Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 58

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 547.595 Cevap: 1.812
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
5 Nisan 2007       Mesaj #571
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ağlamak yok dedim artık sevdiğini bırak gitsin eğer seviyorsa mutlaka geri dönecektir, dönmediyse zaten hiç senin olmamıştır. Gidişinle yüreğime bir çizik attın bu yüzden tek ilacım sensin.

Sponsorlu Bağlantılar
Ayrılığa çok uzak duran gönlüm, yüreğimin tek basımlık gazetesine benden habersiz ilanlar verdi. Sevdamı, kaybettim hükümsüzdür. Ne bir cevap geldi ne de bir telefon. Masamdaki son gülde soldu solacak. Senden gelen nefesi bekliyor...
Sen dönülmez bir yolmuşsun kestiremedim bunu önceden ama aradığım adreste senmişsin meğer. Kendimi sana giden yolun başlangıcında sanırken aslında sana o kadar yol almışım ki farkında olmadan bu yüzden sensiz yapamayışım.

Menzilim sendin tek bildiğim buydu Geri dön dersen dönemem bir tanem çünkü ben senden habersiz seni alıp gitmişim, sana ulaştıktan sonra ben menzili bile geçmişim sen bu yüzden benden bir adım gerisin sevgi yarışında ben seni çoktan geçtim Ardımda sevdalarım, önümde ıslak toprak kokusu kalmıştı.

Vazgeçemeyişim ile sabahladım, avuçlarımdaki kalp kırıntılarıyla. Bir sana kadeh kaldırdım bir de soğuk kaldırımlara. Gökteki yıldızları meze yaptım. Ve senden habersiz hepsini kalbime sapladım.

Bulutlara elimi uzattım yüreğimde şimşekler çaktı. Heyecanlarım coştu , koştu, yoruldu ve sensizlikle duruldu...


Nerden sevdim dedim. Cevabını bulamadım. Neden sen dedim. Bu sorunun da cevabını bulamadım.

Söküğünü dikemeyen terzi gibiydim. Sökülmüştü yüreğim bir baştan bir başa. Titrek ellerim ne iğneyi tutar ne de ipliği.

Şimdilerde bir hoşum, bir elimde hüznün kadehi diğerinde çocuksu sevdam. içimde ki çocuk Minik parmaklarıyla elindeki süt beyaz tebeşirle yazılar yazmakta karanlık odamın soğuk duvarlarına.

Küçük harflerle başlayan büyük harflerle son bulan. Eğricik, kargacık, burgacık. özLeDİM...


Yoksa gençliğin en çağlayan zamanında uçarı bir sevda mıydın umarsız bir sevgi miydin....

sana dokunamamak, seni doyasıya seyredememek, yanına sığınamamak ne bir çocuksu sevda kaldırabilir bu yükü nede uçarı bir aşk dayanır en genç vücuduna rağmen çöker omuzları, aslında hep varken bile, yanımda olmayışına, benim için hep hayallerde kalacağına dayanılırmı sence


Bir masaldı yaşadıklarım. Bir varmışla başlayan bir yokmuşla son bulmayan.

Nasıl bir özlemekti bu sevgiyi boşlukta, sevdayı bilinmezlikte arayan. Nasıl bir masaldı...yanlızca ikimize gerçek….

NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
5 Nisan 2007       Mesaj #572
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
gul13ea
İmkansızdık
Sponsorlu Bağlantılar

Sen; içinde baharı gizleyen kışımsın benim...

Ve biliyorum ki o baharın güneşinde tenim esmer olmayacak hiç. Bana susmak
düşecek, payıma kilitlenmiş bir yürek kalacak. Kaderi önceden belirlenmiş
konuşmalar, paylaşmalar, bakışmalar olacak. Bir yerde aykırılığım tutup sarılsam
da içimde sana, sen bunu hiçbir zaman bilemeyeceksin...

Git diyorum sana, kalma yüreğimde, bu kadar özleteceksen kendini. Bir bakış;
gözüm gözüne değiyor; hissediyorum... Gitme diyorum. Kal geldiğin yerde. Ne
gitmelerin bitiyor; ne de benim sana kal demelerim...

Hangi aralıkta girmiştin içime anlamadım. Tüy gibi hafif, usul usul inivermiştin
yüreğime. Kabullenemedim önce. kocaman yalanlar söyledim kendime. Ben dışımda
tutmaya çalışırken seni, meğer içerde hakimiyetin çoktan başlamıştı. Kuşatmıştın
dört yanımı; ve kendim için çok geçti. Yerle bir olmuştu her şey. Olmazsa
olmazlarım; ilkelerim, yargılarım...

Nasıl bir şeydi, bu beni böyle yağmalayan. Şimdi karşı durmuyorum Sana, nasılsa
buluyorsun bir yolunu ve sarmalıyorsun içimi dışımı. Ayak seslerini duyuyorum
hangi yöne gittiğini bilemeden. Ben yaşanmış bir aşkta eski yaralarıma
yanıyorum, Sen yaralarına benden sevda sürüyorsun. "Belki"lerden,
"ihtimal"lerden, "keşke"lerden medet umuyorum, Senin belki de yabancısı olduğun
düşler büyüterek...

Ben, suretine değil, aslına dokunma ihtimallerinde mutlu oluyordum.
Ben seninle, aynı coğrafyada yaşayabilme ihtimalinden huzur buluyordum.

Şimdi, bilinci küflerinden kurtulmuş bir yürekle, süresi diğer aşklardan çok
daha uzun olacak bir aşkın ömrünü anlatıyorum, Sana dair yazılanlarda...

Şimdi, bir sayfa dolusu cümlelerle; bir imkansızlığın mucizeye dönüşünü
anlatıyorum...

Şimdi, bozgun sonrası imkansız bir zafer kazanan bir orduyum, bir yenilgide
zafer ne kadar anlam taşıyorsa o kadar anlamlaşıyorum...

Şimdi ben, dağıldıkça kurulan yeni düşlerde Sana bakıyorum… Umut; hep var olacak
çünkü...
gul13ea


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Nisan 2007       Mesaj #573
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SÖRFÇÜ


Sahile ardı ardına birkaç büyük dalga vurdu, çok sayıda kadın ve çocuğun Silivri’de sıcak yazın ve tembel bir öğleden sonranın tadını çıkarttığı sırada.

Biraz öncesine kadar deniz çok sakindi. Birkaç kaba dalga daha kumsalı dövünce kadınların bazıları çığlık attı. Birkaç iri dalga daha geldi sonra. Kadınlardan biri iskelede güneşlendiği yerden kalkıp sığlıkta yüzen çocuklara gitti:
“Çocuklar çok dalgalandı deniz, hadi çıkın dışarı”
Diğer kadın da ona yetişti:
“Hadi yavrum gelin, yeter artık. Bak ne çok dalga geliyor zaten. Aman çocuğum gel, çık sudan”
Çocuklar annelerinin dediğini yapmak istemediler ama kadınların direncine karşı koyamadılar.
İskelede kalan kadınlar da ardı ardına gelen ve gittikçe büyüyen dalgalara huzursuzca baktılar.
“Bir şeyler mi oluyor ne?” dedi bir tanesi
Diğeri havlusunu serdiği yerden kaldırırken:
“Yalova’da da böyle kocaman dalgalarla başlamış.”
“Öyle mi olmuş?” dedi bir diğeri “Rabbim, korusun bizi. Burada fazla durmamak lazım o zaman”
“Deprem mi oluyor dersiniz?”
“Ben bir şey hissetmedim, ayaktaydım ama iskele üstünde mi anlamıyoruz acaba? Siz hissettiniz mi?”
“Yok, ben deminden beri yatıyorum ama… bu dalgalar da nedir ki böyle?”
“Sakin olun canım, telaşlanmayalım hemen.”
“Aman ne olur, ne olmaz çocukları toplayıp gidelim.”
“Dur sakin ol”
“Ay, bak elim ayağım titremeye başladı şimdi”

Biraz sonra evlerin olduğu taraftan hızlı adımlarla gelen bir kadın göründü ve iskeledekilerin yanına gitti. Neredeyse kumsaldaki herkesin duyacağı şekilde:
“Van’da 3.5 şiddetinde deprem olmuş, 2 saat önce” dedi.

İşte sihirli kelimeleri söylemişti.

Deminden beri kararsız kalan kadınlar yerlerinden fırladılar.
“Kesin şimdi dev bir dalga gelecek, bak görüyor musun deniz kabardı.”
“Evlerin arkasına mı gitsek?”
“Hayır, arkadaki tepeye gidelim bence”
“Hadi, dalganın gelip bizi yutmasını mı bekleyeceğiz, gidelim buradan. Yürüyün çocuğum, hızlı yürüyün. Kızım sen de geride kalma, gelsene.”

Çocukların itiraz etmesine aldırmadan onları alıp plajdan öyle hızlı ayrıldılar ki, sörfçü suratındaki şaşkın gülümsemeyle bu panik dalgasını izledi. Yanında oturan arkadaşı da en az onun kadar şaşkındı:
“Sence deprem olur mu?”
“Hiç sanmam.”
“Van’da olmuş ama!”
“İyi de, mutlaka burada da olacak diye bir şey yok ki!”
“İnsanlar nasıl da toz oldu birden, hayret vallahi”
“Dev dalgalar gelecek ya, yutacak hepimizi.”

Gülüştüler.

“Okyanus mu burası? Küçücük iç deniz. Sence deminki dalgalar neydi?”
“Bilmem, deniz altı geçmiştir belki, ya da hava poyrazlıyor da olabilir.”
“Vay be, bir dalga geldi, plajda kimse kalmadı.”
“Güzel de oldu. Plaj bize kaldı. Gürültü de kesildi.”
“Doğru vallahi. Neydi o şamata. Arada bir böyle deprem söylentisi çıkarmalı!”

Kuvvetlice bir esinti geldi, ağaçtaki dalları yatırdı. Sörfçü heyecanlandı:
“Rüzgâr çıkıyor. Demin dalgalandı ya, bak şimdi rüzgârı da gelmeye başladı.”
“Onun için mi dalga olmuştu dersin?”
“Tabi, hava döndü, o yüzden.”
“Tam senin havan bu!”
“Doğru, hava güzel. Ben gidiyorum. Sonra görüşürüz.”

Sörfçü havaya bir kez daha baktı. Yelkenini evinin bahçesinden alıp kafasının üzerinde denizin kenarına taşıdı. Sonra bordunu taşıdı, yelkenin yanına koydu. Evinden sörf giysisini de aldı ve vücuduna deri gibi yapışan bu kıyafeti hızlıca giydi. Beline trapezini taktı. Her denize çıkarken hissettiği gibi heyecan duydu. Denize açılmak onu hep heyecanlandırıyordu. Az sonra sörfünü kullanırken nasıl bir performans göstereceğini ya da denizde neler olacağını bilmiyordu. Deniz de, sörf de bilinmezlerle doluydu ve bu bilinmezleri keşfetmenin tek yolu denize çıkmaktı. Rüzgâr sörfünü suya attı. Uzun saçları gözüne gelmesin diye bir saç tokasıyla topladı onları. Yelkeni suya taşıdı ve bordun üstüne çıktı. Koy içindeki hafif rüzgâr onu önce usul usul itti, dışarı doğru çıktıkça rüzgâr şiddetlendi. Trapezin kancasını yelkene taktı ve ağırlığını geriye verdi. Rüzgâr ne kadar şiddetlenirse yelkene ağırlığını o kadar bindirebilirdi ve böylece o yelkeni değil, yelken onu taşırdı. Rüzgârın hızını hissettikçe bordun gerisine yürüdü ve ayaklarını strap denen kayışlara taktıktan sonra yelkene bütün gücüyle asıldı.

Şimdi dörtnala giden bir atı sürer gibiydi. Rüzgâr sörfü hızlanmış, sörf tahtası dalgalara çarptıkça çıkan serpintiden baştan aşağı ıslanıyordu. Eriştiği hızdan memnun kaldı. Dalgaların üzerinden atlıyordu ve hızlandıkça coşuyordu.
“Önemli olan güç değil, teknik” dedi içinden. Bir kadın olarak erkekler kadar güçlü değildi belki ama vücudunun ağırlığını rüzgâra göre doğru kullanmak önemliydi. Zaten kim rüzgârdan daha güçlü ki! Kim doğayı yenebilir?

Rüzgâr çekiştiği bir rakip, denizse onun dostuydu ve şu an aldığı keyfi verebilecek başka pek az şey vardı. Biraz önce öbür kadınların sahildeki paniğini ve nasıl birkaç dalgada kaçıştıklarını hatırladı. Güldü kendi kendine:
“Millet paranoyak oldu. Neredeymiş şu tsunami? Gidip bakalım bari!”

Sahildeki evler küçük noktalar haline gelene kadar koyun dışına çıktı. Şimdi sahil şeridinde Selimpaşa, hatta Kumburgaz, sonra gerisinde bir duman içinde İstanbul görünüyordu. Biraz ötesinde, az açıkta sudan sıçrayan birkaç yunus gördü. “Şunları bir yakından görebilsem” diyerek onlara doğru gitmeye çalıştı ama yunuslar ürktüler ve çabucak gözden kayboldular. Vazgeçti. Yeterince açığa çıktığını düşündü. “Dönelim artık” deyip bir dönüş yaptı ve sahile, içeri doğru kaymaya başladı. Şimdi dalgalardan da yardım alıyor, dalga sırtında adeta uçuyordu.

“Deprem, meprem…” dedi.
“Herkes korkak olmuş, şu denizden güzeli var mı?”

Az önce sahilde dinlediği şarkı takıldı diline, mırıldanmaya başladı. Nasıl olsa burada onu martılardan başka duyan yoktu.

Soprano bir ses denizin sesine karıştı.
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
5 Nisan 2007       Mesaj #574
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü
Yine soğuk sisli bir kış sabahıyla uyanıyordu hayat. Uykusunu almamış üşümeye alışkın, bu şehrin insanları, "kaç gündür bu ne sis" diye kendilerine sorarak duraklara hızlı hızlı yürüyordu.
Açınca gözlerini, bu aynı siyah beyaz görüntüyle uyandı sokak köpeği. Karnında açlığın boşluğuyla çenesini yırtarcasına esniyordu ki, onu gördü. İşte dedi yine o, tedirgin adımlarla yürüyor;gözlerini benden saklayarak; Tanrım benden neden bu kadar korkuyor; acaba çok mu çirkinim ona; oysa o kadar büyük ki o, bana kıyasla. Doğruldu ve dimdik durmaya çalıştı her sabah onu görünce yaptığı gibi. Ama o yine gözlerini kaldırımdan ayırmadan uzaklaşmıştı.
Biraz arkasından yürüdü son bir umutla, ve havladı peşinden, "ne olur dön de bir kerecik bak bana" der gibi.
Çatlak kaldırımların üzerine bıraktığı çöplerin yanına gitti. Onun kokusunu arıyordu çöplerde, bir mendil, bir peçete. Bulamadı.. Birden tüm cesaretini toplayıp, yeter dedi, dokunacağım ona, kokusunu bilmeliyim ve koşmaya başladı arkasından uzun boylu güzel kızın.
Kız, ani bir fren sesiyle arkasına dönüp baktığında, yerde kanlar içinde yatıyordu sokak köpeği. Son gördüğü siyah beyaz kareydi uzaktan ona bakan kızın yerdeki gölgesi.
Sisin içinde kaybolan bedeni caddeden akan arabalardan biriyle buluşmuştu. Zaman ve uzam bir kez daha koordinatlarını ölüme odaklarken, kapanan gözlerinde yorgun ve kirli vucudunun nihayet dinlenme arzusu vardı.
Karanlığın içinden gelen seslerle irkildi birden:
- Kıpırdadı
- Nasıl taşıdınız buraya
- Bir taksici yardım etti
- Bir dakika bile geç getirseydiniz ölmüştü. Artık kanama durdu ama bu köpek çok zayıf. Bu halde fazla yaşamaz sokakta.
- Burda kalamaz mı ?
- Hanfendi hangisiyle uğraşalım biz. Belediye’yi ararız gelir alırlar.
- Sonra ?
- Bırakırlar bir yere, tarla falan... Onlar da atar başlarından.
- Ben işe çok geciktim. Neyse, borcum nedir?

İşte, bu onun sesiydi. ve elleri başındaydı konuşurken, kokusu belleğindeydi artık. Nereye gitse bulurdu bundan sonra onu. Ölmek nedir bilmiyordu. Ama koşup ona kavuşmak için bir daha gözlerini böyle kapatmayacaktı. Ne olursa olsun yaşayacaktı.

- Aşkım korkma sokak köpeği o, hem bak aksıyor zavallı, bişey yapmaz sana, sadece aç işte.
- Ama aşkım, çok yaklaştı. Aşkımm, bu geçen ay veterinere götürdüğüm köpeğe çok benziyor. Evet o, bak ölmemiş yaşıyor.
- Dur ben eve gidince ona bişeyler indireyim.
- Aşkımm benim, düşünceli sevgilim. Aşkımmm ama biz taşınmadan önce olmuştu. Tesadüfe bak, dii mi.
- Çok sevgi dolu bakıyor baksana sana. Aşık bence bu sana, aramış bulmuş seni.
- Aşkımm yok artık.

Çok mutluydu, artık sesinde korku yoktu o güzel kızın ve sevgiyle bakıyordu ona. Kalan ömründe bundan sonra hep bu çifte rastlayacak. Sıcak yemek ve sevgi depolayacaktı...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Nisan 2007       Mesaj #575
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yüzyıllar önce yüzyıl uyuyan bir prenses varmış, bir büyücünün zulmünün esaretinde kim bilir belki olabilecek bir uyanışı beklemiş yüzyıl boyunca.
İşte o masal;
Her masalın, her söylencenin uzun uykusunda bir uyanma vakti vardır. Ve o gelmeden girişilen her eylem bir serüven yalnızlığı olarak kalır. Öyle anılır.
Ve yüzyıl sonra vadesi erişip bir prens çıkmış ortaya. Masalın ve yüzyılın kendisine verdiği bu görevi seve seve üstlenmiş; zaten uyuyan güzel hakkında yüzyıldır söylenegelenlerin etkisinde daha onu görmeden deliler gibi tutulmuş ona. Kendisine verilmiş misyona mı, uyuyan güzele mi aşık olduğunu ayırt edemeyecek kadar toymuş o zamanlar. Böylelikle hayranlığın, sevginin, sevdanın, aşkın, cinselliğin ve beraberliğin bir kulak dolgunluğu olduğunu bir kez daha görüyoruz “Bizim “sandığımız birçok duygunun, düşüncenin, değerin ve doğrunun içimize usul usul işlenmiş bir kulak dolgunluğu olduğunu…
Ve prens dudaklarında yüzyıldır beklettiği öpücüğüyle birlikte saraya doğru yollandı.
Masalına kahraman olma zamanı gelmişti.

Prensesin odasına geldi. Prenses uykusunun içersinde batık bir gemi gibi gizemliydi. Uykusuyla bütünlenmiş güzelliğine, efsanesinin güzelleştirdiği yüzüne uzun uzun baktı Prens. Çok uzaktan, çok uzaklardan, tam yüzyıl sonrasından baktı.
Sonra kararını verdi:
Aradan yüzyıl geçse de uyandırmayacaktı onu.
O gün gelse de.
Uyandırdığında bu sevdanın, bu büyünün, bu tılsımın bozulacağını biliyordu çünkü bir bakış, birkaç söz, bir dokunuş her şeyi bozacaktı. Sevmek suskunluktu, sevmek kesin sessizlikti, sevmek uzaklıktı, sevmek dokunamamak, erişememek, sevişememekti.
Ya da yüzyıldır böyle öğretilmişti sevmek.

Gözlerini açar açmaz, yüzyıldır gördüğü düşlerin anımsayamadıklarından ve o düşlerin tümünden, sızıya benzer bir duygu olacaktı kalakalmış olan. Biliyordu bu sızı hep olacaktı. Kaldı ki, o düşlerin tümüne egemen olan ortak motifler, zaman zaman, yani yaşadıkça; yaşamını, ilişkilerini yoklayacaktı elbet. O düşlerin tümü anımsanmak içindi. Sonsuz bir anımsayıştı her şey; anımsayış ve unutuş. Ömrünün bundan sonrası düşlerinde gördüklerini yaşamakla geçecekti. İnsan uzun uykulardan sonra yalvaç bir yalnızlığa uyanıyor.
Aradan yüzyıl geçtikten sonra hiçbir uyanış mutlu olamaz.
Benim için artık çok geç kalmış bir sevgi bu, ben seversem yüzyıl öncesinin sevgisiyle seveceğim, o severse, beni üzerinden yüzyıl geçmiş bir sevgiyle sevecek. Aramızda kaç takvimin uzaklığı duruyor.
Bir öpücük, yalnızca bir öpücük bu uzaklığı kapatmaya yeter mi?
Sevgi,
Zehirli bir düşün, büyülü sözcüğü…
Öte yandan sevmek göze almaktı, sonuna dek gitmekti, gidebilmek yürekliliğiydi. Biliyordu prenses uykusundan uyandığında, ya da uyanır uyanmaz onu eskisi kadar sevmeyecekti. Çünkü sevmek sessiz ve tek başına birşeydi. Sevmek yalnızlıktır. Onu eskisi kadar sevemeyeceğinden korkuyordu.

Onu uyandırmaktan korkuyordu.
Eskisi kadar sevemeyecekti, belki de hiç sevemeyecekti. Çünkü arada o orman, o karanlık, o geçit vermez, o giz olmayacaktı artık. İşte odasında duruyordu.
Duman inceliğinde bir boşluk dolanıyordu yüreğini.
Arada ne ormanın, ne de yüzyılın karanlığı olmadan onu nasıl sevebilirdi? Bu kadar büyük sorumluluğu yüklenebilir miydi? Sevmenin zahmetini, birlikte omuzlanacak olan zahmeti yüklenebilir miydi?
Paylaşmaya, tartışmaya, özveriye, anlayışa gereksinen iki kişilik ilişkiyi göğüsleyebilir, götürebilir miydi?
Sevmek imkânsızlıktı.
Kendimizde beslediğimiz, kendimizde büyüttüğümüz, kendimizde saklı duran bir şeydir sevmek. O hep bizdedir, bizledir, usul usul biriktiririz onu, içimizde yığılı durur. Ve günün birinde ansızın karşımıza biri çıktığında sanırız ki içimizden boşalıveren bütün bu duyguları o taşımıştır bize.

Sevmek, kendi kendimizi büyülemektir; kendi kendimize yaptığımız büyü.
Oysa yeniden başlayacaktır arayışlar, pişmanlıklar, yanılgılar. Her şey “tamamlanmak” içindir. Çoğu kez ölümün tamamlayıcı ellerine dek aynı umut, aynı arayış, aynı çırpınış ve aynı perişanlıkla sürükleniriz.
Gözümüz arkada kalmıştır.
Ansızın anladı ki uyuyan güzelin kendisini değil, masalını seviyordu Prens.
Masalın bittiği yerde hayat başlar.
Murathan Mungan
tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
6 Nisan 2007       Mesaj #576
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi
200pxespressoroastedcofxx9
KAHVE ÇEKİRDEĞİ
Bir zamanlar,her şeyden sürekli şikayet eden;her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı.Hayat,ona göre,çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan,mücadele etmekten yorulmuştu.
Bir problemi çözer çözmez,bir yenisi çıkıyordu karşısına.Genç kızın bu yakınmaları karşısında,mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi.
Bir onu mutfağa çağırdı.Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu.
Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca,bir cezveye patates,diğerine bir yumurta,sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu.Daha sonra kızına tek kelime etmeden,beklemeye başaldı.
Kız da hiç bir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu.
Ama o kadar sabırsızdı ki,sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya başladı.
Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi.Yirmi dakika sonra,adam,cezvelerin altındaki ateşi kapattı.Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu.İkincisinden yumurtayı çıkardı,onu da bir tabağa koydu.Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı..
Kızına dönerek sordu:
-Ne görüyorsun?
-Patates yumurta ve kahve?diye alaylı bir cevap verdi kızı.
-Daha yakından bak bir de dedi,baba,patatese dokun.
Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi.Aynı şekilde yumurtayı da incele.Kız,kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü.En sonunda kızın kahveden bir yudum almasını söyledi.Söylenineni yapan kız yüzüne,kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı.Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı.
-Bütün bunlar ne anlama geliyor baba?
Babası patatesin de,yumurtanın da,kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını,yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı.Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı tepkiler vermişlerdi.
Patates daha önce sert,güçlü ve tavizsiz görünürken,kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü.
Yumurta ise çok kırılgandı;dışındaki ince kabuğun içindeki sıvıyı koruyordu.Ama kaynar suda kalınca,yumurtanın içi sertleşmiş katılaşmıştı.
Ancak kahve çekirdekleri bambaşkaydı.Kaynar suyun içinde kalınca,kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı.
-Sen hangisisin?diye sordu kızına.Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin?
Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin?
Yumurta gibi,kalbini mi katılaştıracaksın?
Yoksa kahve çekirdekleri gibi başına her gelen olayın duygularını olgunlaştımasına ve ahyatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin?

Hepinize kahve tadında bir yaşam dilerim.....
.................
Alıntıdır
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
6 Nisan 2007       Mesaj #577
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü
Aşk, seni ilklerimde hissediyorum kanım çekilyor sanki etrafımda an an bişeyler olup bitiyordu ama gözlerim hiçbirini görmez kulaklarım duymaz olmuştu sanki öylebir sevgi öylebir acıki her akşam yatağıma yatarken sabah kalktığımda gün doğarken güneş batarken her an onun hayali gözlerimde her gece rüyamda onu görüyordum. Sadece rüyalarımda bile elimi tutuşu öpmesi beni öyle çok heycanlandırırdıki körükörüne ona daha çok bağlanırdım hep.. Onunla ortaokulda tanışmıştık orta birinci sınıfta onu nasıl farkedemedim bende bilmiyorum. Ona olan aşkım orta ikide başlamıştı. Öyle ilk görüşte başalayan bir aşk değildi bu, zamanla farkında olmadan sıcak bir rüzgar gibi gelip sonu fırtınayla dolu gözyaşlarıyla biten bir aşk öyküsü. Bana karşı ilgili ve çok sevecen davranırdı bana sataşır sürekli şakalar yapardı. Beraber sürekli birşeylere gülerdik. Zaman zamanda tatlı tatlı bakışırdık yani bir erkeğin bir kızdan hoşlandığını gösteren tüm belirtiler vardı xxxxnda ama birtürlü biribirmize açılamamıştık. İki yıl böylece sürüp gitmişti okulun son günleri yaklaştıkça heyecanım dahada artıyordu biliyordum son güne saklamıştı herşeyi son günde itiraf edecekti. İşte o gün gelip çatmıştı sonunda en güzel giysilerimi giydim ve heyecanla erkeden okula gittim. O henüz gelmemişti daha ama gelecekti elbetteki aksini düşünmek imkansızdı. Saatler geçtikçe heycanımda ümidimde kırılmaya başladımıştı artık yoksa gelmeyecekmi nasıl olabilir birdaha birbirimizi nasıl görebilecektik? Ve oan gelip çatmıştı öğretmenimiz karneleri dağıtıyordu onun ismi okunana kadar gelir diye bekledim ama gelmedi hayatımda ilk defa teşekkür alıyordum ama ona bile sevinemeiştim neden gelmemişti kurduğum bütün hayaller o süslenmeler boşa gitmişti. Yoksa o beni hiç mi sevmemişti? Hiç mi değer vermemişti? Okulun kapısından çıkıncaya kadar hala ümidim vardı ama gelmedi işte. Ve onu son görüşümmüş meğer birdaha onu hiç görmedim aradan geçen beş yıl boyun ca hep onun hayaliyle yaşadım onunla uyuyup uyandım. Geceler boyu ağalayarak Allaha dua ederdim ya beni ona gerçek aşka kavuştur yada bu amansız aşk acısında kurtar beni rabbim diye.. Benim için en acısıda onun benim onu deliler gibi sevmeme rağmen onu beni sevip sevmediğini hiçbir zaman bilmeyecek olmam bunun için neler vermezdim halbuki. Şimdiki aklım olsa okulun son günün beklemez kim ne düşünürse düşünsün itiraf ederdim böylece yıllardır bu kalbi kırık bir kutu misali taşımazdım sonunda neolduğunu merak ediyorsanız onu unutmadım ama eskisi kadar acı vermiyor artık bazen rüyalarıma gelip beni külkedisi gibi mutlu ediyor okadar gece yarısı olunca büyü bozuluyor ve bende uyanıyorum bu peri masalından hepsi bu işte. Size bir dost tavsiyesi lütfen benim gibi yapmayın bırakın kimin ne düşündüğünü sadece sizin ne düşündüğünüz önemli inanın asla pişman olmayacaksınız yıllar sonra hatırladığınızda kalbiniz kırık gözleriniz nemli olacağına çocukluktu der güler geçersiniz insan neleri unutmuyorki ne acıları buda unutulur elbet hiç vakit kaybetmeyin ve sarılın telefona hadi hala burdasın ne duruyosun koşsana sevgiline
tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
6 Nisan 2007       Mesaj #578
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi
kularxy6
KUŞLAR
Babası İspanya'nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapisanede mahkumdu küçük kızın.
Fırsat bulduğu her haftasonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapisaneye giderdi.
Yine bir ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında götürdü ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara verilmesi yasaktı.
Bu sebeble kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı.
Çok üzülmüştü küçük kız....Babasına söyledi bunu,o da"üzülme kızım,yine çizersin;bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?"dedi.
Küçük kız diğer ziyaretine babasına yeni bir resim çizip götürdü.Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti.
Babası keyifle resme baktı ve sordu:
-Hımmmm! Ne güzel bir ağaç bu!Üzerindeki benekler ne?Portakal mı?
Küçük kız babasına eğilerek sessizce:
-Hiiişşşştttt ! O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri....!!!
........................
Alıntıdır
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
6 Nisan 2007       Mesaj #579
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Eski Bir Aşk


''bir şehri sevmekle başlıyordu her şey...''

Vakit gece. Gündüz ışıl ışıl olan şehir, artık karanlığa bürünmüştü. Her yerde sessizlik hakimdi. Cırcır böceklerinin sesi geceyi kaplıyordu. O sessizlik içinde bizlere ninni söylüyorlardı. Artık herkes günün yorgunluyla yatak odalarına çekilmiş, uykuya dalmıştı. Ama biri hariç...
Yeşil ile sarının, pembe ile mavinin, bin bir tonunu barındıran güzelim Burdur'da gece yarısı bu adam ne yapıyordu yalnız başına? Belki bin bir umutla gittiği memleketinden büyük bir hüsranla dönüyordu; belki de âşıktı. Ama gurbetten geldiği kesindi. Çünkü az önce bavuluyla otobüsten indi. Yüzünde yılların, bedeninde de gurbet yorgunluğu; biraz da hasta bir hali vardı. Dönüş bileti cebindeydi. Ya geldiği şehre geri dönecek ya da ölünceye dek Burdur'da kalacaktı. Karar veremiyordu. O kadar çaresizdi ki... Çünkü sevgisi yanında yalnızlığını ve korkusunu da getirmişti. Yorgundu ve uyumak istiyordu. Uyuyacak bir yer aradı. Cadde boyunca yürümeye başladı. Cumhuriyet Parkı'na geldiğinde yanındaki bir banka uzandı ve derin bir uykuya daldı. Beş on dakika sonra sayıklamaya başladı. Bütün park onun dediklerini dinliyordu gecenin sessizliğinde.
Sabah olmuştu. Otobüs, araba ve insan sesleriyle uyuduğu yerden kalktı ve Burdur’a baktı. Görmeyeli epey değişmişti. Ama bütün güzelliği yine üstündeydi. Burdur’u çok özlemişti. Adam istedi ki onu hemen tanıyıp özlemle boynuna sarılsın. Fakat o ilgisiz gibiydi.Bu yüzden adam alındı, dönmeyi düşündü.Nasıl olurdu da Burdur onu tanımazdı?Neyse ki ayak-
ları gitmedi. Aşkı ağır bastı. Aradan uzun zaman geçmişti. Sordu, tanımıştı. Yavaşça gülümsedi Burdur. Yanaklarında gamzeler belirdi. Gölüyle gülüyle ne kadar da güzeldi! Hem de bunca yaşına karşın!
Dayanamıyordum artık. Kimdi bu adam? Ne yapıyordu buralarda, neden bir şeyler aramakta gibiydi? Yanına gidip sordum, soruşturdum.
Adamın çocukluyla delikanlılığı burada geçmişti, gençliği ise gurbette, uzak bir şehirde. Yaşlılığını Burdur'da tüketmek niyetindeydi. Ama o istemezse çekip gidebilirdi. Baktı, Burdur dişice gülüyordu. Sanki onun kalması için can atıyordu.
Doktor,''Burdur'a gitme, kalbin artık o sevgiyi taşıyamaz!'' demiş. Öyleyken O dayanamamış, kalkıp özlemle buralara gelmiş. Halbuki, orada kalsaydı, sağlıklı, dingin bir yaşam sürecekti.
Adamın aklı karışıktı. Orada kalsaydı daha mı iyi olurdu? Ama onun Burdur aşkı yüreğini öyle bir kaplamıştı ki... Kekik kokulu tepelerini, göl kıyısında batan güneşi, kırmızının her tonunda gülleri göl suyuna serpmeyi, ufukta maviden eflatuna değişen renklerin sonsuzluğunu seyretmeyi, çam ve toprak kokusunu öyle özlemişti ki... Burada kalmalıydı.
Buna rağmen yine kararsızdı.
Burdur, Adamın karasızlığını, korkaklığını sezmişti. Bunu açığa vurdu. Adam şaşırıp kızardı. Sesini çıkarmadı. Sonra, birden tutup onu Göl dudağından öptü. Utandı yaptığından, dudağında onun tuzu gün boyunca sarhoş gibi dolaşıp durdu. Ondan kaçmaya çalıştı. Fakat boşuna, ondan kurtuluş yoktu. Susamlık'ta, Yeşil tepe' de, Ulucamii'de ansızın karşısına çıkıveriyordu. İnsuyu'da, Erenardıç'ta, Bozçay'da yine yanındaydı. Her yerde başka bir kimlik ve güzellikle görünüyordu. Hep değişik, hep şaşırtıcı, hep güzeldi. Hem eski, hem yeniydi. Ona ayak uydurmak kadar ayrılmak da güçtü. Burdur aşkı yanıp tutuşuyordu artık.
Burdur anladı Adam'ın düşüncelerini, dugularını. İnci dişlerini göstererek uzun kirpiklerini açıp kapayarak güldü. Teşekkür etti. Adam çok sevindi. Sevincinden ne yapacağını bilemez hale geldi. Hani, gelip geçenlerden utanmasa, boynuna sarılıp al yanaklarından öpecekti. Sonra durdu ve bir ara düşündü. Aklı yıllar önceye gitti. Şurada bir ceviz ağacı vardı. Hani, Hatce Nene'nin evinin önünde. Tepeden tırnağa cevizleri olurdu. Acaba ne olmuştu? Burdur, ‘’Hatırlayamadım.’’ dedi, düşünmeksizin. Adam ağacı aramaya koyuldu. Yerinde kocaman bir apartman gördü. Üzüntüden gözleri yaşlandı. Artık buradan Burdur Gölü ile geçen kuşları, bilhassa ördekleri göremeyecekti. Burdur, Adam'ın duyarlılığına şaşırdı.
Sonra gençlik günlerini hatırladı. Koşup Oluklaraltı'na gitti. Kahveye oturdu. Cumbalı evleri, halı dokuyan teyzeleri, çaycıları, berberleri, Mehmet Emmi'nin pişirdiği şişlerin kokusu altında seyre daldı. Gül, kekik, ve zambak kokularını içine çekti. Çay üstüne çay içti. Sonra tam karşısında gökyüzünün oluşturduğu açık mavi fon önünde, etekleri sisler, dumanlar içinde olan Bozdağ Adam'a gülümser gibi duruyordu. Adam, belki Burdur'a Göl'de değil de burada aşık
olmuştu.
Şimdi ise yıllarca ondan kalışın acısını çıkarmak istiyordu. Artık git gide kısalan ömrünü mutlulukla, Burdur'la, doldurmak istiyordu.
Burdur, buna sevindi. Eteklerini savurarak uzaklaştı yanından. Adam koşarak yetişti arkasından. Serin bir yayla havası havası geçti parmaklarının arasından. Onu içine çekti iyice, ferahladı. Sonra Burdur Gölü'ne doğru koşmaya başladı.
Artık iyice akşam olmuştu. Göl, bütün güzelliyle savrulan saçlarıyla bir kadın vücuduna benziyordu. Sanırım Adam, Göl'ü görünce tutulmuştu Burdur'a.
Adam cebinden dönüş biletini çıkardı, göle attı. Artık karamsarlıktan kurtulmuştu. Uzanıp tutuverdi Burdur'un elinden. Çekti kendine, dudağından öptü. Kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Burdur'un kulağına fısıldadı:
- Artık seninim! Kimse ayıramaz seni benden! Ölüm bi...
Son sözcük boğazında kaldı. Ölüverdi Burdur'un kollarında.
Gece olmuştu artık...
Kalbimin çırpıntısından başka hiçbir şey duymuyordum. Bu boşluğu doldurmak için etrafa kulak verdim. Burdur mırıldanıyordu. İnce ve hafif böcek sesleri, tren düdükleri ve köpek havlamaları, birbirine sarılarak bir ses yumağı halinde büyüyor, gecenin birçok derin ve gizli sesleriyle karışıyor, rüzgarlara bürünüyor; baş döndürücü bir uğultu halinde yükseliyordu.
Burdur alışık değildi ölümlere, kendini tutamıyordu. Burdur Gölü çoktan hıçkırıklara boğulmuştu...


''Yeşillerin arasında yalnız bir çocuktu
Onun kalbimdeki en güzel adı BURDUR'du.''




€c€m - avatarı
€c€m
Ziyaretçi
6 Nisan 2007       Mesaj #580
€c€m - avatarı
Ziyaretçi
Korku..

candice13

Buharlı bakışlarda bulduk hepimiz aradıklarımızı katran gecelerde. Puslu sonbaharın ılık akşamlarında kulak memelerimizin arkalarına bir dokunup bir yok olan kaçak esintilerde. Heyecanlanmak istediğimiz günlerde, yaz veya kış. Hep bağlanmak istedik, hep kaçmak, uzaklaşmak ama aslında güçlenmek.

Yığın yığın sandıklarımıza koyduk hayatlarımızı. Küflü odalara kaldırdık, canımız sıkıldığında açıp da bakalım diye. Rüzgarı sevdik, güneşi sevdik, yağmuru sevdik, her zaman bir bahanemiz oldu hayata. Hep dövmek istedik hayatı ama aslında hep dövülendik.

Aşktan korkup, aşka gittik. Bir çift derin bakışa kurban olduk hep. Mavi, yeşil, ela, siyah, kahverengi pek fark etmedi. Geldiler, dokundular, aldılar ve gittiler. Oysa biz hep bekledik. Güz, kar, kış, güneş yine geldi,baktı, gülümsedi ve gitti. Yüreğimize sığındık hep, yüreğimize sorduk, hep bildi. Yalvardık, ağladık, üzüldük, azap çektik, aşık olduk...

Hepsi bu.

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat