Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 158

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.162 Cevap: 1.997
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1571
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Burası büyük şehir, günahkar şehir, o vurdumduymaz, o deli dolu şehir. Ben bu şehirde sensiz yaşayamam. Bir gün kanıma girer şu kalabalık, şu caddeler, şu tıklık tıklım gazinolar. Burası şarkılar şehri, resim gibi kadınlar, kadın gibi erkekler şehri. Ben bu şehirde sensiz yaşayamam.

Sponsorlu Bağlantılar
İnsan bir vapur olmalı bu şehirde, bir tramvay olmalı, bir otomobil olmalı. En iyisi bir bulut olmalı, gelip evinin üstünde durmalı. Madem ki bulut değilim; ben bu şehirde sensiz yaşayamam.

Şehirler de insanlara benzer. Gövdeleri, ayakları, dudakları, gözleri vardır, yürekleri vardır, kocaman kocaman elleri vardır. Bu şehrin yüreği sende çarpıyor. İnsan, sana kan taşıyan bir damar olmayacaksa; bu şehirde yaşamamalı. Çekip gitmeli...

Şehirler de insanlara benzer. Duyguları, açlıkları, uykuları vardır, kinleri ve nefretleri vardır, aşkları vardır, büyük... İnsan aşık değilse, bu şehirde yaşamamalı, çekip gitmeli...

Şehirler de insanlara benzer. İnsan bir şehir olmayacaksa, senin içinde yaşadığın; artık yaşamamalı buralarda, çekip gitmeli...

Bir gününde dört mevsim var bu şehrin. Her sokağında bir dünya var.

Bütün sefaletiyle, bütün çirkinliğiyle, bütün ******luklarıyla bu şehir baştan başa sevgi.

Bu şehir baştan başa sen...

Bu şehirde sevmeyen, ya da seni tanımayan yaşadım demesin...

Ölüler susmasını bilmeli...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1572
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bilinmeyenime

Sponsorlu Bağlantılar

En kuytusundaydım yalnızlığın.Katranına buladığım uykumu böldü sesin. Ürpertti geceyi uzaktan yanık türkü tadında gelen ıslığın. Öyle çok düştüm ki sevdana, boşlukta ki dokunuşlarım sen oldun. Senin adına kızıl sevişlere boyadım düşlerimi. Kollarımı doladığımda kendime, kendimi 'sen' sanırdım. Farketmediğim kadar bütünleşmişim hayalinle.

Kıvrılarak yaklaştı sevdan, sinsice. O yüzden sensizliğe katlanamayışlarım. Zehirini kattın tenime aşkın birkere. Titreyişlerim, susuzluğum, kanayan geceler bu yüzdendir. Yaz akşamlarını süsleyen o kıvılcımlar, ağustos böcekleri değil, tenimin tutuşmasıdır sensizliğe.

Uykular bazen seni unutur rüyalarımda. Koca gün düş mü? gerçek mi? ayırt edemediğim gözlerine dalar dururum. Mavi rüzgarlar kokunu nasıl unuttuysa güllerde, sevgi bahçem halâ sen kokar. Gecenin bir yarısı uyandığımda, dört duvara kilitlenir bakışım... çizerim gülüşünü. Odam ‘SEN’ dolar...Anılarda kalışın bu yüzdendir siyah beyaz karelerde.... unutulamaman bu yüzdendir.

Koca şehir gömüldüğünde karanlığa, seni bekler varlığım, sadece bir kaç saatte olsa seni soluklarım.. Sesini, nefesini... Adımı diline aldığında göğsümdeki parmaklıklardan binlerce kuş salarım İstanbul üstüne. Özgürlüğüne yoldaş olsunlar diye.

Kendimce bir yol tutturdum yalnızlık tünelinde. Hüzünden asfalt döktüm, kırılganlıklarımı birleştirip duvarlar ördüm. Başbaşa kaldığımız günlerden bir takvim oluşturup, gülüşüne gündüz, gözlerine gece adını verdim. Sadece biz olan bir dünya yarattım. Bilinmeyen... hatta senin bile bilmediğin.

Sende yorgunsun aslında. Koca dünyanın içinde güçlü ama yılmış bir adam. Anason kokusu sinmiş akşam üstlerinde, elinde kadehin, yıldız gibi yanıp sönen İstanbul’u seyredersin.

Tüm gizemiyle İstanbul gözlerinde.... sen benim düşlerimde....

Adını söyleyemediğim sevgili, bil ki; YOLDAŞIM SESSİZLİĞİNE .

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1573
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Nerdesin? Günler var ki beni aramadın, yazmadın. Senden gelecek bir mektubu bekledim boşuna. Önceleri içim umutla dolu, postacınınkapımı çalmasını bekledim. Satırlarınla aydınlamasını bekledim bu karanlığın. Saatler saatleri, günler günleri kovaladı. Git gide büyüdü verdiğin yalnızlık, yüreğim kahırla doldu. Ümit etmenin mutlu heyecanları, yerini tarifsiz bir hüzne bıraktı. Kocaman, kalabalık bir şehirde yapayalnız kaldım işte...

Nerdesin? Beni unuttun diyemeceğim, unutmadığını biliyorum. Ama düşün ki, benden uzaklaştığın her kilometre, sana olan sevgimi bir kat daha artırdı. Senden başka bir şey düşünemez oldum. Geri döndüğün zaman, eminim şaşıracaksın. Böylesine mesafelerle büyüyen, zamanla derinleşen bir aşkın karşısında olmak kimbilir ne kadar değiştirecek seni...

Yüzünde pembelerin en güzeli, gözlerinde ışıkların en parlağı ile sevilmenin çok çok sevilmenin hazzını yudum yudum içeceksin. Sevilen bir kadının mutluluğunu seyredeceğim sende. Sevdiğim kadının ölümsüzlüğünü yaşayacağım.

Nerdesin? Dün evinin önünden geçtim. Perdelerin kapalıydı, dolu doluydu gözleri pencerelerin. Kapın sanki bir daha hiç açılmayacak gibi kapanmıştı sokağın yüzüne. Kimbilir odalar, eşyalar ne haldeydi sensiz? Her dakika ayaklarının güzelliğiyle mest olan halılar ne yapıyordu şimdi? Ya kokuna ve sıcaklığına alışmış yatağın ne haldeydi? Baktım sen yoktun, duvarlar kararmıştı. Sokağından yaşayan bir ölü gibi geçtim ve bir hüzün anıtı halinde bıraktım evini.

Nerdesin? Meğer ne doldurulmaz bir derinlikmiş yokluğun... Kaderde bu sensizlik de varmış... Her insanın yüzünde sana benzeyen bir şey aramak da varmış... Sesini duymak varmış şarkılarda, bütün kitaplarda seni okumak varmış... Meğer ne dayanılmaz bir şeymiş yokluğun... Kağıtlara seni yazmak varmış, renk renk düşünmek varmış seni, çiçek çiçek koklamak varmış... Artık hiç yazmasan da olur, hiç gelmesen de... Meğer ne türlü bir ölümmüş yokluğun...

Bir daha nerdesin demeyeceğim. Bendesin artık... Dudaklarımın değdiği kadehlerdesin. Serin yağmurlar getiren bulutlardasın. Kah denizlerdesin, kah rüzgarladasın. Uzaktasın ama yine bu şehirdesin.

Gittiğine inanmıyorum...

GEL DEMEYECEĞİM !..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1574
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kan Gülü

Ona bir kayalıkta rastladım güneşin aksam üstü halini almıştı, Solgun eğik kırmızı bir güldü.
Yalnız başınaydı etrafını yabani otlar sarmıştı keşmişti adeta ışığını.
Yaklaştım uzun uzun izledim onu...
Öylece bırakıp gitmeye yüreğim el vermedi.
Etrafa bakındım bir kaç damla su aradım gözlerimle yoktu... Oturup düşündüm...
Birden gözlerim parladı öyle ya su yoksa bile kanım vardı...
Hiç üşenmeden cebimdeki küçük çakıyı çıkardım serçe parmağıma öyle bir indirdimki...
Bozuk bir musluk gibiydi akan kanlar damlalar bir biri ardına süzülüyordu.
Duraksadım gökyüzüne baktım neredeyse hava kararıcaktı yıldızlar hafiften parlamaya başlamıştı, bir yanıp bir sönüyordu Bilmemki banamı öyle geldi ama sanki göz kırpıyorlardı...
İçimi bir duygu kaplamıştı bu acıyla tatlının karışımı mayhoş bir şeydi,
Parmağımın uyuştuğunu hissettim kan aktıkça gül biraz daha koyulaşıyordu kendi kendime sanki ''Kan Gülü'' gibi dedim... Evet ismini bulmuştum işte o bir kan gülüydü.
Dakikalar geçiyordu tükenmiştim ben tükendikçe o daha bir canlanıyordu...
Artık kahverengiye çalan gövdesi yeşile dönüyordu fakat kırmızımsı bir yeşildi bu doğulduğunu görebiliyordum. Sonrasını hatırlamıyorum kendimden geçmiş olmalıyım kan kaybından olsa gerek.
Gözlerimi açtığımda yıldızlar yerini güneşe bırakmıştı etrafta hafiften bir rüzğar esiyordu.
Karşıma baktım oradaydı işte sanki yeniden doğmuştu..
Öylece saatlerce onu izledim insanı alıp götüren bir havası vardı usul usul salınıyordu...
İçimden onu oksamak geldi çevrsindeki ayrık otları bir bir temizledim.
Artık güneşle buluşmuştu eğilip yapraklarına dokunmak istedim...
Elimi uzattığımda büyük bir acı hissettim, geri çekip baktığımda parmağım parmağım kanıyordu...
Sordum neden dedim neden kanattın beni be kan gülü ?..
İlk ve son kez konuştu kan gülü büyük bir öfkeyle sitemle...
-Çünkü
Dedi
-Bana kanatmayı sen öğrettin!..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1575
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Tuval ve Deniz


Kafasını kaldıramıyordu başının ağrısından. Oysa son bir haftadır ağzına içki sürmemişti, sigarayı da azaltmıştı üstelik ama lanet olası kafası ağrıyordu yinede.

Günlerden Pazardı ve saat onbirbuçuk olmuştu. Daha önce hiç bu kadar geç kalkmamıştı genç adam, ya balık tutmaya gider ya da sahilde uzun bir sağlık koşusuna çıkardı ama başı ağrıyordu işte.

Ressamdı...En azından o böyle kabul ediyordu kendini. Hem resimlerini de seviyordu birileri, sevmeseler satın alırlar mıydı hiç? Kafası estiğinde alır eline paletini, geçer tuvalinin başına ve öylesine çizmeye , boyamaya başlar birşeyleri.
En çok da içinde deniz olan resimleri çizmeyi seviyordu genç ressam, balıkçı bir babanın oğlu olduğundan olsa gerek.

Sevgilisinden ayrılmıştı iki hafta kadar önce, daha doğrusu terkedilmişti çok içiyor diye. Gariptir, kızın çekip gittiği günden beri doğru düzgün içmemişti ve artık içmek de gelmiyordu içinden. Kızın terk etmesi pek de koymamıştı ayrıca. İki aylık bir ilişkiydi, daha uzun sürelisini de yaşamamıştı zaten. Korkuyordu evlilikten genç adam. Uzun zamandır ailesinden ayrı yaşıyordu ve yalnızlığı(nı) çok seviyordu. Evliliğin özgürlüğünü elinden alacağını düşündüğünden ilişkileri hep bir yerlerde tıkanıyor, ya ayrılıyor ya da sonuncusunda olduğu gibi terkediliyordu. Kendini çok seviyordu adam ve hayatla barışık bir insandı.

Küçük bir evde yaşıyor ve geçimini, çizdiği resimleri, kalabalık caddelerde ucuz fiyata satarak sağlıyordu. Parayı seven biri değildi fakat yaşaması içinde ona ihtiyacı vardı. Sonuçta oturduğu ev kiraydı ve resim çizebilmesi için malzemeye ihtiyacı vardı.

Usulca doğruldu yatağından. Ilık bir duş iyi gelir diye düşünüp banyoya girdi. Suların akmadığını fark edince boca etti ağıza alınmayacak onca küfürü. Hızlıca giyinip çıktı evden, her pazar kahvaltı ettiği kafenin yolunu tuttu. Birkaç arkadaşıyla karşılaştı yürürken, öylesine konuştu onlarla. Aklında sadece kahvaltı vardı ve karnı açken çok çabuk sinirleniyordu ressam.

Kafeye vardı, içeriye girdi ve oturacak bir yer aradı, fakat ne mümkün, tıka basa doluydu kafe. Kızdı kendine böyle bir yeri sevdiği için. Tam o sırada deniz kenarındaki masanın hesap ödediğini farketti. Hemen o tarafa doğru yanaştı ve adam hesabı ödeyene kadar bekledi garsonun yanında.

Başı hala ağrıyordu. Kahvaltının ardından iki hap yutmuştu ama nafile. Ne zaman böyle başı ağrısa hep kötü birseylerin olacağını düşünürdü. "Yine ne olacak acaba" diye geçirdi içinden. Plansız bir şekilde ayrıldı mekandan. Biraz yürümeyi düşündü sahil boyunda, hem deniz sesi iyi gelebilirdi başına. Küçükkende böyleydi, ne zaman canı sıkılsa birşeye, denize koşardı.

Yarım saat olmuştu yürümeye başlayalı ve başının ağrısı hafiflemişti biraz. Hala 'bugün ne yapsam' diye düşünüyordu. Sonra, biraz daha yürüyüp, eve dönüp resim yapmaya karar verdi. Çok seviyordu boyalarını, fırçalarını, paletini, tuvalini. Hayatını borçluydu onlara. Annesi, babası, sevgilisi, kardeşi, çocukları gibi seviyordu. Bir keresinde kendini bile boyamıştı, iyi bir ressamdı o. Boyaların, bir ressamın damarlarına kadar işlemesi gerektiğini söyler dururdu herzaman.

Eve gitme zamanı geldi diye düşündü. İçinde garip bir heyacan vardı şimdi, sanki ilk defa resim yapacakmış gibi... Bir an önce eve gidip aletleriyle buluşmak istedi. Adımlarını biraz daha büyütüp, hızlandırdı. Birden, ileride, yolun ortasında çok büyük ve çok güzel bir fırçanın durduğunu farketti. Bir an donakaldı, sonra koşmaya başladı ona doğru. Kendini kaybetmişti ve sadece fırçayı görüyordu masmavi gözleri. Attı kendini yolun ortasına. Tam fırçayı eline almasıyla kocaman bir kamyonun adama çarpması bir oldu. Genç ressamın cansız bedeni yolun ortasına öylece yatıyordu şimdi, bir elinde sımsıkı tuttuğu resim fırçasıyla...

Kamyon boya yüklüydü. Şoför çarpmanın etkisiyle hakimiyetini kaybetmiş ve yan taraftaki büyük duvara bindirmişti aracı. Boyalar her yana saçılmış, genç adam boylardan rengarenk olmuştu, bir elinde sımsıkı tuttuğu resim fırçasıyla...

Şimdi o bir resim olmuştu ve yine deniz vardı bu resimde de...

Dedim ya o iyi bir ressamdı...bir elinde sımsıkı tuttuğu resim fırçasıyla...

KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1576
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
Dost Eli Dost Eli

Adanın içlerine doğru ilerledikçe cennette olduğunu düşünmeye başlamıştı. El değmemiş, vahşi doğa karşısında hayrete düştü. 'Şu tepede bir evim olsa' diye iç geçirdi. Birbirinden farklı çiçekler, tavşanlar, kelebekler, dağ çilekleriyle birlikte uyum içinde yaşıyorlardı.

Keyifle mavi sulara bıraktı, oltasını. Islık çalarak şarkı söylüyor, dün yaşadıklarını unutmaya çalışıyordu. Alev gibi sarıyordu her yanını terkedilmişlik...Aniden bardaktan boşanırcasına yağan şiddetli yağmura hazırlıksız yakalanmıştı.Sığınacak köşe bucak ararken, beline kadar suya gömüldü.Tam o sırada, vücuduna dolanmış simsiyah yılanı gördü. Nefesi kesilmişti, çok korktu. Ancak; sessiz olması gerektiğini düşündü. Paniğe kapılmamalıydı. Usulca yılanın kuyruğundan tuttu ve olabildiğince uzağa fırlattı. Hiçbir şeyden korkmayan genç adam, korkuya yenik düştü. Bacakları bedeninden ayrılacakmış gibiydi. Sararan benzinin farkında bile değildi.Korkunun ne olduğunu bilmezken,yaşadığı aksiliklerle korkmayı da öğrenmişti.

Yağmurun hızı, giderek artıyordu. Şiddetli sulara karşı koyamayınca, köpüren dalgalara gömülmeye başladı.Boğulmak üzereydi. Daha dün intiharı düşünmüş, şimdi ise yaşama karşı mücadele ediyordu ama gücü yetmedi.Belki de karşısına çıkan bir fırsattı. Sonsuza kadar ezik yaşamaktansa, onuruyla ölecekti.Gözlerini kapadı.Teslim olmak üzereydi, her şey bitmişti artık. Böyle düşünürken, omuzlarında bir el hissetti. Ejderhanın yüreği kadar güçlüydü eller. Şaşkınlık içindeydi, suyun içinden çıkarıldığında..Gökyüzünü tırmalayan yağmur da dinmişti.

Ölümün taklidi gibiydi uyku. Saklı bir şaşkınlıkla sarsıldı. Yaşlı adamın kolları arasında, yarı uykulu ama yaşıyordu.' Geçmiş olsun' diyen yaşlı adamın sesi, adeta rüzgarda titreşiyordu.

Yağmurla renklenen deniz yansımaları, güneş ışığının gelişi ile uzaklaştı. Yerler çamur içinde ve yapış yapıştı. Neredeydi, ne kadar uyumuştu? Uyandığında, yaşlı adamın ışıldayan gözleriyle karşılaştı. Garip, buruk bir sevinç kapladı içini.

Yaşıyordu. Hüzün denizinde yaşama tutkusuyla savaşırken, umut kapıları açılmıştı önünde. Geçmişinden, üzüntülerinden, hatta hayallerinden bile sıyrılıp, gerçeklerle yüzleşmeye başlamıştı bile.

Küçük bir kulübedeydi. Tıpkı hayal ettiği gibi.Bahçedeki kamelyanın altında; küçük bir masa ve kırık dökük birkaç sandalye vardı. Yaşlı adamın karısının getirdiği çayları yudumlarken etrafı seyre daldı.Tepedeki, düzgün biçilmiş tahta gibi yükselen ormana dikti gözlerini, gülümseyerek..Kendine benzetti, ormanın yalnızlığını...Gölgesinde oturdukları devasa çınardan kuş sesleri geliyordu. Yaşlı adam; yılların suskunluğunu aşarcasına hiç durmadan konuşuyordu. Neslinin tükenmekte olduğu yalıçapkınlarını, örümcekkuşunu, dağ keçilerini...Konuşmayı özlemişçesine anlatıyordu. Bir süre sonra kalktılar, çevreyi gezdiler.Mağara oyuklarında yankılanan sesleriyle eğlendiler. Birlikte ıslık çalıp, türküler söylediler.

Boşluğu çiğnerken, yaşamayı öğrenmişti. İçinde oluşan umut filizlerini yeşertme çabasıyla çırpınan bu iki ihtiyardan utandı. Verdikleri yaşam mücadelesi karşısında hayrete düşmüştü. Ama iki dost kazandı. Çamura batmış birine uzanan dost elleri sevgiyle öptü.Sanki iki yıldız vardı, yaşlı dostlarının gözlerinde.Birkaç saat öncesini düşündü. Çökmüştü, kanadı düşmüş kuş gibiydi.Artık, yeşil bakıyordu dünyaya. Yeşil gözleriyle..

Yaşlı kadının gözleri ıslaktı, ayrılırken. Bir daha hiç görüşmeyeceklermiş gibi. Oysa; her hafta sonu onlara koştu. Uçarak, hayat dolu, umutla.

Ve.. sonsuza kadar süren bir dostluğun temeli atılmıştı.Uzanan dost ellerin ardından..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1577
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
-şuur-
-hayat ( beni ) hiç de “memnun’ e” demedi…-

Uzun zamandır takibinde olduğum bir yer. Yaklaşık on ki kişi çalışıyor içeride. Biri dışında diğerleri ilgimi çekmiyor, umurumda da değil. Sadece onu gözlemliyorum. Yürüyüşünü, koşuşturmalarını, eğilip kalkmasını, giyimini, insanlara davranış şeklini. Hepsi güzel, hepsi mükemmel. Soluk alıp verişine dikkat ediyorum; sessiz ve alışılagelmiş rahatlık içinde, hiç belli etmiyor.. Üst üste dizilmiş rafların aralarında geziniyorum. Bir şey almak için değil, onu daha iyi tanımak için yapıyorum bunu. Ama mutlaka bir şey alıp çıkıyorum. Hissedebildiğim kadarıyla içinden gülümsüyor. Ben de gülümsüyorum. Güzel bir şey gülümsemek. Herkes gülümsemeli. İçten ve kayıtsız. Sebepsiz yapabilmeli bunu. O böyle yapıyor, iyi de yapıyor. Kimsenin onun gibi gülümsemesini istemiyorum…

Bir buçuk yıl oldu bu bölgeye taşınalı. Önceki oturduğumuz semte nazaran bana göre daha iyi özellikleri var. Kapının önünden cadde geçmiyor mesela. Şehir gürültüsü yok. Üstelik; bahçesi, ağaçları ve gezi alanları var. Alışveriş yapabilmek için şehir dışına çıkmaya da gerek kalmıyor. Tam karşımızda büyük bir market var. Her gün mutlaka uğruyor, dolaşıyorum. Boşalan arabaları yerine çekiyorum. Sepetleri, sepetliğe kaldırıyorum. Hoşuma gidiyor bu. Teşekkür ediyorlar. Nazikçe selamlıyorum. Onlardan biri gibi oldum artık. Onlar da farkına vardı bunun. Ama bir iş teklifinde bulunmadılar henüz. Bulunsalar da kabul etmem. Para karşılığı yapmıyorum bunu. İnsanlık namına da değil. Biri’ne şirin gözükmek için yapıyorum. Ben yapmasam o yapacak çünkü. İşi bu. Ama o yapmıyor, ben yapıyorum. Bir karşılık beklemiyorum ondan. Ne zaman karşılık beklediğim bir ilişki içerisine girsem, mutlaka kaybediyorum. Onu kaybetmek istemiyorum. Daha önce onun gibi gülümseyen hiç kimse olmadı bana... Farkında bunun. Ne zaman beni görse, bakışlarını öne düşürüp gülümsüyor…

Zaman zaman reyonları dolaşıyor. Bir eksik var mı diye bakınıyor her yere. Varsa sipariş verecek, biliyorum.

Sessizce takip ediyorum adımlarını. Topuklu ayakkabı giymiyor. Yürüdüğünü sezebiliyorum. Önüne çıkıyorum bir oradan bir buradan.

-Siz de mi buradaydınız?
-Ne tesadüf.. (!)

inciler dökerek bir başka reyona doğru yola çıkıyoruz…

Şampuan bölümünde eksik olmalı. Elindeki listeye not alıyor: 200 ml olanlardan beş koli. Yaklaşıyorum arkasına. Kulağına eğilip usulca; Jöle de eksik diyorum. Yüzüme dönmeden; Var ya saçında, diyor. Ne dedin? Diyorum. Görmüştüm dedim deyip ekliyor kağıda: 250 ml. Jöle 20’li 4 koli..

Boş bir yaprak istiyorum. Ben yazarım! diyor. Benim yazacaklarımı yazamazsın diye karşılık veriyorum. Üfleye püfleye bir kağıt uzatıyor. Ben de elimi uzatıyorum sol kolunun altından. Elim göğsüne değiyor, irkildiğini hissediyorum ; Dokunma göğs… diyene kadar hızlıca kalem çekiyorum, önlüğünün cebinden. Ne dedin? Diye soruyorum. Kaleme uzandığımı anlayıp kızarıyor ve kırmızıyı mı istersin, maviyi mi diye soracaktım diyor. Maviyi almışım diyorum. Gözlerin gibi deyip, yine gülümsüyor… Anlıyorum ve ben de gülümsüyorum. Anladığımı anlayıp yine kızarıyor ve birlikte bir kez daha gülüşüyoruz.

Sonra biri giriyor aramıza; o ekmekler dünden kalma, beş dakika beklersen yenileri gelecek diyor.. Duymuyorum. Bir kere daha tekrarlıyor; o ekmekler dünden kalma, beş dakika beklersen yenileri gelecek… Yine duymuyorum. Sesini yükselterek bu defa: O EKMEKLER DÜNDEN KAL….! Birden irkiliyorum ve ekmek rafına yaslanmış bir şekilde, onu izlerken buluyorum kendimi…. Tamam, beklerim diyorum. Yaşadıklarımın bir hayal olabileceği endişesi düşüyor aklıma. Evet, öyle olmalı diye düşünerek, sessizce arkasından yanaşıp kontrol mahiyetinde listesine bir göz gezdiriyorum.

200 ml. Şampuan - 5 koli, 250 ml. Jöle - 20 li 4 koli

yazıyor. Önlüğünün cebine bakıyorum, kırmızı bir kalem duruyor!! Arkasına dönüyor aniden. Fark etmesinden çekinip geri adım atıyorum. Sırtıma dokunup, kalemimi versene! Diye bağırıyor. Bir taraftan bana bağırmaması gerektiğini söylerken, bir taraftan da ne dediğini anlamaya çalışıp, ben mi almıştım diye soruyorum. Evet, elinde ya, az evvel aldın! diyor. Elime bakıyorum. Mavi bir kalem elimden düşüyor o sıra. Aynı anda eğiliyoruz. Ama önce ben uzanıyorum kaleme. Hızıma yetişemiyor. Sonra ona uzatıp teşekkür ediyorum. Rica edip, kağıdı da alayım! diyor. Ne kağıdı diye soruyorum. Sen de yazacaktın ya, ver listeyi! diyor. Liste değildi ki deyip uzatıyorum kağıdı ve okuyor içinden yavaşça, ben de duyuyorum:

“öleceğim gelir;
görmesem bir gün
yüzünü...

öleceğim gelir;
görmesem gözlerinde
bir
gün yüzü.”

Bu ne? Diye soruyor. Neye benzettiğine bağlı diyorum. Ama daha çok akşam yemeğine benzettiğimi söylüyorum. Bir gün almasam, ölüvereceğimden; yokluğundan. Anlayıp gülümsüyor… Teşekkür ediyor. Gülümsemesine ölüyorum…

Hiç de nazik olmayan ağır bir darbe temas ediyor o an sırtıma ve; kaç tane olacak?! Diye bağırıyor. Korkuyorum. Ne diyorsun! Diyorum, ekmek diyorum, diyor. Sıcak, tutamıyorum elimde. Kaç tane olacak?!. Bir akşam, bir de sabah yemekten önce alırsam doyarım diye cevap veriyorum. Üç kişi giriyor koluma. Üçü de beyaz önlüklü. İki kişi fazla diyorum. Ayrıca sen de git, o gelsin!.. Dinlemiyorlar. Sürükleyerek çıkarıyorlar içeriden. Bir tanesi hızını alamayıp üzerindeki beyaz önlüğü çıkararak, kollarından doğru giydirmeye çalışıyor kapının önünde. Deli mi ne ? diye bakınıyorum. Çatık kaşlarımdan ürküp, kendi giyiyor yeniden. Çok yakıştı deyip, gülümsüyorum. Kızıp içeri giriyor. Hayal değil işte gerçek olmalı diye düşündüğüm an, evimizin balkonunda iki büklüm halde, gözlerim ter içinde markete bakarken buluyorum kendimi…

Rüzgar esiyor. İçimin titrediğini hissediyorum. Yağmur yağacak olmalı. Üşüyorum. O sırada, ayak ucumda balkonun odaya geçen kapısı açılıyor. Rüzgardan açılmış olamaz diye düşünüyorum. Başımı kaldırıp bakıyorum. Gelen O. Karşımda duruyor. Üşüyebileceğin geldi aklıma deyip, gönlündeki umutlarını üzerime örtüyor. Isınıyorum. Sen?? Dediğim anda kayboluyor. Geçmek üzere olan titremelerim tekrar başlıyor. Kapıya bakıyorum, yok. Evin içini dolaşıyorum, yok. Gardıroplara bakıyorum, yok. Balkona gelip, yeniden yatıyorum. Gözümden damlayan tek yaşı silerken, kapıdan başını uzatıp gülüyor. Baktığımı fark etmesini istemiyorum. Biliyorum, baktığım an kaçacak. Görmezden geliyor ve onu seyrediyorum. Gülümsüyor.. gülümsüyor.. gülümsüyor…

Yeniden doğruluyorum yerimden, o kaçıyor. Yerde, malzeme listesine benzeyen bir kağıt buluyorum. Üzerinde şunlar yazıyor;

“öleceğim gelir;
görmesem bir gün
yüzünü...

öleceğim gelir;
görmesem gözlerinde
bir
gün yüzü.”

Okuduğum anda gözlerim doluyor. O’nu, derinlemesine düşünürken uyanıyorum(!) hemen. Ama o benim şiirim. Pis sürüngen! Deyip, hiddetle markete dikiyorum gözlerimi. Kapıya çıkmış, bana el sallıyor. Ben de ona bilek hareketi yapıyorum. Arkamı dönüp, popomu sallıyorum. Telaşla içeri giriyor. Ne yapabileceğini merak edip beklemeye başlıyorum. Elinde bir sürü sabunla geri geliyor ve bir bir fırlatıyor bana. Kafama, gözüme, kalbime; her yerime isabet ediyor. Hepsini toplayıp, her biriyle ruhumu yıkayarak, köpüklerini ona üflüyorum. Toz bulutu gibi sarıyor her yerini. Ruh ikizim oluyor. Gülümsüyor sonra. Ben de gülümsüyorum…

Cebinden kalem kağıt çıkarıyor. O sırada marketten iri yarı, sakallı adamlar çıkıyor. Her yanından çekiştiriyorlar kızın.

Hey siz!
DOKUNMAYIN ONA!

İçeriye girmesi için zorluyorlar. Bırakın, şiir yazacağım! Diyor. Bırakmıyorlar. Dayanamayarak ikinci katında oturduğumuz binanın balkonundan aşağı atlıyorum. Şansım yaver gitmiyor ve ayağımın üzerine düşüyorum. Toparlanıp, topallayarak yanlarına yaklaşıyorum. İyi-Kötü-Çirkin filminin müziği geliyor o an kulağıma. Başımda kovboy şapkası, elimde kement; Bırakın kızı! Diye bağırıyorum. Sen karışma! diye cevap veriyorlar. Sinirleniyorum. Kementi başımın etrafında çevirip, olanca hızla fırlatıyorum. Adamlardan birine isabet ediyor. Yavaş yavaş üzerime çekiyorum. Çok ağır geliyor, yoruluyor kollarım. Çekmeye devam ediyorum ve kementin ucunda iri yarı sakallı bir adam beklerken, bir kasa maden suyu ile karşılaşıyorum...... ve diğer adam, fırsattan istifade, onu içeri sürüklüyor. Bir şey yapamıyorum.

Bir el dokunuyor omzuma, bütün gün kesilmeyen. Misafir gelecek az sonra, listesini hazırladığım malzemeleri aldın mı diye soruyor. Göz kapaklarımı hafifçe aralayıp bakıyorum ki annem. Bir şey hatırlamadığımı söyleyip, iki yanıma bakınarak ne listesi diye soruyorum. Vurdumduymaz ve sorumsuz olduğumu söyleyip, elimde buruş buruş yaptığım kağıdı istiyor. Ona, buruşmuş kağıdın kendisinin istediği liste olmadığını, üzgün olduğumu ve kağıdı veremeyeceğimi söylüyorum. Dinlemeyip almaya çalışıyor. Vermek istemeyip, elini ısırıyorum. Babamı çağırıyor ne kadar sesi varsa çıkararak. Babam geliyor. Aralarında fısıldaşarak hızlıca çıkıyorlar evden. Nereye gittiklerini merak edip peşlerine takılıyorum. Önünde Türk bayrağı asılı pembe bir binaya giriyorlar. Binanın kapı girişinde büyük harflerle Sağlık Ocağı yazıyor… Babamla beraber çıkıyorlar ocaktan. Babam kaşlarını çatıp bana bakıyor.. Ben aynı edayla anneme bakıyorum. Annem yere bakıyor. Düşündüğüm şey olabilir mi diye düşündüğüm sırada, onu görüyorum. Bana havlıyor.. havlıyor.. havlıyor..

Kendisinden korktuğumu ve havlamasını istemediğimi söylüyorum. Sözümü dinleyip susuyor. Boynundaki zincirden tutuyorum. Birlikte yürüyoruz…

Annem, zincirden çok asılmamamı, zincirin takı setinin zinciri olduğunu, geçen ay onun için aldıklarını ve bir maaş para ödediklerini, kopabileceğini, ziyan olacağını, bu vesile ile de kaçabileceğini söylüyor. Onunla bir daha yürüyemeyebileceğimizi…

Annemin söyledikleri içime oturuyor. Onunla bir daha yürüyemeyebileceğimizi. Bir daha yürüyemeyebileceğimizi, onunla. Onunla bir daha…! Hemen bırakıyorum zinciri elimden. Bırakır bırakmaz kaçıyor. Peşi sıra gidiyorum. Tanımadığımız adamlar peşimizden koşuyor. Bilmediğimiz bir sokağa giriyoruz. Sokak çok ıssız, fark ediliyor. Ses seda çıkmıyor ikimizden. Dönmesi gerektiğini, onsuz marketi kapatamayacaklarını söylüyor. Kapatamasınlar diyorum. Ben seni kapatmışım ya!. Gözlerime bakıp gülümsüyor. Gözlerine eğilip, öpüyorum.

Kulağıma tren sesleri geliyor. Nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyorum. Alkış seslerine karışıyor sonra. Birer ikişer insanlar çıkıyor ara mahallelerden. Apartman girişlerinden. Herkes elinde birer sandalye ile geliyor. Işık düzenekleri kuruluyor. Stand hazırlanıyor. Sakallı adamlar gibi iri yarı olan hoparlörler getiriyorlar. Ben şiir okumasını bilmem diyorum kendi kendime. Sadece yazarım. Ben bir yazarım diyorum. Yazar olduğumu duyan, elindeki sandalyeyi kaptığı gibi kafama indiriyor. O, yine kayboluyor yanımdan. Markete, kapanışa gitmiş olabileceğini düşünüyorum. Yarı uyanık, yarı baygın hızla uzaklaşıyorum, sokak aralarından… Beyaz bir ışık görülüyor biraz ileriden. Annemle babam, el ele tutuşmuşlar, beni çağırıyorlar. Yanlarına gitmeye korkuyorum. Gidersem yok olacakmışım gibi hissediyorum bir an. O’nu arıyorum. Geldim diyor. Kapanışı yaptın mı diye soruyorum. Evet diye cevap veriyor. Peki ya nasıl izin aldın? Servisle bırakmıyorlar mıydı mutlaka? Kaçtım diyor. O sırada siren sesleri ve anonslar duyuyorum. Eller yukarı, etrafınız sarıldı. Kızı teslim et! Etmeyeceğimi söylüyorum. Beni’m olduğunu söylüyorum. Yine de elimizi yukarı kaldırıyoruz. Elimize asmalar takılıyor. Asmalarda üzüm, birlikte yiyoruz…Siren sesleri kesiliyor. Annemler yeniden çağırıyorlar. O gitmeyi istemiyor. Ben de korkuyorum diyor, Peki gitmeyelim diyorum. Olduğumuz yere çöküp, uyuya kalıyoruz. Altımızda yağ tenekeleri, üstümüzde yıldızlar… Dilimizde mutluluk şarkıları…

Müşteri çeklerini tahsile vermemişsin diyor tok bir ses. Üzerine kapandığım masadan yavaşça doğruluyorum. Ellerim uyuşmuş, ellerimi ovalıyorum. Sorusuna cevap vermemi istiyor. Ellerimi ovalar mısın biraz diye soruyorum. Tabi ki! deyip, eline aldığı cetvelle ellerime vuruyor. Çekleri markete götürüp, mahalleliye erzak aldığımı söylüyorum. Bunu nasıl yaparsın deyip, derhal markete gitmemi, çekleri geri almamı istiyor. Ve elime bir kez daha vuruyor. Elime vurmamasını, markete gideceğimi, ama çekleri geri alamayabileceğimi söylüyorum. Yıkıl karşımdan diyor. Yıkılıyorum. Yıkıldığım yerde, yine o. Eli ile başımı kaldırıp su içirmeye çalışıyor. Gözleri gözlerime, elleri ellerime, vücudu vücuduma temas ediyor. İnanılmaz bir duygu, harikulade bir tat olduğunu düşünüyor ve bu güzellikten mahrum kalmamak ve onu sonsuza dek koruyabilmek için kendisine ‘benimle evlenir misin?’ diye soruyorum. Çeklerle ödeme yaptık diyor. SORUMA CEVAP VER! Ellerini aniden çekiyor başımdan. Başım yere düşüyor. Bir yağmur başlıyor. Her yanımız dolup taşıyor. Kalabalık bir insan topluluğu. Evet evet diye tempo tutuyor: Evlen onunla. Yanağından süzülen yağmurla bana bakıyor. Ben de ona bakıyorum. Yağmur şiddetini artırıyor. Şiddetini artırıyor yağmur. Herkes iki dudağı arasından çıkacak sözü bekliyor. O sırada düşen bir yıldırım, kara bir kedi gibi aramıza sokuluyor… Gökyüzünün tüm asaletini getirdiğini söyleyip O’na dönüyor ve : evlen onunla! Diyor. O baskılara daha fazla dayanamıyor ve sabah erken kalkmalıyım diyerek koşar adım uzaklaşıyor. Ardından yağmur ağlıyor. Ben ağlıyorum. Gökyüzü üstümüze boşalıyor…

Gökyüzünü üzerimden atıp, uzandığım yerden kalkıyorum. İnsanlar tezahürat yapıyorlar. Kazanacaksın deyip teselli veriyorlar. Yılmıyorum. Beyaz ışığa doğru koşuyorum. Annemle babam yok, kaybolmuşlar. Önemsemiyorum. Koşmaya devam ediyorum. Tam içinden geçecekken yine karşıma çıkıyor. Gülümsüyor. Gidiyorsun ama, ben buradayım. Seni bekliyorum, bekleyeceğim diyor. Beline kadar uzun saçlarını tarıyor. Saçları yağmur kokusu ile toprak kokusu arasında dalgalanıyor. Ona yazdığım son şiir aklıma geliyor, içimden mırıldanıyorum;

toprak yerine
kimsesizlik kokuyordu
yağmurla yıkadığın
saçların..

öpmek için eğildiğim an
toprağa değdi,
seni son kez bile öpemeyen
kimsesiz dudaklarım.

Öleceğimi düşünüyorum, korkuyorum. Gitmeyi istemiyorum. Onunla yaş(l)a(n)mak istiyorum. Durmaya çalışıyorum, başaramıyorum. Ve ışığın içinden geçiyorum…

Geçtiğim yer o kadar kalabalık değil. Büyük bir yere benziyor. Etrafta insanlar dolaşıyor. Ellerinde malzemeler var. Sıra sıra raflara götürüp diziyorlar. Üzerim çıplak, ama kimse bakmıyor. Görmüyorlar mı acaba? Hey sen! Evet, kimse oralı değil, (iyi ki) görmüyorlar.

Önümde beyaz önlüklü biri yürüyor . Altında uzun eteği var. Annemlerin gittiği Sağlık Ocağı’ nın duvarlarının boyasına benziyor rengi. Eteğinden çekiştirebilirim. Evet, yapabilirim bunu. Eğiliyorum. Tutuyorum, tut… Olamaz, arkasını dönüyor ve Hişt! Dokunma, çok ayıp! diyor. Görüyor, beni görüyor. Mahcup bir şekilde yüzüne bakıyorum. Olamaz, O! Göz kırpıp gülümsüyor.

Üzerim çıplak olduğu için göz kırpamıyorum. Utanıyorum. Yüzüm kızarıyor. O bana bakıyor, utanmıyor; gülüyor. Ben, beyaz önlüğüne sarılıyorum. İçine giriyorum. Utanmıyorum. Hem üzerimi kapatıyor, hem onunla bir beden oluyorum… ve birlikte gülümsüyoruz….

Gülme! Diyorum, Soruma cevap ver! Hatırlamıyorum, diyor. Hatırlatmak istiyorum, ama konuşamıyorum. Hoşuna gidiyor, gülüyor. Hoşuma gitmiyor, garipsiyorum, ağlıyorum.

O gülüyor, ben ağlıyorum. O halen gülüyor, ben daha çok ağlıyorum. Birlikte ağlayamıyoruz. Üzülüyorum. Faydası yok, ben de gülüyorum.

K a h k a h a l a r l a
H e m d e !


arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1578
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ne seni unutabiliyorum, ne senden kalanları. Başımın içinde bir kanser tümörü gibi büyüyor büyüyorsun... Seni unutamamanın verdiği acılara dayanamıyorum artık. Unutamamanın bu kadar kahredici, çıldırtıcı olduğunu bilmezdim. Her yerde, her zaman benimle birliktesin, işin kötüsü her şey seni hatırlatıyor. Kalabalıkta gelişi güzel söylenmış bir söz bile yetiyor seni düşünmeme. Yalnızlığımda ise sesin kulaklarımda çınlıyor. avuçlarının serinliğini hissediyorum alnımda. Yaşanmış zamanlar bir film şeridi gibi geçiyor hafızamdan. Anılarımızı en küçük noktasına kadar birer birer hatırlıyorum. İşte o zaman; bu seni unutamayan başı, duvarlara vura vura parçalamak geliyor içimden.

Renklerin, kokuların, seslerin ve ışığın bile seni hatırlattığı bir dünyada yaşamak, harikulade bir şey olurdu belki. Ama sen de unutmasaydın... Beni unutmadığını sevdiğini bilsem her şeye katlanırdım. Unutamamamın biriktirdiği o dayanılmaz acılar, unutulmamanın vereceği eşsiz mutluluğun içinde erir, kaybolurdu.

Sevmek bir bakıma unutamamaya mahkum olmaktır. Sevilmemişsek; bir de unutulmaya mahkum oluşumuz var en hazini. İnsan, unutabildiği kadar güçlüyse, unutamadığı ölçüde yıkık ve ezik kalıyor.

Beni sev demeyeceğim, ama onu da sevmemeliydin. İkimiz de olduğun yerden çok uzağız. Güzelliğinin, büyüklüğünün yanında biz neyiz ki? Unutulmak; ikimize de aynı kadehlerden tattıracağın bir içki olmalıydı. O içkinin sefil sarhoşluğu içinde seni düşünmeli, hep seni özlemeliydik. Gitgide işleyen, büyüyen bir yara olmalıydı tenimizde. Unuttuğunu her ikimizde bilmeli, fakat seni hiç unutmamalıydık. Oysa şimdi unutulan da benim, unutamayan da...

Ancak, bir kurşun atımı uzaktasın benden, biliyorum ve ciğerlerime saplanmış bir kurşun gibisin hala. Seni çıkarıp atmak da elimde değil, sana gelmek de... Gelebilsem ne değişecekti ki? Beni hatırlacak mıydın? Hatırlasan da sevinecek miydin gelişimden? Gözlerinin içi gülcek miydi? Hiç konuşmadan "Ben de seni özledim" diyebilecek miydi ellerin? Hayir, değil mi? Öyleyse hiç gelmeyeceğim sana. Böylesi daha iyi.

Gün oluyor: seni unutabilmek için bu şehirden çok uzaklara gitmek istiyorum. Sokaklar, evler, caddeler, vitrinler seni hatırlatmasın diye.

Gün oluyor; anlıyorum senden ve bu şehirden kaçmanın faydasızlığını... Çünkü; biliyorum nereye gitsem benimle geleceksin, ya da gittiğim her yerde senden bir şey olacak.

Sen unuttun fakat unutulmadın. Bense unutulduğumu biliyor, fakat unutamıyorum. İnan, unutabildiğim gün seni yeniden ve daha çok sevmeye başlayacağım...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1579
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YUSUF_U BİÇAREM


Adınla başlıyorum ömrüme bahşedilmiş yeni bir sabaha daha. İnsan olmuşlukların kıyısında kalanların yüreğini ne sıcacık ederse ,onları toparlayıp çekiyorum dolabımdan.
Demek yine bugünde acıyı içeceğim bilmediğim gözlerinden…
İsminin kocamanlığında perişan gönül sızılarıyla yandığım.Seni anlatmak mı düştü şu biçare ve adını duyunca dimağı darmadağın olan dil bilmez dillerime?Hangi isme yaraşır adın?…Hangi kapıların al pembelerine boyanır?…Ardından yırtılan mahremiyetin bir arşın bezi de olsa , sensizliğe ebedi konuk mekanlarda kapkarayım.İsmini kan rengiyle hafızama işliyorum….
Kuyularının karanlığı; resmi fezadan silinmeye yüz tutmuş yalnızlık paranoyamın tek sahibi.Nerde yanıldığımı ararken en alıştığım oluyorsun kendim bile bilmeden.Sen bütün hikayeleri namına çeviren ,suretine bakanların tek zerre bile düşünmeden bedenlerine kıydıkları ,iffetinin en yüksek mertebeleri yırtılan gömleğinin paramparça olmuşluğunda kalan, adı bir başka yakışansın dillerime.
Hangi kör kuyularımda bağırayım adını?Hangi kapıyı çalayım da, önüne serilen nefis sınavının benden beriye gelmeyen bilmecelerini öğrenebileyim…

Yok mu saymalı her şeyi?
Ezilip ,en ücra köşelere ürkekçe kaçarak sığınmış yalnızlığım ,adının yanına konulunca hiçbir şey gibi kalıyor ortalarda.Dillerim zuhur etmiyor kalanlarının başında.Hangi sınırlı ve izinsiz hücrelerimden baksam sisler içinde bırakmışlar adını.

Telaşımın sebebi; bulmaya çalıştıkça seni ,tekrar tekrar başa dönmenin ezikliği .beni yüzünün yakınına bırakıp kaçan ne peki?Sana onca gecikmiş zamandan sonra yar olmuş Züleyha kaderini kabul edemiyor benim kudretli sandığım yalnız yanım.Tadına vuslat arzusuyla kocaman kara zamanlardan sonra varmak yazılmasın yazgıma.
Bu dinmeyen telaşlarla,yekpare bahar renkleriyle,yüzüme sürülen gençlik emareleriyle kon, kimsesiz kuşların bile uğramaya çekindiği derbeder pencerelerime.
Vaad edemem sana , yaradılış hikmetlerinde erkeklik sıfatlarına bahşedilen hediyeler ellerindeyken bile yaklaşmadığın o güzel kadın kadar bakılası olduğumu.En hoyrat ellerin yakama sindirdiği lekeleri söküp alamam bir daha bana sunulmayacak yazgımdan.
’nerede harcadın heybene koyduğumuz, takvimlerden adı silinmiş elindeki günlerini’ sorusuna veremeyeceğim cevaplar boğazıma tıkanmışken, hangi yalan olmuşluklara tanık tutabilirim hayalime ak harflerle yazdığım kimselere benzemez kayıtlarını.

Biçarem…
Susma vaktinin en ağır çınlamalarıdır kulaklarıma dolan.Adını ezberliyorum tekrar tekrar. Hissettiğim ağırlık yüce isimlerin sahipleriyle yan yana konmuş bir geçmiş hikayesinin yükü.YAPMA değil YAKLAŞMA nidalarını dünyama sokan bir namus timsalinin ebediyeti içine alan var olmuşluğu….
Yakınımdasın aslında biliyorum.Ben senin atıldığın ve başkalarına dair sebepsiz sebeplerle debelendiğin kuyulardan farksız kendi uçurumlarımı doldururken sen yanı başımda ki ,ar damarı hikmetinden nasibini alamamışlara inat en dolu benliğinle yanımdasın hem de.Hayaline erişebilirim kimseleri içine almadan.Kor alevlerle dağladıkları korkak ruhumun acısını bir nebze azaltsın diye, Züleyhan olurum sadece bu ağır bedelin sonuna yakıştırarak esamemi.Ben tutuyorum bu defa hikayene cılız bir mum alevi.Kapılarında köle,bakışlarına sinememiş bir kadın ruhu,yürek diline tadını deyememiş bir avare olarak.
Zamanlarımın en karanlık bedbahtlıklarında bekliyorum gelemeyecek varolmuşluklarını……
Gel vakitler daralmadan.
Susma vaktidir.
YUSUF’a erme vaktidir…..

mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1580
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
İsimsiz Melek

Gözlerini açmak için büyük mücadele etmesine rağmen henüz gözlerini açamıyordu. Nerede olduğunu ve kendini görmek istiyordu. Vücudu yeni şekillenmiş, artık bir bebeğe benzemeye başlamıştı. O dünyaya gelmeye hazırlanan, annesinin karnında mutlu mesut büyüyen bir cenindi. Kızdı ve isminin ne olacağını çok merak ediyordu. Arada bir ellerini hareket ettiriyor, bacaklarıyla neler yapabileceğini hesap etmeye çalışıyordu. En çok içinde bulunduğu yeri merak ediyordu. Kimi zaman sesler duyuyor, kulak kabartıp bu anlamadığı seslerin ne olduğunu dinliyordu. Acaba nasıl bir yerdeydi, ah gözlerini bir açabilseydi görebilecekti.

Yavaş yavaş sıkılmaya başlıyordu bulunduğu yerden. Henüz ismi koyulmamış minik kız bebeği bir an önce dışarı çıkmak istiyordu. O seslerin sahibini, annesini görmek istiyordu. Bazı zamanlar bulunduğu yerin üzerinde gezen birşey farkediyordu. Herhalde annesinin eli olmalıydı. Onu farkettiği anda heyecanlanıyor, henüz yeni çalışmaya başlayan kalbi küt küt atıyordu. Farklı birşeyler hissediyordu, sanki bir tutku, sanki değişik duyguların karışımı vardı annesinde.. Ah annesini bir görebilseydi..

Yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Anlaşılan artık zamanı gelmişti. Sonunda son zamanlarda oldukça fazla sıkıcı olan bu mekandan kurtuluyordu. Sonunda annesine kavuşabilecek, gözlerini açabilecek ve onu görebilecekti. Feryatlar eşliğinde bulunduğu yerden biraz daha ilerledi. Sert iki el onu bacaklarından tutup hızlıca çekti. Annesi öylesine bağırıyordu ki, kulakları acıdı. Ne olduğunu bile anlayamadan soğuk bir alana çıkmıştı. Sıkıcı yerde onu saran sıcak su bile yoktu. Sert eller hızla poposuna vurup, onu salladılar. Halen gözlerini açamamıştı, sadece bağıran annesini ve sert elli bir kadını hissedebiliyordu. Daha fazla dayanamayıp ağzını açarak oda " Anne ağlama.. Lütfen ağlama.. " diye bağırmaya başladı.

Üşümüş ve dinlenmiş bir halde kendine geldi. Kollarını ve ayaklarını oynatamıyordu. Anlayamadığı birşeye onu sımsıkı sarmışlardı. Aniden iki el bulunduğu yerden isimsiz miniği aldı ve kucağına yerleştirdi. Yüreği yine küt küt atmaya başlamıştı. Bir zamanlar sadece hissedebildiği o sevgi dolu, tutkulu eller onu alıp yumuşacık bir yere yerleştirmişti. Kendini alan kişinin annesi olduğunu çok iyi biliyordu. Annesini mutlaka görmeliydi.. Yavaşça gözkapaklarını kaldırmaya çalıştı. Koyu lacivert gözleri ufacık açılmıştı. Sislerin çekilmesinden sonra hayal meyal annesini gördü. Yaşlı gözlerle kendisine bakıyordu. "Acaba annem neden ağlıyor ?" diye düşündü. Herhalde kendisinin geldiğine çok sevinmiş olmalıydı. Soğuk nedeniyle annesinin göğüslerine başını yasladı. Annesinin kalbide tıpkı onunki gibi hızlı hızlı atıyordu. " Canım annem, biricik annem " diyerek tekrar bağırmaya başladı. Annesi yavaş ve şefkat dolu hareketlerle minik bebeğinin ağzına göğsünü verdi. Sonra uyumasını bekledi..

Sırtına giren buzdan bıçaklarla uyandı isimsiz minik bebek. Üşüyor ve titriyordu. Fakat hala annesinin kollarındaydı. Başını annesinin göğsüne iyice yasladı. Annesi bu soğukta nereye yürüyordu acaba ? Bir beşikte sallanırcasına, annesinin kucağında ilerlemeye devam etti. Çok uykusu vardı, eğer soğuk canını yakmasaydı bu şefkat dolu sıcak kollarda hemen uyuyabilirdi. Asla burdan ayrılmayacağım diye düşündü. O büyüyüp, abla oluncaya kadar hep annesinin kucağında kalacaktı. Böylesine sevgi dolu sıcacık yerden kim ayrılırdı ki.. Öylesine seviyordu ki annesini, konuşmayı öğrendiğinde ilk onun adını söyleyecekti. Şimdiye kadar görmediğine göre, galiba zaten babası yoktu, yada onu merak etmemişti. Hiç önemli değil diye düşündü, bu sıcak kucağa sahip, gözüyaşlı annesi onun için yeterdi..

Annesi durdu. İsimsiz bebek gözlerini açıp etrafa baktı. Ama heryer karanlık olduğundan hiç bir yeri göremedi. Neden durdu acaba annem diye düşünürken, yüzüne garip duygularla dansetmiş, ılık ve tuzlu bir damla düştü. Annesi, gözlerinden minik bebeğin yanağına damlalar damlatıyordu. Neler olduğunu anlayamıyordu, annesi neden ağlıyordu? Gözlerini kapattı. Göğsüne bir kağıt parçası sıkıştırıldı. Yanaklarında annesinin dudaklarını hissetti. Soğuktan çatlamış olmasına rağmen, tutku ve sevgi kokan dudaklar, isimsiz minik kızın yanaklarından yumuşakca öptü. Bu öpücüğü asla unutmayacaktı. Yaşadığı günlerde hissettiği en güzel duyguydu. İtinayla ve yavaşça yere bırakıldığını farkettti. " Hayır , hayır anne bırakma beni kucağından " diye haykırmaya başladı. Sıcacık ve sevgi dolu kucaktan, soğuk ve sert mermet bir zemine koyulmuştu. Hala haykırıyordu. Annesinin kucağından inmek istemiyordu, üstelik çok üşüyordu. Annesi arkasını döndü, bir kaç adım attı. " Anne, ne olur gitme, anneciğim lütfen beni bırakma! " diye son sesiyle tekrar haykırmaya başladı. Annesi durakladı. Geri döndü. İsimsiz bebek yavaşça sustu. Gelip tekrar kollarına almasını bekliyordu. Fakat annesi gelmedi, tekrar arkasına dönüp, feryatlar arasında hızlıca uzaklaşarak, gecenin, soğuğun ve merhametsizliğin karanlığında kayboldu..

Ne kadar ağlayıp haykırdığını bilmiyordu. Tek hissettiği soğuktu. İliklerine kadar üşüyor ve bir taraftanda belki gelir diye annesini çağırıyordu. Hareket etmeye çalıştı, belki kalkıp annesinin arkasından koşmalıydı. Fakat kollarını ve ayaklarını sıkıca bağlayan beyaz bezden dolayı hareket edemiyordu. Hareket etse bile koşmayı bilmiyordu ki.. Ama annesi için hemen öğrenebilirdi belki ? Soğuğun etkisiyle ayaklarını hissetmemeye başladı. Çırpınmaya çalışan kollarıda yavaş yavaş kayboluyordu. " Anneee.. " diye tekrar haykırdı. " Anneciğim neden beni bırakıp gittin, anneciğim yok oluyorum.. anneciğim lütfen gel beni al.. " haykırmaları boşunaydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde haykırmalarına sadece sokak köpekleri yanıt veriyordu. Artık kollarınıda kaybetmişti. Ayaklarım, kollarım ve göğsüm neden kayboldu acaba diye düşündü. Annesizlikten olsa gerekti. Annesi onu bıraktığı için yavaş yavaş kayboluyordu. Yok olacağını, soğuk çenesine ilerleyince farketti. Artık hiç birşeyin anlamı kalmamıştı. Doğru düzgün düşünemiyordu bile. Neden buraya bırakılmış, neden terkedilmişti ? Henüz ismi bile koyulmadan, ne günah işlemişti ki ölüm cezasına çarptırılmıştı ?..

İsimsiz minik kız bebeğinin bırakıldığı cami avlusunda, sabah ezanları çınlamaya başladı. Bir bebeğin annesine " Geri dön anne " haykırmalarının, ınga sesine dönüştüğü yürek parçalayıcı serenat, Allahu Ekber seslerine karıştı. Martılar, sokak köpekleri, hiçbiri bu sahneye dayanamamış, son sesleriyle ağlıyorlardı. Minik bebek gözlerini kapattı. İki damla çıktı gözlerinden. Biri gözpınarının hemen yanında, diğeri ise yanağında donmuştu. Gözlerini son kez kapattı. Bir daha görmek istemiyordu. Ezanla beraber, miniğin seside kesildi. Bir mum alevi gibi yavaşça sönmüştü. O artık ruhları sıkan ve dünyanın sonunu hazırlayan siyah renkteki merhametsizliklere lanet eden, vicdansızlığa tutsak edilmiş bir melekti..

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar