Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 151

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 498.564 Cevap: 1.997
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
17 Eylül 2006       Mesaj #1501
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi

Hikaye'nin Adı
:
Sevdaları Yaşamak

Sponsorlu Bağlantılar
Çeçenistan savaşının en kanlı günlerinden biri... Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker komutana koştu ve:
- Komutanım, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim? dedi.
"Delirdin mi?" der gibi baktı komutan... "Gitmeye değer mi? Çok fazla kurşun yemiş ve delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın. Seni de kaybetmek istemem"
Asker ısrar etti ve komutan "Peki" dedi, "Git o zaman, Biz seni koruyacağız"
Asker o korkunç ateş yağmuru altında yerde yatan mücahide ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Komutan kanlar içindeki askeri muayene etti. Sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döndü:
- Vurulmuş... Sana hayatını tehlikeye atmana değmez, demiştim.
- Değdi komutanım, dedi asker.
- Nasıl değdi? dedi komutan. "Ölmüş görmüyor musun?"
- Yine de değdi komutanım, dedi asker. Çünkü yanına ulaştığımda arkadaşım henüz sağdı. Ve onun son sözlerini duymak benim için dünyalara bedeldi.
Ve hıçkıra hıçkıra şunları söyledi asker:
- "Geleceğini biliyordum Abdullah... Geleceğini biliyordum" dedi bana...

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
17 Eylül 2006       Mesaj #1502
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Mavi İçinde Bir Mavi Bilmece

Sponsorlu Bağlantılar
Sabah güneşi yüzünü gıdıklamaya başlamıştı yine Angela’nın. Sol yanına dönüp uyumayı küçüklüğünden beri severdi. Çünkü yatmadan önce tuttuğu bütün dilekler o sol yanına kıvrıldığında gerçekleşirdi. Açık pencereden içeri giren rüzgar odanın mavi duvarlarını adımladıktan sonra hafifçe Angela’ya uzanıyor, sarı saçlarını kıpırdatıyordu. Ölümden korkmayan bir sivrisinek, perdenin açılacağı anı beklemekle meşgulken, güzel yüzlü kurbanının gülümsemesini anlayamıyordu. Oysa Angela o anda rüyasında gökyüzünü seyre dalmıştı. Belli belirsiz uçan bir şey havada süzülüyordu. Uçak mıydı, yoksa bir kuş muydu, tam kestiremiyordu; ama yüzündeki tebessüm sivrisineği kızdırmaya başlamıştı. Tam o sırada rüzgar aniden perdeyi sertçe dalgalandırdı. Çıkan ses ve yüzüne düşen yoğun ışık onu uyandırmaya yetmişti. Gözlerini kısa bir süre açtı; sonra tekrar kapattı. Odadaki kokuyu derinlerine çekti. Biraz deniz, biraz keçi, biraz da kekik kokuyordu. Rüyasında da bu kokuları hissettiğini düşündü o an. Güldü bu düşünceye. Rüyasının sonunu göstermeyen güneşe bakmaya çalıştı. Niye bir sabah da kalkmayı unutmuyordu? Ya da neden kendisi gibi esnemiyordu?

Doğruldu yerinden ve koyu maviliğe gitti yeşil gözleri. Sonunu getiremediği deniz bir yanda, üzerinde yaşadığı ada bir yanda... Çoğu zaman olduğu gibi, Tanrı’nın kaleminden çıkan bir noktanın üzerinde yaşamak zorunda olduğu gerçeği sabahın kutsal huzurunu silivermişti yine. Bu sinsi acıyı hak ediyor muydu? Büyük ve bembeyaz bir kağıt üzerinde bir nokta vardı ama; kağıtta başka noktalar, belki harfler, belki de lekeler varken neden kendisi o kahrolası noktadaydı... Bu cevapsız soruyu çok fazla düşünmüştü; oysa kendisini bekleyen işleri de düşünmeliydi. Hemen kahvaltısını yapmalı; sonra keçileri sağmalı; taş fırını yakıp akşamdan hazırladığı hamurları pişirmeliydi.
Yaşlı babasıyla yaşamı sırtlamak on sekizindeki bir kız için gerçekten zordu. Bazen babasının teknesinde ağları atar ve toplardı, keçileri otlatmaya çıkarırdı. Angela’nın en çok sevdiği işlerden biriydi bu. Keçiler adanın en yüksek tepesindeki gür harmanda otlamaktan hoşlanıyordu. Bu arada kendisi de güneşin batışını kutsar, uçsuz bucaksız denizi seyrederken geçen gemileri saymaktan çok hoşlanırdı. Arada sırada babasının teknesiyle komşu adalara balık satmaya gider, karşılığında eve erzak alırdı. Küçük gezilerinde tanıştığı insanlarla konuşurdu, eve geldiğinde maceralarını babasıyla paylaşırdı. Pazar günleri ayin saatini büyük bir merakla beklerdi. Adada yaşayan elli bir nüfustan kendi yaşıtlarını, özellikle de erkekleri, bir arada görebildiği tek yer kiliseydi. Kızcağızın o kadar az kısmeti vardı ki... Zaten adadaki genç erkekler için fazlaca şişmandı. Kendisi gibi tombul, kendine uygun gördüğü yakışıklı tek kahraman adadaki fenerin tam tepesinde yaşar, fenerin kontrolü ve bakımı için para alırdı devletten. Hem yukarıda, hem de paralıydı. Angela için o, belki bu yüzden çekiciydi. Fakat ismini, kilosunu, hatta yüzünü bile bilmediği birileri için yüreğini boş bırakmayı seviyordu. Rodos’ a balık satmaya gittiği bir gün tanışacağı bir delikanlı kendisini yaşadığı noktadan alıp başka bir hayata götürebilirdi. O hep başka bir hayat peşindeyken, gemileri kıskanmakla yetinirdi...
Günün birinde oradan geçen bir gemiye binip görmediği, bilmediği, keçi kokmayan bir dünyaya seyahat etmeyi o kadar arzuluyordu ki... Aslında kendisini özgürlüğe taşıyacak gemiyi çoktan seçmişti. Bir keresinde adanın tepesinde sırt üstü yere uzanmış seyrederken bulutları, gökyüzünden daha koyu bir mavilik fark etti. Gözlerini tekrar tekrar maviliğe odakladı. Fakat bir türlü algılayamıyordu havada uçan şeyi. Mavi içinde bir maviydi bilmecenin adı. Uçak mıydı, yoksa anneannesinin masallarındaki mavi kuş muydu, tam kestiremiyordu. Aradan birkaç saniye geçti ve mavi cisim köşeli bir hal aldı, hemen ardından uzunca bir kuyruk... Gördüğü şeyin bir uçurtma olduğuna adı gibi emindi şimdi ama şöyle bir çevresine bakındığında kimseleri göremedi. Angela uçurtmanın ucundaki ipi büyük bir sabır ve merakla takip etti. Kocaman bir gemi vardı sonunda. Geminin kıç tarafında,uçurtmayı kontrol etmeye çalışan bir gölge fark etti ardından. Hemen ayağa kalktı; hayallerini, kızgınlıklarını, sıkışmışlığını, içinde birbirine dolaşmış ne varsa hepsini boğazında topladı; hayatında ilk ve son olarak bu denli yüksek bir sesle nefesinin tükendiği yere kadar bağırdı: “Heeeeeeeyy!” Yeniden toparlandı; bu sefer ellerini gemideki gölgeyi sarsmak istercesine sallayarak bağırıyordu. Özgürlük ona hiç bu an kadar yakın –belki de uzak- olmamıştı. Yere düşüverdi sonra... Tıpkı yorgun geçen bir günün ardından yatağına düşüşü gibi süzülmüştü aşağı doğru. Çok yorgun olmaktan sıkılmamış mıydı? Uzaklaşmakta olan uçurtmaya doğru küfrederken gözleri, bir yandan tırnaklarıyla deşiyordu toprağı. Mavi uçurtma küçüldü, küçüldü ve kayboldu. Geride geminin bacasından çıkan siyah, çürük bir çığlık kaldı. Angela o günden sonra tepeye daha sık gelir oldu. Gökyüzünü, güneşin batışını, denizi, gemileri seyretmeye devam etti. Sol yanına dönüp uyumaktansa hiç vazgeçmedi...

kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
18 Eylül 2006       Mesaj #1503
kambis - avatarı
Ziyaretçi




Enstrüman seçmek için bir karar almam gerekiyordu. Ya keman
çalacaktım, ya piyano; ya flüt çalacaktım ya da akordeon...Olmadı
hepsini istedim, hiçbirinden vazgeçemedim. Yıllar geçtikten sonra her
Enstrümanı iyi çalabiliyordum; ama hiçbirinde virtüöz değilim. Bir
enstrümanla isim yapamadım. Ne kemanla tanınan bir eserim var,ne de
piyanoyla..Bütün enstrümanları iyi çalıyorum, ama kimse tanımıyor
beni.Başarılı olmak için her şey değil, bir şey lazımmış. Başarı bir
verişmiş; bir şeyi alabilmek için bir şeyi vermek,diğerlerinden
vazgeçmek gerekiyormuş. Keşke kemanı seçseydim ve diğerlerinden
vazgeçseydim.
Karıma da hayatı zindan ettim, sevgililerime
de...Hiçbirinden vazgeçmedim. Yani... Evlilik sadece birisi için karar
almak, ya diğerlerinden vazgeçmek...İşte evlenirken ben bunu anlamadan
evlenmişim. Evlendikten sonra başka kadınların da olduğu bir
hayatıyaşamaya devam ettim. İçlerinden bazılarını daha çok sevdim; ama
ne onlardan birinde, ne de karımda karar kıldım. Yıllar sonra şimdi
yapayalnızım... Ne karım kaldı, ne de diğerleri...Keşke birini
>gerçekten seçebilseymişim, ama yapamadım. Tıpkı enstrüman seçimi gibi
hepsini istedim ve sonuçta elim boş kaldı.Almak için bırakmak
gerekiyormuş. Dolu dolu boş yaşamak.

Hayatım boyunca yapacak çok işim oldu; hepsini yapmayı
istedim.Hangisinde "en iyi" şimdi bakıyorum, kazananlar,başarılı
olanlar hep bir tek şey yapmışlar. En iyi olmak için önce seçmek ve
diğerlerini bırakmak gerekiyor.

İşte de böyle, özel yaşamda da...Bu seçimi yapmanız
gerekiyor; çünkü mutlaka bazıları daha uygun...Bir ara ekonomik
sıkıntıya düştüm. Tasarruf gerek.Başladım her şeyden %10 kesmeye, ne
anlamsız bir uğraşmış bu.%10 daha az peynir yemek, çay içmek. Bu
tasarruf çok acı verdibana, her an hissettim. Çok sonradan anladım;
sadece taksiyle dolaşmayı bıraksam yetermiş!

Her kalemden %10 değil etkili kalemi bulmak gerekiyormuş.
Yani orada da seçim yapmak gerekiyormuş...Her seçim bir kaybediştir!
Her tercih bir vazgeçiştir çünkü...

Sabah işe gitmekle, yatakta nefis bir miskinlik
fırsatından vazgeçmiş olursunuz. Kalkar kalkmaz hayat bin seçeneği
dayar burnunuzun ucuna... 'Ne giysem' telaşından, öğle yemeğinde 'Ne
alırdınız? diye başucunuzda biten garsona, 'hangi kanaldaki filmi
izlesem' kararsızlığından 'bize oy verin' diye bağrışan partilere
kadar her şey, herkes, her an sizi ısrarla bir tercihe zorlar.
Yastığınıza teslim olmuşsanız, belki dışarıda ışıl ışıl bir günden
vazgeçmiş olursunuz. Bahar esintileri taşıyan bir elbise belki o gün
yaşamınızı ışıldatabilecekken, ağırbaşlı bir sadeliğe karar vermekle
muhtemel bir tanışıklığı tepersiniz.

Belki yemediğiniz musakka, ısmarladığınız İzmir köfteden
daha lezzetlidir. Ya da öbür kanaldaki film, o anki ruh halinize daha
uygundur. Ama yaşam, vazgeçtiğiniz şeye ilişkin ipucu vermez.
Geri dönüp, o gün gökkuşağı desenli bir elbiseyle yeniden
yaşama şansınız yoktur. Bu seçim oyununda vazgeçtiğiniz şey,
seçtiğinizden daha değerliyse pişmanlık kaçınılmazdır. Ama neyin
değerli olduğunun kararı da yine size aittir. Ve vazgeçtiğiniz şey
bazen bir saray, bazen şöhret sahnesinin parıltılı neonları da olsa,
çoğu zaman gözünüz arkada kalmaz. Çünkü duvarlarına sevdiğinizin
kokusu sinmiş bir ev ya da sevdiğiniz kadınla paylaşamadığınız bir
saray sizin için borsada kolay feda edilebilir değerlerdendir. Hayata
bir başka gözle bakmayı öğrendiyseniz, bu seçimde kazandıklarını
sananlara yalnızca acıyarak gülümsersiniz. Her şeyin sıradanlaştığı
bir dünyada bazen kaybetmek en doğru seçimdir.



Ve o dünyada en yerinde tercih; vazgeçiştir.


CAN DÜNDAR







Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Eylül 2006       Mesaj #1504
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sureti kirlenmiş, şeceresi katil bir aynanın içindeyim. Hayaletimi arıyorum. Mükellef bir kedere hariçten gazel değil yüreğim. Yolum uçurumdan geçerken mevsimsiz gülüşlerde, keskin harfler kesiyor adımın yolunu: Yüzümü aşka saklayıp ağlıyorum. Manasızlığım kapıların ardında esefle hıçkırıyor. Bütün intizarları intihar ederken kuşlar, ben kendi yokluğuma kefensiz duruşlar uyduruyorum. Seni sensizlikten ekliyorum düşlerime. Ah’ın sürüncemesinde kalıyor kalbim; bizarım.

Ey Aşk! Sonrasızlığımın ıslak saçlarına tutunup dururken dizeler ve kapkara bir karabasan tenimin kuruluğunda yıkanırken, kaosuna uzanamayan bakışlarımdan başlıyorum kendimi aşkın gamzelerine gömmeye. Geceye muhtacım, yastığımın kenarında tutuşan muamma uykusuzluk için. Bu yüzden uykusuzluğumla perişan uykulara dalıp rüyalarımı paramparça ediyorum. Hayatta kalan yanlarımı zülfikarla kesiyorum sevdiğim görüyor musun? Kanla karışık ağlama şölenlerindeyim iki ucu boşlukta gezinen alfabenin dolaylarında. Kötürüm bir düşüm, sesimi kovulmuşluğumla karalıyorum. Hadi düş gel ardıma saat başı yokluk çekerken zaman. Sen yağmurlarda ölmenin bedeli misin sevdiğim?

Sancılı şiir tutanaklarında omuz başlarından asılıyor benim kentlerim. İz taşıyan her acıya maske oluyor yüzüm, ki; iğfal edilen çocukluğumda eskiyor hiç yanı titremeyen ikindiler. Diz üstü çöküyorum içime, bağışlanmaz nehirlerde ıslanıyor adanmışlığımın kasvetli iniltisi. Faille meçhulün arasını ben bozuyorum. Şimdi neye dokunsam cinayete münhasır isim olacak ellerin. Bu yalnızlık çok fazla geliyor sensizliğime. Al senin olsun cinnete sığmayan korkulu bekleyişler. Baba, ihanetteyim. Ağlamasana.

Ruhumu kundaklayan kanlı kabusları ağaç diplerine gömerek hüznüme sarılıyorum. Vakit: Gecesizlik. Mekan: İstanbul, lamekan. Bu yüzden mekansızım ve hep mekansız kalıyor İstanbul bende. Ben beni ararken ayna yordamıyla, kendimde olmadığımı görüyorum. Ama en acısı bulduklarımın aradıklarım olmayışı Usta. Aynalar pas tutuyor parmak uçlarımda. İstanbulluğumu gömüyorum içimin teneşir bahçelerine. Hayaletimin hayaleti miyim yoksa Usta? Biliyor musun, kendi tanrısına eğilen kadının gözkapaklarında çırpınan ayetsizliğinde durulmuyor devrimcinin denizi. Ve kimsenin kimsesizliği kendini terk etmiyor Usta.

Tene dokunan bir tümcedesin. Müntehir cümlelerine gizli özneyim. En kestirme yoluyum leyl-i Leyla gözlerinin. Bu yüzden hep sebep kalıyorsun aşka. Şimdi hangi aşk aralığında susuyorsun ben’li kaderinin? Yüzünü saçlarının arasındaki cam kırıklarıyla tarumar edip şiir mi bekletiyorsun mısra sonlarında avazının inkarı için? Ey Aşk! Yırtılmış yanlarına şarkılarımdan nakaratlar giydiriyorum. Arafta kalmışlığında kanıyor gizli yaram. Bu yara mahrem yara. Bu yara kurtlu yara. Bu yara iyileşmesin dünyada.

Gidersem gelir misin benimle ayrılık için demiştim, geldin, ismin kaldı bende. Kalbime sunulan sevmek kadar sevsem de seni, saymıyorum bu imlasız vedayı. Gideceksen ölüm gibi git.

Ama gel ne olur, yüzüm sana açık ruhuma kadar…

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
18 Eylül 2006       Mesaj #1505
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Kime sorarsanız korkma sönmez, memleketini seviyor, devleti için çalışıyor.
Döven, dövülen, vuran vurulan, hırlı hırsız, katil… Siyasiler, cami hocası, futbolcu, dopingli halterci, şarkıcı, söz yazarı, kemancısı zurnacı hepsi memleketini seviyor devleti için çalışıyor. Donsuz çocuklar, doğru çalışkan biraz sıska ama memleketini seviyor, devleti için mendil satıyor.

Banka hortumlayanlar, malı götürenler onlar da memleketi seviyor, devlet için çalışıyorlar. Sokağa tüküren de, denizi kirleten de memleketi seviyor, devleti için çalışıyor. Yerin altını üstünü zehir edenleri de unutmayın.

En çok siyasiler, bürokratlar, polisler, askerler seviyor memleketi, en çok onlar çalışıyor devleti için canla başla…

Polisler boşuna mı cop sallıyor sanıyorsunuz. Memleket sevgisinden, devlete hizmet olsun da ne olursa olsun.

Memleket sevgisi bayrak sallamak, maçlarda küfür etmek midir, sokakta adam dövmek, linç etmeye çalışmak mıdır ve sorulduğunda “Ben insanlarımızı seviyorum, yediden yetmişe dağdaki, bayırdaki, şehirdeki kardeşimdir” demek midir?

Allah Allah, takke tarak, sarık saçak, tesettür turban, korkma sönmez memleketi seviyorlar. Dualarla, tekbirlerle yürümek midir memleket sevgisi?

Gün yetmez aylar gerek saymaya, ben bıraktım, işiniz yoksa birazda siz sayın.
Ama ne tuhaf değil mi? Saymakla bitmiyor.

Bu kadar memleketini seven, devleti için çalışan olmasına rağmen memleketin hali de içler acısı. Bir de bu kadar memleketini seven, devleti için çalışan olmasaydı ne yapardık bilmiyorum.

Geçen merak ettim, önüme gelene sordum.

Memleketini sevip kendi için çalışan var mıdır diye?

Bir Allahın kullu çıkıp da demedi “Ben memleketimi seviyorum kendime çalışıyorum” diye. Ama kaşlarını çatıp dövecek gibi bakanlar “Bu ne biçim soru?” diyen çok oldu.
Neyse ki aklımdan zorum var sandılar da karışan eden olmadı.

Ayıp mıdır, günah mıdır memleketi sevip kendine çalışmak.

Hem devlet dediğiniz nedir, kimdir ki?

Kaç kez oturup yemek yediniz karşılıklı, kahve içip keyif yaptınız. Halinizi hatırınızı mı sordu. Onca bayram gördünüz, sevinçli günleriniz oldu, yaslar yaşadınız geldi mi ziyarete. Çocuğunuz oldu da göz aydınlığı mı diledi.

Çalışıp verdiğinizin karşılığını mı aldınız bir gün.

Şimdi aklıma geldi, sormasam çatlarım: Memleketi sevmek nasıl olur, nasıl bir şeydir. Elinizi sırtına götürüp babacan bir eda ile hafif incitmekten korkar gibi vurmak mıdır toprağa, yoksa dizinize oturtup çocuğunuzu okşar gibi parmaklarınızla saçlarını tarayarak şekil vermek midir dağına taşına?

Korkma sönmez, vatan millet Sakarya, pencerede bayraklar, ben memleketimi seviyorum dediniz de, nasıl seviyorsunuz onu anlamadım ben…

Bir ağaç diktiniz mi yeşil, bir deniz yüzdünüz mü mavi, bir çocuk sevdiniz mi gülen, bir yaşlı eli tutup yürüdünüz mü yorgun adımlarıyla.

Güvercinleri sevdiniz mi zeytin dalı taşıyan.

Çalışıp ürettiniz, taş üstüne taş koydunuz mu hiç?
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
18 Eylül 2006       Mesaj #1506
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Mavi Kazak



Günlerden bir gün kızın çok sevdiği kocası kaza geçirir. Kız hemen hastaneye koşar. Çocuğun kaza günü üstünde mavi bir kazak vardır. Bu kazağı karısı almıştır adama. Karısı o kazağı kanlar içinde görür! Çok üzülür adam hala hastanede yatmaktadır ve 2 gündür hiç aralıksız uyumaktadır! Sevgilisi adamın başında onun elini tutarak eski hatıraları canlandırır. Gözünün önünde bunlardan bir tanesi de şudur: karı koca bir gün bisiklete binmeye çıkmışlardır ve o sırada aşırı derecede yağmur başlamıştır. Kadın kocasına bir gün bizim kızımız olursa adını Yağmur koyalım bizim yağmurumuz yaz yağmuru olsun demiştir. Adam da o masumiyetiyle bunu onaylamıştır! Ve tam o sırada makineden sesler gelir ve adam gözlerini açar sevgilisi ağlamaya başlar. Ne olur sakın elimi bırakma gitme der adam ona:a rtık o yürüdüğümüz sarı yapraklı yolda tek başına yürüyeceksin seni bensiz bırakıyorum aşkım affet beni. Son bir kez küçücük bir öpücük ver bana der ve kadın bunu yapar! Sıcacık dudaklarına bir öpücük kondurur ve makineden ince bir ses gelir. Adam artık ölmüştür aradan 1 sene geçmiştir. Kadın o sarı yapraklı yolda tek başına yürürken bir yandan sevgilisinin ona aldığı yüzüğe bakar bi yandan da hep söyledikleri şarkıyı söyler;

SANA RÜYA DİYEMEM
SENDEN UYANAMAM Kİ
NEREDE OLURSAN OL
SENİNLEYİM BEN
SANKİ BULUTLU
GÜNEŞİMSİN SEVGİLİMSİN BENİMSİN
YAZ YAĞMURUM KIŞ GÜLÜM
NEŞEMSİN KEDERİMSİN
SENİNLE DOLU DÜNYAM
GÜNDÜZÜM GECEM SENSİN
ÖLSEM DE AYRILAMAM
BENLİĞİM RUHUM SENSİN
HER YERDE HATIRAN VAR
HER ŞEY SENİNLE DOLU
HER ŞEY DE SENİN İZİN
BU YOL AŞKININ YOLU
ALAMAZ BİN SEVGİLİ KALBİMDEKİ YERİNİ
SANKİ İÇİMDE AÇAR BU SARMAŞIK GÜLLERİ. . .
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Eylül 2006       Mesaj #1507
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
"KANATLAR; GÖKLERİN ŞİİRİ...

İKİ KANAT... Sadece iki kanat... Martıların denizleri yüreğimize taşıyan çığlıkları, göçmen kuşların hikâyelere konu olan esrarlı yolculukları, kelebeklerin çiçekleri birbirine komşu eyleyen zarif uçuşları, pervane böceğinin ateşin kıvrımlarında sonlanan yolculuğu, bülbülün güller ülkesindeki serencamı ve daha nicesi, sadece iki kanat arasında olup bitiyor.

Doğrusu, hepimiz her hâlimizle kanatlar arasında yaşıyoruz. Her birimiz gönlümüzde bir kuş saklıyor ve büyütüyoruz. Yeryüzündeki serüvenimizi "gönül kuşu"nun uğradığı tuzaklarla anlatıyor şairler."Gönül kuşu" ten kafesinde hapistir, çünkü sevgilinin gözyaşlarının danelerine kanmıştır. Ayaklarımızı yerden kesen hayaller, kendimizi "kuş gibi özgür" hissettiğimiz anlar, bir sevdiğimize kanat gerdiğimiz haller, bizi her defasında göklere kanatlandırır, kuşlara yoldaş eyler. Kafdağı'nın ardında bir "Anka kuşu" bekler bizi. Hüdhüd kuşu, Süleyman'a (a.s.) esrarlı bir yoldaş olur, Ebâbil kuşları Kâbe'ye bekçi oluverir. Ürkekliğiyle ünlü güvercin, sevgilinin âşığı avlayan gözünü temsil eden şahin, boynundaki halkasıyla kulluğu simgeleyen kumru, alımlı kuyruğuyla gözleri avlayan tavus kuşu, zarif yürüyüşüyle sevgiliye özlemi hatırlatan keklik, hasreti ve vuslatı kanatlandıran üveyikler, uzun göç kervanlarıyla uzakları ve gurbeti çağrıştıran turnalar ve daha nice kuş, insan duygularının gizemli çırpınışlarına elçilik eder. Öyle ki, insanı anlamak kuşları anlamaktan geçiyor gibi.Kuş misali gelip geçtiğimiz şu dünyada her defasında kuşların dilinde, göçünde, uçuşunda arıyoruz kendimizi.

İşte bu yazı da, sizi özel bir gerekçeyle kuşların yanına çağırıyor. Kuş kanatlarının sırrına kanat açmaya, kuş teleklerinin arasında küllenmiş gerçeği yeniden alevlendirmeye var mısınız? Rüzgârın koynuna usulca ve ustaca sokulan kanatlar, hava taneciklerini gölgesi altında şiirli akışlara büründüren kanatlar, sadece varlıklarıyla, gerçeği, dengeyi, ölçüyü çağrıştırır ve estetiği, güzelliği, zerafeti kanatlandırır. Kanat, her defasında bizi kendimizin ve gerçekliğin üstüne çıkarır, düşünce ve duyguyu havalandırır, ötelere taşır. Her birimiz bebekliğimizi ve çocukluğumuzu bir annenin kanatları altında geçirdik. Şimdi kol kanat gerdiğimiz, kanat açtığımız sevdiklerimiz vardır meselâ.

"Kanat" derken bir şeyden söz etmiyoruz aslında. Kanat, çok şeydir.Örneğin, kuş kanadı yüzlerce telekten ve her bir teleğe bitiştirilmiş sayısız tüyden oluşan kalabalık bir topluluktur. Tüy ve teleklerin tutuşturulduğu özel kas ve kemik takımı, topluluğun diğer üyelerini oluşturur. Hiçbir kanat bu kalabalıklığına rağmen yalnız kalmak istemez. Mutlaka çifttir; tek kanatla uçulmaz! Kanatlar çok çeşitlidir de. Rüzgâra binmenin zarif üslubu olan kuş kanatları, böceklere doğru geldikçe küçülür, küçüldükçe değişik renklere, değişik biçimlere bürünür, değişik görevler alır. Örneğin "kelebek" dediğimiz böceğin çoğu kanattır; kanat yoksa, kelebek de yoktur. Sanki kelebek iki kanadı göstermek ve sergilemek için dans ediyordur çiçekler arasında. Sinekler ve arılar ise kanatlarını gizlemek ister gibidir; kelebeğe kıyasla oldukça küçük olduğu yetmiyormuş gibi, şeffaftır kanatları. Bu yüzden, önemsizliğin simgesi gibi zikredilirler çoğu kez. "Sinek kanadı kadar kıymeti olsa" gibi ifadelerde, insanın sinek kanadını hafife alma alışkanlığına gönderme vardır. Oysa, hiçbir kanat kendi hafifliğine inat hafife alınası değildir.

Kanat, uçmaya göre tasarlanmış kemiklerden özel hareket becerileriyle donatılmış kaslara, özel renklere bürülü ve özelleşmiş fonksiyonlar yüklenmiş farklı şekillerdeki teleklerden, her bir detayında özel bir hikmet saklı, rüzgârlarla oynaşmaya hazır sayısız tüylerine kadar ağır bir hesabın sonucu, altından kalkılmaz bir anatomik tasarımın bütünleştiği yerdir. Kendi içindeki, kuş ya da böcek gövdesine bitişme üslubuyla daha da genişler, gelişir. Kanatların kendi anatomisinde gerçekleşen çok sayıda faktörün zarif ve pürüzsüz uyumu ve ahengi, hava akımı, güneş ışığı, su ve yağmur gibi çok sayıda dış faktörle olan etkileşiminde de dinamik biçimde devam eder. Kuşların ve böceklerin zarif ve nazenin kanatları, rüzgârın hışmını telekleri arasında sakinleştirmeye; yağmurun, sıcağın ve soğuğun hırçınlığını gölgesinde dindirmeye çoktan beri hazır gibidir. Kanatların zerafet ve çevikliği, ahengi ve esnekliği bağrında ağırlayan ve barıştıran tasarımı sayısız kuşun, sayısız uçuş manevralarında hiç bozulmadan sürer. Fotoğraf karesine düşen hiçbir kanat çırpışı çirkin ve biçimsiz değildir; aksine telaş ve koşuşturma içinde de estetiğin ve güzelliğin her daim kanat uçlarında taşındığını gösterir.

Kanatların her hareketinde seyredegeldiğimiz bu eşsiz uyum ve estetikte, bildiğimiz kadarıyla, bazı açık çelişkiler gizlidir. Uçuşta en azından şimdilik bizim hesaplarımıza uymayan zıtlıklar barınır. Kanatların iki ucu arasında nice imkânsızlar gerçekleşir.

Uçuş her zaman hafif olmayı gerektirir; ancak hafiflik de kaçınılmaz olarak, kırılganlığı ve kolay incinebilirliği getirir. Bir şey sağlam ve kırılmaz olacaksa ağır olmalıdır; hafif olacaksa kırılgan ve zayıf durmalıdır. Oysa, kanatlı kuşların nazenin bedenlerinde ve uçarı böceklerin minik gövdelerinde hafiflik ve sağlamlık bir arada barınırlar. Bunun için kuşların bedenleri her açıdan hafif fakat sağlam olmak üzere tasarlanmıştır. Kuşların kemikleri bu yüzden oyuk oyuktur; ancak kemik içine değişik boylarda ve çarpraz açılarda kirişler yerleştirilmiştir. Bu mini kirişler içi boş kemiklere sağlamlık ve kararlılık kazandırır. Gerçekte kemiklerin içi boş değildir; hava kesecikleri ile dolu olan kemik boşlukları, hem kuşun havanın kaldırma gücüyle hafiflemesini sağlar, hem de uçuş esnasında fazlasıyla oksijene ihtiyaç duyan kuşun akciğeri için yedek depo görevi görür. Bir hesaba göre kuşların vücut hacminin yaklaşık beşte dördünü hava kesecikleri oluşturur, kanat kemiklerine kadar uzanan bu hava keseciklerinin hepsi merkezdeki akciğere bağlanır. Bu tasarım, kuşun yüksek miktarda oksijen ihtiyacı ile hafif olma ihtiyacını birlikte karşılar. Bildiğimiz bütün kuşların ortak özelliğini oluşturan gaga, kuşların hafiflemesi yönünde bir başka özel tasarımdır. Sindirim sisteminin başlangıcını oluşturan dişler ve çene kemikleri ağırlığı artıracağı için, kuşlar ince, uzun, hafif ve esnek gagalarıyla beslenirler. Kuşların dişsizliklerinden kaynaklanabilecek muhtemel hazımsızlık sorunları için de özel kaslardan yapılmış taşlıklar tasarlanmıştır. Taşlıkta, mideye gelen katı gıdalar birbirleriyle sürtünerek eritilir, öğütülür. İnsanlarda ve çoğu memelilerde idrar ve dışkıyı depolayarak boşaltım yapmanın uygun zamana ve mekâna ertelenmesini sağlayan mesane ve kalınbağırsaklar da bir ağırlık kaynağı olacağından, kuşlarda mesane ve kalınbağırsak yoktur. Bu yüzden, başınızın üzerinde uçuyor da olsalar, idrar ve dışkılarını hiç bekletmeden yapmaya eğilimlidirler. Kuşların modern uçaklara ilham kaynağı olan aerodinamik vücut şekilleri ise her ne olursa olsun havanın kaldırma gücünü uçuş lehine kullanmayı, uçuş aleyhine olan havanın direncinden sıyrılmayı sağlıyor. Kanatların, kanat tüylerinin, gövde tüylerinin de katkısıyla, ele gelmez ve başına buyruk görünen rüzgâr, kuşun kanatları altında boyun eğer, hizaya gelir, ahenge bürünür, sakinleşir, hatta sessizleşir. Bir kuş kanadının dokunmasıyla biçimsiz duran hava akımları, çılgın türbülanslarla şeffaf bir heykele dönüşür; hava zerreleri kanatlar altında bir şiir gibi ahenkle sıralanır.

Uçuşun hiç kuşkusuz merkezinde duran kanatları anlamak pek kolay değil! Modern zamanların insan yapımı olan çelik uçak kanatları temel özelliklerini kuş kanatlarından ödünç alıyor. Örneğin uçak kanatları da tıpkı kuş kanadı gibi üst kısmı bombeli, alt kısmı düz ya da hafif çukurumsu olarak tasarlanıyor. Maksat, kanadın üst kısmından geçen havaya, alt kısmından geçen havaya kıyasla daha çok hareket verip bir kaldırma gücü sağlamak. Çocukların pek sevdiği frizbilerin üst kısmının hafif bombeli oluşu da bu yüzdendir. Aynı şekilde uçak kanatlarına birtakım yan aparatlar takılarak kanat açısının ve kanat alanının değişik fonksiyonlara ayarlanması sağlanır. Örneğin, tıpkı kuşlarda olduğu gibi, kalkış ve inişlerde uçak kanadının arka kısmındaki ek kanatlar (flaplar ve kanatçıklar) açılarak ek yüzey alanı kazanılıyor, hızın yavaşlamasını telafi etmek üzere ek yüzey alanı sağlanıyor, düşüşe karşı frenleme yapılıyor. Uçağın süzüldüğü ve düz uçtuğu zamanlarda ise kanatların yüzey alanı azaltılıyor. Kuş kanatlarının kalkış, iniş ve süzülüş zamanlarında, çok parçalı, çok eklemli, çok esnek yapısıyla aldığı biçimlerle kıyas edildiğinde, uçak kanatlarının bu kabiliyetleri hayli kaba ve ilkel duruyor. Dahası, çelik uçak kanatlarının yekpare yapısı ani ve kısa mesafeli manevralara asla izin vermezken, kuş kanatlarının yüzeyini oluşturan her nokta, her telek, her tüy, kısa mesafeli ve ani manevralarda bir hedef doğrultusunda hızla koordine ediliyor; buna, uçakların aksine, gövde, kuyruk ve ayaklar da aktif olarak eşlik ediyor. Bu yüzden, kuşların küçüklüğüyle bilinen "kuş beyinleri"ne kıyasla, kas ve eklem hareketlerinin koordinasyonunda rol alan, refleks tepkilerin merkezini oluşturan "beyincik" daha büyüktür.

Aslında kuşların modern uçaklarla kıyaslandığı bu noktada, modern uçaklarda henüz gerçekleşmeyen bir imkânsızın gerçekleştiğine, iki çelişkili tasarım özelliğinin barıştığına tanık oluyoruz: hareketlilik ve kararlılık. Mühendislik çalışmaları, bir yapının tasarımında hareketlilik ve mukavemetin ters orantılı olduğunu gösteriyor. Bir yapıya hareketlilik ve esneklik kazandırırken, kararlılık ve mukavemeti yitirmeniz kaçınılmazdır. Bunun tersi de geçerlidir. Mukavemet ve kararlılık vermeniz gereken bir yapıyı olabildiğince hareketlilik ve esneklikten arındırmanız gerekir. Ne var ki, kuş kanatlarının tasarımında, olağanüstü hareketliliğin olağanüstü sağlamlıkla birleştirildiğine, olağanüstü esnekliğin olağanüstü kararlılıkla buluşturulduğuna tanık oluyoruz. Hem her noktasında sayısız hareket seçeneği var, hem her noktasında son derece sağlam ve dayanıklı! Anlaşılan o ki, kanatlar, evrimcilerin bazı sürüngenlerin milyonlarca yıl önce, ağaçtan düşe düşe, ara sıra zıplayarak, su üzerinde kayarak, zaman içinde, her nasılsa, rastgele, birdenbire edindikleri eğreti birşey olmaya hiç mi hiç aday değil. Gölgesi altında sayısız detayın ahenkli bütünlüğünü ve bir uçtan bir uca onlarca çelişkili özelliği bir arada barındıran kanatlar hiç de hafife alınası değil!

Üstelik, kanatlar hiç de kolayca ve rastgele kuş gövdesine bitiştirilecek şeyler değil. Kanatların gövdeyle buluşması ve çalışması ilk bakışta görülemeyecek çok boyutlu hesaplamalar, geniş çaplı mülahazalar gerektiriyor. Bunun hiç olmazsa birkaç boyutunu anlamak için, bildiğimiz bir yerden, kuş kanatları ile uçak kanatlarının en belirgin farklılığından başlayalım. Kuş kanatlarını modern uçak kanatlarıyla karşılaştırırken dile almaya bile cesaret edemeyeceğimiz, en önemli ve en görünür fark şudur: Kuşlar kanatlarını çırparlar. Uçak kanatlarından en azından şimdilik böyle bir beklentimiz yok. En iyi uçak mühendisleri dahi, uçakları kanat çırparak uçurmak gibi bir fikri akıllarının ucundan geçirmiyorlar bile... Kuşların kanat çırparak elde ettiği itme gücüuçaklarda şimdilik jet motorlarla sağlanıyor. Açıkçası, uçaklar kanatlarıylauçuyor değiller! Kanatların işlerinin çoğu motorlardan gelen itme gücünüyönlendirmek ve uçağa havada asılı kalacak yüzey alanı sağlamak. Ancak kuşlardauçuşun motoru kanatlardır. İşte yerçekimine sürekli karşı koymak gibi ağır biryükün sadece kanatlara yüklenmesi bayağı hesap gerektiriyor. Bunun içinöncelikle güçlü ve kesintisiz bir enerji kaynağı gerekiyor. Kuşlarda kanatlarınbağlı olduğu ana kaslar kuşların göğüs kemiklerine sıkı sıkıya bağlıdır ve çabucakyorulmayacak niteliklerle donatılmıştır. Bu kasların dakikada onlarca, hattabinlerce kez kasılıp gevşemesine rağmen yorulmaması ve krampa maruz kalmamasılâzım. Bir güvercin dakikada 360 kez, kuşların en küçüğü olarak bilinen sinek kuşu ise 4200 kez kanat çırpar. Bu yüzden kuşların göğüs kafeslerini çevreleyen kaslar insana kıyasla çok daha kalındır ve beden ağırlığının çokdaha büyük bir kısmını oluşturur.

Bu gerçeği daha iyi kavramak için bir insan olarak kanat çırparak uçmaya kalktığınızı farzedelim ve uçuş hesaplarını buradan hareketle gözden geçirelim. Ciddi hesaplamalara göre, hiç olmazsa havada süzülebilmenizi sağlayacak bir çiftkanadınızın iki ucu arasındaki mesafenin 50 metreden az olmaması gerekiyor. Bu kanatları çırpabilmeniz için de göğüs kaslarınızın yaklaşık 2 metre kalınlıkta olması gerekir. Ancak göğsünüz üzerinde yaklaşık iki metre kalınlığa ulaşan kasların sizi sokacağı tuhaf biçimi hesap etmeye kalkmadan, ilave edilen yeni kasların ağırlığının uçuşunuzu pek de güvenli kılmayacağını, bu ek ağırlıkla daha uzun bir kanat ihtiyacının belireceğini de düşünün. Üstelik, bu ek kaslarla rahatlıkla kanat çırpıp uçuyor olsanız da, burada harcayacağınız enerji miktarının karşılanması ve göğüs kaslarının çalışması için hızlı ve kesintisiz enerji akışının sağlanması; bunun için ise, vücudunuzda bir dizi temel değişikliklere daha gidilmesi gerekiyor. Metabolizmanızın bu hızlı enerji akışını karşılayabilmesi için en az bir 10 kat daha hızlanması gerekiyor. Bunun için de çok iyi hızlı bir oksijen, besin, su temini gerekiyor. Bunun için de akciğerlerinizin şimdikinden hayli büyük ve geniş olmasını, midenizin siziülser edecek biçimde hızlı asit salgılıyor olmasını, günlük su alımınızın onlarca kat artmasını temenni etmelisiniz. Elbette iş bununla bitmiyor!Metabolizmanızı uçmaya yetecek biçimde hızlandırdınız diyelim. Bu defa sürekli ateşler içinde olmayı da göze almanız gerekiyor. Çünkü metabolizma artışı, vücudunuzda bir anda şimdikinin onlarca katı kimyasal reaksiyon.Bu da ısı demektir. Şu halde birkaç derece arttığında sizi yatağa düşüren vücut sıcaklığınız en az 20 derece birden artmış olacaktı! Siz en iyisi uçmayı kuşlara bırakın!

Aslında uçmak kuşların "kuş beyni"nden beklenmeyecek kadar akıllıca bir iştir! İnsan örneğinde anlatmaya çalıştığımız sonu gelmeyen bu dengesizlikler birkaç grameden sinek kuşundan yüzlerce kiloya varan albatrosa kadar yaklaşık 9500 kuştürünün milyarlarca üyesinde pürüzsüz bir ahenge bürünerek kanatlanmış ve sessizce başımızın üzerinde dolanıp durmaktadır. Kuşların gövdesine kanat eklemenin bedeli, en azından yaklaşık 43 °C?ye varan vücut sıcaklığı, insan kalbinin altı katı hızla atan kalpleri, vücut hacminin beşte dördünü oluşturan göğüs kaslarıdır.

Kanatların gövdeye bitiştirilmesi kadar, kanatların kendi iç tasarımı da sayısız hesabı gerektiriyor. Her şeyden önce her kuşun kanadının o kuşun gövdesiyle estetik bir uyum içinde olması gerekir. Kanatların renginin, büyüklüğünün ve açılma biçiminin kuşların çiftleşmesine, kamufle olmasına, haberleşmesine, avlanmasına da hizmet ediyor olması gerekir. Kanatlar sadece uçmak için olsa bile her kuşun uçma ihtiyacı farklıdır. Kimisi uzun bir süre havada kalır, uzun mesafeli göçler yapar; kimisi kısa bir süre havada kalır, ani vuruşlarla avlanır. Uzun sürede havada kalan kuşların daha çok süzülmeye yarayan uzun ve dar kanatlara ihtiyacı vardır;albatrosların kanatları gibi... Albatroslar uzun ve dar kanatları sayesinde deniz üzerinde meydana gelen hava akımlarını kullanarak, en az enerjiyle en uzak mesafelere uçabiliyorlar. Hava akımı bittiği zaman kendilerini yeni bir akıma veriyorlar. Leylekler gibi göçmen kuşlara ise uzun ve geniş enli kanatlar lazımdır. Uzun ve geniş kanatları sayesinde, göçmen kuşlar, soğuk havanın yer düzeyiyle temas ettiği noktada oluşan sıcak hava akımlarını kanatları altına alabiliyorlar. Helezonik olarak yükselmeye başlayan sıcak hava akımını uzun ve geniş kanatlarının altına hapsedip bir yelkenli gibi yükselip süzülüyorlar. Güvercin ve sülün gibi kuşlar ise pek uzun mesafede uçuşları yapmazlar; daha çok kısa süreli ve hızlı manevralı uçuşlar gerçekleştirir, sık sık kalkış ve iniş yaparlar. Onlara lâzım olan da kısa ve bodur kanatlardır.Şahin gibi yırtıcı kuşların çok hızlı pikeler ve ani manevralar yapması gerekir. Onlara lâzım olan da dar ve sivri uçlu kanatlardır. Demek ki kanatlanmak sonsuz bir hesap işidir. Evrimci söylemin milyonlarca yıla -her nasıl olmuşsa- diye ustaca havale ettiği rasgelelikte olacağa hiç benzemiyor.Bunca hesap ya bir anda kasıtla gerçekleşir ya da hiçbir zaman gerçekleşmez.Göklerde ahenkle inip kalkan sayısız kanadın altında gerçekleşen ince düzenlemeler, hassas ölçüler, şaşmaz dengeler keyfimizce uzattığımız uzunca bir zamanın, rastgele etkileşimlerin, hesapsızca savrulmaların işi olamaz.

Bu gerçeği daha bir yakından kavramak için, kanatlardan birinin herhangi bir teleğinde dizili tüylerin arasına başımızı sokalım. Varsayalım ki, kanatların bütün sırlarını kavradık, bütün uçuş hesaplarını anladık. Geriye hâlâ daha anlaşılmaz bir şey kalıyor: kuş tüyü... Başımızı yumuşakça yaslayıp uyuduğumuz kuş tüyünün birçok araştırmacının uykularını kaçırdığını biliyor musunuz? Kuş tüyleri ve uçuş telekleri, Kızılderililerin başına taç olmayı hak edecek kadar paha biçilmez şeylerdir.En az 140 milyon yıldır yeryüzünde uçuştuğunu bildiğimiz kuş tüyleri, kâinatın başlangıcı gibi, ışığın yapısı gibi, henüz tam anlamıyla çözümlenmemiş bir sırdır. Omuzunuza bir tüy düştüğünde, aklımıza da kocaman bir soru işareti takılmalı. Bir kuşun uçuşunda en önemli unsurlar tüyler ve teleklerdir. Hafiflik, esneklik, sağlamlık gibi üç zıt özellik, kuş tüyü hafifliğinde barışıyor, buluşuyor. Bir büyük kuş tüyünün ortasından oldukça hafif fakat sağlam bir omurga kemiği geçer. Bu ince kemiğin ucu doğrudan deriye girer. Bu kemiğin her iki yanında ise birbirine paralel biçimde dizilen ince ve hassas tüy telleri yer alır. Tüy telleri de küçük kancalı telciklerle fermuar gibi birbirlerine geçmişlerdir. Bu sayede hem uçuş için sürekli bir alan sağlanmış, hem yağmur damlalarının kuşu ıslatıp ağırlaştırması önlenmiş, hem de soğuğa ve sıcağa karşı kusursuz bir izolasyon temin edilmiş olur. Bir kanadın üzerinde değişik büyüklüklerde ve konumlarda yerleştirilmiş telekler, bu teleklerin ince omurgasına bağlı tüy telleri, tüy telleri arasında giderek küçülen teller ve telcikler, bir kuşun kanatları altında ağırlanan hava taneciklerini henüz seslendirilememiş eşsiz bir şiir ahengiyle kucaklar. Âdeta her bir hava taneciğine ayrı ayrı tutunur.

Kuşlar kanatlara yapışır, kanatlar tüylere tutunur, tüyler hava zerrelerine asılır.Böylece göklerin bu sessiz ve sözsüz şiiri hep asılı kalır. Henüz hiçbir şair, kanatların dokunduğu bu şiiri yere indirecek şiiri yazamadı. Tıpkı Mülk sûresinin "Bakmazlar mı üstlerinde uçan kuşlara?" diye başlayan ve şairleri utandıran dâveti gibi, göklerde dolaşan, yükseklere kanatlanan bir şiirdir."


(Dr.Senai DEMİRCİ)
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
18 Eylül 2006       Mesaj #1508
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Mavi Kurdele



New York'ta yasayan bir öğretmen, Lise son sınıfındaki öğrencilerinin "diğer insanlardan farklı özelliklerini" vurgulayarak onurlandırmaya karar vermiştir. California Del Mar'dan Helice Bridges
tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı.Ilk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle "Siz çok önemlisiniz" yazılı birer mavi kurdele verdi.

Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi.

Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları içi kendisine yardımcı olan yakınlarındaki bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından, iki tane daha kurdele vermiş ve; "Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlarda bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin" diye rica etti.

O gün üst yönetici, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun" is dünyasında bir deha olduğundan ötürü" onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdele'yi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu? Şaşkına dönen patron;

"Tabi ki" şeklinde cevap verdi. Yönetici de mavi kurdele'yi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi. Ekstra kurdeleyi verirken de;
"Bana bir iyilik yapar misiniz?... Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?... Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş.

Böylece "bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş..." Dedi...

O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu.

"Bugün inanılmaz bir şey oldu" dedi. "Ofisteydim. Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, "iş dünyasında bu kadar basarili olduğum için göğsüme bu kurdeleyi iliştirdi... Bir hayal etmeğe çalış... Benim bir dahi olduğumu düşünüyor.. "Siz çok
önemlisiniz" yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne takti. Bana ekstra bir kurdele verdi ve
onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle
kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin... Ben "seni" onurlandırmak istiyorum. Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum...
Oysa bu gece bir şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun."Seni seviyorum" diye devam etti...

Şaşkına dönen çocuk simdi ağlamaya başlamıştı... Bütün vücudu titriyordu... Başını kaldırdı, gözleri yas içinde olarak babasına baktı, ve:

"Yarin intihar edecektim" baba, dedi... "Baba, ben senin...çünkü ben senin... beni hiç
sevmediğini... beni hiç önemsemediğini düşünüyordum... Ama artık her şey çok farklı. Sen baba, su an... oğlunun hayatini kurtardın!..."

Sizin de sevginizi duymak, hissetmek isteyen insanların var olduğunu sakin unutmayın...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Eylül 2006       Mesaj #1509
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gecenin ürkekliği, sessizliği üzerimde. Ne bir ayaz ne de soğuk esen rüzgar! Hiçbiri sessizliği bozamıyor. Mahallede tek bir ışık yok. Benimkinden başka! Keşke balkonumdan yayılan ışıktan birazcık da benliğim nasibini alsa. Ama o da karanlık. Tıpkı bu mahalle gibi. Akşamın sükunetini arada bir okey taşlarının çıkardığı ses bozuyor. Belli ki komşular daha yatmamış.

Arada şehrin renkli sokaklarından canlı seslerinde geldiği oluyor. Balkonuma ise bu seslerin sadece kırıntısı kalıyor. Hafif ve uzak! Saatin ilerleyen dakikalarında o da yok olacak. Tıpkı bu sokak gibi sessiz ve uykuya dalmış olacak. Sanki durumdan memnun değilmiş gibi, sanki o da şehrin hareketli hayatına karışmak istermiş gibi, küçücük bir sesin yankılanmasını sağlıyor.
Havada çıt yok. Esintiden ise bir haber! Bu sokak zamanı kaybetmiş. Sabah olana, kadınlar birer ikişer kendi balkonlarından halılarını sarkıtacağı vakte kadar sessizlik hüküm sürecek gibi.Bunun daha ne kadar süreceğini aranızda bilen var mı? He! Bence yok! bu yüzden bu soruyu sadece kendime soruyorum. Size sormakla naçizane uykunuzu bölmek istemem. Hem kendim bu soruyu cevaplayamazken siz kendi balkonlarınızdan bana nasıl cevap verebilirsiniz ki? Bendeki çıldırtırcasına sessizliğin sebebi acaba bu sokak mı? Sorula sorular. Binlercesi aklımdan geçip gidiyor. Tüm bunlar sadece iki dakika içinde olup bitmiş. Vay be! Halbuki bana ne kadar uzun gelmişti.

Köşeden motor bağıra çağıra kahkahalar savurarak hızlıdan hızlıdan bu tarafa geliyor. Sanki bu sokağın sakinleri yokmuş tavrıyla, gecenin hüküm süren sessizliğini yırtıp geçerken, hemen köşede; kedilerin çöp poşeti için yaptıkları münakaşayı, sokağın bütün kaldırım taşları izliyor. Belli ki payları dağıtırken anlaşamamışlar. Kafamı yukarı kaldırıyorum. Yarın hava güneşli olacak. Bu balkonda ninem söylemişti. ‘Şu yıldızlara bak! Eğer Sana hepsi göz kırpıyorsa ve göz kırpan yıldız sayısı bir hayli fazlaysa yarın hava güneşli olacak’ bu söylediği sözler o kadar çok hoşuma gitmişti ki! Bu sürü sürü yıldızlar bana ne kadar çok göz kırparsa şansında fazla olurmuş. Gerçi bunu yutmayacak kadar aklım başımdaydı! Ama şimdiyi göze almayıp da inansam, pembe düşlere dalsam kime zarar! Ufka doğru bakarsam bu balkondan sabahları güneşi görebilirdim. Beklersem yıldızların bana verdiği tüyoyu da pekala görebilecektim. Gözlerimden uyku akmasa bunu yapardım ama şimdi bu sessizliğe sabaha kadar tahammül edemezdim.

Şehire dikkatli baktığınızda yıldızlar gibi tüm şehrin ışıklarının da size göz kırptığını fark edebilirdiniz. Bunu da ninem göstermişti. Demek ki gün ağarınca tıpkı şu gökyüzünün size verdiği tüyoyu şehir de sunuyordu. Sadece bakmasını bilecekmişsin.. Acaba karşı cepheden de , sokağımızın kırpıştırdığı gözü görebilir miydim? Acaba bu sokak da tüm şehir gibi mutlu olacak mıydı? Her tarafına, sokağın uçtan ucuna çok dikkatli bakmaya çalışsam bile olmuyordu. Göremiyordum. Eğer tüm bu düşündüklerimin yarın tersi olursa yıllar önce ninem bana yalan söylemiş olacaktı. Ama şehirden ayrı bir yaşam tarzı varsa bu sokağın o zaman suçu ne idi? Yarın tüm sokaklara nazaran gözümde cengaver gibi büyüyecek bu sokak, belki tüm pislikler sokağın ardında olup biterken , sosyeteler şehirde güllük gülistanlık bir gün geçirecek ve kendi evlerine döndüklerinde buradan mutlu bahtiyar bahsedecek, sokağım ise, şehrin dublörü unvanını taşırken, bana göz kırpmadığını bilsem bile içim rahat olacak.

Deniz fenerinin yaydığı kırmızı ışık, gecenin karanlığını üstüne giymiş koca denizin üzerinde garip şekiller çıkararak saat yönünde döndüğünü daha yeni fark ediyordum. Demek ki bu geceki gibi her gece balkonumdan yeni şeyler görebilecektim. Her yeni güne başlarken bana görmediğim yönlerini fark ettirebiliyordu. Çok uzaktan gelmese de, derinden dalgaların kayalara çarptığında çıkardığı sesler kulağımda yer edinmişti. Tüm bu düşüncelerimin, kaybettiğim zamanın içinde fon müziği olup çıkmıştı. Ne rahatlatıcı sesti bu! Yüzde olarak hesapladığımızda ki bana bunu bu saatte nasıl hesapladığımı sakın sormayın! Uykum daha ağır basıyordu. Nöbetçilik yapıp şehri ve sokağı beklememe gerek yoktu zaten. Madem yarın için bir şehrim vardı. Madem sır veren şehrim işlerimin yolunda gideceği konusunda tüyoyu esirgemiyordu, o vakit; halledeceğim işleri bir an önce yapabilmem için uyumam gerekiyordu. Sevgilisinden ayrılan birisi gibi arkama bakmadan yatağa doğru yellendim... Yüzümde ise hafif bir gülücük ve uyku sersemliği, balkonumdan dört duvarıma varıyorum!!!
DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
19 Eylül 2006       Mesaj #1510
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
Aşkın Hikayesi

>Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
>Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil.
>
>Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun
>üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.Aşk,
>adada en sona kalan duygu olmuş çünkü mümkün olan en son ana kadar
>beklemek istemiş.Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye
>karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde,
>geçmekteymiş.Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye
>sormuş.Zenginlik, "Hayır, alamam.Teknemde çok fazla altın ve gümüş
>var, senin için yer yok." demiş.Aşk, çok güzel bir
yelkenlinin
>içindeki Kibir'den yardım istemiş. "Kibir, lütfen bana yardım et!",
>Kibir "Sana yardım edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi
>mahvedebilirsin." diye cevap vermiş. Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk
>yardım istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim." Üzüntü "Of, Aşk, o kadar
>üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var." Mutluluk da Aşk'ın
>yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki Aşk'ın çağrısını duymamış.
>Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."Bu
>Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu
>hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl
>edememiş. Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşk'a yardım eden
>yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk,
>Bilgi'ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?" Bilgi "O, Zaman'dı" diye
>cevap
vermiş. "Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş
>Aşk. Bilgi gülümsemiş:
>
>"Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir"

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar