Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 11

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 545.551 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ocak 2007       Mesaj #101
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir Kadın Ruhunda Dolaşmak

Sponsorlu Bağlantılar

Bir kadın ruhunun çırılçıplak, ürpertici, karanlık ama bir o kadarda göz alıcı, dehlizlerinde tutkuyla dolaşmanın zevkine varan bir erkek, bugüne kadar heves duyduğu,arzuladığı, bedenlerde şehvetin kollarına atıldığı sevişmelerin ne kadar yavan olduğunu fark eder.
Düşünsel yeteneği,duygusallığı ne kadar gelişmiş olursa olsun erkek… bu kadın ruhunun dehlizlerindeki cennette; yağmurların kokusunu, , bulutların güzelliğini, güneşin parlaklığını, çimenlerin ışıltısını, gökkuşağının o eşsiz renklerini…cehennemde ; ateşin yakıcılığını, fırtınaların şiddetini,gecelerin zifir karanlığını gördüğünde kadın doğasının nasılda bu kadar değişken ve anlaşılmaz olduğuna şaşkınlıkla tanıklık eder. Az önce sizi şefkat dolu kollarında teselli eden, sımsıcak saran bir kadının az sonra nasılda ulaşılmaz ve buz gibi olabileceğini, bununsa o kadının doğası olduğunu gören bir erkek, bütün kendini erkek sayma öğretilerine ve kendilerine tanrı vergisi olarak verildiğine inanılan “erkeklik gururuna” rağmen dehşete düşerek korkar…
“Erkekler kadın ruhundan anlamaz.” Denilmesinin sebebi,erkeklerin bütün kendilerini güçlü , korkusuz saymalarına, bütün gururlarına karşın bir kadın ruhunun dehlizlerinde kaybolduklarında ıssız ve karanlık bir sokakta fırtınaya tutulmuş bir kedi yavrusu gibi çaresiz ve yapayalnız kalmış hissetmelerindendir aslında.
Her erkeğin en az bir kez bir kadın ruhuna dokunmuşluğu, annesi de olsa o ruhun dehlizlerinde kaybolmuşluğu vardır. Ama en güzeli size aşık bir kadının, kendi ruhunun dehlizlerinde dolaşmanıza izin vermesi, siz keyifle karışık bir korku yaşarken, onun kendinden emin ve bir o kadarda keşfedilmeyi hevesle bekleyen bir arzuyla sizi izlemesidir.
Her kaybolduğunuzu sandığınızda size küçük ipuçları bırakması, siz o ipuçlarını bulup daha derinlere ilerlerken, büyük bir keşif yaptığınızı sanarak sevinirken, birden ne kadar büyük bir dehlizde olduğunuzu ve giderek kaybolduğunuzu fark etmenizle yarıda kalan sevincinizin hüznünü,kahkahalarla izlemesidir.Hiçbir erkek bir kadının ruhunda ondan izinsiz dolaşamaz veya onun bulunmasını istemediği bir dehlize girip orada kaybolamaz.

Eğer size aşık bir kadın ruhunu dehlizlerinde dolaşmanıza izin veriyorsa bunun size sunulmuş bir şans olduğunu, bir dünya seyahatinden bile daha keyifli, daha heyecanlı ve uzun sürecek bir seyahate çıktığınızı bilmeniz gerekir.Yanınıza bolca yolluk almalısınız. İlgi, sevgi, özen, tatlı dil, samimiyet, dostluk bu seyahatte yanınızda bulunması gereken ve çokta yer kaplamayacak yolluklardır.
Kadınlar ruhlarının dehlizlerinde kaybolmaktan korkmayan ,onlardan izin almaksızın girmeye ve dolaşmaya kalkmayacak kadar saygılı, ama yinede meraklarına yenik düşüp buna cüret edebilecek kadar cesur erkeklerden garip bir haz duyarlar.Aslında doğalarında ki bu belirsizlikten kendileri de her zaman tam olarak mutlu değildirler.
Keşfedilmeye ve erkeğin gösterdiği tüm çabaya layık görülmüş olmanın heyecanını yaşarken,bir yandan da keşfedilen dehlizleri arttıkça deşifre olup, kadınlık büyüsünün kaybolacağından endişe etmeleri de size bırakılan ipuçlarının azalmasına ve o dehlizlerde ilerlemenizi yavaşlatabilir ve sizi yorabilir…Hatta ruhunun dehlizlerinde çok ilerlediğinizi fark eden bir kadın size ne kadar aşık olursa olsun, büyüsünün kaybolacağı endişesiyle sizi hiç beklemediğiniz bir anda terk edebilir.Bu bir terk ediş midir yoksa yeni dehlizler oluşana kadar mı gitmiştir asla bilemezsiniz…
Bir kadın ruhunun çırılçıplak, ürpertici, karanlık ama bir o kadarda göz alıcı, dehlizlerinde tutkuyla dolaşmanın zevkine varan bir erkek, bugüne kadar heves duyduğu,arzuladığı, bedenlerde şehvetin kollarına atıldığı sevişmelerin ne kadar yavan olduğunu fark eder…
Ve yorulmayı göze alabilenler bir ömür boyu gerçek mutluluğa ulaşabilir ancak…

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
24 Ocak 2007       Mesaj #102
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Günlerden bir gün bir baba ve zengin ailesi oğlunu köye götürdü. Bu yolculuğun tek amacı vardı, insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gece ve gün geçirdiler.

Sponsorlu Bağlantılar
Yolculuktan döndüklerinde baba oğluna sordu,

"insanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?"

"Evet!"

"Ne öğrendin peki?"

Oğlu cevap verdi, "Şunu gördüm: bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar."

Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı.

Oğlu ekledi, "Teşekkürler, baba, ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!"

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ocak 2007       Mesaj #103
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
::Kadim Zamanlar

Etkin akış tüm vücudunu sardığında, ruhuna yol verdi yokuş aşağı. Varacağı yere, adımları nasılsa götürecekti. Sıyırdı eteğini, bakanlara aldırmadı bile. Yolun çamuru yeterince kızdırıyordu.

Ahşap ve azametli kapıdan içeri süzüldü sessizce. Kayboluşun ilk durağı diye düşündü, bunca yuvarlaklığın kaynağını. Bölünmüşlüğün üçgeninde, kendini keşfi bile başlayan serüvenin, buraya sürüklemesi, müdavim olmasına yeterliydi.

Dar solukların, keskin nişancısı olmaya kararlıydı. Her zamanki yerine hırslı adımlarla yürüdü. Koku; buraya has, oyuntuların içine aldığı tümünü kendisine hissettiren şekildeydi.

Tamamlandığını hissettiğinde, onu duyumsayan şekilde bir kadeh şarabı önüne konulmuştu. Yine isli peyniri ve yeşilliği de… Duvara yakın bir yerdi tercihi, o duvara dokunmak pigmeleri anlamaktı ona göre.

Yudumunu aldığında şarabından, Da Vinci’nin şifresini çözmüşçesine, kutsal kaseye dokunmuş hissetti… Sarımsak kokusu da, azmettirmedi değil hani! Ying ve yang’ı düşündü, neydi bunca kavga? Kırmızıda kavrulmak mı yoksa? Dengesini kayıp için mi, yoksa dengeyi bulmak için mi buradaydı?

O küçücük adamların, yaptıkları devasa eserleri canlandırınca duvarın oyuntularında; kendine dair hazları depreşti. Her darbede, aslında biraz daha kafasına vuran bir sessizlikti bu!

Yan tarafına baktığında, kıza tüm iştahı ile bakan adamı fark edip gülümsedi… Ondan başka kimse; peynirin, otun, şarabın ve duvarın, ruh alemindeki gezintisinin farkında değildi. Güneşin oğlunun, karısı olabilmiş miydi?. Namelerin yansıyıp geri gelmesinin tınısı ve havalandırmadan gelen uğultu! Sokrates’ın ruh gezintisi dediği bu muydu?

İnsan soyununun düzeneğini bozan yay gibi hissetti gezinimini! Doğunun yakınlığını, doğumun uzaklığını keşfi ile başlayan sürecin bilinmezinde, aslında Tanrı O'ydu.


Sır ve sus, uhde ve heves, yaşam ve denge üçleminde Horus’la sevişti…





“Ey dünya: yumurta, duy beni

Ben milyonlarca yılın Horus’uyum.

Ben tahtın efendisiyim, kötülükten arınmış

Sonsuz boşlukları ve çağları aşarım… “ (1)


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ocak 2007       Mesaj #104
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
...ihanet

- Sen, nasıl bu mektubun muhattabı olursun? Nasıl başka birinin mektubu cebinde gezer ha! Ben, ben neyim? Bana izah etmek zorundasın... Canım yanıyorsa, söylemek!



Sesini çıkaramadı... Bildiğini söylemek acıtacak, yalan kendini acıtacaktı! Acı'yı seçti... İnkâr'ı yaşayan bedeninin, ona biçtiği infaz, itiraftan zordu! Yalnız bildiği; kollarında taşıdığı sevginin bir başka aşk olduğuydu...



Ayıp, belki de onun devasa yanı! Hani olmazsa olmazı... Alışkanlık, sırta giyilen kürke benzemez bazen, öyle bir hırstır ki, yokeder gelmişini...

- dur... seninle hesabımız var, önce ben tatmin olmalıyım...



Belki de akrep sokmasıdır türeyeninden ötürü!

-Şimdi cevap bekliyorum, neden?

Ya da git! Gitmelisin, alışkanlığın ya da her ne ise, beni ırgalamaz...



Gül ve gülünü al git!

Sahilin tozunu alamazsın... Adımlarımın eşkali, sende kalmışlığım kadar değil!

Seyrek uz'da, k'ANamalı hastayım...





Zinhar! Bunun ucu yakılmış bir tarz'ı vardı... Sel'e verme, yele verme, sana verme... !!!



Kim? Kim almalı; kırmızı şarabın aroma tadını...





Zâr'ın perdesi yırtılmış, k'AN kokmuş etraf! İçre sessizliğin, zahiri karanlığı maruf!
Dur! Adım atma sakın, orada quantum var... Zerrelerine ayrılır, kendine olursun ağraf!




Dar vakitlerin sükûtu bu üstümdeki elbise! Çokta sıkıştım sensizliğin perdesine sanma, üstümü örtüyorsun ya!

Grift görünen beyazlığını, aydınlığım diye tanıdım... Mermer gibi yüreğine sor...


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ocak 2007       Mesaj #105
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İNCE KALPLİ DONDURMACI

Arkadaşım Gayle dört yıldan bu yana kansere karşı yaşam mücadelesi veriyordu.

Diğer arkadaşlarımla birlikte onu ziyarete gittiğim bir gün çocukluk düşlerimizden söz ediyorduk. Gayle başını pencereye doğru çevirdi. Gözleri çok uzaklarda, sesi sitem dolu
“Ben, kumandalı, kırmızı bir oyuncak arabamın olmasını isterdim hep, ama doğum günümde ne istediğimi söylersem; dileğimin gerçekleşmeyeceği korkusuyla hiç kimseye söyleyememiştim bunu. Bu nedenle de asla radyolu, kırmızı bir oyuncak arabam olmadı.” dedi.

Gayle’i ziyaretimden bir kaç gün sonraydı. Çok sevdiğim dondurmayı almak için sırada beklerken birden dondurmacının vitrinindeki kırmızı oyuncak arabayı gördüm.

Yanına da bir not iliştirilmişti:
"Dondurmanızı alırken vereceğimiz kuponu doldurmayı unutmayın, belki de çekiliş sonunda bu kumandalı araba sizin olabilir."

Hemen Gayle’in sözleri geldi aklıma. Bir kaç hafta boyunca sürekli dondurma alıp, verdikleri kuponları doldurdum. Hiç bir çekilişte de kazanamadım. Bu kırmızı arabayı mutlaka Gayle’e almalıydım.

Dördüncü haftanın sonunda artık çekilişte kazanmaktan ümidimi yitirmiştim.

Dükkan sahibi ile konuşarak bana bu arabalardan bir tanesini satmalarını rica ettim.

Dükkan sahibi dört haftadır hergün dondurma alıp, kuponları doldurduktan sonra büyük bir heyecanla çekiliş sonuçlarına baktığımın gözünden kaçmadığını söyledi.

Ardından da gözlerimin içine bakarak:
"Söyler misiniz, neden bu kadar çok istiyorsunuz bu arabayı ?" diye sordu.

Gözlerimden süzülen yaşlara aldırmadan ona arkadaşımdan söz ettim. Çok etkilenmişti.
"İstediğiniz oyuncak arabayı verdiğiniz adrese göndereceğim" dedi.
Yazdığım çeki masanın üstüne bırakarak , büyük bir mutlulukla evime geldim.

Ertesi günü Gayle’i ziyarete gittiğimde gözleri ışı ışıldı. Elindeki kırmızı oyuncak arabayı göstererek küçük bir çocuk heyecanıyla:
"Bak" dedi. "Bunca yıl bekledim ama nihayet dileğim gerçekleşti, hem de tam istediğim gibi !"
Ertesi günü postacı bir zarf uzattı elime. Açıp okumaya başladım:
"Sevgili Bonnie, annem ve babam da kanserdi ve ikisinide, altı ay gibi kısa bir sürede kaybettim. İkisi içinde çok çabaladım ama doğrusu dostlarımın sevgisi ve cömertliği olmasaydı hiç bir şey yapamazdım. Gerçek dostlarım olduğu için kendimi hep şanslı hissettim. Gayle’de senin gibi bir dostu olduğu için çok şanslı. En iyi dileklerimle. Norma"

Dondurma dükkanının sahibiydi mektubu yazan. Benim masasına bıraktığım çek de zarfın içindeydi.



Bonita L. ANTICOLA
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ocak 2007       Mesaj #106
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sukut Gül Sahnelerin
Nazi işkencesi görüyor gönül
hangi susa kapak atsa rahvan nalında hayat olan taşra güzergah (ayazmasına can ektiğin)
yamaçlarda duvağını yitirmiş yelesinde usul edası kınalı bir ceylan bakışı örsen
sise dizili günlerde nur uçkunu ruhun eğilip hangi şiire soluk bir gövde gölgesi görünsen
hürmet ses vermeyen ıslık ışığını kaybetmiş yön fırtına harelerinde çığlık bir es/en çığlığa

bilirim yalnız dil sürçmesidir daha konuşmak lehçesini çözemedikki kemiğe etin
bakıp görmenin parlak ve hazin hazinesi gün(gece)batımından mı darda
ardakalan kör yol kalbinin çivit hali bir hazan sancağında kurulu erozyon okyanusa nazır
kapandığında perdelerin taş ve suyun ganimeti gözlerinin karasına oturmuştu ilkin
hatırla gelecek dörtnala güz dört yanında Ay'ın koynundan kaçkın ve karanlık
yüzünün dalga sesleri
bin üzüntüden buzul bir alkışla bu üşümenin senfonisine hazır
hazır gündelik bir zevkle şakşaklanan siyaha çalınan yoksul zenginlik
menzili eksik gülünen gül fazlasıyla sulak bir alanda saçları dağınık
ve artık pan(do)mim rengi sukuta kızıl perdeleri sahnelerin

düşe yıldız damlarken düşüncende tahtırevan bir ırmak kuruyor Nazi işkencesi görüyor dedim ya gönül
adımlarına romatizma çatıları kuruluyor kar sıkıntısı çekiyorsun nicedir
ayaklarının altında deprem kuduruyor kristalini ciğnediğin ve geçtiğin safiyetten
hangi bayrağa dadansan uzak liman uğrak halat sıkıntısı
incinmiş sarmaşık kızıl ve beyaz
ten ve kan ah o kırık bir manayı menekşe yaprağıyla karşılayan geçmişin
yenile yenile toprağı belledin bitti ölümle yaşam arası duygudan empati kavgan

öğrendin sen olduğun için var/olan herşey bir kalkışma bir dayanışma barışa dair
zentin dalı yetişmese de yetişir sözden öz çimen ah o güneş otu
barış için dünle bugün alnında ömrünce yanıp tüten
hüngür hüngür bir yasla kalp kalbe sıkışan eller yabancısı olduğun değil
değil yalnız savaşla savaşa savaşa bu halyeti ruhiyyeden barış içindeliğin

servettir ezik tebessümün ve avaz avaz matemin cevşen tozundan kazanılan
bu Anka külü yeniden kanat çırpması insaniyetin!...

Ey Nazi işkencesi gören gönül rüzgar olsan da kuş tüyü gibi sarılmayı bileceksin
güvercin kanadına dokunmadan beyazı maviyi göğü sevdiğin gibi hissedeceksin öpüşmeyi
çünkü sahibisindir şimdi huşu kuşunu uçurmuş bir mabedin....

....her madenin cevherini gözyaşıyla ovuşturmuş bir bilgeliğin!...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ocak 2007       Mesaj #107
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: "Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?" Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. "O zaman" der öğretmen. "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin" Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!" Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarını üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: "Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun." Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: "Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar." Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: "Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor." "Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık." "Hem sıkıldık, hem yorulduk?" Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: "Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ocak 2007       Mesaj #108
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SENİNLE KENDİMİ DE ÖLDÜRDÜM

Seni öldürdüm içimde
Önce gülüşünü sildim
Sonra geçtiğin sokaklardan
Aldım gözlerimi...

Sokaklardan boş gözlerle geçerken
Seni görebilme ihtimalinden vazgeçtim
Sana yazdığım bütün şiirleri yaktım
Yaşarken ölmek derler ya...
Arabesk bir cümle derdim hep
Şimdi anlıyorum...
Bazen bir bakış öldürüyor insanı
Bazen bir davranış
Ve insan yaşarken bir çok kez ölüyor,
Anlıyorum...
Ve ben yaşarken bir kez de sen
Öldürdün beni...
Bu şehirde bana yabancılaşarak...
Ben de seni öldürdüm içimde
Seni yıldızların yanına koydum
Çünkü bütün sevdiklerimiz, bütün öldürdüklerimiz oralarda bir yerlerdedir biliyorum...
Bir tek her gece yatmadan sana yıldızlarla selam göndermekten vazgeçmedim...
Seni öldürdüğümden beri biraz da kendimi öldürdüm
Her gün biraz daha eksilerek yaşıyorum.

Seni içimde öldürdüğümden beri içsiz yaşıyorum hayatı
Anlıyorum, seni daha fazla acı çekmemek için öldürdüm
Ama şimdi seninle kendimi de öldürdüğümü anlıyorum
Hayatı boş, içsiz yaşıyorum

Yaşamak dediğin nedir ki;
Bir kaldırımda boylu boyunca yürümek
Sonra da yorulup çökmek bir taşa
Bazen vaktinde ulaşmak otobüse
Bazen de son bir anda kaçırmak treni...
Doğanın ortasında sessiz bir köşe aramak...
Ya da ıssızlığın içinde sesinize ses verecek bir ses aramak...

Gizli şatomuzun dehlizlerinde bıraktıklarınızı ya da ertelediklerinizi bir gece yarısı bulma telaşına girmek sonra da onları tozlu ve ölü olarak bulmak...
Onları hayata döndürme savaşına girmek...
Aslında çok geç olduğunu bilseniz de...
Sıcacık bir mekanda yaşarken dışarıdaki insanlardan uzak yaşamak, ya da pencerenizden sokak kedilerini izlemek...
Ayazın ortasında sokakta gidecek hiçbir yeri olmayan bir yolcu olmak...
Yitirdiklerini, kırgınlıklarını, düşlerini sırtına alıp eskilerin peşine düşen bir eskici belki de...
Kaçırdığı bir topun peşinden koşan ve hiç ulaşamayan bir kedi gibi mutluluğun peşine takılmak
Acıları kabullenip, sıradan günlük bir şeymiş gibi yanınızda taşımak...
Kırılıp yere düşmesine rağmen, dirilmeyi bekleyen bir fidan gibi olmak...
Bazen gelmeyeceğini bilerek beklemek...
Gitmeyeceğinizi bilerek büyük şehirleri düşlemek...
Bütün hayal kırıklıklarına rağmen tekrar aşık olmayı istemek...
Gerçeğin bütün yüzüne rağmen yeni düşler kurmak...
Kırılmak, yanmak, savaşmak, yitirmek, kazanmak, gitmek, dönmek ve sonunda yitip gitmek yani yaşamak dediğin nedir ki?
Bir trenin düdüğünün ansızın çalması ve yaşanan her şeyin geride bırakılarak gidilmesidir...
Eksik ya da tamamlanmış
Ama bomboş...


celo - avatarı
celo
Ziyaretçi
25 Ocak 2007       Mesaj #109
celo - avatarı
Ziyaretçi
ogl

".....koynumda onu koklarken uyanıp yine gözlerimde yaşlarla kendimi buluyorum".

''Oğlum ne olur...''



Bugün 17. gün. Orada öylece yatıyor. Bembeyaz güzel yüzü kararmış. Sakalları yanaklarının çukurlarını örtmüş. Ölü gibi, ölü gibi yatıyor.
"Anne mama". "Anne çok acıktım, ne yemek var?". "Eline sağlık".
Bu sıralamada ne çok anı bir anda gözlerimin önüne geliyor. Gözlerinin içi parlayan, boynuma sarılırken kokusuna doyamadığım oğlum, 17 gündür aç yatıyor. Dudakları çatlamış, kaşları çatık. Bana bir ceset kadar uzak. "İkna etmem lazım. Ben yapamazsam kim yapar?" soruları bile anlamını yitirmiş artık. İstek kalmamış kimsede, ne de inanç.
17 gün yemek yememek mümkün mü, ne olursa olsun bu kadar neye inanılır ki? O yemeyip ölünce, kim neye ikna olacak, nasıl bu kadar aptal bir şeye benim oğlum inanabilir?
Benim oğlum. Benim oğlum, oradaki bana bir o kadar uzak, sanki tanımaz olmuşuz birbirimizi.
Üç lokmadan birini yemeyip bıraksa ne kadar kızar ve üzülürdüm. Bilmiyor mu? Biliyor. Beni hiç üzmek istemez ki o. Bu o mu peki? Çok kızsam peki korkar mı? Kıyamam ki ona benim her şeyim olduğunu o, o kadar iyi biliyor ki. Peki buna rağmen bu nasıl inat ki?

Nasıl bir inanmışlık?
Anlamaya çalışıyorum. Bir inanç, bir inanmışlık öyküsü bu desem. Kendimi kandırsam bana daha az acı çektirir mi? Şehitlik gibi diye düşünsem. Caddede yarış yaparken ölmekten daha iyi desem kendimi kandırabilir miyim? Hayır.
Beynini yıkadılar, o da istemiyor. Evet kesin biliyorum, o da istemiyor. Ama dönüş yok. Hangi mahkumiyet daha kötü? Devletin sana biçtiği mi senin kendine biçtiğin mi? Annesini kim bu kadar üzer? Üzmek ister? Benim üstelik bir gün onu anlamadığım oldu mu? Bir gün ona hak vermediğim?
Bu nasıl bir inanmışlık, nasıl bir körlük?
Kim peki ikna etti? Nasıl bu kadar baskın oldu? Şimdi anne bana mücver yap, patlıcan kızart dese, ne olacak? Ona nasıl bir damga vururlar acaba?
Bana bakıyor, tanımaz gibi. Anlar gibi beni, ama tanıdığını belli etmeden. Sevgi ve zayıflığını belli etmeden. Ederse, sevgisini anlarsam yaşayamacağımı biliyor onsuz yaşamayıp kahrolacağımı biliyor. Bana öylece bakıyor, ben de ona birbirimizi tanımazmış gibi. Şu anda zayıflık yasak. Sevgi yasak. Gözleri sanki yaşlı, benimki gibi. Ama bizimki, ikimizinki de yabancılaşmış bir acıma duygusu. O bana, ben ona acıyorum, sanki başka başkaymışız gibi. Ben o ölüyor diye o ben ölümden de beter durumdayım diye.
"Oğlum. Yapma" diyorum. "Yapma".
O deminkinden de yabancı bakıyor bana, Nasıl anlamazmışım gibi.
Benim ilk oğlum. İki tane daha oldu ama bu ilk. Onu gördüğümde ilk görüşte aşk ne demekmiş anladım demiştim kendime, babasına söylemeden. İlk meme verdiğimde içimi çekiyormuş gibi gelmişti. Bu nasıl bir duygu diye gece boyu düşündüm. Beklediğim gibi bir bebek değildi. Daha koyu renk saçlı bir şey bekliyordum. Halbuki kızıl gibi bir renk ve kurabiye suratlı kel bir şey çıktı karşıma. Öbürleri de öyle oldu, hiç beklemediğim gibi birilerini içimden çıkardım. İlk görüşte sevdim hepsini. Ama hiçbiri bunun gibi etkilemedi beni, ilk ya. Halbuki bak şimdi bana öfkeli bakıyor. Yabancı gibi bakıyor. Git diyor gibi bakıyor.


Sürem bitti. Hadi git diyorlar bana. Bir şeye de yaramadın. Ana olacaksın?. Hap kadar çocuğuna su bile vermedin.. Bilseler ben kaç senedir ona hiçbir şey veremiyorum. Aramızda bir şeyler kırıldı dağıldı, parçalandı. İlk babasını tartakladılar bu yüzden, o sırada mı ben "hepsi senin yüzünden" diye bağırdım ve koptuk... Yoksa, kardeşlerini tartakladıklarında "pisliğine bulaştırma kardeşlerini" dedim de mi uzaklaştı benden. Hepsinden nefret ediyorum. Babasından, kardeşlerinden. İkimiz olsak belki de bunlar olmazdı. Hepsine bakacağız diye her şeyinden kıstık, harçlığından, eğlencesinden, kıyafetinden, her şeyinden. Onların da çok payı var bu sonuçta. Doğurmaz olaydım hiçbirini. Bak umurlarında mı. O aç 17 gündür. Bunlar her gece ne yemek var diye geliyorlar eve. Duygusuz, açlar. Boğazımda lokmalar düğümlenirken, onlara bakıyorum, sağlıklı, mutlu ve toklar. Bu mu adalet. Hep daha çok sevdiğim ilk oğlum evet daha çok sevdim hepsinden, o aç hem de günlerdir.
Gece yatarken onu düşünüyorum. Gözlerimden yaşlar akarken uyuyorum, koynumda onu koklarken uyanıp yine gözlerimde yaşlarla kendimi buluyorum.
Kalkıyorum, yanıbaşındaki sandalyeden, "Oğlum ne olur" diyorum. Ne demekse. O anlıyor ama çaresiz. Ben de çaresiz. Yanağını öpüyorum, belki de son kez. Gözyaşım saçına düşüyor, kendimi ondan sökerken. Son kez gözgöze geliyoruz. "Bana daha fazla zorlaştırma halimi" diyor. Anlıyorum ve çıkıyorum. Üç saat olmuş. Onlar benden, ben oğlumdan medet umarken.
Eve geliyorum. Ev mezarlık gibi. En kötüsü ev. O gece masaya yemek koymuyorum. Bu gece abinizi düşünün, yemek yok diyorum. Onu anlasınlar istiyorum bir geceliğine.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Ocak 2007       Mesaj #110
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
HERKES İÇİN BİRAZ MUTLULUK......!
JERRY, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile, "bu adam, bu halde nasıl iyimser olabiliyor." diye.
Birisi nasıl olduğunu sorsa "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi. Hep "Bomba gibiyim"
JERRY, bir doğal motivasyoncuydu... Yanında çalışanlardan biri , o gün kötü bir günündeyse, JERRY yanına koşar duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı. Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... Bir gün JERRY' e gittim.
-"Anlayamıyorum" dedim. "Nasıl oluyor da, her zaman her koşulda bu kadar olumlu olabiliyorsun... Nasıl başarıyorsun bunu?..."
-Her sabah kalktığımda kendi kendime "JERRY bugün iki seçimin var. Havan ya iyi olacak ya da kötü derim ve havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda yine iki seçimim vardır. Kurban olmak ya da ders almak. Ben başıma gelen kötü şeyden ders almayı tercih ederim. Birisi bana şikayete geldiğinde yine iki seçimim var... Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim."
-"Yok yahu" diye protesto ettim. "Bu kadar kolay yani"
-"Evet kolay" dedi JERRY... "Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır, sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının iyi ya da kötü olmasını seçersin... Yani sen hayatı nasıl yaşayacağını seçersin!..."
JERRY'nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu uzun yıllar görmedim. Ama hayattaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.
Yıllar sonra JERRY'nin başına tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp JERRY'i delik deşik etmişler. Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış. Taburcu edildiğinde , kurşunların bazıları hala vücudundaymış.
Ben onu olaydan 6 ay sonra gördüm.
-"Nasılsın" diye sorduğumda
-"Bomba gibiyim" dedi "Bomba gibi"
-"Olay sırasında neler hissettin JERRY" dedim.
-"Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm. Ya yaşamayı seçecektim ya da ölümü... Ben yaşamayı seçtim."
-"Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi?"
-"Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep iyileşeceksin merak etme" dediler. Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken doktorların ve hemşirelerin yüzlerindeki ifadeyi görünce ilk defa korktum. Bu gözler bana "Bu adam ölmüş" diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..."
-"Ne yaptın?" diye merakla sordum...
-"Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi bir şeye alerjim olup olmadığımı sordu... "Var" Doktorlar ve hemşireler merakla sustular... Derin bir nefes alarak kendimi topladım ve bağırdım: "Benim kurşunlara alerjim var.!..." Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar... Tekrar bağırdım. Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin, otopsi yapar gibi değil..."
JERRY, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısıyla yaşadı. Yaşaması bana büyük bir ders oldu. Her gün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu...


Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat