Nöbet
Nöbet saatlerine kuruyordum kendimi, alışmıştım. Koğuş nöbetçisi tarafından uyandırılmam gerekmiyordu. O gece gözlerimi açtığımda saat 02.35'i gösteriyordu. Kıştı, soğuktu. Yavaşça kalktım, giyindim. Kışın, yaz kadar kötü kokmuyordu koğuş.
-Herhangi bir değişiklik hissettiniz mi o gece koğuşta?
Hayır. Değişik bir şey yoktu. Normaldi, on üç aydır olduğu gibi.
- Devam edin.
Hazır olunca cephaneliğe indik nöbetçi çavuş ve ikinci nöbetçiyle.
- İsimlerini hatırlıyor musunuz?
Hayır, hatırlamıyorum.
- Devam edin lütfen.
Mermileri şarjöre yerleştirdik. Tüfeklerimizi aldık. Miğferlerimizi takıp yola koyulduk. Yüksek bir tepeydi nöbet yeri. Tümenin su ihtiyacının büyük bölümünü karşılayan, beş yüz tonluk su deposu, kritik bir noktaydı. Terör örgütünün en kanlı saldırılarını düzenlediği günler, depodaki suya katılacak çok az miktarda siyanür ya da benzeri bir karışım, tam anlamıyla bir katliam olurdu. Tepeye tırmandık. Nöbeti değiştik önceki askerlerle.
- Sordunuz mu onlara o gece olağanüstü bir şey olup olmadığını?
Sordum. Onların nöbetinde de sıra dışı bir şey olmamış.
- Devam.
Çavuş diğer nöbetçilerle gitti. O, ismini hatırlamadığım arkadaşla yalnız kaldık. Ayrıca bir de demirbaş nöbetçisi vardı deponun, Alman kurdu, erkek, üç yaşında.
- Onun ismini hatırlıyor musunuz?
Evet. Kurt'tu adı.
- Bağlı mıydı?
Hayır, değildi. Eğitimliydi. Depo nöbetçileri değişmezdi on beş ay boyunca. İkişer saatten, on iki devriye, yirmi dört kişi ve nöbetçi çavuşlar. Kurda, göreve başlamadan önce, hepsinin bir kez iç çamaşırları koklatılırdı. Tanımadığı kokuda biri yaklaşırsa yok ederdi.
- Böyle bir durum oldu mu?
Evet, oldu. Tümene yeni gelen genç bir subay, gece devriyesinde cipten inince, Kurt onu, kaşla göz arasında paramparça etti. Durduramadık.
- Ne oldu peki?
Öldü. İnmemesi gerekirdi araçtan.
- Sorgulandınız mı?
Evet. Mahkemeye verildik sonradan; neden ateş etmediğimiz sorgulandı. "O da askerdi ve görevini yapıyordu." dedik. Ceza almadık. Görev zayiatı olarak geçti tutanaklara.
- Devam edin.
Bir gözetleme kulübemiz vardı. Demirden yapıldığı için içi dışarıdan da soğuk olurdu. Birimiz içeride durur, diğerimiz depo etrafında turlardık.
- O gece içeri hanginiz girdiniz?
Arkadaşım. Ben dışarıdaydım.
- Sonra ne oldu?
Kurt yanıma geldi. Gözlerini yüzüme dikmiş, garip sesler çıkarıyordu. Etrafa baktım; ne bir iz, ne bir ses, her şey normaldi. Önemsemedim.
- Devam edin.
Turu tamamlayıp kulübeye döndüğümde, arkadaşımın uyuduğunu gördüm.
- Uyandırmaya çalıştınız mı?
Evet. Elimden geleni yaptım.
- Uyandı mı?
Hayır.
- Ne yaptınız peki?
Önce cebinden birkaç sigara aldım. Eski bir battaniye vardı kulübede; onu üzerine örttüm ve turlamaya devam ettim.
- Kurt ne yapıyordu?
Yoktu ortalıkta.
- Aradınız mı?
Birkaç kez seslendim, sonra önemsemedim. Bir yerlerde uyumuştur, diye düşündüm. Birkaç tur attıktan sonra Kurt'un sesini duydum. Havlıyordu ama göremedim onu. Havlamaları inlemelere dönüştü sonra, derken sesi kesildi. Adımlarımı hızlandırdım; sesin geldiği yöne doğru gittim.
- Arkadaşınız uyanmış mıydı?
Hayır.
- Ne oldu sonra?
Kurt'u gördüm, çimenlerin içinde sere serpe yatıyordu. Seslendim, kalkmadı. Fenerimi tuttum, yüzünü gördüm. Ağzından salyalar akmıştı ve gözleri fal taşı gibi açıktı.
- Ölmüş müydü?
Evet, hiçbir hayat belirtisi yoktu.
- Sonra ne yaptınız?
Korktum. Kulübeye koştum ve arkadaşımı uyandırmaya çalıştım. Uyandıramadım. Ağzından dışarı tükürükler saçılmıştı. Nabzını yokladım, atmıyordu.
- Ne yaptınız o an ilk olarak?
Botlarımızı çıkarttım.
- Neden?
Benimkiler eskimişti, onunkilerle değiştim.
- Sonra?
Sonra düdüğümü çıkardım ama çalamadım.
- Neden?
Korkmuştum, titriyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Nefesim yetmedi düdüğü öttürmeye, belki de cesaretim. Yere yığılacak gibiydim.
- Devam edin.
Bir ışık yansıdı sonra kulübeye.
- Nasıl bir ışık?
Çok ince ama çok parlak.
- Ne renkti?
Kırmızı.
- Ne yaptınız?
Geldiği yere doğru başımı çevirdim; aşağıdan geliyordu.
- Aşağıdan mı?
Evet, su deposuna çıkan toprak yoldan. Biz en yüksekteydik. Dürbünle bakıyordum.
- Ne gördünüz peki?
Aşağıdan yukarıya doğru bir at geliyordu, ağır ağır ve ışık alnından yükseliyordu.
- Başıboş mu?
Hayır, üzerinde bir gelin vardı.
- Gelin mi?
Evet, telli duvaklı bir gelin.
- Ne yaptınız?
Tüfeğimi ona doğru çevirdim ama tetiğe basmadım.
- Neden?
Elimdeki tüfek G3'tü. Üç bin metre menzili olduğu söylenirdi ama isabeti sekiz yüz ile bin metre arasındaydı ve onlar daha uzakta olmalıydı.
- Ateş etseydiniz alarm vermiş olurdunuz.
Bu aklıma geldi ama yapmadım.
- Neden? Hayal görüyor olabilirdim. Gördüklerimden emin olmak istedim.
- Devam edin lütfen.
Ne yapacağımı şaşırmıştım. Yerimden kımıldayamıyordum. Sonra garip bir şey oldu...
- Ne oldu?
Çekirgeler... Hepsi yuvalarından çıkıp deli gibi bağırmaya ve koşturmaya başladılar.
- Korktunuz mu?
Korktum. Aşağıda alayın binalarını görebiliyordum. Bir işaretimle yüzlerce kişi buraya gelir ve kurtarırdı beni. Karar verdim tetiğe dokunmaya ve dokundum da.
- Bir kez mi?
Hayır. Çok kez ama patlamıyordu.
- Neden?
Bilmiyorum. Şarjörü çıkarıp tekrar taktım, yine olmadı.
- Ne yaptınız peki?
Tüfeği yere attım ve botlarıma baktım.
- Neden?
Acaba benimkiler daha mı iyiydi diye. Emin olamadım.
- Devam edin.
Aşağı doğru, var gücümle koşmak istedim bağıra bağıra ama başaramadım.
- Neden?
Dizlerimin bağı çözülmüş gibiydi. Olduğum yere diz üstü çöktüm.
- Palaskanız yeni miydi?
Evet. Neden?
- Belki arkadaşınızınkiyle değişirsiniz diye. Devam edin.
Sinema sahnesi gibiydi: Ben yüksek bir tepenin üzerinde, yerde diz üstü oturuyordum. Arkadaşım ve Kurt ölü, tüfeğim işlemiyor, etrafımda çekirgeler bağırıp çağırıyor ve bana doğru bir gelin geliyor, siyah bir atın üzerinde.
- Sonra?
Sonra ses yükselmeye başladı. Kulaklarımı kapattım avuçlarımla ama arttıkça artıyordu ve alayda hiç hareket yoktu. Sesi sadece benim duyduğumu düşündüm.
- Öyle miydi gerçekten?
Bilmiyorum.
- Devam edin.
O kulübeye vuran ışık, oturduğum yerin çaprazındaydı. Sonra sol çaprazımda da bir ışık belirdi, aynı hizada. Başımı çevirip arkama baktım, iki ışık daha gördüm.
- Dört ışık arasında mı kalmıştınız?
Evet. Sonra birden sesler kesildi, yer, gök sustu sanki. Birkaç saniye sonra dört ışığın kapladığı alanın içi aydınlandı.
- Ne renkti?
Kirli sarı sanırım.
- Devam edin.
Tam o an ilginç bir şey daha oldu.
- Ne oldu?
Ezan sesi duydum, hem de çok net.
- Hangi aydı?
Kasım.
- Saat kaçtı?
04.45
- Sabah ezanı... Devam edin lütfen, aydınlık olan bölüm dikdörtgen miydi?
Hayır, elips...
- Devam.
Bir el dokundu omzuma...
- Devam!
Parmakları birbirinden ayrık şekilde dokundu, omzumu karışlar gibi. Parmaklarının inceliğini ve uzunluğunu hissettim.
- Ne düşündünüz?
Yankesici olduğunu.
- Devam edin.
Sonra öbür omzumda da bir el hissettim.
- Ne yaptılar?
Beni ayağa kaldırdılar. Çok korkmuştum; onlara bakamıyordum bile.
- Sonra ne oldu?
Yönümü aşağı doğru çevirdiler. At yaklaşıyordu.
- Işıklar çıkmaya devam ediyor muydu?
Hayır, kesilmişti.
- Sonra?
Sonra cesaretimi toplayıp yavaşça başımı o yana çevirdim.
- Ne gördünüz?
Bir asker. Benim yaşlarımda, aynı kıyafetli ama çok eskiydi üstündekiler, pis, yırtık.
- Tanımıyor muydunuz?
Hayır. Saçları ve sakalları çok uzamıştı; yıllardır tıraş olmamış gibiydi.
- Hayal görmediğinizden emin misiniz?
Elbette eminim. Zaten bu atlı gelin ve eski asker hikayeleri alayda çok yaygındı. Gece nöbetçileri gördüklerini söylerlerdi zaman zaman ama yolun yarısında kaybolurmuş. Ben daha önce görmemiştim ve o an yolun yarısını çoktan geçmiş, geliyordu.
- Devam edin.
Sonra diğer tarafımdaki adama baktım. O da askerdi. Aynı eski kıyafet, aynı yaşlarda ve uzun saçlı, sakallı.
- Ne yapıyorlardı?
Elleri kollarımdaydı ve gözleri aşağıda, geline bakıyorlardı.
- Devam edin lütfen.
At biraz önümde durdu. Gelin duvağını kaldırdı. Göz göze geldik. Gencecik bir kızdı, en fazla on sekiz yaşında.
- Gelinliği nasıldı?
Çok eski, en az elli yıllık olmalı.
- Sonra ne oldu?
Duvağını örtüp atı mahmuzladı, sağa döndü, deponun arkasına doğru. Biz de onu sessizce takip etmeye başladık. Çok ağır yürüyorduk.
- Deponun arkasında ne vardı?
Tümen çok büyük bir alanın üzerine kurulmuştu; uçsuz bucaksız bir yerdi. En yüksek yeri, o an olduğumuz yerdi. Bu durumda, dürbünle bakmamıza rağmen dört tarafındaki herhangi bir ucunu göremezdik. En bilinmeyen yeri, deponun arkasında kalan kısmıydı.
- Hiçbir şey yok muydu orada?
Sadece mezarlık. Şehit askerlerin gömüldüğü ama en son asker elli üç yıl önce gömülmüş, ondan sonrakiler ailelerine teslim ediliyormuş.
- Daha önce gitmiş miydiniz oraya?
Depoya çok yakındı. Hatta devriye sınırlarımız içindeydi ama oraya kadar inmezdik, korkardık.
- Devam edin lütfen.
Gelin, mezarlığın girişinde durdu, biz de durduk. Atın üstünden indi. Bir şeyler mırıldandı.
- Ne diyordu?
Anlayamadım. Alçak sesle ve anlamsız konuşuyordu. Sonra mezarların üzerindeki topraklar kımıldamaya başladı ve aynı anda tüm mezarların içinden askerler çıktılar bellerine kadar ve bağırmaya başladılar. Deli gibi bağırıyorlardı.
- Ne diyorlardı?
Bir şey demiyorlardı, çığlık atıyorlardı.
- Siz ne yaptınız?
Ben de çığlık atmaya başladım.
- Neden?
Bilmiyorum. Çok korkmuştum; aklımı yitirmek üzereydim.
- Sonra?
Küf kokusu gibi bir koku kapladı ortalığı. Midem bulandı ve kustum. Bir süre sonra çığlığı kestiler. Gelin bir şeyler mırıldandı yine. Dört tanesi mezarlarından çıktı, bize doğru geldi. Robot gibiydiler. Bizi geçip gittiler. Öylece durduk on dakika kadar, sessizce.
- Sonra ne oldu?
Arkamdan sesler geldiğini fark ettim. Başımı çevirip baktım. Arkadaşımı ve kurdu sürüklüyorlardı. Yanımıza geldiklerinde durdular. Arkadaşımın kımıldadığını fark ettim. Az sonra da bağırmaya başladı.
- Ne diye bağırıyordu?
Bu botlar benim değil! Bu botlar benim değil!
- Devam edin.
Mezarlarından çıktılar. Gelini ortalarına aldılar. Tek sıra halinde dizildiler. Biz gelinin arkasındaydık. Gelin yürümeye başladı.
- Hangi tarafa?
Mezarlığın içine doğru. Biz de onu takip ettik. Çok ağır yürüyordu. Bir mezarın önünde durdu. O durunca iki tane asker mezarın toprağını elleriyle dışarı atmaya başladılar.
- Ne düşünüyordunuz siz o sırada?
Koğuştaki dolabımın içinde, havluların arasına para saklamıştım. Kesin yürütürler, diye düşünüyordum.
- Devam edin.
Toprağı iyice kazıp geri çekildiler. Gelin mezarın içine girdi ve gözden kayboldu.
- Sonra?
Askerler beni aynı mezara doğru sürüklemeye başladılar. Direnmeye çalıştım ama başaramadım. Yanımdakilerden biri indi önce. O da gözden kayboldu. Sonra diğeri beni mezarın içine itti. Ayaklarım girdi önce ve iki el paçalarıma yapıştı. Üstteki iterken alttaki çekiyordu.
- Tünel gibi miydi?
Evet.
- Ne kadar sürdü iniş?
On ya da on beş dakika kadar. Çok dardı ve pis kokuyordu. Ben sürekli kusuyordum.
- Sonra?
El paçalarımdan çekildi. Ayaklarımın toprağa değdiğini hissettim. Sonra tekrar ayaklarımdan tuttu ve dışarı çekti beni.
- Nasıl bir yerdi?
Çok alçak ve dar. İkimiz de başlarımızı eğmiştik, zor sığıyorduk bölmeye. Tam önümüzde basamaklar vardı. Beni bileğimden tuttu ve çekmeye başladı.
- Düz müydü basamaklar?
Hayır, döne döne iniyorduk.
- Nasıl görüyordunuz önünüzü?
Her dönemeçte meşale vardı. Koku ve dumandan nefes almakta güçlük çekiyordum.
- Diğerleri neredeydi?
Önümüzde gelin vardı. Ayak seslerini duyuyor ama göremiyordum. Arkamızdan da sesler geliyordu. Sanırım, hep birlikte iniyorduk aşağıya.
- Ne kadar sürdü inmeniz?
Bu daha kısaydı, on dakikadan az.
- Nereye çıktınız?
Geniş bir yere ama hiçbir şey yoktu, meşalelerden başka. Gelin önümdeydi, sırtı bana dönük. Bir süre bekledik orada.
- Ne beklediniz?
Sanırım herkesin inmesini bekledik. Sonra gelin ileriye doğru yürümeye başladı.
- Ne vardı ileride?
Ben bir şey görmüyordum, az ilerisi duvardı ama o yürüyordu. Duvarın tam önünde durdu. Sonra arkamdan iki asker ona doğru yürüdü ve elleriyle duvarı ittiler. Bir kapı açıldı. Geriye çekildiler. Işık vurdu kapıdan içeriye. Bulunduğumuz yer aydınlandı. Beni geline doğru sürüklediler. Yanında durdum. Askerler geri çekildi. Gelin koluma girdi ve kapıdan içeri girdik. Biz girer girmez de kapı kapandı.
- Diğerleri girmedi mi?
Hayır. Sadece ikimiz.
- Ne vardı içeride?
İnanılmazdı, kocaman bir salon, düğün salonu; tıka basa doluydu içerisi.
- Asker miydi konuklar?
Hayır. Aileydi hepsi, sivil, iyi giyimli. Biz içeri girince bir alkış koptu. Müzik çalmaya başladı.
- Ne çalıyordu?
Çok hüzünlü bir müzik, tam olarak hatırlamıyorum.
- Devam edin.
Piste doğru yürümeye başladık. Sonra biri bana seslendi.
- Kim sesleniyordu?
Başımı çevirip arkama baktım, annemdi.
- Yalnız mıydı?
Hayır, babam da yanındaydı. Onu teselli etmeye çalışıyordu. Annem ağlıyordu.
- Ne hissettiniz?
Neden ağladığına anlam veremedim. Böyle özel bir günde mutlu olması gerektiğini düşündüm. Yanına gitmek istedim ama Mukaddes kolumu bırakmadı.
- Mukaddes kim?
Gelin.
- Devam edin lütfen.
Bir süre öyle kaldım.
- Neden?
Annemle babamı seyrediyordum. Çok gençlerdi; giysileri çok komikti. Eski, çok eski filmlerdeki artistler gibi giyinmişlerdi. Gülümsedim.
- Neden?
Babam terziydi. Çılgın olduğunu düşündüm ama sonra etrafa bakınca herkesin az çok benzer şeyler giydiğini gördüm. Benim giysim de garipti.
- Siz ne giymiştiniz?
Asker giysisi.
- Devam edin lütfen.
Pistin önünde bize ayrılan bir masa vardı, oraya oturduk. Masanın üzerinde çerçevelenmiş, siyah beyaz bir resim vardı.
- Kimin resmiydi?
Bizim. Mukaddes ile benim. Üzerindeki tarih 1947'ydi.
- 69/3 tertip misiniz?
Evet.
- Devam edin.
Orada fazla kalmadık. Çok eski parçalar çalınıyordu. Yarım saat kadar sonra alkışlar arasında dışarı çıktık.
- Nereden çıktınız dışarıya?
Sağ ileride bir kapı vardı, oradan çıktık.
- Nasıldı dışarısı?
Yağmur yağıyordu. Akşam vakitleriydi. İnsanlar bize bakıyorlardı.
- Neden?
Giysimden dolayı sanırım. Gerçi ben de onlara bakıyordum. Erkeklerin hepsinin başında şapka vardı. İlginçlerdi.
- Sonra ne oldu?
Bir araba bekliyordu bizi, siyah bir araba, şimdiki Karaköy dolmuşları gibi. Bıyıklı, çok yakışıklı bir şoför kapıyı açmış, duruyordu. Önce Mukaddes bindi, sonra da ben. Ön tarafa da Mustafa oturdu.
- Mustafa kim?
Nöbet arkadaşım.
- İsmini hatırlamadığını söylemiştiniz.
Yukarıdayken hatırlamıyordum; ancak şimdi hatırlıyorum.
- Devam edin.
Bir süre hiç konuşmadan gittik ıslak yollarda. Sessizliği Mustafa bozdu.
- Ne dedi?
Bu botlar benim değil! Bu botlar benim değil!
- Devam edin.
Bir apartmanın önünde durduk. Şoför inip kapıyı açtı. Önce ben indim, sonra Mukaddes. Apartmanın önünde birkaç kişi vardı. Alkışladılar, aralarından geçip apartmana girdik. İkinci kattaki dairenin önünde durduk. Mukaddes kapıyı açtı, içeri girdik.
- Nasıl bir evdi?
Büyük. Çok sade. Güzel sayılır.
- Ne yaptınız ilk olarak?
Banyoya girdim, üzerimdeki kusmukları temizledim. Sonra geri döndüm. Mukaddes yoktu. Salona girdim, orada da yoktu. Yatak odasında buldum onu. Yatağın üzerinde oturuyordu.
- Ne yaptınız?
Yanına yaklaştım. Önünde durdum, yavaşça duvağını açtım.
- Sonra?
Öptüm onu. Ayağa kaldırdım. Sonra soyunmaya başladık ve yatağa girdik. Üzerine uzandığımda burnuma bir koku geldi, geri çekildim.
- Ne kokusu?
Pis bir kokuydu. Hani köpekler yağmurda ıslandıktan sonra çok pis bir koku çıkarırlar ya, ona benziyordu.
- Nereden geliyordu?
Mukaddes'ten. Kalkmak istedim üzerinden ama elleriyle ensemi tuttu ve kendine doğru çekmeye başladı. Koku giderek artıyordu ve Mukaddes değişmeye başlamıştı.
- Değişen neydi?
Tırnakları giderek uzuyordu. Ensemden etime giriyorlardı. Derisi buruşuyordu. Zayıflıyordu, bir balondu sanki ve sönüyordu.
- Ne yaptınız?
Kaçmaya çalıştım. Yataktan kalktım, o da kalktı. Göğüsleri karnına kadar sarkmış, saçları ise bembeyaz olmuştu. Dişleri yoktu ağzında. Beni kapıya dayadı. Öpmeye çalışıyordu. Saçlarından tutup onu itmek istedim, saçları elimde kaldı. Sonra derisi erimeye başladı. Bıraktı beni. Yere attı kendini. Bağırıyordu, yerde kıvranıyordu; acılar içindeydi.
- Ne yaptınız?
Kapıyı açtım ve merdivenlerden aşağı koşmaya başladım. Apartmanın çıkışında Mustafa tuttu beni yakamdan. Deli gibi bağırıyordu bana.
- Ne diyordu?
Bu botlar benim değil! Bu botlar benim değil!
- Sonra ne oldu?
Mustafa'dan kurtulup apartmana girdim tekrar. Yukarı koştum. Yatak odasına girdim. Mukaddes hâlâ kıvranıyordu.
- Sonra?
Apartmandan sesler gelmeye başladı. Kapıyı yumrukluyorlardı. Açmadım, kırıp girdiler içeri.
- Kim?
Askerler. Yakaladılar beni, kurtulamadım ellerinden. Götürdüler.
- Nereye?
Önce revire götürdüler beni. Birkaç gün orada kaldım. Sürekli sayıklıyordum. Sonra hastaneye sevk ettiler.
- Ne sayıklıyordunuz?
Ben almadım! Ben almadım!
- Anlıyorum. Sonra da bana getirdiler sizi. Şimdi size bir antidepresan yazıyorum. Bir süre kullanacaksınız bunu. Hemşireler yardımcı olacaklar size. Sonra yine bana getirecekler. Kısa sürede atlatacağınızı umuyorum. Yakında birliğinize geri döneceksiniz. Merak etmeyin, su deposu nöbetinden muaf olmanızı sağlayacağım.
Götürün arkadaşlar!
30 Kasım 1990 / Ankara
Askeri hastane
Tabip yüzbaşı Cenk Erden'in odası
------------------------------------------------
Bu konuşmayı yaptıktan hemen sonra, daha odasına varmadan hastayı kaybettik.
- Nasıl olmuş?
Koridorda yürürlerken nöbetçilerin arasında fenalaşmış ve can vermiş.
- Sebep?
Bir teşhis konulamadı. Gürültüyü duyunca ben de gittim. Ağzından tükürükler boşanmıştı ve gözleri fal taşı gibi açık, yatıyordu yerde.
- İlginç.
Daha da ilginci var: Bir araştırma yaptırdım, arşivden 1947 yılındaki erlerin listesini istettim. Kasım ayındaki su deposu nöbetçilerini inceledim. İnanmayacaksın ama 13 Kasım 1947 gecesi, üç-beş saatleri arasındaki nöbetçiler kayıp. Tüm aramalara rağmen bulunamamışlar. Gerçi cinsi ve yaşı belirtilmiyor ama deponun bir de köpek bekçisi varmış, o da kayıp.
- İnanılmaz!
Üstelik kayıp olan erlerden birinin teskeresine on beş gün varmış. Nişanlıymış, terhis olur olmaz düğünleri yapılacakmış.
- Nişanlısına ne olmuş peki?
Sinir krizi geçirmiş, kaybolduğu yeri görmek istemiş. İzin alınmış ve iki asker nezaretinde depoya çıkarılmış.
- Sonra?
Deponun arka tarafındaki mezarlığın içine doğru gitmiş ve kaybolmuş.
- İnanılır gibi değil.
Öyle! Tam bir hikaye konusu.
13 Eylül 2003 / İstanbul
Araştırmacı yazar Esat Çelik,
yayınevi editörü ile
---------------------------------------
Araştırdım, 1990 yılında hastanenin kayıtlarına böyle bir olay geçmemiş. Beş yüz tonluk su deposu bulunan tüm birlikleri de taradık; ne 1947/48 yıllarında ne de 1989/90 yıllarında ölen ya da kaybolan kimseye rastlayamadık.
- O halde hikaye olmalı.
Ben de öyle düşünüyorum. Zaten 'Öyle, tam bir hikaye konusu.' diye bitiyordu. Bir şey daha var ama...
- Nedir?
Ankara'daki bir birliğin su deposu nöbet tutanaklarında, nöbetçilerin sıkça bir ses duyduğu söyleniyor.
- Ne zamandan beri?
İlk 1990 kasımında olmuş, ondan sonra belli aralıklarla bugüne kadar bu tür kayıtlar var. Deponun arka tarafında bir mezarlık varmış. Ses oradan geliyormuş.
- Duydukları ses neymiş?
Ben almadım! Ben almadım!