Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 165

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.244 Cevap: 1.997
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
6 Ekim 2006       Mesaj #1641
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
İsimsiz Melek

Gözlerini açmak için büyük mücadele etmesine rağmen henüz gözlerini açamıyordu. Nerede olduğunu ve kendini görmek istiyordu. Vücudu yeni şekillenmiş, artık bir bebeğe benzemeye başlamıştı. O dünyaya gelmeye hazırlanan, annesinin karnında mutlu mesut büyüyen bir cenindi. Kızdı ve isminin ne olacağını çok merak ediyordu. Arada bir ellerini hareket ettiriyor, bacaklarıyla neler yapabileceğini hesap etmeye çalışıyordu. En çok içinde bulunduğu yeri merak ediyordu. Kimi zaman sesler duyuyor, kulak kabartıp bu anlamadığı seslerin ne olduğunu dinliyordu. Acaba nasıl bir yerdeydi, ah gözlerini bir açabilseydi görebilecekti.
Sponsorlu Bağlantılar

Yavaş yavaş sıkılmaya başlıyordu bulunduğu yerden. Henüz ismi koyulmamış minik kız bebeği bir an önce dışarı çıkmak istiyordu. O seslerin sahibini, annesini görmek istiyordu. Bazı zamanlar bulunduğu yerin üzerinde gezen birşey farkediyordu. Herhalde annesinin eli olmalıydı. Onu farkettiği anda heyecanlanıyor, henüz yeni çalışmaya başlayan kalbi küt küt atıyordu. Farklı birşeyler hissediyordu, sanki bir tutku, sanki değişik duyguların karışımı vardı annesinde.. Ah annesini bir görebilseydi..

Yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Anlaşılan artık zamanı gelmişti. Sonunda son zamanlarda oldukça fazla sıkıcı olan bu mekandan kurtuluyordu. Sonunda annesine kavuşabilecek, gözlerini açabilecek ve onu görebilecekti. Feryatlar eşliğinde bulunduğu yerden biraz daha ilerledi. Sert iki el onu bacaklarından tutup hızlıca çekti. Annesi öylesine bağırıyordu ki, kulakları acıdı. Ne olduğunu bile anlayamadan soğuk bir alana çıkmıştı. Sıkıcı yerde onu saran sıcak su bile yoktu. Sert eller hızla poposuna vurup, onu salladılar. Halen gözlerini açamamıştı, sadece bağıran annesini ve sert elli bir kadını hissedebiliyordu. Daha fazla dayanamayıp ağzını açarak oda " Anne ağlama.. Lütfen ağlama.. " diye bağırmaya başladı.

Üşümüş ve dinlenmiş bir halde kendine geldi. Kollarını ve ayaklarını oynatamıyordu. Anlayamadığı birşeye onu sımsıkı sarmışlardı. Aniden iki el bulunduğu yerden isimsiz miniği aldı ve kucağına yerleştirdi. Yüreği yine küt küt atmaya başlamıştı. Bir zamanlar sadece hissedebildiği o sevgi dolu, tutkulu eller onu alıp yumuşacık bir yere yerleştirmişti. Kendini alan kişinin annesi olduğunu çok iyi biliyordu. Annesini mutlaka görmeliydi.. Yavaşça gözkapaklarını kaldırmaya çalıştı. Koyu lacivert gözleri ufacık açılmıştı. Sislerin çekilmesinden sonra hayal meyal annesini gördü. Yaşlı gözlerle kendisine bakıyordu. "Acaba annem neden ağlıyor ?" diye düşündü. Herhalde kendisinin geldiğine çok sevinmiş olmalıydı. Soğuk nedeniyle annesinin göğüslerine başını yasladı. Annesinin kalbide tıpkı onunki gibi hızlı hızlı atıyordu. " Canım annem, biricik annem " diyerek tekrar bağırmaya başladı. Annesi yavaş ve şefkat dolu hareketlerle minik bebeğinin ağzına göğsünü verdi. Sonra uyumasını bekledi..

Sırtına giren buzdan bıçaklarla uyandı isimsiz minik bebek. Üşüyor ve titriyordu. Fakat hala annesinin kollarındaydı. Başını annesinin göğsüne iyice yasladı. Annesi bu soğukta nereye yürüyordu acaba ? Bir beşikte sallanırcasına, annesinin kucağında ilerlemeye devam etti. Çok uykusu vardı, eğer soğuk canını yakmasaydı bu şefkat dolu sıcak kollarda hemen uyuyabilirdi. Asla burdan ayrılmayacağım diye düşündü. O büyüyüp, abla oluncaya kadar hep annesinin kucağında kalacaktı. Böylesine sevgi dolu sıcacık yerden kim ayrılırdı ki.. Öylesine seviyordu ki annesini, konuşmayı öğrendiğinde ilk onun adını söyleyecekti. Şimdiye kadar görmediğine göre, galiba zaten babası yoktu, yada onu merak etmemişti. Hiç önemli değil diye düşündü, bu sıcak kucağa sahip, gözüyaşlı annesi onun için yeterdi..

Annesi durdu. İsimsiz bebek gözlerini açıp etrafa baktı. Ama heryer karanlık olduğundan hiç bir yeri göremedi. Neden durdu acaba annem diye düşünürken, yüzüne garip duygularla dansetmiş, ılık ve tuzlu bir damla düştü. Annesi, gözlerinden minik bebeğin yanağına damlalar damlatıyordu. Neler olduğunu anlayamıyordu, annesi neden ağlıyordu? Gözlerini kapattı. Göğsüne bir kağıt parçası sıkıştırıldı. Yanaklarında annesinin dudaklarını hissetti. Soğuktan çatlamış olmasına rağmen, tutku ve sevgi kokan dudaklar, isimsiz minik kızın yanaklarından yumuşakca öptü. Bu öpücüğü asla unutmayacaktı. Yaşadığı günlerde hissettiği en güzel duyguydu. İtinayla ve yavaşça yere bırakıldığını farkettti. " Hayır , hayır anne bırakma beni kucağından " diye haykırmaya başladı. Sıcacık ve sevgi dolu kucaktan, soğuk ve sert mermet bir zemine koyulmuştu. Hala haykırıyordu. Annesinin kucağından inmek istemiyordu, üstelik çok üşüyordu. Annesi arkasını döndü, bir kaç adım attı. " Anne, ne olur gitme, anneciğim lütfen beni bırakma! " diye son sesiyle tekrar haykırmaya başladı. Annesi durakladı. Geri döndü. İsimsiz bebek yavaşça sustu. Gelip tekrar kollarına almasını bekliyordu. Fakat annesi gelmedi, tekrar arkasına dönüp, feryatlar arasında hızlıca uzaklaşarak, gecenin, soğuğun ve merhametsizliğin karanlığında kayboldu..

Ne kadar ağlayıp haykırdığını bilmiyordu. Tek hissettiği soğuktu. İliklerine kadar üşüyor ve bir taraftanda belki gelir diye annesini çağırıyordu. Hareket etmeye çalıştı, belki kalkıp annesinin arkasından koşmalıydı. Fakat kollarını ve ayaklarını sıkıca bağlayan beyaz bezden dolayı hareket edemiyordu. Hareket etse bile koşmayı bilmiyordu ki.. Ama annesi için hemen öğrenebilirdi belki ? Soğuğun etkisiyle ayaklarını hissetmemeye başladı. Çırpınmaya çalışan kollarıda yavaş yavaş kayboluyordu. " Anneee.. " diye tekrar haykırdı. " Anneciğim neden beni bırakıp gittin, anneciğim yok oluyorum.. anneciğim lütfen gel beni al.. " haykırmaları boşunaydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde haykırmalarına sadece sokak köpekleri yanıt veriyordu. Artık kollarınıda kaybetmişti. Ayaklarım, kollarım ve göğsüm neden kayboldu acaba diye düşündü. Annesizlikten olsa gerekti. Annesi onu bıraktığı için yavaş yavaş kayboluyordu. Yok olacağını, soğuk çenesine ilerleyince farketti. Artık hiç birşeyin anlamı kalmamıştı. Doğru düzgün düşünemiyordu bile. Neden buraya bırakılmış, neden terkedilmişti ? Henüz ismi bile koyulmadan, ne günah işlemişti ki ölüm cezasına çarptırılmıştı ?..

İsimsiz minik kız bebeğinin bırakıldığı cami avlusunda, sabah ezanları çınlamaya başladı. Bir bebeğin annesine " Geri dön anne " haykırmalarının, ınga sesine dönüştüğü yürek parçalayıcı serenat, Allahu Ekber seslerine karıştı. Martılar, sokak köpekleri, hiçbiri bu sahneye dayanamamış, son sesleriyle ağlıyorlardı. Minik bebek gözlerini kapattı. İki damla çıktı gözlerinden. Biri gözpınarının hemen yanında, diğeri ise yanağında donmuştu. Gözlerini son kez kapattı. Bir daha görmek istemiyordu. Ezanla beraber, miniğin seside kesildi. Bir mum alevi gibi yavaşça sönmüştü. O artık ruhları sıkan ve dünyanın sonunu hazırlayan siyah renkteki merhametsizliklere lanet eden, vicdansızlığa tutsak edilmiş bir melekti..

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Ekim 2006       Mesaj #1642
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hüzünbahçe

Sponsorlu Bağlantılar


“Bir bahar günü görmüştüm” dedi genç kadın.
Ayaklarının arasında dolanan, küçük bir çocuk şımarıklığındaki kediyi kucağına aldığında.
Şimdi uzun bir zaman diliminde parçaları birleştirilen, sonbahar yağmurlarıyla demlenen bahçe loşluğunda.

Her yer yaban otlarıyla sarılmıştı, kameriye kırık dökük, her şey tarumardı.
Belli ki ne giden geri gelmiş, ne de buraya sahip çıkan olmuştu.
Şimdi şu gördüğünüz basamaklar var ya orası parçalanmış, küçük bir çukur açılmıştı.

Darmadağın olmuş bir Hüzünbahçe!

Nereye kime ulaşacağımı bilmeden günlerce bu evin önüne gelip Hüzünbahçeyi seyrediyordum.
Nihayet civar evlerin birinden biri yanıma gelerek, ne aradığımı sordu.
“Kime ait burası” diyebildim. Tek sözüm bu olmuştu.

Hüzünbahçe dediğim yerin bir hikayesi varmış.
Evvelinden şaşalı bir yermiş anlatılan.

Kapısına kilit vurulan bu bahçeli ev bana hayatın son durağında terk edilen yaşamı vurguluyordu.

Aldım!

Şu an içinde yaşadığım bu yeri eski günlerine döndürmek için verdiğim uğraşları saymayacağım.
Sadece bahçe eski bahçe, ev eski ev değildi artık.
Ellerimle onardığım.

recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
6 Ekim 2006       Mesaj #1643
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Yağmur sesi duyulur. Kadın perdeyi açar pencereyi açar odaya döner seyircilere doğru bakar ve gülümser . Radyoyu açar . sigarayı yakar tekrar seyircilere doğru gülümser. Sandalyeye oturur Sigarasını çeker ve sahne kararır (yüzünde uçuk bir gülümseme)

Bu bir oyun mu ?
Ölümler sonsuz kere ölümler
Aniden bir kopuş bir sessizlik
Yokluk hissi elini tutamamaktan , sesini duymamaktan
çok öte
Zor! çok zor....
Nasıl dile gelir ki , nasıl anlatılır ki
Ölümün bir güzellik olduğu !...
Daha yüreğinde ana sevgisi yeni başlamış ve yetim kalmış bir bebeye
Anne diyen sesini duyuyorum. Annen gezmeye gitti oğlum
Çok uzun bir süre yok Anne kelimesi karışıyor hıçkırıklarına
Sonra uykuya yenik düşüyor çocuk Ve bizler umut ediyoruz çaresizliğimizle
Rüyasında annesine varsın diye....
Nasıl anlatılır ki güzelden öte bir yerde olduğunu
Herkesin mutlak yolcu olduğunu
Oraya ancak ölümle varıldığını ....


Ölüm bir kaçış değil bence güzel bir yolculuğun ilk adımları. Hz.Mevlana'nında belirttiği gibi bir düğün gecesidir.
Tabiki bu bizim amellerimize göre değişecek bir şey. Belki de insanların ölümden korkmaları yalnızca nereye gidiyoruz , ne olacağız sorusunun ürkütücü yanı değil sadece hazırlıksız gitmenin alemin içinde kaybolmuş olmanın, ve nasılsa affediciye sığınırız sözüne sığınıp her şeye rağmen o uzatılan eli görmezden gelmedir. Kısacası bilipte yapmadıklarımız için pişmanlık duygusudur yüreğimize düşen bu korku . Bunun dışında ise bence bir kavuşma anıdır ki bunu arzulamakta güzeldir. Bir an evvel orada olabilmeyi istemek
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
7 Ekim 2006       Mesaj #1644
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
babanın biri evladının arkadaşlık yaptığı kişilerin gerçek dost olmadığı sürekli oğluna söyler ama oğlu onu dinlemez ve karşı çıkar hayır baba onlar benim en iyi dostlarım der.baba peki der o zaman onların gerçek dostun olup olmadığını test edelim der oğlu nasıl der baba git bizim koyunlardan birini kes ve parçala ve sonra parçalarını bi çuvala koy ve gel der.oğlu gider babasının dediğini yapar ve getirir.sonra babası derki şimdi bu çuvali al ve o dostlarına götür ben birisini öldürdüm ve bu çuvala koydum diyerek yardım iste der oğlu ama baba der baba eğer gerçek dostun olup olmadığını görmek istiyorsan yap der oğlu gider dostlarından birisinin kapısını çalar ve ben birisini öldürdüm ve bu çuvala koydum saklamak için bana yardım et der ama dostu hayır git benden uzak dur başımı belaya sokma der ve kovar sonra ikinci bir dostuna gider ama aynı yanıtı alır ve diğerleride aynı tepkiyi verince babasına gelir ve haklıymışsın baba onlar gerçek dostum değilmiş hiçbiri yardım etmek istemedi der.babası sana söylemiştim der ve sonra derki şimdi felanca yere git felanca kişiyi bul ve benim selamımı söyle sonra aynı şeyi ondan iste der oğlu gider adamı bulur babasının selamını söyler ve amca ben birini öldürdüm ve bu çuvalın içine koydum der bana yardımcı olurmusunuz der adam gel bakalım diyerken kendi evinin arka bahçesine götürür ve orda bir çukur kazarak çuvalı çukara gömer sonra bütün bahçeye laleler eker ve arka bahçe tam lale bahçesi olur.oğlan gelir ve babasına olan biteni anlatır baba o adam bana yardım etti çuvalı arka bahçesine gömdü ve sonra tüm bahçeye laleler ekti der babası tamam şimdi yine git ve aynı adamı bul herkesin içinde olmadık hakareti yap ve birde tokat at demiş oğlu şaşırmış ama baba nasıl olur o bize yardım etti ama der babası sen dediğimi yap der ve oğlu gider adamı bulur ve herkesin içinde hakaret eder ve birde adama tokat atar.adam gence şöyle bir bakar ve derki oğlum babana selam söyle ben bir tokata lale bahçesini bozacak adam değilim der.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Ekim 2006       Mesaj #1645
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ZÜHRE'NİN SEVDASI...

Yeni oluşmuştu kainat;yoktu insan,yoktu yalan...Çiçekler henüz nefes alıp vermeye başlamış,toprak göğe kucak açmış,”ayrılık” lügatine yerleşmemişti hayatın...Daha gelmemişken insan,bütün güzellikleri göz kamaştırıcı bir ışık saçıyordu kainatın...

Gece gündüzü bırakmıyor,ay çiçeğe selam veriyor,yağmur buselerini konduruyordu yer yüzüne...Ve güller....O zamanlar hiç ağlamıyordu...

Neden sonra bütün gözler O’na dönüyordu..İhtişamı,güzelliği ve esrarı ile tebessüm ediyordu Zühre saklamaya çalıştığı mağrur haliyle...Ah!Bir de yüreğinin yerini bilebilse...Ne güzel duyguydu beğenilmek...Ne güzel sevilmek,takdir görmek.. Ah! Bir de O sevebilse...

O zamanlar yoktu gözyaşı,yoktu ihanet,yoktu nefret...
Ay yanıyordu,bulut yanıyordu,yağmur yanıyordu kainatın en büyük yıldızına...
Zühre gülümsüyordu...

Bir de hakkıyla bakabilse,baktığını O’da görebilse....

O sıradan akşamlardan birinde kendi halinde gecedeki aksini izliyordu Zühre ...Bir hoşluk,bir durgunluk,bir de sükunet vardı içinde...Gökleri acıtan bir “ahh” sesiyle başını yerden kaldırdı sessizce...İşte o an,sol göğsünün altında alev alev yanmaya başlayan bir ışık olduğunu hissetti...”Tahir” vardı karşısında...Gözleri geceyi yaktı yakacak!!.Büyük depremler koparken bedenlerinde yaklaşamadılar,kalakaldılar ikisi de öylece...

Elini sol göğsünün altına götürdü Zühre...Acıyor,titriyor ve alev alev yanıyordu ruhuna,bedenine ve aklına hakim olan bir et parçası...Ve işte hissediyordu..acımasa bilir miydi yüreğinin yerini?....

Bir an koyvermek istedi Kendini,akmak istedi
delicesine Tahir’e...Gülücükler yayıldı eşsiz gözlerinden...Neden sonra kendine bakmakta olan yüzlerce varlığa takıldı gözleri...Yere indirdi bir lahza önce umut akan asil bakışlarını... Derin sükunet yayıldı çehresine...Anladı Tahir...Sustu...Sustu Zühre...

“Gecelerin eşsiz yıldızıyım ben...Bırakıp gidebilir miyim yerimi?Kainatın “sır”ı ve “gizem” iyim ben....Bu efsunu bozabilir miyim?Tutup da ellerini karışabilir miyim bilinmezlere?...terkedebilir miyim özümü,aslımı ve sırrımı?...Gidebilir miyim ben?...Sevsem de kopabilir miyim kendimden?...Gururum...Kendini aşamayan gururum...Ayrılabilir miyim yerimden?Bırak beni kendi halime...Gecelerin eşsiz yıldızıyım ben....”

Avuçlarının arasında tuttuğu sıcacık yüreği böylece haykırıvermişti Tahir’e...Başını çevirdi zor da olsa,anladı Tahir sustu....Sustu Zühre...

Az önce konuşan gururu muydu?Uzatsaya yeniden elini...Zorla çekip alsaya,susmasa konuşsa ya...Yüreğine düşen ateşin adını koymuştu çoktan zühre....”sevda”....söyleyebilir miydi O’na...Söyleyebilir miydi adını koyduğu nesneyi?...

Söz çıkmıştı bir defa...susamamıştı oysa.....sus sevgili,susayalım sevgili”....diyememişti oysa...

Usulca sırtını döndü Tahir...Kırılan kalbi ve onuruyla bilinmezlere,laciverti aşan gecenin içinden ötelere;çok uzaklara gitti sessizce...Bir daha sevdiğini hiç görmemek üzere...

Derin ve içten bir çığlık yayıldı gecenin içine....Bir ağıt koptu Zühre’den....O geceden sonra bir daha
hiç biri duyamadı Zühre’nin etkileyici sesini ....

Ve o gece....ilk defa bir göz yaşı düştü yer yüzüne....

Gizemi,sırrı ve büyüklüğü ile ebediyyen yanlız ve yaralıydı artık Zühre...

Başınızı kaldırıp gök yüzüne bakın her gece...Zühre’nin Tahir’den ayrıldığı o acı anı siz de hissedeceksiniz yürekleriniz de...

Ve kırmızı sessizliğe bürünen Zühre’nin o saatte akan göz yaşı bir gün yüreğinize gelir belki de.....

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Ekim 2006       Mesaj #1646
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İŞTE ÖYLE BİRİ
Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] Sizi sizin kadar tanıyan biri.. Kendini ve hayatı çok iyi tanıyan biri...
Sizi hep düşünen, ama sizin onu düşünüp düşünmediğinizi önemsemeyen biri...
Size sizi anlatabilen, sizi başkalarına anlatmayı çok seven, bunu yaparken gözlerinin içi parlayan biri... Sizin için her şeyi yapmaya, her şeyi başarabilmeye hazır biri.. Ne söylediğini bilen, söylediğini her şeyin arkasında duran, verdiği sözü tutan, randevularına geçikmeyen biri... Nerede nasıl davranacağını kiminle nasıl konuşacağını ortama uymasını bilen biri... Çoçukla çoçuk gençle genç yaşlıyla yaşlı olabilen bunu yapmaktan keyif alan biri...
Gülünecek yerde çekinmeden gülebileni ağlanacak yerde gözyaşlarını saklaya bilen biri... Bazen kıskanç, bazen huysuz,bazen şımarık,bazen bencil, bazen kaprisli, bazen kavgacı, bazen inatçı, bazen geveze ama hep iyi niyetli biri... Sizi kırmaktan incitmekten korkan, size zarar vermeye kalkanlara bütün benliğiyle karşı koyan biri... Kimseye anlatmadığınız sırlarınızı çekinmeden anlatabileceğiniz, çekinemediğiniz, düşüncesine her zaman ihtiyac duyduğunuz ne söylediğini bildiğinden hep emin olduğunuz biri...
Sana ihtiyacım var dediğinizde nerede olursa olsun koşup gelen sıkıntılı anlarınızda yanı başınızda olan ve sizi dinlemekten hiç bıkmayan biri... Birlikte içki içmekten, yemek
yemekten, film izlemekten, tiyatroya gitmekten, parkta aylak aylak dolaşmaktan, şarkı söylemekten, müzik dinlemekten hoşlandığını biri... Romantikliğiyle sizi duygu denizinde ucurabilen, gerçekçiliğiyle ayaklarınızın yere basmasını sağlayabilen biri... Süprizleriyle sizi şaşırtan çılgınlığıyla şoka sokan biri... Her zaman güvendiğiniz, size asla ihanet etmeyeceğini bildiğiniz, sizi yarı yolda bırakmayacağından hep emin oldunuğunuz biri... Sizinle sonsuza kadar birlikte yaşayacakmış gibi hissettiğiniz, sevmeden edemediğiniz, onun da sizi sevmekten asla vazgeçmeyeceğini bildiğiniz biri...
HAYATINIZDA BÖYLE BİRİ VAR MI ?
VARSA KIYMETİNİ BİLİN...

cicek
Blue BooL - avatarı
Blue BooL
Ziyaretçi
7 Ekim 2006       Mesaj #1647
Blue BooL - avatarı
Ziyaretçi
Kıymetli Tuz

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Pire berber iken, deve tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken.

Tıngır elek, tıngır felek demişler, bu masalı şöyle anlatmışlar.

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zamanda bir padişah ile bunun üç kızı varmış. Bir gün bu padişah kızlarını başına toplamış, beni ne kadar seversiniz? Demiş. En büyük kız dünyalar kadar, ortanca kızı kucak kadar, küçük kızı da tuz kadar severim demiş.

Padişah küçük kızın cevabına çok sinirlenmiş, insan tuz kadar sevilir mi demiş, ardından küçük kızını cellada teslim etmiş. Cellat, kızı kesmek için dağa götürmüş. Kız cellada yalvarmış, sen de babasın, bana kıyma demiş.

Cellat, kızın yalvarmalarına dayanamamış, onun yerine bir hayvan kesmiş, kızın gömleğini kesilen hayvanın kanına bulayıp padişaha getirmiş.

Küçük kız yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, bir köye ulaşmış. Orada köyün zenginlerinden birine kul köle olmuş, büyümüş, çok güzel bir kız olmuş. Güzelliği ilden ile, dilden dile yayılmış, kısmet bu ya bir başka padişahın oğluyla evlenmiş.

Aradan bir hayli zaman geçmiş, başından geçenleri kocasına anlatmış, babamları yemeğe çağıralım demiş. Kocası da olur demiş. Gereken hazırlıklar yapılmış, padişah babası ziyafete çağrılmış.

Kızın padişah babası söylenen günde avanesiyle birlikte ziyafete gelmiş. Padişah ve beraberindekiler sofraya oturduğunda yemekler sırayla gelmeye başlamış. Ama kız, aşçısına bütün yemeklerin tuzsuz olmasını tembih etmiş. Padişah hangi yemeğe saldırdıysa eli geri gitmiş, yemeklerin hiçbirini yiyememiş.

O sırada küçük kızı padişahın sofrasından ayağa fırlamış. Padişahım, duyduğuma göre sen küçük kızını seni tuz kadar seviyormuş dediği için öldürtmüşsün demiş. Padişahın söz söylemesine fırsat vermeden işte o küçük kız benim demiş ve bütün yemekleri tuzsuz yaptırdım ki kıymetimi anlayasın sözlerini eklemiş.

Padişah yaptığından utanarak küçük kızının boynuna sarılmış, tuzun ne kadar kıymetli olduğunu anlamış. Ondan sonra yeni bir dönem başlamış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Ekim 2006       Mesaj #1648
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
sepetçi ile zengin adam



Vaktiyle bir ülkenin bir şehrinde bir sepetçi adam yaşıyormuş. Bu sepetçi sabahtan akşama kadar dükkanında sepet yapmakla uğraşırmış. İşine saygı duyar, en ucuza satacağı sepetleri bile büyük bir özenle hazırlarmış. Bundan dolayı yaptığı sepetler çok sağlam ve dayanıklı olurmuş. Başka şehirlerden, kasabalardan, köylerden onun yaptığı sepetleri almak için dükkanına gelenler bile varmış. Bu sepetçi yalnız salı günleri dükkanında bulunmazmış. Çünkü salı günleri o şehirde pazar yeri kurulurmuş ve sepetçi de pazarda sergi kurar, sepet satarmış.

Bir gün sepetçi dükkanına çok zengin bir adam gelmiş. Zengin adam sepetçiden işlemeli, süslemeli, rengarenk boyalı, dünyada bir eşi ve benzeri yapılamayacak güzellikte üç tane sepeti üç ay içinde yapmasını istemiş. Sepetçi ise, istenen özelikleri taşıyan üç sepeti üç ay içinde tamamlayabileceğini, fakat bunun için üç yüz altın istediğini söylemiş. Zengin adam istediği parayı fazla bulduğunu söyleyince sepetçi:

“ Aslında üç yüz altını emeğimin karşılığı olarak istiyorum. Daha sırada birçok sipariş var, bunları ertelemem lazım. Ayrıca yeni siparişler gelebilir. Bu üç ay içinde pazara çıkmamam gerekir. Siz de takdir edersiniz, pazara çıkmamak kazancımın önemli bir kısmını kaybetmeme neden olacaktır “ deyince zengin adam sepetçiye hak vermiş ve ücretin yarısını peşin ödemiş. Sepetleri alırken kalan yüz elli altını ödeyeceğini söyleyip gitmiş. Sepetçi gündüzlerine gecelerini de katarak uğraşmış, göz nuru dökmüş. Sağlam ve incecik sazları birbirinin üstüne örmüş. Bunların üzerlerini resimlerle, boyalarla süslemiş. Bu arada neden pazara çıkmadığını soranlara durumu anlatmış. Sipariş için gelenlere de sürenin sonunda tekrar uğramalarını söylemiş.

Sonunda üç aylık süre dolmuş. Sepetçi zengin adamın geleceği günden bir önceki gün sepetlerin yapımını tamamlamış. İkindi vaktine doğru kahveye çay içmeye gitmiş. Kahvede zengin adamın sabaha karşı öldüğünü öğrenmiş. İyiliksever, dürüst bir tüccar olarak tanınıyormuş. Sepetçi onun nerde oturduğunu öğrendikten sonra üzgün bir şekilde dükkanına geri dönmüş. Yarın olmuş, öbür gün olmuş, aradan bir hafta geçmiş. Sepetleri arayan soran olmamış. Bu arada sepetçi eskisi gibi sepet yapmaya, pazara çıkmaya başlamış. Ama dükkanının bir köşesinde duran üç sepeti gördükçe sepetçiyi bir düşüncedir alıp gidiyormuş.

“ Sepetleri adamın evine götürsem karısı, oğlu, kızı vardır, yüz elli altın ödeyip alıverirler belki. Sepetleri biraz ucuza başkalarına satmaya kalksam, gelirlerse bu dükkana, sepetçi, bizim üç sepet hani? Bak bu torbada yüz elli altın var. Ver sepetleri al paranı derlerse ben ne yaparım? “ Bakmış bu böyle olmayacak bir sabah sepetleri bir çuvala koymuş, zengin adamın konağına gitmiş. Sepetçiyi konakta zengin adamın üç oğlu karşılamış ve olanları öğrenince çok şaşırmışlar. Gençler, babalarının işlerine yardımcı olduklarını ve onun kendilerinden gizli saklısının bulunamayacağını, sepetlerin gerçekten güzel olduğunu, fakat yüz elli altın verip bunları almalarının mümkün olmadığını, babalarının sepetleri üç yüz altına alıp da ne yapacağını bilmediklerini söylemişler. Bunu üzerine sepetçi sepetlerini alarak dükkanına dönmüş.

Aradan günler, haftalar, aylar geçmiş. Bu zaman zarfında üç sepetin hikayesini duyan pek çok kişi sepetçinin dükkanına gelip sepetleri görmüşler ve çok beğenmişler. Sepetçi üç sepet için yüz elli altın istediğinden kimse sepetleri almaya yanaşmamış. Bir gün o ülkenin padişahı ününü duyduğu üç sepeti görmeye gelmiş. Sepetlerin güzelliğine hayran kalan padişah yüz elli altın ödeyip sepetleri almış. Zamanla üç sepetin ünü dünyanın birçok ülkesine yayılmış. İmparatorlar, krallar, prensler.. padişahtan üç sepeti alabilmek için yarış içine girmişler. Sepetçi bir kralın padişaha üç sepet için on bin altın teklif ettiğini duyunca hayretler içinde kalmış. Sepetçi yapmış olduğu sepetlerin bu derece ünleneceğini ve bu kadar pahaya çıkacağını beklemiyormuş. Bu durumun nedeninin sepetlerin çok güzel olmasının yanı sıra onların meydana geliş hikayesindeki değişik şartların ve zengin adamın üç sepeti neden yaptırmak istediği sorusunun bir türlü cevaplandırılamamasının etkili olduğunu biliyormuş.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ekim 2006       Mesaj #1649
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Albert Einstein'dan bir hikaye...Bir üniversite profesörü öğrencilerine su soruyu sorar;


-Var olan herşeyi Tanrımı yarattı?

Cesur bir öğrenci ayağa kalkar ve yanıtlar

-Evet herşeyi Tanrı yarattı!

Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine 'evet efendim ' diye yanıtlar

Profesör devam eder;

-'Eğer herşeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur ve çalışmalarımızda uyguladığımız 'Kesinleştirme' prensibine göre de Tanrı şeytandır. Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur. Profesör ise öğrencilerine bir kez daha Tanrı'nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukca mutludur. Bu arada bir öğrenci ayağa kalkar ve

-Bir soru sorabilirmiyim profesör? der. Profesörde sorabileceğini söyler. Öğrenci ayağa kalkar ve 'Soğuk varmıdır? diye sorar.

Profesör; Nasıl bir soru bu böyle,tabiki vardır ' diye yanıtlar. 'Sen hiç soğuktan üşümedin mi?'

Öğrenci ; -'Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur

yaşamdarealitede biz soğuğu sıcaklığın yokluğu olarak düşünürüz. Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir şekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler. Örneğin, Absolute 0 (-460 derece F) sıcaklığın kesin yokluğudur (hic olmadığ seviyedir). Tüm maddelerin bu seviyede reaksiyon verme özellikleri bozulur ve değişir. Soğuk yoktur,o yalnizca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için yarattığımız bir kelimedir' der ve devam eder,

- Profesör, karanlık varmıdır?

Pofesör ;

-'Tabiki vardır'. Öğrenci yanıtlar,

-'Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü,Karanlık ta yoktur.

Yaşamda realitede karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde

çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız.Gerçekte, biz Newton'un prizmasını

kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları

üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölcemeyiz. Bir basit ışık işini

karanlık bir mekanı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı

geçersiz kılar. Siz belli bir mekanın uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçersiniz! Bu doğrudur değilmi? Karanlık insanlık tarafından , ışığın olmadığı yer mekan için kullanılan bir kelimedir. Son olarak öğrenci profesöre gene sorar;

-'Efendim şeytan varmıdır? Bu kez profesor pek emin olamamakla birlikte yanıtlar;

-'Tabiki, açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde onu görürüz.

Şeytan kötülük bir kişinin başka bir kişiye her gün sergilediği

insaniyetsizliğinin bir örneğidir. O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şeyde değildir.' der.

Öğrenci devam eder;

-'Şeytan yoktur efendim.Yani o kendi başına yoktur.

Şeytan basit olarak TanrınIn yokluğudur. O aynen karanlık ve soğuk ta olduğu gibi insanın tanrının yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir.Tanrı şeytanı yaratmadı. Şeytan kötülük insanın tanrısal sevgiyi yüreğinde duyumsamadığı zaman deneyimlediklerinin bir sonucudur. O aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir.




Profesör yerine oturur.




Genç ögrencinin adı Albert Einstein' dir..
Blue BooL - avatarı
Blue BooL
Ziyaretçi
8 Ekim 2006       Mesaj #1650
Blue BooL - avatarı
Ziyaretçi
KRALIN MUTSUZ KIZI

Bir varmis, bir yokmus... Çok büyük bir ülkede, çok zengin bir kralin mutsuz bir kizi varmis. Kralin kizi istedigi her seye sahipmis ancak hiçbir zaman mutlu olamiyormus. Kral bu duruma daha fazla dayanamayip kizina mutsuzlugunun sebebini sormus. Kizi ise çok yalniz oldugunu söylemis ve babasindan bu duruma bir çare bulmasini istemis.

Kral dünyanin en degerli, en güzel yiyeceklerini, giyeceklerini ve dahasini kizina getirtmis ama kiz yine mutlu olmamis. Ardindan kral kizini baska bir ülkeye amcasinin yanina göndermis. Küçük prenses amcasinin yaninda da mutlulugu yakalayamamis. Kiz, amcasindan onu tekrar kendi ülkesine göndermesini istemis. Amcasi onun yaninda kalmasini istiyormus ve göndermek istememis. Ardindan küçük kiz amcasinin yanindan kaçmis ve kocaman bir ormanda kaybolmus. Üzgün ve yaptiklarina pisman bir sekilde, bilmedigi bir yöne dogru yürüyormus. Tam o sirada küçük bir oduncu kizinin kendisine dogru yürüdügünü görmüs. Oduncu kizi prensesin yanina yaklasarak:

- "Sen de kimsin?" diye sormus.

Prenses aglamayi keserek:

- "Ben büyük kralin kizi, küçük prensesim." demis

Oduncunun kizi saskin bir ifadeyle:

- "Küçük prensesin ormanda ne isi olabilir ki?" demis.

- "Ben çok mutsuzdum ve bu sebepten saraydan kaçtim, simdi ise kayboldum ve çok korkuyorum." demis küçük prenses.

Oduncunun kizi, küçük prensese kendisi ile küçük dag evlerine gelebilecegini söylemis. Prenses bu duruma çok sevinmis ve vakit kaybetmeden eve gitmisler.

Oduncu, kizi ve annesi onlar için yemek hazirlarken, küçük prenses de dag evini gezedurmus.

Oduncu, kizinin odasina girince gözlerine inanamamis. Kocaman kocaman raflarda yüzlerce kitap. Fakat prenses kralin kizi olmasina ragmen bunlara sahip degilmis ve oduncu kizinin yanina giderek kitaplarindan birini alabilir miyim diye sormus. Oduncu kizi ise bunu kabul etmis ve en çok sevdigi kitaplardan birini küçük prensese vermis.

Küçük prenses kitabi okuduktan sonra kendisine sunulan diger tüm güzelliklerin bu kitap kadar tat vermedigini görmüs ve anlamis ki mutsuzlugunun tek sebebi simdiye kadar bir kitabinin olmamasiymis.

Sonraki gün oduncu küçük prensesi sarayina götürmüs. Kizini gören kral çok sevinmis ve onu kendisine getiren oduncuyu ödüllendirmis.

Ardindan kizinin çok mutlu oldugunu görmüs ve bunun sebebini sormus, kizi ise kitap okumanin onu çok mutlu ettigini söylemis.

Kral kizinin bu mutlulugunun sona ermemesi için dünyanin tüm kitaplarini ülkesinde toplattirmis ve prenses ömrünün sonuna kadar mutlu ve mesut yasamis...

Ayhan BAYOĞLU

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar