Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 169

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.121 Cevap: 1.997
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
16 Ekim 2006       Mesaj #1681
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Artık aldanmak istemiyorum. Beni sevgilerinin ölümsüzlüğüne inandır, korkulardan, şüphelerden kurtar. Hiç aldanmamışların o engin iç rahatlığına hasretim. Ayıkla, arıt beni... Bütün insanlar aldanıyormuş, sürekli bir aldanmaymış yaşamak... Ne çıkar? Ben artık aldanmak istemiyorum ya! Sen ona bak... Onun için seni erişemeyeceğin bir yere çıkarmayacağım, olduğun gibi seviyorum seni. Olmanı istediğim gibi değil... Hiç olamayacağın gibi değil... Neredeysen orada dur... Nasılsan öyle kal...

Sponsorlu Bağlantılar
Bütün mevsimleri bir günde, bütün yılları bir mevsimde yaşamaya razıyım seninle. Yanımda olduğun zamanlar nasıl apaydınlık oluyorum, nasıl içim huzurla doluyor, görmüyor musun? Gözlerimin derinliğine bakma; başın dönmesin... Gelecek günleri düşünme, korkma büyük hazlar yaşamaktan. Erişemeyeceğin hiç bir mutluluk yok. "Yaşadım" diyemeyeceğin hiç bir günün olmayacak benimle...

Hiç aldatma beni, hiç yalan söyleme... Bir gün aldatsan bile; aldandığımı senden öğrenmeliyim önce. O zaman ölsem de mutlu ölürüm, inan... Biraz da olsa inanmış ölürüm.

Aldanmak...
En büyük yıkıntısı iç dünyamızın...

Aldanmak...
Ses veren üç telimizden birinin kopması...

Aldanmak...
O en son fakat en kesin kabullendiğimiz gerçek...

Sen hiç aldatma ne olur!..

Yıkılışım da sevgim kadar büyüktür benim. Bırak, kalbimden ses veren bütün teller ben yaşadıkça sana inanmayı söylesin. Sana kayıtsız, şartsız inanmak olsun; bütün kazancım yaşamaktan. O zaman her şeye katlanırım. Korkulardan, endişelerden uzakta her saniye yaşadığımı bilirim. Çaresizlikler beni korktumaz. Şu aşağılık dünyanın hiç bir acısı seni sevmeyi unutturamaz bana artık.

İnanmak; seni düşündükçe söylediğim bir şarkı olmalı dudaklarımda...

İnanmak; gökyüzünün en karanlık zamanında bile görebileceğim bir yıldız olmalı...

Dağlardan, denizlerden esen serin rüzgarlar gibi, senden gelen bir şey olmalı inanmak. Kimi gün kalem olmalı parmaklarımda, kimi gün kulağımda musuki, gözlerimde ışık olmalı. İçtiğim suda, yediğim ekmekte sana tüm inanmanın tadını duymalıyım. Her sabah ilk ışık, sana inanarak yaşayacağım mutlu bir gün getirmeli bana. İşte o zaman yokluğuna bile dayanabilirim, özlemlerim daha derin bir anlam kazanır. Seni beklerken şüphelerin o kahredici zehiri ile, geciktiğin her saniye bir defa ölmem.

Artık aldınmak istemiyorum. Seni aldatmak zevkinden sonuna kadar mahrum edeceğim. Beni aldatmanın acısını da, sevincini de hiç tattırmayacağım sana. Çünkü, aldattığın zaman; yemin ediyorum yeryüzünde olmayacağım. İnanmışlığım ölüme kadar sürsün, bırak...

Zarımı son defa senin için atıyorum!..

recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
16 Ekim 2006       Mesaj #1682
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Sütlü Kahve Botlar

Sponsorlu Bağlantılar
Gözlerini açtığında yeni günün ışıkları odayı çoktan doldurmuştu.Saate baktı.Sekizi biraz geçiyordu.Acele etmesine gerek yoktu.Sakince kalktı yatağından.Oturdu ve ayaklarını sarkıttı.Terliklerini yeri yoklayarak buldu.Kollarını kaldırdı ve uzun uzun gerindi.Kalkıp yarı aralık perdeyi açtı.Pencereyi de açarak temiz, serin kış sabahını içine doldurdu.Sessiz sokakta kimse görünmüyordu.Kaldırım kenarları parketmiş arabalarla doluydu.İşe gitmek zorunda olunmayan bir Pazar günü.Perdelerin sabah rüzgarında salınmalarını izledi bir süre.Banyoya doğru yürüdü.Musluğu açtı.Serin suyu yüzüne çarptı birkaç kez.Dişlerini fırçaladı.Saçlarını düzeltti.Aynada yüzünü inceledi bir süre.Kısa kesilmiş saçları taranma gerektirmezdi hiç.Hep kısacık kestirirdi saçlarını.İnce kaşlarının gözünün üstünde nasıl durduğuna baktı.Birkaç duygu halini canlandırdı ayna karşısında.Üzgün, öfkeli, ağlamaklı, neşeli…Her birinde kaşlarının aldığı pozisyonu inceledi.Hoşnutça baktı.Dişlerini kontrol etti bir maymun gibi koca bir gülümsemeyle.Lekesiz olmalarından memnun olduğunu belli eden bir baş hareketi yaptı aynaya. Gri eşofman altını, lacivert montunu giydi.Çaydanlığa su koydu.Ocağı yaktı.”kaynayana kadar ekmek alır gelirim”diye düşündü.
Apartmanın merdivenlerinden inerken gözü beş numaralı dairenin kapısına takıldı her zamanki gibi.Oradaydılar.Koyu kahverengi bağcıklı, sütlü kahve renginde bir çift küçük bot.Kapıyla duvarın oluşturduğu açıyı ortalayacak şekilde, küt burunları merdiven istikametini gösterir biçimde düzgünce yerleştirilmişlerdi.Orta yükseklikteki topukları tertemizdi.Hiç yürünmemiş gibi.Gülümsedi.”Bugün huzurlu”diye geçirdi aklından. Son günlerde en sevdiği oyun haline gelmişti bu.Her iniş çıkışında beş numaralı dairenin kapı önündeki bu sütlü kahve botlara bakıyor, sahibinin ruh halini tahmin etmeye çalışıyordu.
- “Oooo günaydın Selim Bey .”
Sürekli saçsız başını kaşıyan, mavi önlüğünden yıllardır vazgeçmeyen Bakkal Halim her sabah olduğu gibi boğucu neşesiyle bağıra bağıra selamlıyordu müşterilerini.
- “ Sağol Halim Usta. Ne var ne yok?”
Diye yanıtladı neşeye neşeyle karşılık vermek zorunda olmanın sıkıntısını gizleyemeyerek.Sonra her gün ayaküstü yapılan boğucu sohbet başladı, ekmekler tezgah altından çıkartılır ve poşetlere yerleştirilirken.En az beş, altı dakika sürerdi ve Selim acelesi olduğunu abartarak belli eden tavırlarla koşarcasına dükkan kapısından kendini dışarı atana kadar devam ederdi.Çocuk parkının yanından geçerken yavaşladı.Eşofmanlı bir anne küçük, örgülü saçlı kızını sallıyordu paslı zincirli salıncakta.Annesinin ölümünü hatırladı.Nasıl da beklenmedik, nasıl da yaralayıcı bir acı olduğunu duydu içinde gene.Kızarmış ekmek, soba üzerinde çay, TRT Fm türküleri…Annesinin ölümüyle birlikte bunlar da yitip gitmişlerdi hayatından.
Mavi apartman kapısını iterek açtı.Merdivenleri çıkmaya başladı.Daire iki, üç, dört…daire beş…Sütlü kahve botlar yerli yerinde duruyorlardı.”Pazar sabahı dokuz çeyrek”dedi kendi kendine.”Uyuyor olmalı.”Yastığa dağılmış, bir kısmı yastıktan yatağa taşmış, uzun, dalgalı, kahverengi saçlar hayal etti.Bir el yastığın altında.Hafif aralık bir ağız.Yüzüstü yatmış, bir bacağını karnına doğru çekmiş, dizinin bir kısmı ve bir ayağı battaniyenin kenarından dışarı çıkmış…
İlk bir buçuk ay kadar önce fark etmişti sütlü kahve botları. Ne kadar küçüktüler…Ne kadar kırılgan…Sahibinin karakterini yansıtırdı ayakkabılar.Kıskanç, aylak, titiz, umursamaz, komik…Bunlardan hangisi olduğunu anlayabilirdiniz görür görmez.Kendi ayakkabılarına baktı.Beyaz spor ayakkabılar.Yanlarından püsküllenmeye yüz tutmuş.Eskimiş.”Yenisini almak için vakit ayıramayacak kadar üşengeç olduğumu gösteriyor” diye düşündü.”Yoksa” dedi. “Bunca zaman bana hizmet etmiş bir ayakkabıyı değiştirmeye kıyamayacak kadar vefalı olduğumu gösteriyor olmasın?” Sütlü kahve botlara baktı tekrar.Bilek kısmını inceledi bir süre.Bileğe doğru çıkan bağcıklar aceleyle, telaşla çözülmüş gibiydiler.Yorgun bir iş gününün sonunda kendini eve atma telaşı.Evde bekleyen sevgiliye kavuşma telaşı.Günlük yaşamın hengamesi içinde patlayan öfke krizlerinden kurtulma telaşı.Televizyonda en sevdiğiniz diziyi kaçırmak istememe telaşı.Hangisiydi bunlardan?Telaşlı olmak yakışıyordu sütlü kahve botların sahibine şüphesiz.Telaşlı olduğunda hızlıca kurardı cümlelerini.Bazı kelimelerin başını ya da sonunu yutardı.Sık sık yutkunurdu.Oturuyorsa dizlerini sallar, tırnaklarının kenarlarını kemirirdi.Sütlü kahve botlarının uç kısmıyla pat pat pat tempo tutardı dizlerinin sallantısıyla eş zamanlı.Ayaktaysa dalgalı kahverengi saçlarını sık sık elleriyle geriye atardı.Alt dudağını kemirir, bazen ılık, tuzlu bir tat hissettiğinde anlardı kanattığını.Botlarıyla aynı renk bir kaban giymeyi seviyor olmalıydı.Hızlı adımlarla yürürken bir pelerin gibi etekleri dalgalanırdı.
Yukarıdan inen ayak sesleri duyduğunda düşünceler dağıldı.İkişer üçer, bir çırpıda çıktı merdivenleri.Çay!!! Çayı unuttuğunu fark etti.Mutfağa koştu.Tam zamanında yetişmişti.Su bitmek üzereydi.Biraz daha ekledi üzerine.Tezgahın üzerine çıkardı ekmeği ve ve kesmeye başladı.Bu botların bir saplantıya dönüştüğünü hissetmekten rahatsız olduğunu fark etti.Haftalardır botlar ve onların sahibi ile ilgili yüzlerce hikaye tasarlamıştı kafasında.”Yarın” dedi.”Yarın tanışacağım onunla.” Ilık bir heyecan dalgası midesinden çıktı, kulaklarına kadar yükseldi ve ikinci bir turdan sonra çıktığı yere, midesine döndü.
Mavi apartman kapısını gören, fark edilmeden bekleyebileceği bir banka oturdu.Gazetesini açtı.Rüzgardan fazla etkilenmeyecek şekilde katladı.Kış öğleden sonra güneşinin yalnızca aydınlatmaya yaradığını düşündü kulakları buz keserken.İş yerinden izin alması zor olmamıştı.Sık sık izin istemezdi.Bu nedenle Müdür Bey sormamıştı bile ne için izin istediğini.Saatine baktı.Dört yirmi iki.Daha önceleri birkaç kez beşten önce eve geldiğinde botların yerinde olmadığını fark etmişti.Ama beşten sonra hep orada olduklarından emindi.Demek ki saat beş, büyük andı.Ayağa kalktı.Bankın etrafında hızlı adımlarla birkaç tur yürüdü.Ellerini hohlayarak ısıtmaya çalıştı.Saate baktı.Dört otuzbeş.Mideden çıkan ılık dalga gene alışıldık turunu yaptı, geri döndü.Bir sigara yaktı.Yukarı doğru üfledi dumanı.Bir büyük nefes daha çekti.Daha yoğun bir duman kütlesini saldı gene yukarıya.Sütlü kahve kabanlı kimsecikler yoktu görünürde.Birkaç kadın geçmişti son on dakikadır mavi kapının önündeki kaldırımdan ama bunlar son derece sıradan, sütlü kahve bot giymeyi akıl edemeyecek kadar zevksiz kadınlardı.Telaşlandıklarında pat pat pat tempo tutmazlardı.Öylesine birer kadındılar işte.Ha var, ha yok cinsinden…
Gri bir araba yanaştı ve mavi kapının önünde durdu.Sigarasını fırlattı attı Selim.Koyu renk paltolu, otuzlarının ortalarında bir adam indi.Arkada kısa, modern kesimli saçlı, koltuğa gömülmüş bir kadın oturuyordu.Otuzlarının ortalarındaki adam arka kapıyı açtı.Eğilerek beline kadar içeri uzandı.Gelin taşıyan bir damat gibi kucağında kadınla geri çıktı.Selim ellerini ceplerinden çıkardı.Mideden çıkan ılık dalga bu kez daha sıcak, hızlı birkaç tur attı.Otuzlarındaki adamın kucağındaki kadının yüzünü omuzların üzerinden gördü Selim.Belirgin, koyu renk gözleri neşeyle ya da heyecanla bakmıyordu.” Sokak ortasında güpe gündüz kucakta inecek kadar rahat bir kadın nasıl bu kadar ifadesiz bakar?” diye düşündü.Adam elleri dolu olduğundan bir kalça darbesiyle arabanın kapısını kapattı.Bunu yaparken kadının dizlerinden aşağısı boşlukta sallanan pantolonlu bacakları Selim’in görebileceği açıya ulaştı.” Bu o!!!” dedi Selim.Bir çift sütlü kahve bot giyiyordu ifadesiz bakışlı kadın.Oydu bu , evet.Fakat hala adamın kadını neden kucakta indirdiğini anlayamamıştı.Ne adamda, ne kadında kucaklaşmaktan duyulan coşkunun izleri vardı.Apartmana girdiler.”Dönüş yok artık” dedi Selim.Koştu, peşlerinden apartmana daldı hızla.Fark ettirmeden çıktı. Bir kat aşağıdan takip etmeye başladı.Daire iki…Daire üç…Daire dört…Selim beş numaralı dairenin önündeki adamla kadını görecek şekilde merdiven boşluğunda bekledi.Adamın elleri kadını taşımakla meşgul olduğundan kadın zile bastı.Bir kaç saniye sonra kapı açıldı.Yaşlı bir kadındı kapıyı açan.Adam kadını ayakları kapıdan dışarı doğru gelecek şekilde içeri oturttu.Sütlü kahve botları çözmeye başladı.Hiç konuşmuyorlardı.Adam sütlü kahve botları çıkardı ve kapı ile duvarın oluşturduğu açıyı ortalayacak şekilde düzgünce bıraktı.Kapının dışında kalan ayaklar bir çift plastik protez ayaktı.Yaşlı kadın protez ayaklı , genç kadının koltuğunun altına girdi ve ayağa kalkmasına yardım etti.İçeri girerlerken otuzlarının ortasındaki adam “yarın sabah görüşürüz” dedi.”Tamam abi , sağol” diye yanıtladı sütlü kahve botların sahibi, protez ayaklı kadın.Otuzlarının ortasındaki adam aşağı inerken şüpheci bakışlarla bembeyaz yüzüyle merdiven boşluğunda dikilen Selim’e baktı.”Hasta mısın birader?” diye sordu.”Yok yok bir şeyim, iyiyim.” dedi Selim ve merdivenleri çıkmaya başladı aceleyle.Sütlü kahve botların yanından geçerken göz ucuyla baktı.”Telaşlı olmak yakışmaz bu botların sahibine” diye düşündü dairesine doğru çıkarken.


MARLON - avatarı
MARLON
Ziyaretçi
16 Ekim 2006       Mesaj #1683
MARLON - avatarı
Ziyaretçi
Seni Düşlemek
seni seviyorum aşkım


Yeni bir sonbahardı mevsim -herseyi sarıya boyayan-, cıvıl cıvıl bir yazı hayallerinle süslemiştim oysa, ama gittin ve yaz bitti.... Gittin... Artık ne sen dönebilirsin, ne de ben açabilirim gönlümü ne sana, ne de bir başkasına... Bir zamanlama hatası mıydı? Ne dersin? Yoksa sadece mekanlar mı uymadı bu aşka? Bilmiyorum... Oysa ne sen bana erken ,ne de sen bana geçtin... Zamanlamalar tutsa da, hayaller tutmadı, bunu geç olsa da fark ettim...

Hersey başlar ve biter dediğin o anda anlamıştım, benim sana sonsuz, senin bana geçici bağla bağlanmanın yüreğimde açacağı derin yarayı...Oysa ne sen bana erken, nede ben sana geçtim... sadece ne sen, ne de ben cesaret edemedik mekanlar ötesi bir aşk yaşamaya...Gittin ve o yaz gibi aşkımızda bitti...

Gittiğinde farklı mevsimler yasıyorduk, ben kışa girerken, cıvıl cıvıl bir yaz ve yakışı güneş miydi senin aklını çelen ,beni TERK ETTİREN ve bunca acıya iten?... Mevsimler ve mekanlar mı karar verdi aşkımızın sonuna, ne sen bana geç ,ne de ben sana erken olmadığımız zamanlamamızda... Her ne ise sen gitti ve yaz bitti....

Komik biliyor musun? Bittigini bile bile hala beni kıskanman, hala seni sevmemi beklemen ve hala benim seni düşünmem bunca acıya rağmen...

Seni düşünmek? Seni düşünmek nasıl birşey biliyor musun? Bazen bir kanat çırpışı gibi bir kuşun özgürce, bazen bir tüyün yere süzülüşü gibi yavas yavaş, bazen hızlandırılmış bir film şeridi gibi seri ve akıcı, bazen bir balığın can çekişmesi gibi caresiz ve acınacak bir sey, seni düşünmek...

Seni düşünmek: Bazen bir çınarın altında sıcak yaz gecesinde hayaller kurmak gibi, bazen bir derin maviliklerde kaybolmak gibi, bazen bir çölde vaha bulmak gibi... Düşünürken ağzındaki lokmayı yutmayı unutmak gibi, ulaşamadıkça bir seraba peşinden ölesiye koşmak gibi, TUTUGUN BİR BALIGI AĞDAN KURTARIP, DERİNLİKLERE SALI VERMEK GİBİ, İÇİNİ HUZURLA DOLDURAN, adın geçtiğinde daldığın hayallerden bir çırpıda gerçeklere dönüvermek gibi...DÖRT NALA KOŞAN BİR TAYDAN DÜŞÜVERMEK GİBİ DÜŞLERİN KOYNUNA... İşte böyle bir şey seni düşünmek...Eğer sende beni böyle düşleseydin, böyle kolay ve zalimce olmazdı gidişler, değil mi birtanem?

Gidişinde gelişin gibi sadece hayaldi belki... düşlediğim düşlerim gibi...hani her gece düşü veren rüyalarıma.. Ve lacivert sisli bir gecede geleceğine inanmak, aslında hiç gelmeyeceğini bilmek gibi....

Gidişinde aslında üzmedi beni yokluğun kadar , yoktun ki aslında... Yokluğun kadar sevdim seni, yokluğun kadar özledim, yokluğunda hayal ettim... şimdi ancak yokluğun kadar nefret edebiliyorum senden.... ne acı!!!!

Gittin, yoktun, hiç olmadın....

Seni düşlemek mi? Yinede güzeldi... Kızgın bir çölde bir serapın bilinçsizce ardından koşar gibi...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
16 Ekim 2006       Mesaj #1684
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Soruyorum, susuyorsun... Ben sükutun bu kadar anlamlı olduğunu bilmezdim. Bütün sorularımın cevabını bir bakışla veriyorsun, kah bir gülüşle... Zaman zaman gözlerinin içinde eriyip kaybolduğumu hissediyorum. Yanımda olmadığın günler, geleceğin güne hazırlıyor beni. Yokluğuna böyle dayanabiliyorum. Karanlıklar içinde her dakika gözlerinin aydınlık bakışlarıyla doluyor içim. Aradığım her şey orada. Cevapsız kalmış bütün soruları gün ışığına çıkarıyor gözlerin.

Bekliyorum, geliyorsun... İşte diyorum yaşamak bu... Sevmek seni sevmekten başka bir şey değil. Hiç kimseyi bu kadar özlemle beklemedim... Bu kadar inanmadım hiç kimsenin geleceğine... Onun için bir gün gelmeyeceğinin korkusu kahrediyor beni. Geleceğin mutlu ana yaklaşan her dakika yaşamaktan güzel, geçen her dakika ölümden acı...

Fakat gelişin her şeyi unutturuyor. Sıkıntılı öğle sonları günün en yaşanmaya değer saatleri oluyor sen gelince. Kızgın bir güneş altında bana kar dağ yamaçlarının serinliğini getiriyor ellerin.

İstiyorum, veriyorsun... Verdiklerin bir bakıma iflası oluyor saadet anlayışımın. Böylesine büyük hazların hayal bile edilemediği bir dünya üzerinde özlenecek başka saadetin kalmadığını düşünüyorum. O zaman her şey siliniyor gözlerimden. Sensiz bir yarının değersizliğini, çekilmezliğini daha iyi anlıyorum. Huzur seninle kayboluyor, bütün sevinçler seninle gidiyor, sensiz bir kanlı gömlek gibi giyiyorum üzerime yaşamayı. Çaresizlik hiç bir zaman sen yanımda olduğun anlardaki kadar kötü ve merhametsiz olmuyor. Yine de her öpüşümde bana ilahlara has bir güç, bir büyük huzur veriyor dudakların.

Ağlıyorum, gidiyorsun... Ama sen gözyaşlarımı görmüyorsun ki! Ayrıldığımız yerde başlıyor yıkıntım... Kalabalık bir caddede, vapur iskelesinde ya da bir kapı önünde; nerede olursa olsun ayrılığın bir tokat gibi iniyor yüzüme. Kocaman, sivri bıçaklar gibi delik deşik ediyor vücudumu. Her yer kan oluyor. Artık dayanamıyorum, artık dayanamıyorum... Ağlamak bile kar etmiyor. Ben bu acılara, ben bu sürekli ölümlere önceden razı oldum. Şikayete hakkım yok, biliyorum... İsyan etmem faydasız. Kendi kaderinin çizdiği yolda yürüyor ayakların.

Yazıyorum, okuyorsun... Kimbilir ne dayanılmaz acılar içindesin sen de? Nasıl her yerini, orada bir sigara söndürülmüşcesine yakan özlemler içindesin. "Mümkün olsa hep yanında kalırdım" diyorsun. "Hiç senden ayrılmazdım, hep senin olurdum" diyorsun. İşte onun için sana hiç kızamıyorum ya! Bütün isyanım çarisizliklere, bu ***** imkansızlıklara, bu zamana ve bu bizi çepeçevre kuşatan insanlara, onların pis kurallarına, beş para etmez inançlarına...

O demir parmaklıklara, ağır kapılara, kalın zincirlere, o merhametsiz, o çirkin gardiyanlara rağmen seni seviyorum...

Anlatamıyorum...
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
16 Ekim 2006       Mesaj #1685
kambis - avatarı
Ziyaretçi
GÜL BAHÇESİ

Delikanlı yıllar sonra doğduğu kasabaya döner.Sabah uyandığında aklına
yıllar önce evlenmek istediği,kasabanın güzel kızı gelir.Kızın güzelliği
çevre kasaba ve şehirlerde bile dillerdedir ve kimler istediyse kız bir
türlü olumlu yanıt vermemiştir.Otelden çıkar ve gördüğü yaşlı adama
kızı sorar.Yaşlı adam az ilerde güzel bahçe içinde bir ev gösterir,
kızın orada oturduğunu söyler.Delikanlı merak eder,kızın nasıl biriyle
evlendiğini.Bir köşede beklemeye başlar,bir müddet sonra yaşlıca kel
pekte hoş görünmeyen bir adamı yolcu eder kız kapıdan...
Üstelik zengin bir adam da değildir.

Adam gittikten sonra delikanlı çalar kapıyı,kendini tanıtır.Sorar niye
bu adamla evlendiğini kıza. Kız söylerim der ama bir koşulla.
Evin arkasında büyük bir gül bahçesine götürür delikanlıyı ve der ki:
Bu bahçenin en güzel gülünü bana getirirsen söyleyeceğim sana niye bu
adamla evlendiğimi...Ama asla geri yürümek yok bahçede,arkana bakmak yok
en güzel gülü istiyorum sadece.

Memnuniyetle der delikanlı ve girer bahçeye.
Çok güzel sarı bir gül durmaktaddır karşısında tam elini güle uzatmışken
pembe bir gonca görür az ötede,ilerler.
Ona uzanırken kadife kırmızı bir gül ilişir gözüne ilerde
derken birde bakar bahçenin sonuna gelmiş.
Kıza verdiği söz gelir aklına geri dönmek yok
ne yapsın mecburen bulduğu alelade,hatta solmaya yüz tutmuş bir gülü
mahçup bir şekilde götürür kıza.
Kız gülümser gülü görünce..
"Bilmem aldınmı cevabını" der delikanlıya.....
Hayat bu bahçede yürümeye benzer....


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Ekim 2006       Mesaj #1686
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
LEYL


Suda kana kesilen karanfil acısına. Bana bir hayat tut leyl…
Yağmurun ayak sesinde uyuyan kalbimin ağrı molalarında hiç doğmuş sancıları döküyorum sesimden. Tüllenen grinin hüzzamı kirpiğime iniyor yavaş yavaş. Avazımın göçebe hüsranları dokunuyor giz’imin kuytularına. Fırtına başımın üstünde. Mecnun’un dolaştığı çöllerde yalnız kalıyor yıldızlar. Lapa lapa yağıyor deniz avuçlarıma. Hangi sesini dinlesem aşkın gece yine siyah kalıyor gök/yüzüme. Ölümü öldürsem kaç yıllık ölümlülüğe çarptırılır bedenim ya leyl?
Gözlerindir helalim. Vuslatı çağıran ayrılıklarda büyüterek aşka mahfuz düşleri, kalbimi yokluyorum sende can veriyor mu diye. Kahrın kavurganlığıyla intizarın velvelesi arasında kayboluyor perçemine ´gün´ vurmayan uykular. Sefilim. Zelilim. Kurşun kadarım gövdeme. Alnımdaki aşk izine dokunma. Kırılır yar çehresine harını resmettiğin cehennemin şeddesi. Kesme saçlarını ben üşümeyeyim diye. Bas gözlerini içime tuz niyetine ya leyl! Biliyorsun, yar/adır bütün sızlanmalar.
Ah leyl, acım tufanımın sırtında. Kambur ruhları taşıyorum nun’a varmadan ağlayan dervişin duasında sırlanan kavlime. Döşümde ezgisel yankıların iz/düşümü uğulduyor. Bak, kulaklarımda asılı kalıyor yabani kuş çığlıkları. Pencere önlerinde biriktiriyorum isyana dönük gelişlerini. Ya leyl! Yıkılsın aşk muammalı yalnızlık oyunu. Perde kana boyanmadan, sahne arkalarında boğmadan dilimin altındaki sahici repliklerimi, bu kez tut elimden. Azalan denizlere kanat çırpmadan hüznüme yuvalanan rüzgar, savurmadan saçlarıma ölü kadınların öykülerini, bu kez tut elimden leyl. Nasıl olsa, meyilliyiz morg gecelerinde aşk üzere delirmeye.
Vakte ermeyen sesin niyetsiz fırtınalarda dalgalanışında uyutuyorum küflü yağmur yaramı. Mahşer kalabalığında çırpınan tenhalığım huysuz ağlayışların kaosunda yırtılıyor. Eziliyor göğsüm kabusların ıssız kanayışlarında boydan boya. Yabanıl yakıcılığın dağlanışıyla savuruyorum giz’ime, güle değmeden ufalanan devşirme kederi. Muğlak cümlelerin eşkiyalığına yatıp uykumun derinliğinde küfürbaz katilliğimin adını saklıyorum yanağıma, adıma yok kala. Salkım saçak yorgunluğumla kapındayım leyl. Öp beni kırıkları acıtan düşlerimin sızısından. Kalbimde zevale eyvah, nara sürgün ‘gün’ izin var. Çıkar/sana beni beyhude ağıtlarımdan ağlatmadan. Aşktan haberdar bu rüzgar leyl. Baksana, ölüm sızıyor feverana çekilen gözkapaklarından. Ah leyl, gülüşün uçurum gibi ziyan etmeye yakın duruyor.
Ya leyl! Şehir korkakları bekliyor kalbimi. Her defasında cesaretim (el) altından satılıyor. Zaman zamansızlığı tetikleyen iç yangın inşirahsızlığının zulmünde büyütüyor kahkahasını. Daüssıla yorgunu bakışlarımdan zift kokan devrik hecelerin tutsaklığı düşüyor. Devrikebir bir makamın hüzünbazlığına sere serpe gömülüyor şarkılar. Aşkın koridor boşluklarında intihara gönüllü yalnızlığın hükümranlığına yabancılaşıyor aşina suskularım. Ya leyl! El vurulmuyor yaralara bu mevsim. Dayanılacak yanı yok hasretinin, hep mahva mülteci gözlerine düşüyorum. Şiir olup dökemez misin dizelerini kanayışlarımın kıyısına? Tükenirken şakağımdan aşağı kayan hüsran birikintileri, kirli kasırgalarım yıkanmaz mı ellerinin duru denizinde?
Aşk kimliğimde yangın gibi ağlıyor. Suretimden gecenin onulmazlığı akarken çırılçıplak rüyanı açıyorum içime, kırılmasın şarap kızılı uykuların hevesi diye. Düşsen seferi ağrıların kirpiğine, ayet diye tanımlanacak yüzün.
Aşk kendine doymayan şizofren bir açlık mı leyl?
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
17 Ekim 2006       Mesaj #1687
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Er geç beni affedeceksin. Bir şey bekelemeden, bir şey istemeden affedeceksin. Sevgin seni oraya götürecek.

Düşe kalka ilerleyeceğin yollarda, taşlar kanatacak ayaklarını. Issız, karanlık ormanlardan geçeceksin yapayalnız. Sonra bir bataklık başlayacak gözün alabildiğine. Omuzlarına kadar yapışkan çamurlara saplanacaksın. Durmadan yağmur yağacak üstüne, iliklerine kadar ıslanacaksın, üşüyeceksin. Ahtapot elleri gibi uzun, pis sarmaşıklar dolanacak ayak bileklerine. Dört yanında kara bataklık kuşları dönecek çığlık çığlığa.

Geçmiş zamanı düşüneceksin. O bir daha dayanılmaz günleri, geceleri düşüneceksin.

Bataklığın son bulduğu yerde zift gibi koyu bir gece başlayacak geçmiş gecelere benzemeyen. Yürüyeceksin, ağır ağır ilerleyeceksin zamanın ve gecenin ortasında. Keskin bir rüzgar çıkacak, merhametsiz kırbaçlar gibi parçalayacak yüzünü.

Sonra bir dağ yamacına varacaksın, bitkin ve perişan... Uzaklarda cılız bir ışık göreceksin. Sen yaklaştıkça büyüyecek, sıcak kollarıyla saracak seni. Fakat, sen o ışığın olduğu yere hiç bir zaman varamayacaksın ve ümitsizlik saracak yüreğini, ağlayacaksın...

İşte o zaman beni düşüneceksin, çektiklerimi, senin için katlandığım şeyleri düşüneceksin. Bulutlur dağılacak. Seni nasıl sevdiğimi, nasıl yüceleştirdiğimi, nasıl o erişilmez ışık haline getirdiğimi birer birer anlayacaksın...

Onun için beni affet demeyeceğim sana...

Er geç anlayacak ve affedeceksin. Bunu biliyorum.

Karşılaşmamız kaderdi belki. Ama çektiğimiz çiledir, bizi birbirimize yaklaştıran, o korkunç ümitsizlikler, büyük çaresizliklerdir...

Acılarımızı yitirmeyelim...
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
17 Ekim 2006       Mesaj #1688
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
EROS (AMOUR)

Eros, annesi Aphrodite gibi dünyaya güzellik ve neşe getirir, insanların gönüllerini aşk ateşi ile yakar, insanların mutluluklarını ya da sonlarını hazırlardı. Sırtında bir çift kanadı vardı. Bu kanatlarla uçarak dünyayı dolaşır, geçtiği yerlere çiçek kokuları saçardı.

Eros'un elinde her zaman okları olurdu. Bu oklarla insanları kalplerinden vurur onları birbirlerine aşık ederdi. Ve bir gün kendisi de bir güzele aşık oldu.

Psykhe (Ruh) bir kralın üç kızının en güzeli idi. Gerçekten o kadar güzel, o kadar alımlıydı ki görenler onu Aphrodite sanıyorlar ona tapınıyorlardı. Aphrodite, bir ölümlü ile karıştırılmaktan hiç hoşlanmamıştı. Bu yüzden bir gün oğlu Eros'u yanına çağırdı ve onu dünyanın en çirkin erkeğine aşık ederek cezalandırmasını istedi. Eros, annesinin isteğini yerine getirmek için hemen yola koyuldu.

Psykhe'yi bulduğunda, çok gururlu olan ve kimseye aşık olmamakla övünen bu genç kızı, dünyanın en çirkin, en kötü erkeğine aşık etmeye niyetliydi ancak kalbini nişan alarak oku atmak üzereyken Psykhe'nin güzelliği aklını başından aldı. Onu başkasına aşık etmek isterken kendisi aşık olmuştu.

Psykhe'yi alıp sihirli bir saraya götürdü. Bu saray, bir ormanın ortasında kurulmuş, muhteşem fakat ıssız bir saraydı. Eros, gece karanlık düştükten sonra kendini göstermeden saraya giriyor ve sevdiği ile buluşuyordu.

Sihirli sarayda bir insanın isteyebileceği her şey vardı. Fakat Psykhe'nin tek istediği kendisini deliler gibi seven bu delikanlının yüzünü görmekti. Fakat Eros bunu kabul etmiyordu; gece hep karanlıkta geliyor ve güneş doğmadan da gidiyordu, akşamları sarayda ateş ya da mum yakılmasını yasaklamıştı. Psykhe ne kadar yalvarsa da fayda etmedi. "Aşkımızın sırrını kalbinde taşıdığın sürece mutlu olacaksın" dedi Eros, "Beni görmeyi aklından bile geçirme, kim olduğumu ya da kimin oğlu olduğumu öğrenme, bilmeden tanımadan beni körü körüne sev, senden gizlenen şeyleri öğrenmeye çalışarak mutlu olma fırsatnı elinden kaçırma."

Psykhe de bunu kabul etmiş, Eros'u görmeden kim olduğunu bilmeden körü körüne sevmişti. Birlikte çok mutluydular ancak Psykhe'nin kızkardeşleri onların bu mutluluğunu kıskandılar. Bir gün kardeşlerini ziyarete geldiklerinde ona sevdiği delikanlının dünyanın en çirkin en iğrenç en vahşi görünüşlü adamı olduğunu söylediler. Eğer güzel bir delikanlı olsaydı, sevdiğinden yüzünü gizlemezdi, seni böyle ıssız bir sarayda tutmazdı dediler ve ona gece Eros gelmeden önce yanan bir lambanın üzerine vazoyu ters çevirip koymasını söylediler. Böylece Eros uyuduktan sonra vazoyu kaldırıp aydınlıkta onun yüzünü görebilecekti.

Psykhe, merakına engel olamayarak kardeşlerinin dediklerini yaptı. Yanan lambayı bir vazonun altına gizleyerek sevdiğini beklemeye başladı. Eros, her şeyden habersiz saraya dönmüş, kendini sevdiği kadının kollarının arasına bırakmıştı. Kısa sürede uykuya daldı.

Psykhe, Eros uyuyunca gürültü yapmadan yavaşça yataktan kalktı ve ters çevirdiği vazoyu alarak lambayı eline aldı, yatağa yaklaştığında gördükleri karşısında hayrete düştü. Çirkin ve iğrenç bir erkek görmeyi beklerken genç çok yakışıklı bir erkekle karşılaşmıştı. Eros'un yakışıklılığı dünyadaki başka hiç bir erkekle kıyaslanamazdı. Yüzü tarif edilemeyecek kadar güzel bu delikalıyı görünce Psykhe'nin ona duyduğu aşk daha da arttı.

Sevdiğini alnından öpmek için eğildiğinde elindeki tabağı düz tutamadığından içinde fitil bulunan lambanın kızgın yağından bir damla Eros'un çıplak omzuna damladı. Eros duyduğu acıyla sıçrayarak uyandı. Sevgilisinin kendisini dinlemeyip yüzünü görmek için ona oyun oynadığını anlayınca hemen kanatlarını açıp uçarak oradan uzaklaştı.

Eros'un gitmesiyle Psykhe için yaptığı büyülü sarayda bozuldu. Psykhe üzüntüden ne yapacağını bilmez olmuştu. Hatası yüzünden dünyada her şeyden çok sevdiği kişiyi kaybetmenin acısıyla yollara düştü. Sevdiğini tekrar bulma ümidiyle tüm dünyayı dolaştı, sayısız yerler gezdi ama bir türlü Eros'un izine rastlayamadı.

Nihayet dolaşmaktan bitkin bir halde Aphrodite'in sarayının kapısını çaldı. Onun kendisine acıyıp oğlunun yerini söyleyebileceğini düşünmüştü ancak Aphrodite ona yardım etmek bir yana onu bir köle olarak çalıştırmaya başladı. Zavallı Psykhe, sevdiğine ulaşabilmek için buna da razı oldu ve tek kelime dahi etmeden kendisine emredilen her şeyi yaptı. Eros için her türlü acıya katlanmaya razı oldu.

Bir gün Eros'un yanan omzu iyileşti ve kendisine bu kadar yürekten bağlı olan sevgilisinin kaderini değiştirmek için Olympos'a gitti. Zeus'un ayaklarına kapanıp Psykhe'nin kurtarılması ve kendisine eş olarak verilmesi için yalvardı. Zeus, onun tüm isteklerini kabul ederek Hermes'e Psykhe'nin Olympos'a getirilmesini emretti. Psykhe, tanrılar katına getirildi ve orada hayatta her şeyden daha çok sevdiği erkekle evlenerek çok mutlu bir hayat sürdü.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
17 Ekim 2006       Mesaj #1689
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Gözlerine baktığım zaman susmanın bir sebebi olmalı. Bana kendini anlat... Korkularını, dileklerini söyle bana. Aşktan ne bekliyorsun? Dostluk mu? Al, istediğin kadar... Yüreğimi apaçık önüne seriyorum işte! Orada sevdiğin, istediğin ne varsa al, senin olsun... Sana arzularımın ötesinden sesleniyorum!..

Aydınlık! Sen en güzel aydınlık! Bizi bırakma... Kalplerimizde girmediğin köşe kalmasın. Çek, kurtar bizi insan yaradılışımızın korkunç karanlığından. İçimizde, ta derinlerde kükreyen o vahşi hayvanı sustur... Düşüncemizi tırmalayan o kanlı pençelerden kurtar bizi... Unutulmuşların dünyasında biz unutmak istemiyoruz.

Hadi sevdiğim sen de aç yüreğini... Dostluğun o ölümsüz ışığı dolsun içine. Saçlarımı okşadığın zaman, annemin eli sanmalıyım ellerini. Dudaklarından yalnız aşkın hazzını değil, dostluğun doyulmaz içkisini de içmeliyim. Bana önce insanlığımı öğret, bana unutmamayı öğret... Seni hiç unutmak istemiyorum... Bilinmeyen içkilerin en zevk dolu sarhoşluğunda yaşayalım seninle. Kurtulalım bu korkulardan, bu çaresizliklerden...

Beni hiç unutmayacaksan sev, usanmayacaksan sev... Birlikte yaşayacağımız her dakika ömrümüzün bir yılına bedel olmalı. O dakikaları hatıraların sonsuz mezarlığına gömeceksek hiç yaşamayalım.

Önce zamandan kurtulmalıyız öyleyse, önce zamandan kurtulmalıyız... Birbirini yenilemeli saatlerimiz. Yarın bugünü aratmamalı. Yerçekiminden kurtulurcasına aşmalıyız zamanı seninle. O dost zamanı, o dostça zamanları...

Bana "Gel" dediğin an; mesafeler de anlamını kaybetmeli. Yolları dakikalarla, günleri kilometrelerle ölçmemeliyiz. Beraberliğimiz, bütünlüğümüz hiç bitmemeli. O hiç sönmeyen dostluk ateşinin çevresinde hep böyle elele, diz dize olalım. Ne yağmur söndürmeli o ateşi ne rüzgar. Yüreklerimiz hep böyle ışıl ışıl olmalı alevlerinde.

Hadi sevdiğim, sen de aç yüreğini... Bana kendinden bahset. Hep ben ol, durmadan ben ol istiyorum... Dudaklarım kurudu bak! Bir yudum su ver güzelliğinin pınarından... Acıktım dersem iyiliğinle doyur beni. Üşüyorsam; yalnız dostluğunun ateşinde ısınsın ellerim.

Benim olma demiyorum. Ama önce ben ol... İnan, ben hep senin olacağım, baştan başa sen olduğum için...

Aşkta kaybettiklerimizi dostlukla tamamlayalım. Gel, aydınlık, bizi bekliyor...
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
17 Ekim 2006       Mesaj #1690
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
BİR ACEM MASALI
Çok uzun zaman önce bir Acem kentinde,
Tek başına yaşarmış Prens Abu krallığının bahçelerinde.
Bir incisi varmış Prens’in kutuda, bahçeye bakan pencere içinde,
Onca kalabalıkta sarayda, yokmuş konuştuğu inciden başka kimse.
Sadece geceleri çıkarmış Abu dışarıya, deniz kıyısına.
Derler ki: ‘Hazar’a su katarmış oluk oluk gözyaşlarıyla’.
Hazar bir daha çırpınırmış süzülen her gözyaşında,
Ararmış O‘nu içinde, her kıvrımında, oyuğunda.
Bir gün Abu Hazar’a kuşluk vakti gelmiş.
O zamanlar neşeli sağlıklı bir gençmiş.
Bir denizkızı görmüş kayanın üstünde açıkta,
Atmış kendini suya, bir çırpıda karşıya geçmiş.
Prens tırmanırken kayalara,
Ürkek denizkızı yeltenmemiş bile kaçmaya.
Öylesine etkilemiş ki Prens’i bakışlarıyla,
Susmuş Abu, gerek yokmuş konuşmaya.
Prens o an sonsuza dek sürsün dilemiş,
Elini uzatmış, gitme kal demek istemiş.
Gölün en dibinde yaşayan Hazar Kralı Aron,
Prensin bu bakışlarını hiç beğenmemiş.
Asasını denizin dibine sertçe vurmuş,
Çaresiz Hazar verilen emirle kudurmuş.
Denizin kızı sert çağrıyla suya atlarken,
Abu ‘Ne zaman döneceksin?’ diye sormuş.
Kız yavaşça el sallarken ve salınırken denizde,
Ceviz büyüklüğünde bir inci belirmiş Abu’nun elinde.
Prens mavi beyaz inciye şaşkınlıkla bakarken,
Artık yeller esiyormuş denizkızının yerinde.
İşte o günden beri bu Acem kentinde,
Sessizce yaşarmış Prens sarayının donuk bahçelerinde.
İşte o inci, kutuda, pencerenin içinde,
Tek anıymış denizkızından kalan elinde.
Yine bir gece Prens Hazar kıyısındayken,
‘Yürüyüp gidivermiş’ derler ‘denize doğru bakarken’
Derler ki ‘Denizkızının sesini duymuş
Küçük taşları durgun suya atarken’.
Bir daha Prensi gören olmamış,
Denizin kızı zaten hiç ortaya çıkmamış.
‘Peşi sıra gitmiş Prens’ derler ‘denizkızının,
Hazarın dibinde güzel kızı ararmış’.
Bulmuşlar en sonunda birbirlerini,
Mutluymuşlar şu anda, kenetliymiş elleri.
Kral Aron önceleri kızgınmış ama,
O da onaylamış birlikteliklerini.
Düğün yapmışlar bir de Hazar’ın en dibinde.
Asırlarca konuşulmuş dünya denizlerinde.
Derler ki ‘Bu çifte tüm canlılar taparmış’
Sakin Hazar her yıldönümü ince bir çırpıntı yaparmış...


Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar