Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 149

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 498.500 Cevap: 1.997
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1481
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi

Hikaye'nin Adı
:
Onu Çok Seviyordu !...

Sponsorlu Bağlantılar



;Kabus dolu bir gecenin sabahında başlamıştı her şey... Ortalık sakin olmasına sakindi ama beynindeki sorular ne olacaktı? Kim verecekti kurduğu
onca hayali bir seferde siliveren o korkunç kabusların hesabını?
Bütün
yaşadıklarının suçlusu kimdi? Acaba kendisi miydi yoksa bir başkası mı?

Aklı o kadar karışıktı ki ne yapacağını bilmiyor, bir mahkum edasıyla odanın duvarları arasında volta atıp duruyordu. Belki de mahkumun ta kendisiydi aslında ama kendini yargılamaya cesareti var mıydı ki?

Peki kim yargılardı böylesine karmaşık bir kişiliği? Acaba suçlu muydu yoksa masum mu?

Ortada bir suç var mıydı gerçekten? Kendisini tanıyamıyordu artık... Kimdi, kimin nesiydi? Sorular, sorular, sorular... Cevaplanmayı bekleyen onlarca soru karmaşık hislerle dolu karanlık düşünceler deryası içinde yüzerken nasıl rahat edebilirdi? Aklına sorudan başka bir şey de gelmiyordu zaten...

Cevapsız sorulardan başka hiçbir şey...


Ne zaman bunalsa içini kağıtlara dökerdi, bu sefer de öyle yapacaktı...

Oturdu sandalyesine ve yazmaya başladı. Kelimeler birbirini kovalıyor, içindekileri bir çırpıda kağıda döküyordu... İşte bu dört dörtlük damladı kağıda dolma kaleminin ucundan:

Korkunç bir gecenin sakin sabahındayım

Yalnızım odamda, sensiz deryalardayım

Issız bir ada görüyorum çok uzaklarda

Gitmek istiyorum lakin rüyalardayım...



Gözlerini görüyorum odamın duvarında

Dalıyorum yine korkunç bir kâbusa

Seni benden ayıran o garip çığlığa

Lanet ediyorum lakin rüyalardayım...


Uyanıyorum bir ara kan ter içinde;

Sanki odam daralıyor, ufalıyor gitgide...

Biliyorum sevmek kolay, yaşamaksa işkence;

Dokunduğunu hissediyorum lakin rüyalardayım...


Rüyalardayım ben, rüyalardayım;

Sensiz geçen günlerde derin duygulardayım

Ağlıyorum, yalvarıyorum ölmek için;

Sana koşmak istiyorum lakin rüyalardayım...


Ayrılmışlardı. Yaşanmış onca güzel hatıranın ardından hiçbir şey olmamışçasına bir çırpıda ayrılmak ne demekti?

Kolay mıydı yedikleri kağıt helvaları, gittikleri yerleri, tuttukları balıkları unutabilmek? Kolay mıydı yaşlar süzülürken yanaklarından gülmeye çalışmak? Düşünmek istemiyordu artık...

Artık her şeyi unutmak istiyordu ama olmuyordu işte, yapamıyordu ki!.. Sanki içinde daima canlı kalacak sıcak bir duygu vardı. Bu duygu aşk olamazdı. Olsa olsa sevgiydi bu; dünyanın en üstün duygusuydu...

Öylesine ağır basıyordu ki bu duygu, öylesine yakıyordu ki içini, ne yapacağını bilemiyor, deliler gibi düşünüyor, düşünüyor, düşünüyordu...

Ortada hiçbir neden yokken nasıl ayrılmışlardı? Aptalca bir inat uğruna bunca zamandır paylaşılan o güzel duyguları nasıl da feda etmişlerdi...

Telefona sarıldı. Aklında kalan tek numarayı, onun numarasını tuşlarken telefona, neler konuşacağını planlıyordu. Telefondaki “Alo!” sesini duyunca tüm cesaretini yitireceğini nereden bilebilirdi? Her şey iyiye gideceğine daha da kötüye gidiyordu. Cesaretini toplayacağı yerde bir tavuk gibi korkakça davranıyor ve bundan utanç duyuyordu. Telefonu kapattı. Hayır, bütün suç kendisinin değildi. Uykusuz kaldığı üç gün boyunca verebildiği tek karar buydu.

Suçu beraberce işlemişlerdi, beraberliklerinin bitmesine izin vermeyeceklerini söyleyerek yemin eden iki kişinin böylesine gereksiz bir inatla birbirinden kaçmalarının suçlusu elbette ki yalnız kendisi olamazdı. O da kaçmasaydı. Hayallerini kurdukları o güzel dünyaya vurmasaydı tekmeyi. Olmuyordu işte!

İnadını sürdürmeyi bırakması gerekiyordu. Belki de aşkın gurur dinlemeyeceğini unutmuştu. Bunu ona birisinin hatırlatması mı
gerekiyordu sanki? Ama onlarınki aşktan üstün bir şeydi, sevgiydi...

Telefon çalıyordu. Acaba kimdi? Kim arardı böylesine karmaşık duygularla boğuşup duran, acizliğini kendisine kabul ettirmeye çalışırken sürekli inadının kurbanı olup, her seferinde yenilgiyi kabullenmek zorunda kalan, duygularını bir kenara itip sırf mantığıyla karar verebilmeyi hedef edinen aptal bir insanı? Kim arardı?..

Telefonu yerinden kaldırmaya cesaret edebilmesi de bir olgunluk sayılabilirdi ama bunu becerebilmek için beş dakikasını verdi. Demek ki kendisinden daha inatçı olan insanlar da yaşıyordu yeryüzünde...

Hafif bir ses tonuyla “Alo!” dedi. Bu kez telefon kendisinin yüzüne kapanmıştı. Acaba o muydu? Evet, evet... Kesinlikle oydu...

Biraz yumuşamıştı nasır bağlamış, taş kesilmiş, inadının kurbanı olmaya alışmış o zavallı yüreği... Biraz yumuşamıştı... Hatalarını görebiliyordu artık... Ona nasıl da insafsızca hakaretlerde bulunduğunu hatırlayabilmişti sonunda. Gururunu ayaklar altına almayı da başarabilirse her şey en az eskisi kadar güzel olabilirdi. Peki onu nasıl razı edecekti, gönlünü nasıl alacaktı o melek kalpli insanın? Yapabilirdi, bu kez konuşabilirdi.

Bir ok gibi fırladı ve telefonu son bir kez aldı eline. Her şey kendiliğinden
oluverdi. Ne konuştuklarını bile hatırlamıyorlardı ama her şey düzelmişti. Bir telefon konuşmasıyla mı olacaktı yani bütün bu kara düşüncelerin aydınlığa kavuşması? Çok kolay olmuştu... Demek ki sevgi engel tanımıyordu. Belki de suçlu olduğunu bildiği için utanıyordu kendisinden... Neyse...

Artık hiçbir şey önemli değildi onun için, sevdiğinden başka...

Yaşadıklarından öğrendiklerini düşündü bir an. Gereksiz bir inat uğruna en sevdiği insanı nasıl kaybetmek üzere olduğunu, gururunu yenmenin zorluğunu ve bunu yapabilmenin getirdiği mutluluğunu düşününce yaşadıklarının
kendisine çok şeyler kazandırdığını kolayca gördü. Her şeyden önemlisi de sevginin üstünlüğüydü onun için...

Sevgi öylesine güzel ve anlamlı bir histi ki onun karşısında durabilecek bir engel göremiyordu artık. Sevginin üstünlüğüne inanmıştı sonunda. Sevgi, aşktan da diğer bütün duygulardan da üstündü. Sevdiği insana bir kez daha bağlanmıştı. Affetme büyüklüğünü göstermesi, kendisini ne kadar çok sevdiğini ortaya koymuştu.

Telefonu kapattı; sokakları yeni yeni ıslatmaya başlayan bir bahar yağmuru altında ıslanarak sevdiği insana koştu. Onu çok seviyordu...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1482
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir aşk hikayesi

Sponsorlu Bağlantılar
Üniversiteli delikanlı Kolejli kıza bir voleybol maçında rastladı. Okul salonundaydı maç. Tribünsüz,minik bir salon.. Seyircilerle, oyuncular arasında, sahanın çizgisi vardı sadece..O kadar yakındılar..

Delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar şirini kızı ilk defa görüyordu takımda.. Hoşlandığını, fena halde hoşlandığını hissetti. Az sonra bir şeyi daha hissetti. Uzun zamandan beri maçı değil, o güzel kızı izlediğini.. Kız servis atarken hemen önünden geçti. Göz göze geldiler.. Kız gülümsedi..

Delikanlı, çok popülerdi o yıllarda.. Kız onu tanımış olmalıydı. Kim bilir, belki kız da ondan hoşlanmıştı.. Belki de delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti.. Set değişip, takım karşıya gidince, delikanlı da yerini değiştirdi, o da karşıya gitti.. Üçüncü sette tekrar eski yerine döndü.. Kız da gidiş gelişleri fark etmişti galiba.. Bir defa daha gülümsedi. Manidar.."anladım" der gibi bir gülümseyişti bu...

Delikanlı o hafta boyu hep bu dünyalar şirini kızı düşündü.. Pazar günü, sabahın köründe kalktı, erkenden oynanacak maçı, ne maçı canım, o dünyalar şirini kızı görmek için..

Delikanlı artık kızın hiçbir maçını kaçırmıyordu.. Dahası.. Ankara Koleji'nin her dağılış saatinde, okul civarında oluyordu, onu bir kez daha görmek için.. Karşılaştıklarında, hafif çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı.. Bir defasında, yaptığına sonra kendisi de günlerce güldü.. O gün gene tesadüfmüş gibi, okul dağılışı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, bir blok ötede gene karşısına çıkmıştı. Kız bu defa, iyice gülmüştü.. Karşısında, sözüm ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce..

Delikanlı, voleybol takımının kaptanını iyi tanıyordu. Arkadaştılar. Sonunda bütün cesaretini topladı, kaptana açıldı.. O kızdan fena halde hoşlanıyordu. Galiba kız da ona karşı boş değildi. Bir yerde, bir şekilde tanışmaları gerekiyordu.. O zamanlar, bu işler böyle oluyordu çünkü.. Kaptan "tabi" dedi.. "bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermiştik zaten. Sen de gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanışırsınız.."

"Mutluluk işte bu olmalı" diye düşündü delikanlı.. "Mutluluk işte bu!.."

Ve konser gününe kadar geceleri hiç uyuyamadı.. Konser gününü de hiç ama hiç unutmadı.. O ne heyecandı öyle.. Konserin verildiği sinemanın kapısında tanıştılar.. El sıkıştılar.. O güzel ele dokunduğu anı da hiç unutmadı delikanlı.. Kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yaptı. Delikanlı ile dünyalar şirini kız yanyana düştüler.İnanamıyordu delikanlı.. Onunla nihayet yanyana oturduğuna, onun sıcaklığını hissettiğine, onun nefesini duyduğuna inanamıyordu.. Biraz önce tanışırken tuttuğu el, bir karış ötesinde öylesine duruyor, delikanlı, sahnede dünyanın en romantik şarkısı söylenirken –o an dünyanın bütün şarkıları dünyanın en romantik şarkısıydı ya- o eli tutmak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki içinde.. Ama uzatamıyordu işte elini.. Her şey böyle iyi giderken, yanlış bir hareketle, onu ürkütebileceğinden, incitebileceğinden öylesine korkuyordu ki..

Sonunda dayanamadı, sanki kolu uyuşmuş gibi, uzandı..Kolunu kızın koltuğunun arkasına koydu.. Kızın omzuna değil.. Koltuğun üzerine.. Sonra kız arkaya yaslandı.. Bir kaç saç teli, delikanlının elinin üzerine dokundu.. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu artık genç adamın.. Dünyalar şirini kızın saçları eline dokunuyordu çünkü.. Konserden çıkarken, kız, şakalaştı.. "Sizi her maçımızda görüyoruz. Alıştık nerdeyse.. Yarın Adana'da da maçımız var.. Gözlerimiz sizi arayacak.."

Hayır, aramayacaktı. Delikanlı o anda kararını vermişti çünkü.. Cebinde onu otobüsle Adana'ya götürüp getirecek, hatta öğle yemeğinde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardı.. Gece yarısı kalkan otobüse bindi.. Sabah erkenden Adana'ya indi. Maç saatine kadar başı boş dolaştı. Salona erkenden girdi, en ön sıraya tam servis köşesine en yakın yere oturdu.. Takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. Maç falan değildi sebep tabii.. İlk sette kız farkında bile değildi onun.. Nerden olsundu ki.. İkinci sette öbür tarafa gittiler.. Döndüklerinde, ügüncü sette kız fark etti delikanlıyı..Yüzünde çok ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, biraz da gurur vardı sanki.. Ankara'nın hele Kolejde çok popüler bu delikanlısının onun için ta oralara geldiğini bilmenin gururu..

Maç bitti. Kız soyunma odasına, delikanlı garaja gitti. Tek kelime konuşmadan.. Konuşmaya gelmemişti ki.. Kız "keşke orada olsaydın" demişti. O da olmuştu işte.. Hepsi o.. Ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında..

Bir gün üniversite kantininde gazete okurken, iç sayfalarda bir şiire rastladı. Daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe.. Söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı sanki.. Bembeyaz bir karta yazdı o dört satırı.. Öğleden sonrayı zor etti, Kolejin önüne gitmek için.. Kızın karşıdan geldiğini gördü. Koşarak yanına gitti. "Bu sana" diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan.. Kız, Necip Fazıl'ın dört satırını okurken..

"Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar...
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar!.."

Ertesi gün öğleden sonra, tarif edilemez heyecanlar içinde Kolejin önündeydi gene.. Kız karşıdan geliyordu.. Bu defa yanında arkadaşları yoktu. Yalnızdı.. Yaklaştığında işaret etti delikanlıya.. Gözlerine inanamadı genç adam.. Onu yanına mı çağırıyordu yoksa.. Evet, çağırıyordu işte.. Kalbinin duracağını sandı yaklaşırken.. "Sana bir şeyler söylemek istiyorum" dedi kız.. O da heyecanlıydı, belli.. "Bak iyi dinle.. Dünkü satırlar için çok teşekkürler.. Herhalde hissettin, ben de senden hoşlanıyorum. Ama senden evvel tanıdığım birisi daha var. Ondan da hoşlanıyorum ve henüz karar veremedim, hanginizden daha çok hoşlandığıma.. Ve de şu anda, onu terk etmem için bir sebep yok.."

"O zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni!" dedi, delikanlı ikiletmeden.. Ayrıldı kızın yanından.. Bir daha voleybol maçına gitmeden, bir daha okul yolunda önüne çıkmadan.. Bir daha onu hiç görmeden..

Yıllarca sonra Levent Yüksel'in söyleyeceği şarkıdaki Sezen Aksu'nun sözlerini o zaman biliyordu sanki. Aşk "onurlu" olmalıydı.. Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi.. Tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi.. Hastanın sabahı, şeytanın günahı beklediği gibi bekledi.. Heyecanla bekledi. Hırsla, arzuyla bekledi. Umutla, umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi.. Ama bekledi.. Başka hiç kimseye bakmadan, başka hiç kimseyi bulmadan bekledi. Bir gün bir şiir antolojisinde şiirin tamamını buldu.. İki dörtlüktü şiir.. İlki kıza verdiğiydi.. Bir ikinci dörtlük daha vardı orada.. O dörtlüğü de bir kartın arkasına dikkatle yazdı.. Cebine koydu..

Bekleyiş sürüyor, sürüyordu.. Okullar kapandı, açıldı.. Aylar, aylar geçti..Bir gün delikanlı kızı aniden karşısında gördü.. "Günlerdir seni arıyorum" dedi kız. "Günlerdir seni arıyorum. İşte sana haber.. Artık hayatımda hiç kimse yok!.."

"Yaa" dedi delikanlı.. "Yaa" dedi sadece.. Kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı: "Yaaa!.."

Cebindeki artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza.. "Sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün.." dedi. "Bu da sonu onun..."

Sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan.. Kız ikinci dörtlüğü oracıkta okurken..

"Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar!.."

Aradan yıllar, çok ama çok uzun yıllar geçti. Delikanlı bugün hala düşünüyor.. O uzun, çok uzun bekleyiş mi öldürmüştü aşkını? Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı.. O sevgilinin kendisi bile.. Hayalindekini canlı tutmak için mi, canlısını silmişti yani?.. Ya da.. Ya da.. Bir şiirin romantizmine mi kapılmış, bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğunun üzerinden öylece yürüyüp mü gitmişti acaba?

Delikanlı bu soruların cevabını bugün hala bilmiyor.. Bilmediğini de en iyi ben biliyorum.. Çünkü, o delikanlı, bendim!...

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
14 Eylül 2006       Mesaj #1483
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kuşlar




Dünü bugün bu günü dün gibi yaşıyorum her geçen gün bir öncekine hatıra bırakıyor
Ben kuşları özledim ama nereye gittiler bilmiyorum yaz mevsimi geçmedi ki daha akşam olunca yamaçlara bakarım yoklar dere kenarına inerim orada da değiller kuşlar özgür derler ama öyle değil özgür olan kuş uçar durmadan ama bir tane bile yok uçan bana bakıyorsun oradan kızgın kızgın hadi çık kafesten uç artık özgürsün nereye gitmek istersen oraya git yeni bir şehre yeni bir dosta yeni ufuklara benim olmadığım bu tel parçasının olmadığı yere git gidemezsin dimi alıştın sende telle çevrili yaşama zor gelir özgür yaşamak ben derim ki nerede mutlu olacaksan orada kal yüreğinin götürdüğü yere git ve dönme
<A href="http://www.siirkolik.com/hikaye/yazarlar.asp?id=122">
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Eylül 2006       Mesaj #1484
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Olmayacaksam senin, açmayacaksam vuruşlarına kapımı, haramsa nefesin nefesime
Toprak helaldir bedenime!!
Aşkın didaktik maddeleri olamıyor işte, koyamıyorsun sınırları, cümlelerin yapman gerekenlerle kurulamıyor.. Onlarda tıpkı benim gibi yarım yamalak gözlerin önünde..
İnzivalara gebe yarınlar biriktiriyorum sana, korkağın tekiyim geçemiyorum ki karşına..
Diyemiyorum, “can’ımsın, seninim gel!!” diye..
Anlatmıyor mu duruşum..Bu kadar mı aciz bakışlarım..Bu kadar mı küçücüğüm karşında..

Kallavi hayalperestliklerim, adına yakılmış düşler arşivimde saklı..
Ben sana ait olsam ne çıkar, sen başkasının olduktan sonra..
başkasına bakıp, başkasına dokunduktan sonra…
Başkasına yanıp başkasına emanet etmişken kalbini, biçareliğimi nasıl atarım küçücük bedenim üzerinden…

Taksiratım affedilir mi mahşerde..
Ben canıma değil “sevdama” kıymaya gidiyorum..
“Sevdam” sevdama kıyacak kadar büyük çünkü!!
Çünkü sen böylesi “sevdamı” göremeyecek kadar “sevdalısın” sevdalına..

Dar geliyor sokaklar, kaldırımlar kaçırmıyor beni senden..
Lambalar aydınlatmıyor uzaklarımı..Ayaklarım kaçak ve militan sesler çıkarırken, gece her adımda bağıra bağıra usanmadan yazarken seni içime, ve yıldızlar bile anlayamıyorken sebeb-i terk-i diyarı,
bir tek sana ait olanlar ilişemiyor, taş koyamıyor sessiz yolculuğuma..
Çünkü sana ait olan her şey o’nun..
Geçipte karşıma, o’na sahip bakışını yerleştirirsen gözlerim önüne, ölüme giden bir yaşanmışlık bile bırakmazsın zaten kefenime..

Herşeyi ardıma koydum..
Ve almadım düşlerimi de yanıma, rastlarsın zamanı silik bir mekanda..
Gidiyorum..

O’na sen, sana ben, bana sevda ve sevdama ölüm kala…

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
14 Eylül 2006       Mesaj #1485
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Lambanın Cini





Odanın içinde dolaşan küçük Ahmet evvelki gün izlediği filmden çok etkilenmişti.Odada, köşede duran çaydanlığı akşamki filmden sonra o köşeye koymuş her an içinden bir cin çıkabilirmişçesine o çaydanlığa titizlikle bakıyordu.Artık sabredememiş, eski lambalara benzeyen çaydanlığı ovalamanın zamanının geldiğini düşünmüştü.Kendisinden üç yaş büyük olan ağabeyine, lambanın içinden çıkacak(Ahmet’in çıkacağını sandığı) cinden korktuğu için yanına gelmesini söyledi.Ahmet’in ağabeyi küçük yaşına rağmen psikolojik tedavi görüyordu.Doğuştan,birilerine acı çektirmeyi seven Ahmet’in ağabeyi Mehmet, annesigilin kendisini bu hastalıktan arındırdığını sanmasını sağlamıştı.Mehmet’e güvenip kardeşine bakacağını düşünen annesi,birazcık uzaktaki marketten yarım kilo kıyma alıp gelecekti.Fakat olacaklardan nasıl haberdar olabilirdi ki…

Mehmet, Ahmet’in bu teklifine olumsuz cevap verdi.Ama aklında bir plan vardı.Ahmet korkmamış numarası yapıp, kendi başına o çaydanlığı ovalamayı aklına koydu.Ağabeyi Mehmet de onu korkutmayı aklına koymuştu.Ahmet odaya geçti, çaydanlığı eline aldı.Kapının arakasında saklanan ağabeyi lambanın üç kez ovalanma sesinin duyulmasını bekliyordu.Ahmet lambayı ovaladı.Gülmemek için kendini zor tutan ağabeyi,kapının arkasından seslendi:

-Ne var, ne istiyorsun?Niye beni uyandırdın derin uykumdan?

Ahmet çok korkmuş bir şekilde:

-Sizden bir dilek dileyecektim de…

Mehmet,Ahmet’in her zamanki isteğini biliyordu.Yine de bildiğini belli etmeyip sordu:

-Ne istiyorsun bakalım?
-Uçmak istiyorum.Göklerde uçmak…
-Peki o zaman.Balkona çık.Şimdi sana öğreteceğim sözleri söyle.Ve aşağıya atla aşağıya düşmeyeceksin uçacaksın.
-Peki sevgili cin sözleri bana öğretin.
-Dinle:”Hokus Pokus uçmak istiyorum ben Zeus”
-Zeus da kim?
-O bütün cinlerin efendisidir.Şimdi tekrar et bakalım.
-Hokus Pokus uçmak istiyorum ben Zeus.
-Evet haydi bakalım.

Ahmet bu sözlere inanıp,8.Kattaki evlerinin balkonuna çıktı.Aşağıya şöyle bir baktı.Sonra gözünü kapatıp aşağıya atladı.Mehmet biraz sonra balkona gelip kardeşinin paramparça olmuş cesedini gördü.Evlerinin arka tarafına bakan balkondan çıkıp salona geçti.Gülmeye başladı.Gülüyordu,sürekli gülüyordu.Az sonra kapı çaldı.Mehmet gülmeyi kesti.Kapıya baktı bu gelen annesiydi.Çok yorgun olan annesi,poşeti masanın üstüne koyup salondaki koltuğa oturdu.Mehmet annesinin yanına gitti.Annesi tebessümle sordu:

-Ahmet nerede yavrum?
-Öldü.
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
14 Eylül 2006       Mesaj #1486
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
Küçük yalnızlıkları severmisiniz


Gün ışığı çadırların üzerine düşünce, sessizlikten sıkılıp vadileri görmek için dışarı çıkıyorum. Hava serin ve hiç rüzgar yok. Ur Kekliklerinin sesine yönelip görmeye çalışıyorum; kayaların üzerinde siyah noktalar gibi yer değiştiriyorlar.
Göllerin ters yüz ettiği dünyayı izliyorum sabahın soğuğunda. Güneş dağların kuytuluklarını aydınlattıkça, gitme zamanın geldiğini anlıyorum. Tepelerdeki karın tutsaklığından kurtulan su, ağzından köpükler saçan atlar gibi koşuyor gürültüyle. Sabah kahvaltısında, günlerdir süren yolculuğun beni nasıl değiştirdiğini düşünüyorum. Kendimi hapsettiğim suskunluktan kurtulamıyorum.
Yüküm git gide hafifliyor, göllerin sularının boşaldığı şelalenin yanından vadi boyunca yaylaya doğru iniyoruz. Gürültüyle akan suyu defalarca geçmemiz gerekiyor. Çiçekli Yayla’ya yaklaştıkça ısı iyiden iyiye artıyor. Orta sırtta çobanların kurduğu yayla evine yönelip selamlaşıyoruz. Hoş beş, kadınlar işlerini bırakmadan keçi peyniri yapmaya devam ediyorlar. Kimsin, nesin faslının sonunda sohbet koyulaştıkça, önümüze konulan sehpanın üzeri bal, kaymak, peynir, tereyağı ve taze ekmekle donanıyor.
Çocuklar evin atını oyuncak olarak seçmiş “Bir şey yapmaz mı? ” “Yapmaz yapmaz, bir gözü kör zaten çok uysaldır. Geçen sene yük taşırken düştü gözüne ot battı kör oldu, vurmaya kıyamadık”.
Evin şişman hanımı içeride yayık yayıyor, sohbetlerin konusu yaşamın ne kadar zor olduğu... Çalışma ve sohbet hiç durmuyor.
Tıka basa edilen kahvaltıdan sonra vedalaşıp ayrılıyoruz. Çiçekli Yayla’da seyyar satıcılarla karşılaşıp Vahap’ı soruyoruz, kimseyi görmedik diyorlar. Kamyonet uzaklaşırken tavanındaki hoparlörden sebzeci çağrısına karışmış tulum ezgileri yayılıyor. Sis yoğunlaştıkça görüntüler silikleşiyor, sadece sesler kalıyor. Ot biçenler, dereler, çocuk bağrışmaları, kadınların dedikoduları garip bir şarkı gibi yayılıyor sisle birlikte. Ellerini kalçalarının üzerinde birleştirip iki büklüm yürüyen yaşlı kadın bize yolu tarif ediyor. “Çeşmeyi geçtikten sonraki patikaya girin orası daha kısa sizi yaylaya çıkarır uşağum yükünüzde çok ağır galiba”. Çeşmenin yanındaki dik yamaçtan tırmanıyoruz yol patikalara bölünüyor. Örümcek ağı gibi her yöne giden küçük yollar var, haritayı çıkarıp Baş Yayla’ya çıkan yolun son virajına tekrar kavuşuyoruz. Çevredeki büyükbaş hayvanların boyunlarına takılı süslerin ne olduğunu merak ediyorum. “Kars’ta biz de takardık, koruyucu muska onlar”, ‘Hadi canım sende hayvanların muskası mı olur? ”, “Var tabi”, “Ne yani,süt muskası mı? ”. Konuşma uzadıkça yol kısalıyor, sisin derinliklerinden gelen motor gürültüsü gittikçe yakınlaşıyor. Seyyar manav yanımızda durup terazisinin kefesini yolda görüp görmediğimizi soruyor. Biraz sebze almak istiyorum,motoru susturup aracından iniyor;
-Domates alalım
-Kaç kilo
-Kilo değil,üç dört adet
-Olmaz en az bir kilo
-Neden peki
-Hakkınız geçer.


Soğan,domates,biber,biraz şeftali alıp yolumuza devam ediyoruz. Sislerin arasından gelen insan sesleri yaylaya iyice yaklaştığımızın gösteriyor. Önümüzde birden beliren evin önünde küçük bir kızla rastlaşıyoruz. Ufacık tefecik küçük bir kuş gibi,saçları iki yanda iki örgü,küçük bir yüzü kocaman bir sesi var. Yaylanın adını soruyorum Baş yayla: gözlerinden evin önünde beliren annesinden güç aldığını anlıyorum. Koca memeleri ve kocaman kalçalarıyla bir kadın yukarıları işaret ediyor, yayla yukarıda.
Küçük kız ben sizi götüreyim mi? Götür hadi.
Sislerin arasından taştan yapılmış evlere doğru gidiyoruz.
Kime gideceksiniz? Özlem ablaya mı?
Özlem yaylaya uğrayan gezginlerin uğrak noktası.dünya iyisi bir dost,arkadaş.
Evlerin önlerinde iş yapan yaşlı kadınlarla selamlaşarak Özlemin evine doğru yöneliyoruz.
Yayla evlerinin duvarları koruyucu tılsım(muska) olduklarına inandığım şekillerle süslü. Küçük kız çok bilmiş bir edayla onların define haritası olduklarını açıklıyor.
Buralarda büyük bir define varmış bulamamışlar onu gösteriyormuş bu çizgiler. İnsan,el,göz,yılan,güneş vs formundaki şekillere Mu felsefesinin anlatıldığı kitaplarda da rastlamıştım fotoğraflarını çekiyorum gizli bir keşif yapmış gibi. Özlemi bulmamız biraz zaman alıyor. Nerede olduğunu bilen yok sırt çantalarımızı indirmeden gelmesini beklerken nerden geldiğimizi soran insanlara açıklama yapıyoruz. Gözümü saatimin barometresinde hava çok hızlı değişiyor. Fırtına patlamadan önce çadırlara kendimizi atsak iyi olacak.
Özlem içten bir gülümsemeyle evlerin arasından çıkageliyor.
-Hoş geldiniz buyurun diyor evi göstererek. İçimden nasılda güzel gülüyor diye geçiriyorum.
-Çadırlarımızı kurabileceğimiz bir yer var mı?
-Ne gerek var gelin bizde kalın.
-Olmaz biz çadır kuralım rahatsızlık vermeyelim hem çok pisiz.
-Hasan abi gilin evin arkası düz gelin bakın tuvalette var yakında.
Yanımıza yaklaşan yayla sakini ihtiyar nereden geldiğimizi soruyor, Ankara dan geldiler diye yanıtlıyor
-Özlem sonra ekliyor ne yapacaksın.
-Kovacağım burada Çadır kuramazlar; gözleri hafifçe kısılan özlem sesini yükseltiyor,benim dostlarımı bu yayladan hiç kimse kovamaz yürü git işine.
Çadırları kurup çamaşır yıkamak istiyoruz.
-İyi evin önünde su var evde su kaynatır yıkarsınız işinizi bitirip eve gelin.
İlk damlalar düştüğünde çadır kurma işini bitirip bitmişti,Özlemin evine doğru yollanıyoruz. Eve geldiğimizde bize yemek hazırladığını görüyoruz. Açız,masaya konan reçel,bal,kaymak,süt ne varsa hızla tüketiyoruz. Özlem bizimle oturmuyor tüm ısrarlarımıza rağmen,
-Siz yemenize bakın ben Muhtar gile söz verdim kusura bakmayın.
Yağmur büyük bir gürültüyle boşalıyor,komşular hayvanların gelmediğini haber verince Özlem sırtına geçirdiği bir yağmurlukla hızla dışarı fırlıyor.
Yayla evinin girişinde büyük bir kuzine var,küçük bir musluk sonradan eklenmiş. Yerden kırk santim kadar yüksek oturma yerinde iki yatak göze çarpıyor. Tavanda kocaman bir kiriş üzerine oturtulmuş,hartamayla desteklenmiş toprak bir dam var. Zaman içersinde bozulan çatıdan toprak döküldüğü için tavan mavi bir brandayla kaplanmış. Evin arka tarafındaki kilerde hamur tekneleri iplerle tavana asılı eski öteberi yığınları,aletler var; kilerin temizliğine şaşırıyorum.
Yağmurdan göz gözü görmüyor toprak tavan su geçirmeye başlayınca kapkacak ne varsa damlaların altına koyuyoruz. Tavandan gelen suyla doluyor branda herkes damlalarla baş etmeye çalışıyor Özlemi merak ediyoruz. Yirmi dakika süren yağmur sele dönüşüyor,evin içinde suların doldurduğu kapları boşaltarak dışarıyı gözlüyoruz. Özlem hayvanları önüne katmış kapının önünden geçip ahıra gidiyor. Gülerek kapının önünde belirdiğinde yaylanın aşağısındaymış mallar,ıslandım siz ne yaptınız diye soruyor. Ortalığa yayılmış tasları tencereleri leğeni görünce,tavanın değişmesi gerek,seneye yaptıracağım. Sağanak yağmurun yerini akşamın sessizliği aldığında kirli çamaşırları evin girişindeki yalakta yıkıyoruz. Su ve sabun kokusu dolduruyor her yeri saçlar,eller,yüzler tertemiz.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
14 Eylül 2006       Mesaj #1487
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Mantık



Öğrenciler o yılın ders programlarında yeni bir ders olduğunu farkederler. Dersin adı ‘Mantık’tır ve derse yaşlıca bir profesör girecektir.
Nihayet, ilk mantık dersi başlar. Çocuklardan biri söz hakkı isteyerek:
“Sayın profesör, mantık bize ne öğretir? Lütfen her şeyden önce bunu anlatır mısınız?” ricasında bulunur.
Profesör, kendisine merak ve şüpheyle bakan talebelerine:
“Mantık dersinin insanların düşüncesine yaptığı etkiyi açıklamak biraz güçtür. Onun için bunu sizlere bir örnekle açıklamak istiyorum” der.
“Farzedin ki, maden ocağından iki insan çıkıyor: Birisinin üzeri tertemiz, diğerininki ise kömür karası içinde... Bunlardan hangisinin yıkanması lâzımdır?”
Öğrenciler, hiç tereddüt etmeden:
“Elbette, kirlisi!” diye cevap verirler.
Profesör, tebessüm ederek:
“İşte evlatlarım” der, “Mantık bu soruya cevap vermeden önce şunu sorar: ‘Nasıl olur da bir maden ocağından çıkan iki kişiden birinin üzeri tertemiz iken diğerininki kirli olabiliyor?”
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
14 Eylül 2006       Mesaj #1488
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
Hikaye'nin Adı
:
Ölümü İzlerken


Gözlerinden akan yaşlara hâkim olamıyordu. Akıbetini bildiği bir hayat için neden çalışmamıştı? Ömrünün er geç son bulacağını bile bile geleceğini neden karartmıştı? Cennetin yolunu kendi kendine kapatmış, cehennemin yolunu da alabildiğine açmıştı yaşantısı ile. Hiç bu ana geleceğini düşünememişti.


Genç adam gözlerini güçlükle araladı. Zifiri karanlıkta hiçbir şey göremiyor; sadece bunaltıcı küçük bir yerde olduğunu hissediyordu. Ayaklarını, ellerini kımıldatmak istediyse de başaramadı. Başını sağa sola çevirmek istedi; bir türlü vücuduna hükmedemediğini anladı. Neler olup bittiğini, en son neler yaptığını hatırlamaya başladığında ise, çaresiz bir şekilde gerçeği kabullendi.

"Burası mezar olmalıydı. O da ölmüştü." Buna inanamıyordu; ama ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın, bunu geri çevirme gibi bir imkânının olmadığının da farkındaydı. Bu olmamalıydı. Ağzında arkadaşlarıyla beraber kendinden geçene kadar içtiği içki kokusu, elinde ise, yine arkadaşlarıyla oynadığı kumar kâğıtlarının kiri vardı.

En azından bunlar olmadan ölseydi. Ellerinden o pis kiri, nefesinden keskin alkol kokusunu yok edebilseydi. Üzerindeki ağırlık gittikçe daha da artıyor, hem vücudu hem de yüreği müthiş bir sızı hissediyordu. Evet, en azından şimdi olmamalıydı. Karısı ve çocukları, eve dönmediğini görünce ne yapacaklardı? "Üzülürler mi acaba?" diye geçirdi içinden. Çocuklarını hırpalayan, annelerini döven, aldığı alkolün etkisiyle önüne çıkana sataşan, çocukların rızkını ve nafakasını kumar ve içki ile tüketen bir baba eve gelmediğinde üzüntü duyarlar mıydı acaba?... Ya annesi? En son ne zaman görmüştü annesini? Bir hafta önce idi; kumar parası bulamamış, borç para almak için gitmişti annesine. Para vermeyen annesini hırpalayıp bileziklerini alarak uzaklaşmıştı oradan. Annesinin onun ardından;

"Oğlum, pişman olacağın şeyleri yapma! Sana beddua etmek istemiyorum. Kendine gel yavrum, yalvarırım kendine gel." diye haykırışları arasında hızla uzaklaşmıştı oradan.

Ya arkadaşları, komşuları, akrabaları? Her biri ile problem yaşamıştı. Onun yaşantısını hoş görmedikleri için ne onun evine geliyor, ne de onu evlerine davet ediyorlardı. Tüm ilişkilerini koparmışlardı onunla. Ardından iyilikle konuşacak, bir Fatiha okuyacak, ölümüne gerçekten üzülecek hiç kimsesi yoktu.

"Keşke tekrar dünyaya dönebilsem, yaptığım tüm hatalarımı telafi edip, içkiyi kumarı bırakıp insanlarla iç içe dostane bir hayat sürebilsem. Allah'ım, tekrar dünyaya dönebilsem."

Bunun bir yolu var mıydı acaba? Geriye dönüp yapılan tüm hataları telafi etmek mümkün mü idi?.. Cehennem kenarına kadar gelip sonra cenneti hak etmek için dünyaya geri dönmek mümkün mü? Elbette mümkün olmadığı bir gerçek. Bu gerçek, genç adamı daha da telaşlandırdı.

"Annem kendine gel, dediğinde keşke onu dinleseydim. Allah'ım, yalvarırım bana bir fırsat daha ver, ne olur!"

Tüm bunları söylerken gözlerinden akan yaşlara hâkim olamıyordu. Akıbetini bildiği bir hayat için neden çalışmamıştı? Ömrünün er geç son bulacağını bile bile geleceğini neden karartmıştı? Cennetin yolunu kendi kendine kapatmış, cehennemin yolunu da alabildiğine açmıştı yaşantısı ile. Hiç bu ana geleceğini düşünmemişti. Daha gençti. Ölüm yaşlılar içindi aslında, onun daha çok zamanı vardı. Belki yaşasaydı doğru yolu bulurdu? Neden genç yaşta ölmüştü ki?

"Kimi kandırıyorum ben. Yüz yaşıma da gelsem, aynı hayatı sürdürürdüm mutlaka."

Bunları düşünürken, vücudundaki ağırlık gittikçe onu rahatsız etmeye başlamıştı. Bir kurtulabilseydi bundan. Derin bir sessizlik hâkimdi. İnsanın içini ürperten, yüreğini sızlatan korkunç bir sessizlik. Ve aniden çıldırtan sessizlik bozuldu.

"Allahu Ekber Allahu Ekber....

Ezan sesiydi bu! Evet, ezan sesi! Daha önce hiç dikkatini çekmemişti bu ses. Ve çok güzel, insanı rahatlatan bu çağrı, onu hiç etkilememişti böylesine. Ezanın bitiminden sonra içeriye hafif bir ışık yansıdı. Gün ağarmaya başlayınca, olup biteni anlamıştı. Evindeydi. Sarhoş bir vaziyette gelmiş. Evin içerisinde bilinçsizce gezinirken masaya tutunmuştu. Ayakta bile zor duran bedeni yığıldı yere. Masayı da düşerken üzerine devirmişti. Yaşıyordu. Masayı itti üzerinden. Uyuşmuş ayaklarını, ellerini hareket ettirdi usulca. Hiç bu kadar sevinmemişti. Hayatı boyunca hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Oturduğu yerden düşüncelere daldı. Şimdi ne yapacaktı peki? Eski yaşantısına geri mi dönecekti? Yoksa ölümü bu kadar yakın hissettikten sonra cennetin yolunu açacak ameller mi yapacaktı? Kararlı bir şekilde doğrulup abdest aldı. Ve bu yaşına kadar yönelmediği Rabbine yöneldi gönül rahatlığıyla. O henüz namaza durmuştu ki, karısı kapıyı açtı. Gördüğü manzaraya inanamadı. Çocuklarının babası, hayat arkadaşı, o namaz kılarken dalga geçtiği eşi Rabbinin huzurundaydı. Elleri semada gözleri yaşlı binlerce kere şükretti Rabbine.

Dudaklarından şu ilâhî kelam döküldü:

"Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur."
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
14 Eylül 2006       Mesaj #1489
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
KADERİN HİKAYESİ
Uzun zaman önce bir ülke varmış refah içinde yasayan. Ülkenin refah içerisinde yaşamasının sebebi iyi yürekli, dürüst kralı imiş. Kral zaman zaman tebdili kıyafet ülkeyi dolaşır, halkının dertlerini dinler, sorunlara çözüm bulurmuş. Gene böyle bir günde kral dolaşırken, yolu dağ başında bir göl kenarına düşmüş. Gölün kenarında ki ağacın dibine çökmüş aksakallı bir dede, bir elinde bir kese, diğerinde bir kese. Birinden bir tas alıp, diğerinden aldığı tasa bağlayıp göle atıyormuş. Bu işe epey bir süre devam etmiş ve nihayet bittiğinde, dede yoluna gitmek üzere ayağa kalkmış ve kralla göz göze gelmiş. Kral dedeye sormuş " dede bütün bir gün seni izledim, sen ne iş yaparsın anlayamadım" demiş. Dede kralın sorusunu söyle cevaplamış "oğlum ben insanların kaderlerini birbirine bağlarım" , "Peki en son kimin kaderini birbirine bağladın" , "Kralın güzel kızı ile uşağı Ahmet'in kaderini bağladım" demiş aksakallı dede, Kral bu cevabi alınca dünyası kararmış. Bir yanda güzeller güzeli apak biricik kızı, ülkenin prensesi, diğer yanda olmamış oğlu kadar sevdiği zenci uşağı Ahmet.
Ne yaparım, nasıl ederde Ahmet'e bir zarar vermeden bu kaderi bozarım diye düşünerek sarayın yolunu tutmuş. Saraya gidince hemen sevgili uşağı Ahmet'i huzuruna çağırmış ve ona " oğlum Ahmet sana bir mektup vereceğim, bu mektubu alacak ve Güneş’e götüreceksin" demiş, Krala sorgu sual edilmez. Biçare Ahmet mektubu ve yolluğunu alarak düşmüş bilinmez yollara. Düşmüş ki ne düşmek. Babası kadar sevdiği Kral'ı ona bir görev vermiş ve o bu görevi yerine getirmeli, ama nasıl? Günlerce dere tepe demeden yol gitmiş.Nihayet yorgunluktan bitkin halde iken gördüğü bir ulu ağacın gölgesinde dinlenmeye karar vermiş ve uykuya dalmış. Uyandığında bir de ne görsün... ağacın az ötesinde bir göl... o göl ki üzerine günesin aksi vurmuş... "Kralımın dediği Güneş bu olsa gerek" diyerek, üzerinde sadece külotu kalıncaya kadar soyunarak atmış kendini göle. Dibe doğru yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş.... Taa dipte, günesin aksinin tükendiği yerde bir de ne görsün....Şahane bir hazine sandığı... almış sandığı çıkmış yüzeye...çıkmış ama, Ahmet artık zenci değil bembeyaz bir Ahmet... sadece külotunun olduğu bölge eski rengini taşıyor. "Var bu iste bir hikmet" demiş ve açmış sandığı. Sandık gerçek bir hazine sandığı, içinde binbir türlü mücevherat ile birlikte üzerinde"Güneş’ten Kral'a" yazan bir zarf. Ahmet ne yapacağını bilemez hale gelmiş bir anda. Yeni rengi ve yaşadıkları ile ülkesine dönünce kimsenin kendisine inanmayacağını düşünerek, ülkesine zengin bir tüccar kimliği ile dönme kararı almış.
Dönünce ülkesine, düşleri bir bir gerçekleşmiş. Ahmet'in... Ülkesinin bu yeni dürüst ve yakışıklı tüccarı ile güzeller güzeli kızını evlendirmeye karar verince Kral, dünyalar Ahmet'in olmuş. Kral vermiş vermesine kızını zengin tüccara ama aklıda bir yandan oğlu gibi sevdiği ve hiç bir haber alamadığı uşağı Ahmet de imiş. Gel zaman git zaman damadı ile birlikte bir ziyafet yemeğinde iken yere düsen bir çatalı almak için eğilince Ahmet, şalvarının kenarından kaba eti gözükmüş... Bunu gören Kral gözlerine inanamamış.Yemek bitip de odasına çekilecek iken herkes, koridorun sonuna ilerleyen damadının arkasından seslenivermiş Kral "Ahmet!..." Ahmet seneler sonra duyunca gerçek adini, gayri ihtiyari kendisine seslenen Krala dönüvermiş ve "neler oluyor Ahmet, evladım anlat başından geçenleri bana" diyen kralına bütün olanları bir bir anlatmış... Bunun üzerine Kral "Peki Güneş bana bir şey göndermedi mi?" diye sorunca da hemen odasına koşarak, sandıktan çıkan mektubu almış ve Kral'a vermiş, mektupta su satırlar yer alıyormuş... GÜNESE YAZI YAZILMAZ.... YAZILAN YAZI... ISE BOZULMAZ....!
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
14 Eylül 2006       Mesaj #1490
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Martılar Var Kalbimde



Sadece dört ay kalacağım sonra yine buradayım abartmana gerek yok, ne olur bu kadar uzatmayalım bu konuyu diyerek sustu kız.Delikanlı hiç konuşmuyordu ,sadece kalbinin sesini dinliyordu .Ağlamak geliyordu içinden ama onun yanında yapamazdı.Onun üzüldüğünü görmek onun da ağladığını görmekle daha da kötü olacaktı.Hem gelince en iyi hastanelerde çalışacağım.Her hemşirenin eline geçmez böyle bir fırsat ne olur artık susmayı bırak bir şeyler söyle.Ben sadece kendim için gitmiyorum uzaklara ikimiz için, düşlediğimiz hayaller için gidiyorum dedi kız. Delikanlı kızın o hüzünlü gözlerine bakıp, git dedi. Sen en iyisini bilirsin mutlu olacaksan git. Senin mutlu olman beni de mutlu eder. Hem ilerde kuracağımız hayat için gidiyorsun değil mi?, o hayat ki bizi birbirimize bağlayan, sadece ikimizin hayatı.Kısa süren hayatlara inat git. Bizim hayatımızın uzun olması için git.....
İki gün olmuştu gideli. Onun özlemi göğsünde hissettiği ağrıdan daha kuvvetliydi. Doktora o gittikten sonra kematoropiye başlama sözü vermişti. Ama iki gün olmuştu hala gitmemişti hastaneye. Tedavisini, çalıştığı hastaneden başka hastanede yaptıracaktı. Kimsenin durumunu görmesini istemiyordu. Hayatında sadece O ve çalıştığı hastanedeki insanlar ve hastalar vardı. Kanser olduğunu öğrendiği gün nişanı vardı. Sanki böyle bir haberi beklermişçesine mutluluğunu bozmadı. Nişanda en mutlu kişi oydu. Sadece O’nun Amerika da burs kazandığını öğrendiği zaman yıkıldı.Çünkü biliyordu gideceğini onu hiçbir kuvvetin ,kanser olduğunu söylemesi dışında, durduramayacağını biliyordu. Onun o günkü mutluluğunu hala hatırlıyordu. Sanki uçacaktı, şimdi bir martı olmak isterdim dedi kız, sana her an uçmak için uzaklardan, beni çağırdığında, seni özlediğimde hemen yanında olmak için, duyduğu an karar vermişti zaten gitmeyi. Martılar o kadar uçamaz yarı yolda kalırlar dedi, ve özlediklerini belki de göremezler , Bir hayal işte hemencecik bozuyorsun beni. Mutluğumu çok görme lütfen ortak ol bana.Nasıl ortak olurdu ,döndüğünde belki de olmayacaktı yanında buna mı ortak olacaktı. Şimdi söylese gitmeyecekti biliyordu ama o mutluluk sihrini nasıl bozabilirdi. Nasıl onun eline verilen oyuncağı alıp onu acılara sürüklerdi. Söylemedi. Sadece git ve çabuk gel dedi. Öylece sarılıp kız kulesinin etrafında uçan martıları seyrettiler .....
Sessiz kalmak ayrılıklarda hep bir tarafı mutlu etmiştir diye düşündü. Şimdi mutlu olan bir kişi vardı ama o hayatta en çok mutlu olmasını istediği tek kişiydi. Bu sefer sessizlik amacına ulaşamayacaktı .Tedaviye başlayalı iki gün olmuştu. O gideli bir hafta. Her gün arıyordu ve her aradığında başka beyaz yalanlarla karşılıyordu onu. Yıllık izni yoktu ama doktor arkadaşı onun için bir şeyler ayarlamış ve iki aylık bir izin koparmıştı başhekimden. Hasta olduğunu sadece o biliyordu.

Saçları dökülmüştü. En çok saçlarıyla oynardı eliyle tarar masaj yapardı. Şimdi birkaç cılız saçtan başka bir şey kalmamıştı kafasında. Çalışırken hastanede hep kemoteropi olan hastalar görürdü. Ne hissettiklerini hiç düşünmemişti. Belki duyarsızlıktı ama buna üzülmesine gerek yoktu artık, ne hissettiklerini çok iyi biliyordu şimdi. ***tan bir durumdu ne yediğinizin farkındasınız ne içtiğinizin her dakika miğde bulantısı, garip bir duygu. Ölüm sanki ensenizde soluyor.

Martıların sesini yattığı yerden duyabiliyordu. Garipti, deniz kokusunu alamıyor ama denizin ve martıların sesini duyabiliyordu. İlaçlar koku alma duyusunu hafifletmişti. Belki de iyi olmuştu, yediği o garip yemeklerinde kokusunu almıyordu. Şimdi burada olsa onunda kokusunu alamayacaktı. O okyanus kokusuyla karışık gül kokusunu.
Saatlerce uyuyordu, telefonu titreşime almış elinin altına koymuştu kazayla bir kere bakmasın O’nun telefonuna, tedavide aldığı acılardan daha fazlasını yaşardı biliyordu.
Sonu olmadığını biliyordu bu tedavinin daha doğrusu kendisinin sonunun olduğunu biliyordu bu tedavinin. O şimdi uzaklarda hastalara nasıl yardım edeceğini öğreniyor kendisi ise bir hasta nasıl olur bunu görüyordu. Hastanede tanışmışlardı. Ayrılıklarının ve acılarının bir hastane odasında başlamasını istemiyordu. Onu tanıdığı an ve en son gördüğü an ile hatırlamak istiyordu. Sana resimlerimi gönderdim maillerine bakarsın demişti telefonda ama o kafasındaki tüm şifreleri unutmuş sadece onun adını hatırlıyordu.” Deniz” Martıların üzerinde dans ettiği balıkların can bulduğu deniz. Elinde olsa denize atılmasını isterdi naaşının, sanki onun içinde kalacakmış gibi. Ama toprakta olacaktı ,geldiğimiz yer değil mi zaten ........

Kimsecikler gelmiyordu ziyaretine ki zaten kimse bilmiyordu burada yattığını ara sıra doktor arkadaşı geliyor yanında bir saat duruyor sonra gidiyordu. Dışarıda da devam edebilirdi tedaviye ama onu bu halde biri görüp gerçeği ona söylerler diye düşünüp hastanede kalmayı tercih etmişti. Tam bir ay olmuştu o gideli ,koca bir ay, şimdiye kadar iki günden fazla ayrı kalmamışlardı. Her iki gün bir ay ederse tam on beş aydır ayrı idiler.

Küçük bir arkadaşı vardı birde hastanede beş yaşında bir kız çocuğu, oda aynı tedaviyi görüyordu. Ara sıra yanına geliyor ona yaptığı resimleri gösteriyordu. Son geldiğinde ona denizin üzerinde uçan martıları yaptığı resmi hediye etmiş altına da “iyileşip senle deniz kenarında gezelim” yazmıştı. Adı onunda Denizdi. Rastlantılara inanmazdı pek ama sanki onun eksikliğini doldurmak için çıkmıştı karşısına bu küçük kız. Ona bakıp gelecekle ilgili hayaller kurmak istiyordu ama göremediği bir geleceği düşlemek içini tuhaf yapıyordu.Bir keresinde yanına gelip abi senin karın varmı? diye sormuş yoksa benimle evlenirmisin? demişti.O da hemencecik kabul etmişti bu garip evlilik teklifini, ertesi gün elinde bir gelin ve damat bulunan resimle gelmiş üstlerine adlarını yazmıştı. Deniz tedaviye iki ay dayanmıştı.Babasının kollarında can vermişti. Uzun yıllar ağlamadığını hatırladı onun öldüğü gün ağladığında.

Her akşam dakikalarca konuşuyorlardı onunla, hiç konuşmadan onu dinliyor neden konuşmuyorsun dediğinde sen anlat burası aynı ,bıraktığın gibi değişen bir şey yok haberler sende diyordu.O da hemencecik devam ediyordu, o gün gördüğü yerleri anlatıyor kaldığı evin penceresinden özgürlük anıtının gözüktüğünü söylüyordu.Ama kız kulesini hiçbir şeye değişmem diyordu. Penceresinin özgürlük anıtını gören yerine kız kulesinin resmini yapıştırmış birde altına resimlerini koymuştu sanki İstanbul’ daymış gibi. İyi ki İstanbul’da değilsin diye düşündü iyi ki değilsin.

İki gündür hiçbir şey yemiyordu yediği her şeyi çıkarıyordu. Sadece biraz meyve suyu içiyor birazda pirinç lapası yiyordu. Gözünü pencereye dikiyor ara sıra gelen martıları kaçırmak istemiyordu. Baş ucuna asmıştı küçük Deniz’in yaptığı resmi birde O’nun resmini. Daha mı duygusal olmuştu bilmiyordu ama artık ağlıyordu. Özlemine ,acısına artık dayanamıyordu. Onu görmeden gideceğini en başında biliyordu ,alıştırmıştı kendine bunu ama artık olmuyordu. Özlüyordu O’nu lezzetini artık alamadığı su gibi ekmek gibi, Kız Kulesinin üzerinde uçan martılar gibi.

Martılar uzun zamandır gelmiyorlardı penceresine , denizin sesi yoktu artık, telefonun titreşimini de hissetmiyordu. İki gündür telefonunu şarja taktırmayı da unutmuştu.Onun sesini de duymuyordu artık duysa bile cevap veremezdi zaten.
Ertesi gün Küçük Deniz geldi yanına, birde penceresine bir martı . Vakit gelmişti. Küçük Deniz elinden tuttu. Birlikte uçan martıyı takip ettiler mavi denizin üzerinden kız kulesini selamlayıp İstanbul’a veda ettiler .

İstanbul bir hikayedir.Kahramanı çok yazarı çok.
İstanbul bir bahanedir sevmeye, sevilmeye
İstanbul bir martıdır.Yüreklerde uçan. Değerini bilen yok

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar