ülke içine kaydırılabileceğini vurgulayan Kazancı, böylelikle alternatif turizm türlerinden tüm Türkiye'nin yararlanabileceğini ifade etti.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 21 Şubat 2019 00:07
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
23 Mayıs 2007       Mesaj #35
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )

TÜRKİYE'NİN ORMAN ALANLARI BÜYÜYOR


BURSA - Duygu Can - Son 30 yılda ormanlık alanları yıllık yaklaşık 30 bin hektar büyüyen Türkiye'nin, dünyadaki orman varlığını artıran 20 ülkeden biri olduğu bildirildi.
Orman Genel Müdürü Osman Kahveci, halk arasında yaygın olan ormanların yanarak azaldığı görüşünün aksine, ülkede ormanlık alanların her geçen yıl artığını söyledi.
Kahveci, ülkede son 30 yıl içinde ormanlık alanlarda yıllık yaklaşık 30 bin hektarlık artış olduğuna dikkati çekerek, şunları kaydetti:
"Kayıtlarımıza göre, son 30 yılda 1 milyon hektar ormanımız arttı. Artış sadece alansal bazda değil, ormanın içindeki ağaç sayısında da artış var. Dolayısıyla da Türkiye, dünyada orman varlığını artıran nadir ülkelerden bir tanesidir. Biz bunu hep söylüyorduk ama inanmayanlar olabiliyordu. Geçtiğimiz aylarda uluslararası bir yayın kurumu da Türkiye'nin dünyadaki orman varlığını artıran 20 ülkeden birisi olduğunu söyledi. Böylelikle bizim sözlerimize inanmayanlar, uluslararası bir kuruluş tarafından yapılan bu yayın sayesinde ikna olmuşlardır."
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 21 Şubat 2019 00:07
DrAm3vLH - avatarı
DrAm3vLH
Ziyaretçi
23 Mayıs 2007       Mesaj #36
DrAm3vLH - avatarı
Ziyaretçi

Dünyamızın Esrarengiz İşçileri


Mikroorganizmalar sularda ve fabrikaların sıvı artıklarında bulunarak besin maddelerinin pislenmesine yol açarlar. Ama aynı zamanda, katı veya sularda erimiş halde bulunan organik artık maddelerin ortadan kalkmasını da sağlarlar. Mikropların tesiriyle artıkların parçalanmaya uğraması, sanayi mikrobiyolojisinin dünya üzerinde gerçekleştirdiği en mühim işlerden biri olacaktır.

Kullanılmış suların arıtılması, sadece sağlık bakımından değil, su tasarrufu bakımından da büyük ehemmiyet arzeder.

Biyolojik arıtmanın birinci devresinde elde edilen artıklar, sindirici bir makineye konularak mayalanmaya bırakılır ve neticede de metan gazı elde edilir. Bu gaz, şehir hava gazına karıştırılarak yüksek bir yanma gücü elde edilmiş olur. Sindirilmiş artıklarda birçok besleyici madde vardır.

Bugün kullanılmış sularda tek hücreli çeşitli yosunların yetiştirilmesi konusunda, birçok ülkede mühim çalışmalar yapılmaktadır. Meselâ, Japonya'daki bir fabrikada yosunlar, kullanılmış suların karbon gazını almakta ve böylece temiz su istihsali sağlanmaktadır. İlk denemelerin yapıldığı bu fabrikada, günde 27 kilo yosun ve 908.781 kilo arıtılmış su üretilmektedir. Bu yosunlar yoğunlaştırılarak hayvan yemine katılmaktadır. Ayrıca Prag Mikrobiyoloji Enstitüsüne bağlı bir araştırma merkezinde de, buna benzer denemeler yapılmaktadır.

Kullanılmış suların arıtılması yoluyla elde edilen katı artıklar ve ev çöpleri, hususi bu iş için kurulmuş fabrikalarda mayalandırılabilir ve böylece organik maddeler bakımından zengin gübre mayaları elde edilebilir.

Avrupa ülkelerinde, ev çöplerinin miktarı, adam başına ve günlük olarak 650 ila 1000 gram arasında değişir. Brezilya'da tropikal bölgede, şehir kesimlerinde, adam başına ve günlük olarak 600 gram; Fas'ta, Rabat'ta ise, 500 gram olarak tesbit edilmiştir. Tropikaltı ve tropik bölgelerinde, kasaba ve köylerde ise, küçümsenmeyecek ölçüde azalma görülür. Buralarda adam başına, günlük ortalama 250 gramdır.

Taze çöplerin bir gramında milyonlarca tek hücreli canlı bulunur. Bunların ameliyelerden geçirilmesi çeşitli zamanlarda olur. Sonunda, hastalık yapan mikroplar ve parazitler ölür; elde edilen gübre mayası da, antibiyotik maddeler ve toprak mikroplarının düşmanı olmayan tek hücreli organizmalar kalır. Çöplerin bu ameliyeden geçirilmesinde, 40 kg. maya elde etmek için 100 kg. çöp kullanmak gerekir.

Gübre mayası kullanımının dozları değişiktir. Hektar başına 20 ila 40 ton arasında. Şerbet, toprağın fizik özellikleri üzerinde ödemli bir tesir yapar. Kumlu topraklara döküldüğü zaman, bu toprakların suyu ve gübreyi tutabilme kabiliyetini güçlendirir ve böylece verimi artırır. (Meselâ narenciye söz konusu olduğu zaman, % 15 ile % 20 arasında bir artış sağlanır) Hatta, yoğun toprakların su geçirebilirliliğini sağlar ve yağmur mevsiminde çamura dönüşmesine mani olur. Bayırlarda ise, önemli ölçüde erozyonların önüne geçer.

100.000 ile 150.000 kişilik şehirden, günde 50 ile 100 ton arasında çöp çıkar. Bu, günde 17 ile 25 ton arasında gübre mayası demektir. 200 ile 300 hektar arasında bir toprak için bu miktar gübre mayası yeterlidir.

Bu gün, bakır, nikel, krom, kalay ve molibden bakımından zengin maden filizlerinin pek güç bulunduğu bilinmektedir. Zengin olmayan filizleri, yoğunluk bakamından zengin veya orta derecedeki filizlerle tatbik edilen madencilik işlerinde arıtmak, pahalıya mal olmaktadır. Ama, suda veya sülfirik asitte erimiş bu madenleri çıkarmak için mikropları kullanma imkânı da vardır.

On - onbeş yıl önce, Rio Tinto'da Thiobacillus ferroxidans'a benzeyen bir bakteri elde edildi. Bu bakteri nevi, daha önce, Pensilvanya kömür ocaklarında yapılan araştırmalar sırasında bulunmuştu. Bakteri, kömürdeki pritin yıkanması için kullanılan sulardan elde edilmiştir. Artık suların yüksek asitli olması, çevredeki bitkilerin kurumasına sebep olmuş ve bu alâka çekici hadise yıkanma olayının keyfiyeti üzerinde araştırmalar yapılmasına yol açmıştı. Daha sonra, Birleşik Devletlerde Bingham'da, bakır yüklü sulardan, buna benzer başka bir mikrop elde edildi. Laboratuvarlarda yapılan çalışmalar, en az sekiz madeni içine alan kükürtlü suların bu mikropların tesirinde kaldığını gösterdi.

Bu mikrobiyolojik yıkamanın ehemmiyeti mevzuunda fikir vermek için Birleşik Devletler'de, 1965'de bakır madenlerinde 370 milyon ton cüruf elde edildiğini ve mikroorganizmaların faaliyeti neticesinde bu cüruftan elde edilen bakırın A.B.D.'nin 1966’daki bakır üretiminin % 10'unu sağladığını söylemek kâfidir.

Bu yolla elde edilen bakırın tonunun 1000 dolara mal olduğu da bilinmektedir. Oysa, dünya piyasasında bu rakam 14.000 dolar kadardır. Demek ki, 1 milyon ton cürufta, % 0,3 oranında bulunan bakırın % 50 si elde edilebilirse, 600.000 dolarlık bir kazanç sağlanacaktır. Şimdilik mikrobiyolojik yıkama, ekonomik bakımdan verimli görünmektedir. Meksika, SSCB ve Birleşik Devletler gibi on ülke bu usulü kullanmaktadır.

''Tkioba siller" ve ''Ferrobakteriler'' brannit gibi bazı maden filizlerinden uranyum çıkarılmasında da kullanılabilir. Uranyum, uranil sülfat olarak çözülmüş durumuna geçer ve çeşitli şekillerde bu çözülmüş şeyden uranyum elde edilir.

1985'te uranyum ihtiyacının iki katına çıkacağı ve bundan dolayı biyolojik yıkama ile maden çıkarma yolunun çok faydalı olacağı tahmin edilmektedir.

Kanada'da "Stanrock" ocaklarından bu yolla, ayda 7500 kilo uranyum elde edilmektedir. Madenciler mikropların tesirli olduğu ocak duvarlarını ıslatmakta, elde edilen çözülmüş şeyler toprak yüzüne aktarılmakta ve bundan uranyum çıkarılmaktadır. Böylece, pek değerli olmayan tonlarca maden filizinin taşınması gereği de ortadan kalkmaktadır.

İsveç'te, içinde pek az uranyum bulunan geniş şist yatakları vardır. Bakterilerin dolaylı tesiri sayesinde, bu uranyum yoğun hale getirilebilmektedir. (Uranyum tonunun 30.000 dolar olduğu göz önüne alınacak olursa, masrafların pek yüksek sayılamayacağı kolaylıkla anlaşılır.)

Batı Afrika'daki yataklardan altın çıkarılması konusunda da, dış beslenen bakterilerden faydalanılmaktadır. Butonolda eriyen ve bu bakteri tarafından oluşturulan organik bileşimde büyük ölçüde altın bulunmaktadır.

İrkutsk'da, Değerli Madenler Enstitüsünde çalışan Rus araştırmacıları, altının erimesi ve çökmesiyle alâkalı biometalürjik usulleri incelemektedirler. Bu araştırmacılar, filizdeki altının % 30'unun yirmi saat içinde çıkarıldığını ve çözülmüş hale getirildiğini açıklamışlardır.

Manganez çıkarılmasında kullanılan filizler, umumiyetle, manganit ve pirolüzit gibi oksitlerdir. İkinci durumda oksitlenme, Ferrobakteriler olarak bilinen Leptothriks ve Godionella çeşitleri tarafından gerçekleştirilir.

Bazı madenlerin çıkarılması için mikroorganizmaların kullanılmasının çeşitli avantajları da vardır. Enerjiye hemen hiç, ya da pek az gerek duyulması, az yatırım, kullanılan âletlerin ucuz olması. Ama, bu, hayli zaman isteyen bir iştir. Bu yeni metodun verimli olabilmesi için, eskiden beri kullanılan, usûllerle birlikte veya onların ardından kullanılması şarttır. Ayrıca Mikrobiyolojinin bu tatbîkî yönünden, jeoloji, maden kimyası, biyokimya, mikrobiyoloji ve maden sanayi gibi dallarda ortaklaşa çalışmayı gerekli kıldığını da belirtmeliyiz.

İlim ve teknik gelişmelerin varabileceği oldukça üst seviyeye yaklaştığı günümüzde, her yeni keşif; bize kâinatda yer alan madde ve canlı her şeyin yaratılmasında, insanı hedef alan bir gâyenin gözetildiğini, gözle görülmeyen en küçük bir canlının dahi -benzetecek olursak- insanın idare ettiği bir orkestrada, yerinin ve vazifesinin çok mühim olduğunu ve herşeyin önceden hazırlanmış bir program ve plânın düblörleri bulunduklarını bize göstermektedir. __________________
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 21 Şubat 2019 00:07
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
21 Ağustos 2007       Mesaj #37
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )

GÖKIRMAK KURUDU


TAŞKÖPRÜ
- Kastamonu'nun Taşköprü ilçesinden geçen, Kızılırmak'ın en büyük kollarından biri olan Gökırmak tamamen kurudu.
Bulunduğu bölgeye hayat veren ve geçtiği vadide tarımla uğraşan bölge halkının can damarı olan Gökırmak, hayvanların otladığı bir yer haline geldi.
Yaklaşık iki aydır bölgeye yağmur yağmamasından ve aşırı sıcaklar nedeniyle Gökırmak'ın kuruması, Taşköprü'deki sarımsak üreticilerini de telaşlandırdı.
Aşağı Emerce Tarımsal Kalkınma Kooperatifi Başkanı Mehmet Gümüş, küresel ısınmanın mahsullerin azalmasına neden olduğunu bunun da fiyatlara yansıdığını belirtti.
Bu güne kadar Gökırmak'ın kuruduğunu hiç görmediğini söyleyen Gümüş, sarımsak üreticisi olarak ilerki yıllardan da endişeleri olduğunu bildirdi.
Kızılırmak'ın en büyük kollarından biri olan Gökırmak, Taşköprü'nün Gülveren kesiminde Karaçomak Deresi ve Daday Çayı ile birleşiyor. Gökırmak, Taşköprü Ovası'nı, sonra da Boyabat Ovası'ndan geçiyor ve buralardaki tarım alanlarının sulanmasında büyük önem taşıyor.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 21 Şubat 2019 00:08
Asi-BeL - avatarı
Asi-BeL
Ziyaretçi
7 Eylül 2007       Mesaj #38
Asi-BeL - avatarı
Ziyaretçi
22 Mart “Dünya Su Günü”ydü.

Dünya genelinde her altı kişiden birinin temiz sudan, beş kişiden birinin sağlıklı atık su sisteminden yoksun bir durumdan olduğunu bildiriyorlar...

Her gün şaka değil 3.800 çocuk sağlıklı suya, atık su sistemine yani kanalizasyondan olanaklarından uzak olduğu için çeşitli hastalıklara yakalanarak yaşamlarını yitiriyor(muş)

Normal bir kent insanının evindeki tuvalet sifonunu kullanması günden yaklaşık 50 litre su tüketimini beraberinde getirirken biraz önce yukarıdaki satırlarda da okuyup geçtiğiniz bir ayrıntı ise ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuz ve bu tehlikeyle hiç tanımadığımız insanların yaşadığını ifade ediyordu hâlbuki.

Hatırladınız bu tehlikeyi.
Tekrar yazayım o zaman.
Düşünün siz evinizde tuvalette bir günde 50 litreye yakın bir su tüketirken dünyada her altı kişiden biri temiz içecek su bile bulamıyor bile.

Birleşmiş milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) bana ulaşan verilerine göre ülkemiz Türkiye şu an su kıtlığı yaşayan ülkeler arasında yer almıyormuş. Ama ağırlıklı olarak ülkenin Batı bölümünde su kıtlığının gün yüzüne çıkma olasılığı gittikçe yükselen bir ihtimalmiş.

Tarım sektörünün gelişmişliğiyle bilinen ülkemizde su kıtlığı yaşanmaya başlarsa nasıl üretimde bulunabiliriz?

Gıda ihtiyaçlarımızı ekmeği çayı tütünü nasıl ekmeden üretebiliriz?

Hadi bunları ektik diyelim. 1 kilogram buğdayı elde etmek için yaklaşık 2bin litre suyun toprağa içirilmesi gerektiğini bilmiyorsak ve su kıtlığına dair önlemler almaya başlamamışsak hala önümüzdeki yıllarda gıda’dan da yoksun insanlar olmaya başlayacağımızın farkında mıyız acaba?

“FAO yöneticisi Jacques Diouf, 2030'da dünya nüfusunun 8,1 milyara ulaşmasının beklendiğini, bunun da tarımda yüzde 14 daha fazla suya ihtiyaç duymak anlamına geleceğini” söylemiş.

Suyum Bitiyor Yardım Edin!”diye yazının başlığındaki çığlığı atmakta haksız mıyım?
Son düzenleyen Safi; 21 Şubat 2019 00:08
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
22 Eylül 2007       Mesaj #39
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )

CARETTA CARETTALAR DENİZLE BULUŞUYOR


FİNİKE
- Deniz kaplumbağası (caretta caretta) popülasyonunun korunmasına yönelik proje kapsamında, Antalya'nın Finike ve Kumluca sahillerindeki 20 kilometrelik alanda, 877 yuvadan 50 bin yavrunun denize ulaştığı bildirildi.
Çevre ve Orman Bakanlığı ile Ekolojik Araştırmalar Derneği tarafından, Deniz Kaplumbağalarının Popülasyonunun Korunması ve Araştırılması Projesi kapsamında 20 Haziranda Finike ve Kumluca ilçeleri sahillerindeki 20 kilometrelik alanda başlayan çalışmalar sürüyor. Çalışmalar çerçevesinde, deniz kaplumbağalarının yuvaları koruma altına alınıyor, yumurtadan çıkacak yavruların denize kavuşmaları için çevre uygun hale getiriliyor.
Çalışmalarla ilgili bilgi veren Emrah Dursun, Finike ve Kumluca sahilinde 20 kilometrelik alanda 877 yuva tespit ettiklerini ve bu yuvalardan 50 bin yavrunun denize ulaştığını saptadıklarını söyledi.
Kurtuluş Özgişi de proje kapsamında halkı bilinçlendirme çalışmaları yaptıklarını belirterek, ''Yavruların yumurtadan çıkarak denizle buluşması bu ayın sonunda tamamlanmış olacak. Yuvadan çıkan yavrular büyük başarıyla denize ulaşabiliyorlar fakat bazı çevresel sorunlarımız oluyor. Özellikle tarımsal atıklar, organik atıklar ve buna benzer sebeplerden ötürü yavrular denize ulaşmakta zorlanıyor. Bunları engellemek için halkı bilinçlendirme toplantıları düzenliyoruz.''
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 21 Şubat 2019 00:09
Tiglon - avatarı
Tiglon
Ziyaretçi
27 Eylül 2007       Mesaj #40
Tiglon - avatarı
Ziyaretçi
Bugün çok önemli bir çevre problemi olan ve özellikle insan sağlığını etkileyen hava kirliliği ilk olarak, atmosfer bileşiklerinin değişmesiyle başlamaktadır. Atmosfer, genellikle içerisine karışan toksinli maddeleri eriterek etkisiz hale getirmesine rağmen meteorolojik ve topoğrafik şartlara bağlı olarak devamlı bir şekilde kirlenmektedir. Çeşitli amaçlarla yakılan ateşler, fabrika ve ev bacalarının dumanları, araçların egzost gazları havaya zehirli gazlardan olan karbon monoksit, kükürt dioksit ve nitrik asit gibi gazların bol miktarda karışmasına neden olur.
Hava kirliliğine neden olan kirleticilerin, kaynaklarına göre hava kirliliği, tabii kaynaklardan meydana gelen kirlilik ve insan faaliyetleri sonucu suni kaynaklardan meydana gelen kirlilik olmak üzere iki sınıfa ayrılır. Tabii kirliliği oluşturan, doğada bulunan kirletici kaynaklarından: tozlar, meteorlardan, yer yüzeyindeki büyük çöl alanlarından ve kumluk alanlardan rüzgarlarla atmosfere taşınırlar; orman yangınlari ile atmosfere önemli miktarlarda duman ve zehirli gazlar karışır; foto kimyasal olaylarla azot dioksit; yanardağlardaki volkanik faaliyetler sonucunda kükürt dioksit, hidrojen klorur, hidrojen flörür; deniz çalkalanmasından sodyum klorür sayılabilir.
Hava kirliliğinde, tabii kirlilik kaynaklarından çok suni kaynaklardan meydan gelen kirlilik önemlidir. Çünkü günümüzde insanları en çok ilgilendiren, özellikle büyük yerleşim merkezleri ve sanayi alanlarındaki hava kirliliğidir. Bu kirlilikte daha çok insan faaliyetleri sonucu meydana gelir.
İnsan yapımı kirlilik kaynaklarını ise kabaca :
1. Ulaşım
2. Katı yakıtlar
3. Elektrik santralleri
4. Endüstri ve ısınma için kullanılan yakıtlar
5. Endüstriyel işlemler olarak sıralanabilir.
İnsan tarafından oluşturulan kaynaklardan oluşan bu kirlilik, bulunan bölgenin endüstriyel gelişimi, nüfusu, şehirleşme durumu gibi faktörlere bağlı olarak değişim gösterir.

HAVA KİRLİLİGİNİN ZARARLARI
Hava kirliliğinin, başta insan sağlığı olmak üzere görüş mesafesi, materyaller, bitkiler ve hayvan sağlığı üzerinde olumsuz etkileri vardır.
Katı yakıtlar ve akaryakıt gibi karbonlu maddelerin tam yanmamasından meydana gelen katı ve sıvı parçacıkların bir gaz karışımı olan duman, hava kirliliğinin bir çeşididir ve görüş uzaklığını azaltıcı bir etkiye sahiptir. Hava kirliliğinin, sanatsal ve mimari yapılar üzerinde tahrip edici ve bozucu etkisi vardır. Bitkiler üzerinde ise öldürücü ve büyümelerini engelleyici olabilmektedir. Bu nedenle hava kirliliği hem canlıların sağlığı açısından, hem de ekonomik yönden zarar vericidir.
Hava kirliliğinin insan sağlığı üzerindeki etkileri, atmosferde yüksek miktardaki zararlı maddelerin solunması sonucu ortaya çıkar. İnsanların sağlıklı ve rahat yaşayabilmesi için teneffüs edilen havanın mutlaka temiz olması gerekir. Havanın doğal yapısını bozan ve kirleten maddelerin başka bir deyişle kirli havanın solunması, özellikle akciğer dokularını tahrip edici ve öldürücü olabilmektedir. Solunum yolu ile alınan hava içerisindeki parçacıklar ve duman, teneffüs esnasında yutulur ve akciğerlere kadar ulaşır. Solunum sisteminin derinliklerinde depolanan bu parçacıklar, akciğer kanserlerine kadar varan hasarlar yapabilmektedir. Diğer taraftan kömür ve diğer yakıtların yanmasından oluşan duman ve isin astım, çeşitli burun ve boğaz hastalıkları hatta mide hastalıkları gibi özellikle solunum yolları ile ilgili hastalıklara belirli ölçüde sebep olabileceği öne sürülmektedir. Şiddetli hava kirliliğine maruz kalınması durumunda, bunun insan sağlığına olan etkisi ile hava kirliliğinin düşük miktarlarına, uzun zaman maruz kalmanın etkileri farklı olmaktadır.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 21 Şubat 2019 00:09

Benzer Konular

26 Mayıs 2013 / EagLesTeaM Çevre Bilimleri
5 Ekim 2018 / evo Uzay Bilimleri
24 Eylül 2015 / sahillerindostu Çevre Bilimleri
10 Nisan 2018 / Muhabbetci Müslümanlık/İslamiyet
24 Aralık 2011 / GüNeSss Soru-Cevap