Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 59

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 562.256 Cevap: 1.812
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
6 Nisan 2007       Mesaj #581
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Ne çıkar ateş böceği sansalar bizi

Sponsorlu Bağlantılar
Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi....

Düşünüyorum da,
Sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek.
Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi,
Naif yönlerimizin keşfedilmesi,
Cesaretsizliğimizin anlaşılması,
Korkularımızın paylaşılması,
Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.

Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız.
Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında.
Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden.
Deniz minareleri, midyeler,
Kirpiler ve kaplumbağalar gibi.

Sahi koruyor mu bizi çatlamamış sert kabuk?
Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi?
Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize?
Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi?
Duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu?
Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak,
Ne çıkar ateşböceği sansalar beni?
Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin
O uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna el kaldırmaya kıyamaz.

Güçlü kapıların arkasına kilitlemesem kendimi,
Korkaklığımı, sevgi isteğimi
En insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem,
Bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup
Bir kuş gibi uçacağım özgürce.
Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine.
O da çözülecek belki.
Samimi ve güvenliksiz, silahız biriyle göz göze gelince.

Oysa bir görebilsek bunu.
Kalmadı böyle insanlar demesek.
Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak.
Kırılmaktan korkmasak. Yaralansak...
Ne olur bir darbe daha alsak.
Yeniden açsak kendimizi, atabilsek kabuğu.
Denesek.
Risk alsak.
Yanılsak.
Fark etmez.
Tekrar, tekrar bıkmadan denesek.
Ve kucaklaşsak yeniden.
Tıpkı eskisi gibi.
Ne olduğunu anlayamadığımız o 15 yıldan öncesi gibi.

O zaman fark edeceğiz.
Ne kadar özlediğimizi birbirimizi.
Neler biriktirdiğimizi,
kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi.
Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.
Vakit az, paylaşmak, sarılmak için.
Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır.
Yüreği daha fazla küstürmemek lazım.
Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan.
Ve koşullar bir türlü düzelmeyen.
Sevgiye çok ihtiyacımız var.
Ufukta kara bir kış görünüyor.
Ancak birbirimize sokularak atlatırız o günleri.
Kırın o sert, o ağır kabuklarınızı.
Kurtulun bu yükten.
Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize.
Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri.
Hem hepimiz bir yıldızız.
Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi.


serfiraz


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Nisan 2007       Mesaj #582
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Rüzgar
Çok yakisikli genç bir adam Amerikanin batisindaki bir çiftlige is basvurusunda bulunmustu.
Sponsorlu Bağlantılar

Çiftligin sahibi ona özelliklerini sordugunda genç adam kendine güvenen bir edayla söyle cevap vermisti:

"Rüzgar estiginde dahi uyuyabilirim"

Bu söz yasli çiftlik sahibinin kafasini çok karistirmisti, fakat bu zeki genç adamdan da çok hoþlanmisti, bu yüzden onu ise aldi. Birkaç gün sonra yasli çiftlik sahibi ile karisi geceyarisi çok sert ve siddetli bir rüzgarla uykularindan firladilar. Bir sorun çikma ihtimaline karsi heryeri kontrol etmeye basladilar. Pencere ve kapidaki kepenklerin sikica kapatilip kancalarinin yerlerine takildigini gördüler. Kalin agaç kütükleri ise sira sira söminenin yanina dizilmisti. Tarim araçlari güvenli bir sekilde hangara yerlestirilmisti. Traktör garajdaydi.Ahirin kapisi düzgün bir sekilde kapatilmis ve kilitlenmisti. Hatta içerideki tüm hayvanlar oldukça sakindiler. Genç adam hemen ilerdeki kulübesinde huzurlu bir sekilde uyuyordu.

iste o anda, yasli çiftlik sahibi, genç adamin o gün ona ne demek istedigini anladi.

"Rüzgar eserken dahi uyuyabilirim"

Çünkü genç adam, firtinasiz güzel günlerde bir gün siddetli bir firtina ile çiftlikteki herseylerini kaybedebileceklerini düsünerek, islerini o kadar baglilikla ve düzgün bir sekilde yapmisti ki, en sert, en siddetli firtina dahi esse, yataginda huzurla uyuyabilirdi.

Acaba bunu hangimiz gerçekten yasamimizda uygulabiliyoruz?

Yapabildikleriniz degil, bir gün gerçekten yapamadiginiz seyler günes battiginda size bas agrisi verir.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Nisan 2007       Mesaj #583
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Nöbet



Nöbet saatlerine kuruyordum kendimi, alışmıştım. Koğuş nöbetçisi tarafından uyandırılmam gerekmiyordu. O gece gözlerimi açtığımda saat 02.35'i gösteriyordu. Kıştı, soğuktu. Yavaşça kalktım, giyindim. Kışın, yaz kadar kötü kokmuyordu koğuş.
-Herhangi bir değişiklik hissettiniz mi o gece koğuşta?
Hayır. Değişik bir şey yoktu. Normaldi, on üç aydır olduğu gibi.
- Devam edin.
Hazır olunca cephaneliğe indik nöbetçi çavuş ve ikinci nöbetçiyle.
- İsimlerini hatırlıyor musunuz?
Hayır, hatırlamıyorum.
- Devam edin lütfen.
Mermileri şarjöre yerleştirdik. Tüfeklerimizi aldık. Miğferlerimizi takıp yola koyulduk. Yüksek bir tepeydi nöbet yeri. Tümenin su ihtiyacının büyük bölümünü karşılayan, beş yüz tonluk su deposu, kritik bir noktaydı. Terör örgütünün en kanlı saldırılarını düzenlediği günler, depodaki suya katılacak çok az miktarda siyanür ya da benzeri bir karışım, tam anlamıyla bir katliam olurdu. Tepeye tırmandık. Nöbeti değiştik önceki askerlerle.
- Sordunuz mu onlara o gece olağanüstü bir şey olup olmadığını?
Sordum. Onların nöbetinde de sıra dışı bir şey olmamış.
- Devam.
Çavuş diğer nöbetçilerle gitti. O, ismini hatırlamadığım arkadaşla yalnız kaldık. Ayrıca bir de demirbaş nöbetçisi vardı deponun, Alman kurdu, erkek, üç yaşında.
- Onun ismini hatırlıyor musunuz?
Evet. Kurt'tu adı.
- Bağlı mıydı?
Hayır, değildi. Eğitimliydi. Depo nöbetçileri değişmezdi on beş ay boyunca. İkişer saatten, on iki devriye, yirmi dört kişi ve nöbetçi çavuşlar. Kurda, göreve başlamadan önce, hepsinin bir kez iç çamaşırları koklatılırdı. Tanımadığı kokuda biri yaklaşırsa yok ederdi.
- Böyle bir durum oldu mu?
Evet, oldu. Tümene yeni gelen genç bir subay, gece devriyesinde cipten inince, Kurt onu, kaşla göz arasında paramparça etti. Durduramadık.
- Ne oldu peki?
Öldü. İnmemesi gerekirdi araçtan.
- Sorgulandınız mı?
Evet. Mahkemeye verildik sonradan; neden ateş etmediğimiz sorgulandı. "O da askerdi ve görevini yapıyordu." dedik. Ceza almadık. Görev zayiatı olarak geçti tutanaklara.
- Devam edin.
Bir gözetleme kulübemiz vardı. Demirden yapıldığı için içi dışarıdan da soğuk olurdu. Birimiz içeride durur, diğerimiz depo etrafında turlardık.
- O gece içeri hanginiz girdiniz?
Arkadaşım. Ben dışarıdaydım.
- Sonra ne oldu?
Kurt yanıma geldi. Gözlerini yüzüme dikmiş, garip sesler çıkarıyordu. Etrafa baktım; ne bir iz, ne bir ses, her şey normaldi. Önemsemedim.
- Devam edin.
Turu tamamlayıp kulübeye döndüğümde, arkadaşımın uyuduğunu gördüm.
- Uyandırmaya çalıştınız mı?
Evet. Elimden geleni yaptım.
- Uyandı mı?
Hayır.
- Ne yaptınız peki?
Önce cebinden birkaç sigara aldım. Eski bir battaniye vardı kulübede; onu üzerine örttüm ve turlamaya devam ettim.
- Kurt ne yapıyordu?
Yoktu ortalıkta.
- Aradınız mı?
Birkaç kez seslendim, sonra önemsemedim. Bir yerlerde uyumuştur, diye düşündüm. Birkaç tur attıktan sonra Kurt'un sesini duydum. Havlıyordu ama göremedim onu. Havlamaları inlemelere dönüştü sonra, derken sesi kesildi. Adımlarımı hızlandırdım; sesin geldiği yöne doğru gittim.
- Arkadaşınız uyanmış mıydı?
Hayır.
- Ne oldu sonra?
Kurt'u gördüm, çimenlerin içinde sere serpe yatıyordu. Seslendim, kalkmadı. Fenerimi tuttum, yüzünü gördüm. Ağzından salyalar akmıştı ve gözleri fal taşı gibi açıktı.
- Ölmüş müydü?
Evet, hiçbir hayat belirtisi yoktu.
- Sonra ne yaptınız?
Korktum. Kulübeye koştum ve arkadaşımı uyandırmaya çalıştım. Uyandıramadım. Ağzından dışarı tükürükler saçılmıştı. Nabzını yokladım, atmıyordu.
- Ne yaptınız o an ilk olarak?
Botlarımızı çıkarttım.
- Neden?
Benimkiler eskimişti, onunkilerle değiştim.
- Sonra?
Sonra düdüğümü çıkardım ama çalamadım.
- Neden?
Korkmuştum, titriyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Nefesim yetmedi düdüğü öttürmeye, belki de cesaretim. Yere yığılacak gibiydim.
- Devam edin.
Bir ışık yansıdı sonra kulübeye.
- Nasıl bir ışık?
Çok ince ama çok parlak.
- Ne renkti?
Kırmızı.
- Ne yaptınız?
Geldiği yere doğru başımı çevirdim; aşağıdan geliyordu.
- Aşağıdan mı?
Evet, su deposuna çıkan toprak yoldan. Biz en yüksekteydik. Dürbünle bakıyordum.
- Ne gördünüz peki?
Aşağıdan yukarıya doğru bir at geliyordu, ağır ağır ve ışık alnından yükseliyordu.
- Başıboş mu?
Hayır, üzerinde bir gelin vardı.
- Gelin mi?
Evet, telli duvaklı bir gelin.
- Ne yaptınız?
Tüfeğimi ona doğru çevirdim ama tetiğe basmadım.
- Neden?
Elimdeki tüfek G3'tü. Üç bin metre menzili olduğu söylenirdi ama isabeti sekiz yüz ile bin metre arasındaydı ve onlar daha uzakta olmalıydı.
- Ateş etseydiniz alarm vermiş olurdunuz.
Bu aklıma geldi ama yapmadım.
- Neden? Hayal görüyor olabilirdim. Gördüklerimden emin olmak istedim.
- Devam edin lütfen.
Ne yapacağımı şaşırmıştım. Yerimden kımıldayamıyordum. Sonra garip bir şey oldu...
- Ne oldu?
Çekirgeler... Hepsi yuvalarından çıkıp deli gibi bağırmaya ve koşturmaya başladılar.
- Korktunuz mu?
Korktum. Aşağıda alayın binalarını görebiliyordum. Bir işaretimle yüzlerce kişi buraya gelir ve kurtarırdı beni. Karar verdim tetiğe dokunmaya ve dokundum da.
- Bir kez mi?
Hayır. Çok kez ama patlamıyordu.
- Neden?

Bilmiyorum. Şarjörü çıkarıp tekrar taktım, yine olmadı.
- Ne yaptınız peki?
Tüfeği yere attım ve botlarıma baktım.
- Neden?
Acaba benimkiler daha mı iyiydi diye. Emin olamadım.
- Devam edin.
Aşağı doğru, var gücümle koşmak istedim bağıra bağıra ama başaramadım.
- Neden?
Dizlerimin bağı çözülmüş gibiydi. Olduğum yere diz üstü çöktüm.
- Palaskanız yeni miydi?
Evet. Neden?
- Belki arkadaşınızınkiyle değişirsiniz diye. Devam edin.
Sinema sahnesi gibiydi: Ben yüksek bir tepenin üzerinde, yerde diz üstü oturuyordum. Arkadaşım ve Kurt ölü, tüfeğim işlemiyor, etrafımda çekirgeler bağırıp çağırıyor ve bana doğru bir gelin geliyor, siyah bir atın üzerinde.
- Sonra?
Sonra ses yükselmeye başladı. Kulaklarımı kapattım avuçlarımla ama arttıkça artıyordu ve alayda hiç hareket yoktu. Sesi sadece benim duyduğumu düşündüm.
- Öyle miydi gerçekten?
Bilmiyorum.
- Devam edin.
O kulübeye vuran ışık, oturduğum yerin çaprazındaydı. Sonra sol çaprazımda da bir ışık belirdi, aynı hizada. Başımı çevirip arkama baktım, iki ışık daha gördüm.
- Dört ışık arasında mı kalmıştınız?
Evet. Sonra birden sesler kesildi, yer, gök sustu sanki. Birkaç saniye sonra dört ışığın kapladığı alanın içi aydınlandı.
- Ne renkti?
Kirli sarı sanırım.
- Devam edin.
Tam o an ilginç bir şey daha oldu.
- Ne oldu?
Ezan sesi duydum, hem de çok net.
- Hangi aydı?
Kasım.
- Saat kaçtı?
04.45
- Sabah ezanı... Devam edin lütfen, aydınlık olan bölüm dikdörtgen miydi?
Hayır, elips...
- Devam.
Bir el dokundu omzuma...
- Devam!
Parmakları birbirinden ayrık şekilde dokundu, omzumu karışlar gibi. Parmaklarının inceliğini ve uzunluğunu hissettim.
- Ne düşündünüz?
Yankesici olduğunu.
- Devam edin.
Sonra öbür omzumda da bir el hissettim.
- Ne yaptılar?
Beni ayağa kaldırdılar. Çok korkmuştum; onlara bakamıyordum bile.
- Sonra ne oldu?
Yönümü aşağı doğru çevirdiler. At yaklaşıyordu.
- Işıklar çıkmaya devam ediyor muydu?
Hayır, kesilmişti.
- Sonra?
Sonra cesaretimi toplayıp yavaşça başımı o yana çevirdim.
- Ne gördünüz?
Bir asker. Benim yaşlarımda, aynı kıyafetli ama çok eskiydi üstündekiler, pis, yırtık.
- Tanımıyor muydunuz?
Hayır. Saçları ve sakalları çok uzamıştı; yıllardır tıraş olmamış gibiydi.
- Hayal görmediğinizden emin misiniz?
Elbette eminim. Zaten bu atlı gelin ve eski asker hikayeleri alayda çok yaygındı. Gece nöbetçileri gördüklerini söylerlerdi zaman zaman ama yolun yarısında kaybolurmuş. Ben daha önce görmemiştim ve o an yolun yarısını çoktan geçmiş, geliyordu.
- Devam edin.
Sonra diğer tarafımdaki adama baktım. O da askerdi. Aynı eski kıyafet, aynı yaşlarda ve uzun saçlı, sakallı.
- Ne yapıyorlardı?
Elleri kollarımdaydı ve gözleri aşağıda, geline bakıyorlardı.
- Devam edin lütfen.
At biraz önümde durdu. Gelin duvağını kaldırdı. Göz göze geldik. Gencecik bir kızdı, en fazla on sekiz yaşında.
- Gelinliği nasıldı?
Çok eski, en az elli yıllık olmalı.
- Sonra ne oldu?
Duvağını örtüp atı mahmuzladı, sağa döndü, deponun arkasına doğru. Biz de onu sessizce takip etmeye başladık. Çok ağır yürüyorduk.
- Deponun arkasında ne vardı?
Tümen çok büyük bir alanın üzerine kurulmuştu; uçsuz bucaksız bir yerdi. En yüksek yeri, o an olduğumuz yerdi. Bu durumda, dürbünle bakmamıza rağmen dört tarafındaki herhangi bir ucunu göremezdik. En bilinmeyen yeri, deponun arkasında kalan kısmıydı.
- Hiçbir şey yok muydu orada?
Sadece mezarlık. Şehit askerlerin gömüldüğü ama en son asker elli üç yıl önce gömülmüş, ondan sonrakiler ailelerine teslim ediliyormuş.
- Daha önce gitmiş miydiniz oraya?
Depoya çok yakındı. Hatta devriye sınırlarımız içindeydi ama oraya kadar inmezdik, korkardık.
- Devam edin lütfen.
Gelin, mezarlığın girişinde durdu, biz de durduk. Atın üstünden indi. Bir şeyler mırıldandı.
- Ne diyordu?
Anlayamadım. Alçak sesle ve anlamsız konuşuyordu. Sonra mezarların üzerindeki topraklar kımıldamaya başladı ve aynı anda tüm mezarların içinden askerler çıktılar bellerine kadar ve bağırmaya başladılar. Deli gibi bağırıyorlardı.
- Ne diyorlardı?
Bir şey demiyorlardı, çığlık atıyorlardı.
- Siz ne yaptınız?
Ben de çığlık atmaya başladım.
- Neden?
Bilmiyorum. Çok korkmuştum; aklımı yitirmek üzereydim.
- Sonra?
Küf kokusu gibi bir koku kapladı ortalığı. Midem bulandı ve kustum. Bir süre sonra çığlığı kestiler. Gelin bir şeyler mırıldandı yine. Dört tanesi mezarlarından çıktı, bize doğru geldi. Robot gibiydiler. Bizi geçip gittiler. Öylece durduk on dakika kadar, sessizce.
- Sonra ne oldu?
Arkamdan sesler geldiğini fark ettim. Başımı çevirip baktım. Arkadaşımı ve kurdu sürüklüyorlardı. Yanımıza geldiklerinde durdular. Arkadaşımın kımıldadığını fark ettim. Az sonra da bağırmaya başladı.
- Ne diye bağırıyordu?
Bu botlar benim değil! Bu botlar benim değil!
- Devam edin.
Mezarlarından çıktılar. Gelini ortalarına aldılar. Tek sıra halinde dizildiler. Biz gelinin arkasındaydık. Gelin yürümeye başladı.
- Hangi tarafa?
Mezarlığın içine doğru. Biz de onu takip ettik. Çok ağır yürüyordu. Bir mezarın önünde durdu. O durunca iki tane asker mezarın toprağını elleriyle dışarı atmaya başladılar.
- Ne düşünüyordunuz siz o sırada?
Koğuştaki dolabımın içinde, havluların arasına para saklamıştım. Kesin yürütürler, diye düşünüyordum.
- Devam edin.
Toprağı iyice kazıp geri çekildiler. Gelin mezarın içine girdi ve gözden kayboldu.
- Sonra?
Askerler beni aynı mezara doğru sürüklemeye başladılar. Direnmeye çalıştım ama başaramadım. Yanımdakilerden biri indi önce. O da gözden kayboldu. Sonra diğeri beni mezarın içine itti. Ayaklarım girdi önce ve iki el paçalarıma yapıştı. Üstteki iterken alttaki çekiyordu.
- Tünel gibi miydi?
Evet.
- Ne kadar sürdü iniş?
On ya da on beş dakika kadar. Çok dardı ve pis kokuyordu. Ben sürekli kusuyordum.
- Sonra?
El paçalarımdan çekildi. Ayaklarımın toprağa değdiğini hissettim. Sonra tekrar ayaklarımdan tuttu ve dışarı çekti beni.
- Nasıl bir yerdi?
Çok alçak ve dar. İkimiz de başlarımızı eğmiştik, zor sığıyorduk bölmeye. Tam önümüzde basamaklar vardı. Beni bileğimden tuttu ve çekmeye başladı.
- Düz müydü basamaklar?
Hayır, döne döne iniyorduk.
- Nasıl görüyordunuz önünüzü?
Her dönemeçte meşale vardı. Koku ve dumandan nefes almakta güçlük çekiyordum.
- Diğerleri neredeydi?
Önümüzde gelin vardı. Ayak seslerini duyuyor ama göremiyordum. Arkamızdan da sesler geliyordu. Sanırım, hep birlikte iniyorduk aşağıya.
- Ne kadar sürdü inmeniz?
Bu daha kısaydı, on dakikadan az.
- Nereye çıktınız?
Geniş bir yere ama hiçbir şey yoktu, meşalelerden başka. Gelin önümdeydi, sırtı bana dönük. Bir süre bekledik orada.
- Ne beklediniz?
Sanırım herkesin inmesini bekledik. Sonra gelin ileriye doğru yürümeye başladı.
- Ne vardı ileride?
Ben bir şey görmüyordum, az ilerisi duvardı ama o yürüyordu. Duvarın tam önünde durdu. Sonra arkamdan iki asker ona doğru yürüdü ve elleriyle duvarı ittiler. Bir kapı açıldı. Geriye çekildiler. Işık vurdu kapıdan içeriye. Bulunduğumuz yer aydınlandı. Beni geline doğru sürüklediler. Yanında durdum. Askerler geri çekildi. Gelin koluma girdi ve kapıdan içeri girdik. Biz girer girmez de kapı kapandı.
- Diğerleri girmedi mi?
Hayır. Sadece ikimiz.
- Ne vardı içeride?
İnanılmazdı, kocaman bir salon, düğün salonu; tıka basa doluydu içerisi.
- Asker miydi konuklar?
Hayır. Aileydi hepsi, sivil, iyi giyimli. Biz içeri girince bir alkış koptu. Müzik çalmaya başladı.
- Ne çalıyordu?
Çok hüzünlü bir müzik, tam olarak hatırlamıyorum.
- Devam edin.
Piste doğru yürümeye başladık. Sonra biri bana seslendi.
- Kim sesleniyordu?
Başımı çevirip arkama baktım, annemdi.
- Yalnız mıydı?
Hayır, babam da yanındaydı. Onu teselli etmeye çalışıyordu. Annem ağlıyordu.
- Ne hissettiniz?
Neden ağladığına anlam veremedim. Böyle özel bir günde mutlu olması gerektiğini düşündüm. Yanına gitmek istedim ama Mukaddes kolumu bırakmadı.
- Mukaddes kim?
Gelin.
- Devam edin lütfen.
Bir süre öyle kaldım.
- Neden?
Annemle babamı seyrediyordum. Çok gençlerdi; giysileri çok komikti. Eski, çok eski filmlerdeki artistler gibi giyinmişlerdi. Gülümsedim.
- Neden?
Babam terziydi. Çılgın olduğunu düşündüm ama sonra etrafa bakınca herkesin az çok benzer şeyler giydiğini gördüm. Benim giysim de garipti.
- Siz ne giymiştiniz?
Asker giysisi.
- Devam edin lütfen.
Pistin önünde bize ayrılan bir masa vardı, oraya oturduk. Masanın üzerinde çerçevelenmiş, siyah beyaz bir resim vardı.
- Kimin resmiydi?
Bizim. Mukaddes ile benim. Üzerindeki tarih 1947'ydi.
- 69/3 tertip misiniz?
Evet.
- Devam edin.
Orada fazla kalmadık. Çok eski parçalar çalınıyordu. Yarım saat kadar sonra alkışlar arasında dışarı çıktık.
- Nereden çıktınız dışarıya?
Sağ ileride bir kapı vardı, oradan çıktık.
- Nasıldı dışarısı?
Yağmur yağıyordu. Akşam vakitleriydi. İnsanlar bize bakıyorlardı.
- Neden?
Giysimden dolayı sanırım. Gerçi ben de onlara bakıyordum. Erkeklerin hepsinin başında şapka vardı. İlginçlerdi.
- Sonra ne oldu?
Bir araba bekliyordu bizi, siyah bir araba, şimdiki Karaköy dolmuşları gibi. Bıyıklı, çok yakışıklı bir şoför kapıyı açmış, duruyordu. Önce Mukaddes bindi, sonra da ben. Ön tarafa da Mustafa oturdu.
- Mustafa kim?
Nöbet arkadaşım.
- İsmini hatırlamadığını söylemiştiniz.
Yukarıdayken hatırlamıyordum; ancak şimdi hatırlıyorum.
- Devam edin.
Bir süre hiç konuşmadan gittik ıslak yollarda. Sessizliği Mustafa bozdu.
- Ne dedi?
Bu botlar benim değil! Bu botlar benim değil!
- Devam edin.
Bir apartmanın önünde durduk. Şoför inip kapıyı açtı. Önce ben indim, sonra Mukaddes. Apartmanın önünde birkaç kişi vardı. Alkışladılar, aralarından geçip apartmana girdik. İkinci kattaki dairenin önünde durduk. Mukaddes kapıyı açtı, içeri girdik.
- Nasıl bir evdi?
Büyük. Çok sade. Güzel sayılır.
- Ne yaptınız ilk olarak?
Banyoya girdim, üzerimdeki kusmukları temizledim. Sonra geri döndüm. Mukaddes yoktu. Salona girdim, orada da yoktu. Yatak odasında buldum onu. Yatağın üzerinde oturuyordu.
- Ne yaptınız?
Yanına yaklaştım. Önünde durdum, yavaşça duvağını açtım.
- Sonra?
Öptüm onu. Ayağa kaldırdım. Sonra soyunmaya başladık ve yatağa girdik. Üzerine uzandığımda burnuma bir koku geldi, geri çekildim.
- Ne kokusu?
Pis bir kokuydu. Hani köpekler yağmurda ıslandıktan sonra çok pis bir koku çıkarırlar ya, ona benziyordu.
- Nereden geliyordu?
Mukaddes'ten. Kalkmak istedim üzerinden ama elleriyle ensemi tuttu ve kendine doğru çekmeye başladı. Koku giderek artıyordu ve Mukaddes değişmeye başlamıştı.
- Değişen neydi?
Tırnakları giderek uzuyordu. Ensemden etime giriyorlardı. Derisi buruşuyordu. Zayıflıyordu, bir balondu sanki ve sönüyordu.
- Ne yaptınız?
Kaçmaya çalıştım. Yataktan kalktım, o da kalktı. Göğüsleri karnına kadar sarkmış, saçları ise bembeyaz olmuştu. Dişleri yoktu ağzında. Beni kapıya dayadı. Öpmeye çalışıyordu. Saçlarından tutup onu itmek istedim, saçları elimde kaldı. Sonra derisi erimeye başladı. Bıraktı beni. Yere attı kendini. Bağırıyordu, yerde kıvranıyordu; acılar içindeydi.
- Ne yaptınız?
Kapıyı açtım ve merdivenlerden aşağı koşmaya başladım. Apartmanın çıkışında Mustafa tuttu beni yakamdan. Deli gibi bağırıyordu bana.
- Ne diyordu?
Bu botlar benim değil! Bu botlar benim değil!
- Sonra ne oldu?
Mustafa'dan kurtulup apartmana girdim tekrar. Yukarı koştum. Yatak odasına girdim. Mukaddes hâlâ kıvranıyordu.
- Sonra?
Apartmandan sesler gelmeye başladı. Kapıyı yumrukluyorlardı. Açmadım, kırıp girdiler içeri.
- Kim?
Askerler. Yakaladılar beni, kurtulamadım ellerinden. Götürdüler.
- Nereye?
Önce revire götürdüler beni. Birkaç gün orada kaldım. Sürekli sayıklıyordum. Sonra hastaneye sevk ettiler.
- Ne sayıklıyordunuz?
Ben almadım! Ben almadım!
- Anlıyorum. Sonra da bana getirdiler sizi. Şimdi size bir antidepresan yazıyorum. Bir süre kullanacaksınız bunu. Hemşireler yardımcı olacaklar size. Sonra yine bana getirecekler. Kısa sürede atlatacağınızı umuyorum. Yakında birliğinize geri döneceksiniz. Merak etmeyin, su deposu nöbetinden muaf olmanızı sağlayacağım.

Götürün arkadaşlar!




30 Kasım 1990 / Ankara
Askeri hastane
Tabip yüzbaşı Cenk Erden'in odası
------------------------------------------------
Bu konuşmayı yaptıktan hemen sonra, daha odasına varmadan hastayı kaybettik.
- Nasıl olmuş?
Koridorda yürürlerken nöbetçilerin arasında fenalaşmış ve can vermiş.
- Sebep?
Bir teşhis konulamadı. Gürültüyü duyunca ben de gittim. Ağzından tükürükler boşanmıştı ve gözleri fal taşı gibi açık, yatıyordu yerde.
- İlginç.
Daha da ilginci var: Bir araştırma yaptırdım, arşivden 1947 yılındaki erlerin listesini istettim. Kasım ayındaki su deposu nöbetçilerini inceledim. İnanmayacaksın ama 13 Kasım 1947 gecesi, üç-beş saatleri arasındaki nöbetçiler kayıp. Tüm aramalara rağmen bulunamamışlar. Gerçi cinsi ve yaşı belirtilmiyor ama deponun bir de köpek bekçisi varmış, o da kayıp.
- İnanılmaz!
Üstelik kayıp olan erlerden birinin teskeresine on beş gün varmış. Nişanlıymış, terhis olur olmaz düğünleri yapılacakmış.
- Nişanlısına ne olmuş peki?
Sinir krizi geçirmiş, kaybolduğu yeri görmek istemiş. İzin alınmış ve iki asker nezaretinde depoya çıkarılmış.
- Sonra?
Deponun arka tarafındaki mezarlığın içine doğru gitmiş ve kaybolmuş.
- İnanılır gibi değil.
Öyle! Tam bir hikaye konusu.





13 Eylül 2003 / İstanbul
Araştırmacı yazar Esat Çelik,
yayınevi editörü ile
---------------------------------------
Araştırdım, 1990 yılında hastanenin kayıtlarına böyle bir olay geçmemiş. Beş yüz tonluk su deposu bulunan tüm birlikleri de taradık; ne 1947/48 yıllarında ne de 1989/90 yıllarında ölen ya da kaybolan kimseye rastlayamadık.
- O halde hikaye olmalı.
Ben de öyle düşünüyorum. Zaten 'Öyle, tam bir hikaye konusu.' diye bitiyordu. Bir şey daha var ama...
- Nedir?
Ankara'daki bir birliğin su deposu nöbet tutanaklarında, nöbetçilerin sıkça bir ses duyduğu söyleniyor.
- Ne zamandan beri?
İlk 1990 kasımında olmuş, ondan sonra belli aralıklarla bugüne kadar bu tür kayıtlar var. Deponun arka tarafında bir mezarlık varmış. Ses oradan geliyormuş.
- Duydukları ses neymiş?
Ben almadım! Ben almadım!
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Nisan 2007       Mesaj #584
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Patates, Yumurta ve Kahve

Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikayet eden; her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı. Hayat, ona göre, çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu.

Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla dolurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı.
Yirmi dakika sonra, adam cezvelerin altındaki ateşi kapattı. Birinci cezveden patatesi çıkarttı ve bir tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu. Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı. Kızına “Ne görüyorsun?” diye sordu. Kızı alaylı bir şekilde “Patates, yumurta ve kahve!” cevabını verdi. “Daha yakından bak!” dedi baba… “Patatese dokun”. Kız babasının dediğini yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi. “Aynı şekilde, yumurtayı da incele” dedi babası. Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü. En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi. Söylenileni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla birlikte bir gülümseme yayıldı ve “Bütün bunlar ne anlama geliyor baba?” diye sordu.
Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı kaynar suyun içinde kaldıklarını ama, farklı tepkiler verdiklerini söyledi. Patates daha önce sert, güçlü ve taviz vermez görünürken, kaynar suyun içinde güçten düşmüştü. Kırılgan yumurta ise, kaynar suyun içine girince güçlenip, katılaşmıştı. Ancak kahve çekirdekleri bambaşkaydı.
“Sen hangisisin?” diye sordu baba kızına.; “Sıkıntıya düştüğünde ne tepki vereceksin? Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin? Yumurta gibi kalbini mi katılaştıracaksın? Yoksa, kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin?”
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
7 Nisan 2007       Mesaj #585
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Hayatı Iskalama Lüksün Yok Seninnn...
Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan,"Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karşılaşabilirsin.
İki ucu keskin bıçaktır bu işin.Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz. Sen,"Ama senin için şunu yaptım" derken o,"Şunu yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka hiç getirmediğin bir iddayla karşılaşacaksındır.
Üzülme,sen aşkı yaşaması gerektiği gibi yaşadın. Özledin,içtin,ağladın,güldün,şarkılar söyledin,düşündün,şiirler yazdın. "Peki o ne yaptı?" deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Senin hayatı ıskalama lüksün yok. Onun varsa bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın.
Her zamanki gibi yaşayacaksın sen."Acılara tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani,yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor. KKitap okurkende mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç girmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana. Yine içeceksin rakını balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası....
Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun ki aslolan YÜREKTİR. Yürek sesini bilmeyenler,ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma;yaşadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler.Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil,güneşin çiçekleri dolduracak yüreğiniii....
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
7 Nisan 2007       Mesaj #586
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
kızın adı Su erkeğin Ateş.
Nasıl bir mutlu son yazılabilir ki…? ! ...Kar’a aşık olan Kardelen gibi,renkli kırlarda açmak yerine tek başına dağlarda açan bir garip aşıktır kadın…

Yazgı bu ya; olmadık zamanda olmadık adama tutulmayı o seçmemişti…Sadece oldu,bir anda oluverdi her şey… Sel baskını, çığ düşmesi, yıldırım çarpması gibi kapılıp gitmişti sadece…Sanılmasın ki bu aşkın imkansızlığı tek taraflı oluşundan. Ateşte sevdi Su’yu yandı daha alevli daha kavurucu…Ama doğru insan -yanlış zaman,yanlış insan -doğru zaman …Bazen sevmekte yetmiyordu…Doğa ananın kanunlarına inat yaklaştılar dar zamanlarda …birbirlerini sevdiler diye ne ateş söndü ne su buhar olup bitti… Her şeye rağmen,her şeye inat kavuşma hayaline umutsuz bir umutla tutundukça çoğalıyorlardı…Onları tüketen ayrı geçen zamanlardı… Zaman yetmedi,yetmeyecekti de… Bir yol arayıp durdular dokunabilmek için; ama Su Ateş’e dokunda yanıyor,buhar oluyordu, Ateş Su’ya yaklaşsa dumanı tütüyor sönmeye yüz tutuyordu…Çaresiz gözleriyle,sözleriyle,ruhlarıyla sevişiyorlardı… Ten tene değmeden,teri kokusu bir birine sinmeden…Çaresizlikle mayalanmış yürekleri bir birleri için kabarıp dururken…Bilmiyorum bu öyküye nasıl bir mutlu son yazılabilir? ! …Ne birlikte ne ayrı olmuyor,olamıyordu… Yasaklardı birbirlerine ama olmuştu işte sevmişlerdi…Canlarını yakan tüm çaresizliğe kapatıp gözlerini sevdiler,ateşe koşan pervaneler gibi inadına ve ölesiye …

Su için rüzgar neyse oydu bu aşk onsuz durgundu…Güneş neyse oydu bu aşk onsuz soğuk ve pusluydu…Balıklar,gemiler,martılar neyse oydu bu aşk yokluğunda kimsesiz,sessizdi…

Ateş içinde hava neyse oydu bu aşk onsuz için için sönüyor,ölüyordu…

Velhasıl bu hikayenin ne başı var ne sonu…Elde var aşk ve hüzün…Su ağlar,Ateş yanar için için yer bitirir kendini…kavuşamazlar… Bu yüzden mi çok büyüktü aşkları… Leylayla Mecnun,Aslıyla Kerem,Ferhatla Şirin gibi gözleriyle,sesleriyle,sözleriyle,…umutsuzluktan dişleriyle tırnaklarıyla umut yaratıp sevdikçe bağlandılar,bağlandıkça sevdiler ki ne fayda…Aşk mazoşistçe bir şey belki de…acıttıkca canda hasreti büyür,eksilmez,vazgeçilmez… Sigara tiryakiliği gibi öleceğini bile bile ciğerlerini doldurursun her nefeste biraz daha katranı çöker yayılır damarlarına… Bazı insanların kaderimidir,imkansız aşklar için mi yaratılırlar…Yinede hangisine sorsanız”Aşk imkansızken de güzeldir! ” Özlemekte güzel, için için yanmakta,bir insanın uğruna ömrünü adamakta güzel,yokluğunun başladığı her yerden bir insanı yeniden yeniden çoğaltmakta… Kadının adı Su erkeğin Ateş…Nasıl bir mutlu son yazılabilir ki…

“Ben seni unutmak için sevmedim,uzayan yollara neden inandın…”

Ayrılıkta sevdaya dahil demiş şair ve şarkılar yazılmış Ateşle Su gibi kavuşamayan nice sevgililere…Dedik ya kadının adı Su erkeğin Ateş diye…Nasıl bir mutlu son yazılır bu kırık dökük hikayeye…


karatutkum
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Nisan 2007       Mesaj #587
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sahip Olduklarımızın Değerini Bilmek

Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk kapımı çaldılar. “Eski gazeteniz var mı, bayan?” Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim, ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi. “İçeri girin de, size kakao yapayım” dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı. Kakaonun yanında reçel ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım işlerimi yapmaya koyuldum. Fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti bir an ve başımı uzattım içeriye. Küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu. Erkek çocuğu bana döndü ve “Bayan, siz zengin misiniz?” diye sordu. “Zengin mi?Yo hayır!” diye yanıtlarken çocuğu, gözlerim bir an ayağımdaki eski terliklere kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve “Sizin fincanlarınız ve fincan tabaklarınız takım” dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu. Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi, ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı. Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim patateslerin tadına baktım. Sıcacıktı patatesler, başımızı sokacak bir evimiz vardı. Bir eşim vardı ve eşimin de bir işi. Bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri halının üzerindeydi hala. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim de. Olur ya unutuveririm ne denli zengin olduğumu
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
7 Nisan 2007       Mesaj #588
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Yine soğuk sisli bir kış sabahıyla uyanıyordu hayat. Uykusunu almamış üşümeye alışkın, bu şehrin insanları, "kaç gündür bu ne sis" diye kendilerine sorarak duraklara hızlı hızlı yürüyordu.
Açınca gözlerini, bu aynı siyah beyaz görüntüyle uyandı sokak köpeği. Karnında açlığın boşluğuyla çenesini yırtarcasına esniyordu ki, onu gördü. İşte dedi yine o, tedirgin adımlarla yürüyor;gözlerini benden saklayarak; Tanrım benden neden bu kadar korkuyor; acaba çok mu çirkinim ona; oysa o kadar büyük ki o, bana kıyasla. Doğruldu ve dimdik durmaya çalıştı her sabah onu görünce yaptığı gibi. Ama o yine gözlerini kaldırımdan ayırmadan uzaklaşmıştı.
Biraz arkasından yürüdü son bir umutla, ve havladı peşinden, "ne olur dön de bir kerecik bak bana" der gibi.
Çatlak kaldırımların üzerine bıraktığı çöplerin yanına gitti. Onun kokusunu arıyordu çöplerde, bir mendil, bir peçete. Bulamadı.. Birden tüm cesaretini toplayıp, yeter dedi, dokunacağım ona, kokusunu bilmeliyim ve koşmaya başladı arkasından uzun boylu güzel kızın.
Kız, ani bir fren sesiyle arkasına dönüp baktığında, yerde kanlar içinde yatıyordu sokak köpeği. Son gördüğü siyah beyaz kareydi uzaktan ona bakan kızın yerdeki gölgesi.
Sisin içinde kaybolan bedeni caddeden akan arabalardan biriyle buluşmuştu. Zaman ve uzam bir kez daha koordinatlarını ölüme odaklarken, kapanan gözlerinde yorgun ve kirli vucudunun nihayet dinlenme arzusu vardı.
Karanlığın içinden gelen seslerle irkildi birden:
- Kıpırdadı
- Nasıl taşıdınız buraya
- Bir taksici yardım etti
- Bir dakika bile geç getirseydiniz ölmüştü. Artık kanama durdu ama bu köpek çok zayıf. Bu halde fazla yaşamaz sokakta.
- Burda kalamaz mı ?
- Hanfendi hangisiyle uğraşalım biz. Belediye’yi ararız gelir alırlar.
- Sonra ?
- Bırakırlar bir yere, tarla falan... Onlar da atar başlarından.
- Ben işe çok geciktim. Neyse, borcum nedir?

İşte, bu onun sesiydi. ve elleri başındaydı konuşurken, kokusu belleğindeydi artık. Nereye gitse bulurdu bundan sonra onu. Ölmek nedir bilmiyordu. Ama koşup ona kavuşmak için bir daha gözlerini böyle kapatmayacaktı. Ne olursa olsun yaşayacaktı.

- Aşkım korkma sokak köpeği o, hem bak aksıyor zavallı, bişey yapmaz sana, sadece aç işte.
- Ama aşkım, çok yaklaştı. Aşkımm, bu geçen ay veterinere götürdüğüm köpeğe çok benziyor. Evet o, bak ölmemiş yaşıyor.
- Dur ben eve gidince ona bişeyler indireyim.
- Aşkımm benim, düşünceli sevgilim. Aşkımmm ama biz taşınmadan önce olmuştu. Tesadüfe bak, dii mi.
- Çok sevgi dolu bakıyor baksana sana. Aşık bence bu sana, aramış bulmuş seni.
- Aşkımm yok artık.

Çok mutluydu, artık sesinde korku yoktu o güzel kızın ve sevgiyle bakıyordu ona. Kalan ömründe bundan sonra hep bu çifte rastlayacak. Sıcak yemek ve sevgi depolayacaktı...
vain - avatarı
vain
Ziyaretçi
7 Nisan 2007       Mesaj #589
vain - avatarı
Ziyaretçi
Acaba kim kaybetti ? vaktim gelmisdi kutsal görev icin sayili gunum kalmisdi. birden o kiz ciki verdi karsima ilk defa asik oldugumu anlamisdim ve cok heycanliydim zaman gecerken ben ona isiniyordum o bana askerlik sanki aklimda yokdu herseyim oydu. ve ayrilik vakti gelmisdi terminalde birbirimize verdigimiz sozler ve son defa ki o opucuk vardi hatiralarimda. her gun boyuinca konusmalar telefonda ozlemleri hasretleri dile getiyorduk belli vakitten sonraa cumleler kisalmaya baslamisdii eee anlat demeler belliydi birseyler oldugu her sordugumda ne var diye yanit kocaman bir hicc yok bir sey ewet artik hic bir sey yoktu . o gun telefon caldiginda anlamisdim artik hersey bittiginii beni baskasina veriyolar umlesi ile aglamasini duymustum iste o anda insan yasarken öldugunu o an ben anlamisdim ve yasamisdim olmaz dedim ailenle konusayim izinde seni istemeye geliriz dedim olmaz yaniti gelince ewet dedim her sey biti . ama neden bitmisdi o sozler neden unutulmusdu pek vakit gecmeden teyzesinin kizi ile konustum o olanlari sefaf bir bicimde anlatti bu benim sewdigim benim deger verdigim hayattimi paylasacagim kisi beni baskasi ile aldatmisdi ve hamile kalmisdi bu yuzden benden ayrilmak istemisdi hayat insana her zaman mukkemel olani sunmaz seni test etmek icin bazi olaylar yasatir bende o olayi yasiyordum tamam hayatinda mutluluklar ona dedim ve 1 senelik ewliigin ardindan bosandilar bir cocugu ile annesinin yaninda bir siginti gibi kaldi simdi size soruyorum acaba kim kaybettii ????????
alıntıdır...
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
7 Nisan 2007       Mesaj #590
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
BANA GÖZYAŞI BORCUN VAR !


Adam genç kadına seslendi:
- Bana gözyaşı borcun var!

Genç kadın sordu:
- Nasıl öderim?

Adam gözlerini kırptı;
- Haydi gülümse!

Gülümsedi genç kadın. Adam, cebinden mendilini çıkarıp, borcunu sildi.
Ve mendilini özenle katlayıp, yine kalbinin üzerindeki iç cebine koydu.

Bir demet mor sümbül vardı kadının elinde.
İkisi de bahar kokuyordu...
Biri ilkbahar, diğeri güz.

Adam, seslendi yine;
- Bana mutluluk borcun var!

Genç kadın, biraz mahcup, biraz şaşkın sordu:
-Nasıl ödeyebilirim?

Heyecanlandı adam
- Haydi yat dizlerime!

Genç kadın bir kedi uysallığında, yattı dizlerine usulca.
Adam, şefkatle saçlarını taramaya başladı kadının.
Saçları, güneşe ve yağmurlara hasret hiç yaşanmamış baharlara benziyordu.
Çaresizliğini ördü sırasıra.
Sonra saçının her teline, mutluluğun çığlıklarını bağladı adam.
Yetmedi, gizli düğüm attı... Ağladı.
Hava kararmak üzereydi. Dışarıda yağmur yağıyordu delice.
Adam, sürekli borç defterlerini kurcalıyordu.

Genç kadının gözlerinin içine baktı;
- Bana yürek borcun var!

Borcunun farkındaydı sanki genç kadın, şaşırmadı.
- Bu borcumu nasıl ödeyebilirim?

Adam kollarını uzattı
- Haydi tut ellerimi!

Sümbül kokusu sinmiş ellerini uzattı genç kadın.
Elleri öyle sıcaktı ki, eriyiverdi bütün borcu avuçlarının içinde.
Genç kadın gitmek üzereydi.

Adam son kez seslendi;
- Bana can borcun var!

Kadın irkildi;
- Can mı?

Sigarasından derin bir nefes çekti adam;
- Evet... Can borcun var. Sensizlik öldürüyor beni!

Hoşuna gitti sözler kadının
- Peki bu borcumu nasıl tahsil etmeyi düşünüyorsun?

Adam, biraz daha yaklaştı;
- Yum gözlerini!

Hiç tereddüt etmeden yumdu gözlerini.
Adam da yumdu gözlerini, masumca bir öpücük kondurdu
kadının titreyen dudaklarına.

- Bu ne şimdi yaptığın? diyerek çattı kaslarını kadın...
Adam, pişmanlıkla, memnunluk arasında gidip geldi. Kekeledi;
- Hayat öpücüğüydü!

Kısa bir sessizliğin ardından bu kez kadın öptü adamı şehvetle...
Adam, şaşırdı;
- Ya senin bu yaptığın neydi?

Genç kadın kapıya yöneldi;
- Veda öpücüğü!

Kalan borçlarına karşılık, yürek dolusu çaresizlik
ve bir de mor sümbüllerini masanın üzerine rehin bırakıp gitti genç kadın.

Adam koştu peşinden sümbülleri geri verdi kadına.
- Ne olur iyi bak umut çiçeklerime, solmasınlar...

Genç kadın sümbülleri aldı:
- Merak etme, gün aşırı sularım çiçeklerini!

Adam sevindi:
- Güneşe, suya gerek yok. Gülümse yeter!

Kadın gözden kaybolurken haykırdı adam,
- Umutlarımı kefil yaptım. Unutma, bana aşk borçlusun!

Haykırışı yağmura karıştı.
Kadın, yağmuru hissetmeyen kalabalığa...



Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat