Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 160

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.070 Cevap: 1.997
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1591
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Kader mi?

Kader…
Sponsorlu Bağlantılar

Ne kadar komik bir akışsın sen zaman içinde .yazgı mı derler ,kader mi derler.yoksa geçmişin birer gölgesi midir kader denilen.kim bilir ki insanın kendisinden başka.seneler önce başka bir sen ile dans ederken yaşam denilen müzikte,ayağın takılır şimdiki benlere…bir çiftçi gibi ekerdik şimdileri zamana,gelecekte toplamak için.ki toplar mıydık?hıh…nice insanın görmeyen gözleriyle belki…hayatın öğretilmiş olguları arasından seçmece zamanlar yaşama çabasında geliştirmeye çalışırken benliğimizi çizer miyiz yoksa kaderimizi?

Yoksa değişmez midir dersiniz kader?siz neye inanırsınız?çelişki dolu bir yaşamın inanıla bilir en karışık çizgisine mi?neye inanırsak inanalım değişmez tek gerçektir gölgesi geçmişin , ansızın vurur geleceğe …yıllar kadar eski unutulmuş senler ile işlediğin eylemlerin en net yansımalarını yaşarsın şimdiki zamanların unutmuş senlerinde…hatırlarsın bir neden aradığında,anlamazsın.kabullenemezsin.kader der geçersin beklide her insan gibi.yada gözüne takılır geçmişten uzanan yankılar,anıların arasında.kurulu verir bir köprü.geçmiş ile gelecek verir el ele.şaşarsın…nice insan yaşarda anlamaz ,anlasa da kabullenemez.değişmezdir ,sabittir inancı.sorgusuz bir bilincin programlanmış beynidir sadece hayat onun için.oysa bilenler vardır.oysa anlayıp kabullenenler…yaradılışın dengesini dengesiz zamanlarda çözenler.bilirler ki kavramlar anlamsız,inançlar kuralsızdır bu dengede.

Düşünür müsünüz bilmem ama kader değişmezdir elbette,fakat şetçiğin yollar senindir.senindir yaptığın eylemler.yaşam ile ölüm arasındaki bağ değişmez iken bir sensindir değişken.yaşam denilen noktadan ölüm denilen dönüşe dek izlediğin bir doğrudan başka nedir bazen hayat?ölmek için doğmuyor mu insan yoksa.yaşama sevinci dolu iken yürekler nasıl kabullensin bunu ruhlar…öyle değil mi?bu arayışın kader içindeki yeri nedir peki?neyse ne …asıl olan ana fikir değil midir ki ektiğini biçmek.

Kader demek bir çiftçinin zaman içinde verip almasından farkı yoktur çok zaman.
İnanır insan oğlu ,sorgulamaz,sorgulamak demek çok zaman bilmek anlamına gelir.halbuki bilmek çok zaman kabullenmeyi getirir ardından.ve işte zor bir sentezin sonucuna varırsın zamanla.çözülmez olan çelişkilerin basit mantığı gözler önüne serilir,şaşarsın.basittir kabullenmezsin…düşünürsün artık bu eşsiz dengenin neden bu kadar dengesiz gözüktüğünü ve nasıl şaşmadan işlediğini.duyguların karaya oturur,mantığın buğulanır.gülmekten başka nedir artık yapabileceğin?her düşüncende gözlerin senden öte gülmeye başlar.kader mi dersin?ekmişsin zamanında düşüncelerini mantığının tarlalarına,zaman içinde işlemişsin zamanı.şimdiyse toplarsın tomurcukları.iyi ve kötü ,karşılaşacağın her bedel ve ödül sadece senin seçimindir artık anlarsın.şimdileri geçmişte seçmişsindir de bilmez misin?

Yani kader ektiğini biçmek değildir de nedir?

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1592
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bilgi

Sponsorlu Bağlantılar


Hz. Ali’ye sormuşlar:
“Ya Ali, bildiklerinizden neden kimseye bir şey söylemiyorsunuz?”
Şu cevabı vermiş:
“Lâyık olanı bulduğumda ona anlatıyorum.”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1593
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ACELE KARAR VERMEYİN....
Çin düşünürü Lao Tzu'nun öyküsü........




Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama
Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı
varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin
tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..
"Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan
dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,
at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak,
bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala
satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.
Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...

İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş.
"Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.
Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.
Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı?
Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.
Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.
Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...
Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.
Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.
Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler.
"Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının
kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu
oldu senin için, şimdi bir at sürün var.."
"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz"
demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.
Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini
henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.
Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz
kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?"
Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler
ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler...
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan
ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış.
Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman
yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.
"Bir kez daha haklı çıktın" demişler.
"Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre
kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.
Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın"
demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme
hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş.
"O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.
Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba
ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde
gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez."

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu
ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan
bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler,
ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri
askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın
kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya
öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı
olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık
ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler,
belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının
kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..."
"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş,
ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez.
Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda,
sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih,
hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

hikaye10043 cbk

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:

"Acele karar vermeyin.
Hayatın küçük bir dilimine bakıp
tamamı hakkında karar vermekten kaçının.
Karar; aklın durması halidir.
Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi,
dolayısı ile gelişmeyi durdurur.
Buna rağmen akıl,
insanı daima karara zorlar.
Çünkü gelişme halinde olmak
tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.
Oysa gezi asla sona ermez.
Bir yol biterken yenisi başlar.
Bir kapı kapanırken, başkası açılır.
Bir hedefe ulaşırsınız ve
daha yüksek bir hedefin hemen
oracıkta olduğunu görürsünüz."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1594
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
PAPATYA VE KELEBEK

Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında, küçük bir tırtıl gözlerini
hayata açmış. Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış.
Ne bulursa yemiş. Bir süre sonra, yeterince büyüdüğünde,
kendine güvenli bir yer bulup, bir koza örmeye başlamış.
Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da,
rengarenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.
Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya
başlamış. Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış.
Derken bir vadiye gelmiş. Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye.
Etrafına şaşkın şaşkın bakarken, vadinin öbür ucunda bir papatya
görmüş. Bir anda afallamış. Ne düşüneceğini, ne yapacağını
bilememiş. içinden "Ne muhteşem bir çiçek" diye geçirmiş.
Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli, hoş kokulu çiçeğin
üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.
"Merhaba" demiş papatyaya, "sizi uzaktan gördüm ve yanınıza
gelmek istedim.". Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve
"Merhaba" demiş, "ben de yalnızlıktan sıkılmıştım zaten."
Ve konuşmaya başlamışlar. Kelebek ona hayat hikayesini,
nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı, tepeleri anlatmış.
Papatya da ona kendinden bahsetmiş. Birbirlerinden gerçekten
hoşlanmışlar. Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş.
Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını
seyretmişler. Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı
güneşin yakıcı ışınlarından korumuş. Minik kelebek papatyayı çok
sevmiş. O kadar çok sevmiş ki, bir türlü onun yanından ayrılamamış.
Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş. Ama cesaret
edip de bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü. Onu kırmaktan,
incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş. Papatya da
kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini.
Duygularının karşılığının olmayacağından, bu yüzden kelebeği
kaybedeceğinden korkmuş. Böylece iki sevgili yan yana
ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.
Böylece saatler saatleri kovalamış. Günler geçip de, kelebek
artık zamanı kalmadığını, gücünün tükendiğini anlayınca, papatyaya
dönmüş ve; "Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek" demiş.
Papatya buna bir anlam verememiş. "Neden" demiş. "Yoksa
benim yanımda mutsuz musun?". "Hayır" demiş kelebek. "Bilakis,
sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü
sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık
kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."
Papatya bu duruma çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş zaten.
Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını
fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya "Sevi seviyorum"
diyebilmiş ancak. Papatya donakalmış. Sadece "Bende..."
diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş.
İçinden "Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim.
Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş.
Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin
acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş,
sonra da dökülmeye başlamış.
Her düşen yaprakta papatya, "seviyormuş" diye geçirmiş içinden.
İşte o günden beri, bunu bilen aşıklar,
sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş:
"Seviyor mu, sevmiyor mu?"..

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1595
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Ayağını Değil, Başını koy

Gayb güneşi Hazreti Şems'i anlayan ender yiğitlerden biri olan Sultan Veled (asıl adı Bahaüddin), Hazret'i Şems'le Hazreti Mevlana'nın şeyhliği dervişliği, bilgeliği büyüklüğü birbirlerine atmalarını şöyle anlatıyor.
Birgün bir mecliste babam Hazretleri, Hazreti Şems'i o kadar övdü ki, onun makam ve mertebelerinden, keramet ve zarafetlerinden, yüce Allah'a yakınlığı dolayısıyle hitaba kitaba, kaleme kelama sığmayan anlaşılmaz hallerinden dem vurduktan sonra:
- Ayağı ruhların üstünde olan Şems-i Tebrizi'nin bastığı yere, ayağını değil başını koy! deyince, ben, buharlaşmış bir beden gibi doğru Hazret-i Şems'in odasına giderek, o gayb sultanının ellerini ayaklarını öpmeye başladım! Hazret-i Şems gülümseyerek:

- Ne oluyor Bahaüddin? Bu ne naz, bu ne niyaz böyle? diye sordu.
- Babam Hazretlerinin hakkınızda söyledikleri deli divane etti bizi! ... Dünyanın en büyük, en galibi padişahı, senin sıradan bir kölendir. ...
...Hazret-i Şems:
- Mevlâna'nın benim için söylediği doğru değildir diyemem, fakat yüce Allah'a tekrar tekrar yemin ederim ki, yüzbinlerce benim gibi Şems-i Tebrizi, onun büyüklük güneşi karşısında bir zerreden başka bir şey değildir ...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1596
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil.
Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde, geçmekteymiş.Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye sormuş.Zenginlik, "Hayır, alamam.Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş. "Kibir, lütfen bana yardım et!", Kibir "Sana yardım edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş. Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim." Üzüntü "Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var." Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki Aşk'ın çağrısını duymamış. Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş. Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşk'a yardım eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi'ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?" Bilgi "O, Zaman'dı" diye cevap vermiş. "Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş:
"Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir"
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1597
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Evlilik Ağacı

Yeni evli bir çift vardı.
Evliliklerinin daha ilk aylarında,
bu işin hiç de hayal ettikleri gibi
olmadığını anlayıvermişlerdi.
Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi.
Son zamanlarda o kadar sık olmasa da,
evlenmeden önce sık sık birbirlerini
çok sevdiklerine dair ne kadar da
dil dökmüşlerdi.
Ama şimdilerde, küçük bir söz,
ufak bir hadise aralarında orta çaplı
bir kavganın çıkasına yetiyordu.
Bir akşam oturup ilişkilerini
gözden geçirmeye karar verdiler.
Her ikisi de, boşanmayı
istememekle beraber, işlerin böyle
gitmeyeceğinin farkındaydılar.
Erkek, "Aklıma bir fikir geldi" dedi.
"Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer
bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım.
Kurumaz da büyürse bunu bir daha
aklımızdan geçirmeyelim.
Bu süre içinde de
ayrı ayrı odalarda kalalım."
Bu ilginç fikir
hanımının da hoşuna gitti.
Ertesi gün gidip
bir meyve fidanı aldılar ve
birlikte bahçeye diktiler.
Aradan bir ay geçti.
Bir gece bahçede karşılatılar.
Her ikisinin de elinde
içi su dolu birer bidon vardı.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1598
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÇİÇEKLE SUYUN HİKAYESİ

Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.
İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder
birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.
Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan
içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur.
İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar,
"Sırf senin hatırın için ey su" diye...
Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı
birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki,
çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.
Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba
"Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar.
Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek,
alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.
Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni
seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek
yine "Seni seviyorum" der.
Su, yine "Ben de" der.
Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler...
Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz
etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der.
Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der
ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek
artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler
çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine...
Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla
başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben,
gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum
karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır
nedir sorun diye...Doktor gelir ve muayene eder
çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu
ümitsiz artık elimizden birşey gelmez."
Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık
nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir
bakar suya ve der ki: "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum...
Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der.
Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece
"Seni seviyorum" demek yetmemektedir...
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1599
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Aşağıda anlatılanlar gerçekten olmuş. Saf Anadolu çocuğu mu, yoksa çarıklı


erkan mı bilinmez..
Boy ölçüsü....


Dışişleri Bakanı Abdullah Gül birliğin teftişini bitirmiş, erlerin genel
kültür bilgilerini değerlendirmeye başlamıştı. Mesafe tahmini, ölçü,ölçü
birimleri soruluyordu.

Abdullah Gül, Bolulu bir ere sordu:
-Benim boyum tahminen kaç santimdir?
-Tıpa tıp 180 cm efendim.
Gül, doğruluğunu görünce, erin karşısındaki diğer bakanların da boylarının
ne kadar olduğunu sorar, hayret bir şekilde hepsi doğru çıkar.
Durumu izleyen Recep Tayyip Erdoğan, merakini yenemez, o da sorar.

Er cevaplar:
-Sayın Başbakanım, sizin de boyunuz 185 cm'dir.
Erdoğan, kendi boyunu da tıpa tıp bildiğini görünce tekrar sorar:
-Sen, hiç yanılmadın. Nasıl tahmin ediyorsun?
-Başbakanım, ben kereste uzmanıyım, sivilken, Bolu'daki kereste
fabrikasında kesilen bütün keresteleri uzunluğuna göre ben tasnif
ederdim...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Eylül 2006       Mesaj #1600
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KUTLU RÜYA

Nüfus kaydına göre on bir, komşulara göre on iki yaşındaydı. Kesin olansa, orta okulun ikinci sınıfına geçmişti. O öğretim yılının ilk Türkçe yazılısından dört almıştı. Dört zayıf demekti. Gerçi, bütün yıl boyunca aldığı tek zayıftı o. Söz vermişti kendine:



“Bir daha asla zayıf almayacağım.” demişti.



Bir daha zayıf almamak içinde; yaz tatilinde önce okuduğu sınıfın derslerini tekrar edecek, sonra da okuyacağı sınıfın derslerini okul varmış gibi işleyecekti. Bu iş çok zor da değildi. Ne de olsa yaz tatilinde bazı günler babası, bazı günler abisi veya kardeşiyle Orman İşletmesine bağlı Yangın Gözetleme Kulübesi bekleyecekti. Hem dinlenecek, hem ders çalışacak, hem de aile gelirine katkıda bulunacaktı.



Haziran ortalarında çıktı kulübeye. Yörenin en yüksek dağının tepesindeydi. Yaratılırken piramit şeklinde yaratılmış dağın zirvesinde dokuz metre karelik; güney cephesinden girilen, doğu ve batı cephelerinde penceresi olan bir oda, doğu penceresinde manyetolu bir telefon. Etrafında bir odalık düzlük… Coğrafyanın seyir keyfine doyum olmuyordu da, bir de gündüz yalnızlık ve susuzluk, gece sivri sinek ve akrep korkusu olmasa.



Başlamıştı ve geri dönüşü yoktu. İstese de dönmeyecekti. Ders çalışacaktı.



Çalışıyordu. Önce Türkçe. Konuları tekrar ediyordu. Dini ve milli hikayeler, romanlar okuyordu. Gelecek yılın konularını tek tek işliyor, notlar çıkarıyor, yarın derse kalkacakmış gibi hazırlanıyordu.



Babasından ülke ve köy gerçeklerini dinliyor, abisiyle köyü tartışıyor, kardeşine geleceği anlatıyordu. Kendi geleceklerini, köyün geleceğini, ülkenin geleceğini, Bayrak ve Kıbrıs’ın Sesi radyolarından dinlediği kadarıyla Kıbrıs’ın geleceğini de anlatıyordu. Ya Kıbrıs’ı anlatırken, Kıbrıs’ın ışıklarını görüyorlardı, ya da Kıbrıs’ın ışıklarını görünce Kıbrıs’ı konuşuyorlardı.



Hiç soğan yememişti. Soğan yemeden, soğan ihtiyacını karşılayacaklar için soğan suyu fabrikasını orada kurmuştu. Salça fabrikasını da.



Yağmur bulutlarının hareketini ve yağmurun yağışını seyretmişti. Gökyüzündeki yağmur bulutlarını ormanın çekişini görmüştü de, “Susuzluğun çaresi ormanların, ekili alanların çoğalmasıdır.” demişti o yaşlarda.



Kuş konmaz, kervan geçmez bir sırtta yaptığı evde, topladığı çocukları okuturken, bir kış günü çöken evin altında kalıp; öğrencileriyle birlikte hayatını kaybeden âlimi ve oraya Çocuk Mezarı adının verilişini dinledi abisinden.



Şeyh Ali Semerkandi’nin sığır çobanlığını, asasıyla çıkardığı suyu, Şeyh Ömer’in geyik boynuzlarına meşale bağlayıp kale fethedişini, büyük ebesinin yılan tutuşunu, vakit namazlarını Kabe’de kılışını, ağzından kaçırınca da bir daha gidemeyişini dinledi babasından.



Hz. Musa’ya kavminin yaptığı ihaneti, Hz. İsa’ya çektirilen eziyeti ve Hz. Muhammed’le fışkıran bereketi okuyordu kitaplardan. Okudukça özlüyor, özledikçe okuyordu.



Kulübenin batı tarafından sesler geliyordu. Avcı olmalı diye düşündü önce, dışarı çıktı; iki kişiydiler, avcı değillerdi. Silahları yoktu. Yolcu da olamazdı, üstelik tanıdığı da değildiler. Korkması gerektiği halde gelenlerin verdiği güven korkutmuyor, rahatlatıyordu. Uzun boylu olan esmer ve daha yapılıydı. Kısa boylu olansa açık tenli ve zayıftı. Uzun boylu olan:



“Merhaba delikanlı” dedi.



“Merhaba efendim.”



“Sen burada mı yaşıyorsun?”



“Yaz aylarında, babamla kalıyoruz.”



“Çalışıyorsun yani.”



“Evet Efendim.”



“Bizi tanıdın mı?”



“Tanıyamadım.”



“Tanışalım mı?”



“Memnun olurum Efendim.”



“Hz. Musa’nın mezarını görmek ister misin?”



“Kim istemez?”



“Bak o zaman” diyerek, karşı dağın tepesini gösterdi. “Görüyor musun mezarı?” Mezar toprağın üstünde kalan kısmıyla çok net görünüyordu.



“Gördüm Efendim”



“Onunla da tanışmak ister misin?”



Nefes almakta zorlanıyordu. Heyecandan uçacak gibiydi. İsteğinde tereddüdü yoktu da, söylemeye cesaret edemiyordu. Nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Kısık bir sesle:

“İsterim Ya Resulullah” deyip eline kapandı.



Çocuğu sol eline aldı, sağ elini uzattı… Uzattı… Uzattı… Yaklaşık üç kilo metre uzaktaki dağın zirvesinde görülen mezarı kavradı ve asılmaya başladı. Dağlar yerinde duruyordu, ağaçlar kıpırdamıyordu; mezar iki zirve arasındaki boşlukta sarsılmadan, bozulmadan, kopmadan geliyordu.



Âlem susmuştu, zaman durmuştu, mekan kutsanıyordu. Yaratılmışların iki büyük zirvesi, üçüncü zirveyle buluşuyordu, coğrafyanın zirvesinde. Beklenen gelmişti. Binlerce yıl önce sanki orada yapılmışçasına uyumlu, üç metre boyunda bir metre yüksekliğinde bir mezardı gelen. Ve yarıldı mezar. Kefeniyle değil, elbiseleriyle çıktı içinden Hz. Musa. Oturdu kendi mezarının yıkıntısına.



“Es Selâmü aleyküm”



“Ve Aleyküm Selâm.”



Çocuk sevinçten titriyordu, hıçkırıyordu. Konuşamıyordu. Kimse konuşmuyordu. Babası; “Oğlum, oğlum uyan” dediğinde uyanmıştı da, söz vermişti kendine bu rüyayı kimselere anlatmayacağına.



O yaz gibi sonraki yazlar da da okumuştu. Ta ki, “Kim beni rüyasında görürse gerçekte görmüş gibidir. Çünkü, şeytan benim suretime giremez.” Hadisini okuyuncaya kadar.



Sonraki yangınını söndürebilmek için çok uğraştı. Yatağa uzandığı her gün hep o günü düşündü. Günahları mı artmıştı, samimiyeti mi azalmıştı, yoksa yangının küllerinden dirilmek mi gerekti.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar