Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 171

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.222 Cevap: 1.997
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1701
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Dün gece sabaha karşı, odamın duvarı olduğunu bildiğim bir beyazlığa bakarken birdenbire onu gördüm.
Bir yerden geliyordu.
Sponsorlu Bağlantılar
Henüz gün ağarmamıştı. Geceden boyadığım sözler kurumamıştı.
Astığım çamaşırlar nemliydi ve gözlerim nemliydi. O yoktu.
Gitmişti.

Dağlar, denizler ağlıyordu.
Sesimi duymayan kalmadı. O duyamazdı. O çok uzaklara gitti.
Birdenbire o boş beyazlıkta, gündüzleri duvarım geceleri yalnızlığım olduğunu söyleyen beyazlığa bakarken onu gördüm.
İnce bir boynu vardı.
Çok yaşamış genç bir boyun. Kemikli zarif bir burun.
İnsanı andıran, kanatsız bir meleği, yeryüzüne düşmüş bir kadını andıran ince gövdesiyle çok yaşamış genç bir kadın.

En çok kaybolduğumuzda susarız.
Suskunluğunu buna veriyordum. Kesik kesik soluk alıyordu ve incinmişe kırılmışa benziyordu.
Bütün algılarımla onun bir melek olduğunu, ama asla içimizden herhangi birisi için gelmiş gönderilmiş bir melek olmadığını biliyordum.

Ve o meleğe ben ilk başta korkularımı verdim.
İçi acıyordu belli, bir melek gibi durmuyordu, ama hepsini kabul etti.
Kaygılarımı verdim. Nefretlerimi, hüzünlerimi, geçmişimdeki bütün kötü olayları…
Hepsini kabul etti. İtiraz etmedi.

Ve ben o meleğe her şeyi anlattım.
Ben anlatırken gözlerinde anlatmadığım şeylerin geçtiğini gördüm.
Söylemediğim şeyleri görüyordu ben konuşurken.
İçinde çırpındığı dikenli telleri görmezden gelerek anlatıyordum. Her yeri kanıyordu; ama o bir başkasının yarası için şifalı ot arayan bir merhemci gibi davranıyordu. Kanlar içindeydi ve başkalarının yaralarını sarıyordu.

Ve ben o meleğe sordum:
“Olmayan şeyleri neden ararız?”
- Olmadıklarını kabul edemeyiz.

Ve ben o meleğe sordum:
“Benim yanıma neden geldin?”
- Sen beni arıyordun.

Ve ben o meleğe dedim:
“Seni aramadım, çağırdım; çünkü O, çok uzaklara gitti. Ne yapacağım?”
- Aradığın benim. Hiç kimse uzaklara gitmedi.

Duraksadım bu sözler üzerine. Kendime bile tanıklık yapamam ben. Kaldı ki bir melekten ne yapacağımı öğreneceğim.
Herkese yardım taşıyordu. Bir ruhun içinden bütün bedenlere; bir bedensizliğin içinden bütün ruhlara, aynı anda, eşit ve adil.
Herkesin yarasını sarıyordu ve ben ona sitem ediyordum; neden ben değil amacın? Neden benimle, sadece benim yaralarımla ilgilenmiyorsun? Sen benim meleğimsin.

Herkesin yardımına koşuyordu. Özellikle istemeyenlerin ve görmeyenlerin. Körlere su veriyordu, yaşlılara umut ve yeni doğanlara nefes.
Hiçbir şey gözünden kaçmıyordu. Bir kelebeğin aksak uçuşu, suyun kaçak akışı, rüzgârın zoraki fısıldaması, gönüllülerin gönülsüz çalışması, okun ters topuğa saplanışı…
Hepsini “olmadan” önce görüyor ve düzeltiyordu.
Ve bunları yaparken ellerinde sadece bir taş parçası ve bir iki dal vardı. Ve biraz da defne yaprağı…
Onun bensiz yolculuğuna tanık oldukça cevap bulamadığım sorularımı unutuyor ve yeni sorular buluyordum: “Hayatı kim başlattı? Sonsuzluğu kim buldu? Dünyanın inşasını kim bitirdi? Savaşları kim kaybetti? İnsan neden öldü?”
Bu soruları sormak cevap bulamamaktan daha da yakıcıydı.
Beni görmediğini düşünmek bile istemiyordum.
Belli ki benim zamanım gelmemişti. Beklemeliydim.
Muhtaçken bile bir bilge mi olmam gerekiyordu?

Ve sonra O’nun o olduğunu anladım. Susarak. Uzaktan bakarak. Anlayarak.
Ona bakmak yeryüzünün bütün dağlarına götürüp getiriyordu beni. Çöllerine. Susuz vadilere, sel havzalarına, kasırgalara, toprağın bilinmediği ağır şehirlere.
Ona bir türlü bakmaktan başka bir türlü bakmaya geçerek arındım. Hiçbir şey yapmadı bana. Çağırmadım. Çağırmadan gelmedi.
Devamlı onu gözleyerek iyileşen ve umut vaat eden bir hasta gibiydim.
Tedavisi yarıda kalmış insanlığın gıpta ettiği. Açlık içindeki kıtalara günün birinde gideceğini bilerek, düşünmeyi unutmuş ve ahlakını kaybetmiş ülkelerde günün birinde olacağını görmezden gelerek baktım baktım ona.
Ve bütün hayatı ve geçmişi bir mektuba çeviren sözleri o sırada söyledim:
-Seni görmeyi öğrendim, senin gözlerinle toprağa ve yüzlere bakmayı… Ve seni istemeyi. Sen olmayan bir bedende bile seni bulmayı…

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1702
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yağmur Damlaları

Sponsorlu Bağlantılar
Yağmur çocuk ruhlu, sevimli ve sempatik genç bir kızdı. Gençliğinin en güzel yıllarıydı yaşadığı yıllar. Yirmi beş yaşında gerçekçi, mantıklı ve sevgi dolu yaşam tarzıyla çevresinde sevilen, haşarı bir çocuk gibiydi. Kızmak mümkün olmazdı, alınırdı bazen… Yağmur yüklü bir buluttu adeta ismi gibi. Dokunsalar boşalacak, yağacak, akıtacaktı içini. Duygusaldı. Aslında yaşadığı, acı veren hüzünleri vardı omzundaki küfesinde. Okumayı ve yazmayı seviyordu. Her yazı ile yeni bir pencere açılıyordu içinde. Uykusuzluğunun başlangıç noktasında imdata yetişiyordu tertemiz beyaz sayfalar. Hayatı her karesiyle yazmak ve paylaşmak istiyordu. Duygularına derman bulamayan düşünceleri kendini bulmak istiyordu dize ve satırlarda. Bir soğuk savaş misali direniyordu gece olunca. Bu direniş uyuyamamasına mı, uyutmayan düşüncelerine mi yoksa yüreğinin çırpındığı duygu selinden mi tartışmalı bir konuydu gece ile arasında. Bir çok soruya cevap ararken, her soruda yeni cevaplarla karşılaşıyordu. Sonra yeni cevaplar farklı sorular sorduruyordu Yağmur’a. Saatlerce yazacak güç buluyor ve azimle devam ediyordu yazmaya. Uyumak yerine aslında uyuyamadığı her gece, okuduğu her yazı ve şiirde kendini buluyordu. Dehlizin içinden hızla geçerek yükselmek gerçeğe ve orada boğulmaktan kurtulmak istiyordu. Anlam yüklemek gibi bir çabası yoktu yaşadığı anlamsız dakikalara. Zaten yazmasının sebebi de anlam aramak değildi. Yazmak ve yazdıkça yaşadığını hissetmek istiyordu. Halen düşünebilen beynini ve yazabilen parmaklarını boşta bırakmak istemiyordu.
Bulunduğu saat diliminde, dünya üzerinde savaş nedeniyle aç susuz kalan insanları düşündü. Hatta savaş olmadığı halde sefalet içinde sokakta yatan aç, korku içinde ölümün pençesinde mücadele veren sayısını bilmediği yüreklerin acısını hissetti kalbinde. Bunun yanında çocuk, genç, yaşlı demeden öldürmek için bomba yapanlar aklına geldi. Birkaç kişi biraraya gelmiş, yüzbinlerce hayatı sona erdirecek kararlar alıyor diyerek içini çekti. Neden bu hüzünlü karmaşa anlam veremiyordu. Mantığı, duyguları ve düşünceleri düşünmekten yorgun düşmüştü. Mantıklı bir cevap arıyordu ama bulamıyordu.
Yağmur düşüncelerine engel olamıyordu. ‘Minicik bebekler, ölümün pençesinde çaresiz hastalıklarla mücadele ediyor ve ben yazmakla yetiniyorum’ diye suçluluk hissetti. ‘Hastalıklarda bebek, genç ve yaşlı ayrımı da yok ya neyse…’ diyerek birçok hastalığı getirdi aklına. ‘Şeker, kalp, tansiyon, romatizma, böbrek, ciğer, obezite, felç, tiroid, kanser, tümör ve benzeri nice hastalıkla direniş içinde yaşamaya çalışıyoruz. İlle de yaşamak diyoruz ve yaşamak için herşeyi yapacağım diyerek başlıyor direnişimiz. İsmimi Yağmur koymuşlar... Keşke yağabilsem ve temizlesem içimdeki hüznü’ diye düşündü.
Yaşamak ya da en güzel haliyle insanca yaşamak. Hayatını seviyordu. Ailesini ve dostlarını da seviyordu. Yine de içinde buruk ve ağır sancılı hüzünlü bir ölüm senfonisi minik minik sesini yükseltiyordu. ‘Bir yanım ölüme gebe’ dedi yüksek sesle. Sonra irkildi. En yakın arkadaşı aklına geldi. Dert ortağı. ‘Şu an yanımda olsa Murat, döksem içimi ona, yağsam ve şu satırlar yerine birlikte ağlasak...’ demekle yetindi.
Sevilmek istiyordu ve yeniden doğmak. Bu sefer mutluluğa gebe kalmak ve insanca yaşamaktı düşlediği. Acı veriyordu yaşanmış bitmiş, yarım kalmış tüm mutlulukları. Tanımı yapılmamış, anlatmak isteyip anlatılması güç olan, her kelimenin yetersiz kaldığı o anı yaşıyordu. ‘Saat kaç oldu?..’ diye düşündü. Aklında ertesi gün yapması gereken işler vardı. Aynasının önünde duran saatine bakmak için masasının başından kalktı. O saat onun için başka anlamlar içeriyordu. Özel ve anlamlı doğum günü hediyesiydi. İki yıl önceki doğum gününde sevdiği dört arkadaşının birlikte hediye ettikleri saatini eline aldı ve ‘saat iki’ dedi. Bir saattir kalemi elinde sayfalarla sevişiyordu. Daha yazmak istediklerinin binde birine varamadığını düşündü. ‘Hep, zaman benim önümde’ diye hayıflandı. Ne yaşadıklarında ne yazdıklarında derman bulamamıştı zaman dilimlerine. Yarışmak gibi bir iddiası olmamasına rağmen neden zaman bu kadar gaddardı kendisine?.. ‘Biliyorum. Gülüyorsun şu an...’ dedi karşısında Murat var gibi. ‘Sana değil ki herkese aynı diyorsun bana. Haklısın yaşayan tüm canlılar için doğum anından itibaren geriye sayım başlıyor. Hadi diye kovalıyor bizi zaman. “Ölüme çeyrek kaldı, yap yapmak isteyip de yapamadıklarını.” Kulağa hoş bir şans gibi görünüyor. Şikayet edecek değilim’ yazdı önünde duran boş sayfaya Murat’a cevap yazar gibi. ‘Şükürler olsun ki sunmuş bu şansı’ diye cevapladı yine, tasdikledi iddiasını. Yağmur’un tarzıydı bu şekilde davranmak. Ne yaparsa yapsın hatasıyla günahını da iyi bilirdi. Gözardı etmezdi kendisini eleştirmeyi. Kendisini tanıyordu. ‘İyi ki de vermişsin bu şansı. Hastalık niye, savaş niye, sevgisizlik niye?..’ diye isyan etti bir an boşta bulunarak. ‘Verdiğin zaman diliminde bazı şeyler benim elimde olsaydı...’ diyerek yaşadığı acı hatıraları düşündü. ‘Her şey güzel de niye bu şans dönüyor işkenceye?..’ diyerek içini hüznün derin sularına bıraktı.
Merak ediyordu mutluluk neredeydi. ‘Biliyorum mutlu olmak için başka birisine ihtiyacın yok diyorsun, sen kendi kendine yetersin’ diyerek yine Murat ile dertleşmeye başladı. Murat ile tartışsa bile onun yeri bambaşkaydı hayatında.
An gelir kardeşinden yakın olurdu Yağmur’a. Murat Yağmur’un mutluluğunda ve en acı günlerinde yanında olmuştu. Yağmur yine Murat’ın söyleyeceğini tahmin ettiği cümlelere cevaplar üretiyordu kendince. ‘Hadi yettim ve mutluluğu yaşıyorum diyelim kumdan kalemde, yeryüzünde ben tek değilim ki, ille de birisi çıkar mutluluğuma mutsuzluk tohumu ekmeye’ diyerek yine iddiasının haklılığını kanıtlamaya uğraşıyordu. Sınırı yok ki yaşanılanların. Ne kadar sevgi dolu olursan ol, ne kadar iyi niyetli olursan ol yine de elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışsan da bir an gelir ki engel olamadığın acı ve hüzün kalbindeki diğer duyguların yerine çöreklenir minicik yüreğine.
Yılanlar için kullanılır çöreklenmek kelimesi. Kıvrım kıvrım tüm soğukluğuyla yusyuvarlak çörekleniverir gizliden gizliye. Yağmur o an içinde yaşam sevincinin yerine koskocaman bir boşlukta çöreklenmiş bir yılanla direnişte olduğunu düşündü. ‘Biliyorum...’ dedi kararlı bir ses tonuyla. ‘Yazacağım ve atacağım onu içimden. O gitmeğe mecbur kaldığında, ben de yazıhanemin başından kalkıp yatağıma yöneleceğim. Uzanıp başımı yastığa koyduğumda şükredeceğim Tanrı’ya. Huzur ve mutluluk içinde sabaha karşı yeni doğan güneşle yeni umutlarım olacak. Yenik düşmeyeceğim zamana!’ diyerek yeni bir perde araladı Yağmur, tertemiz sayfalarda. Hayal dünyasının sınırlarını zorlamıyordu. Geceyarısı iki buçukta uyuyamayıp düşünceleriye dans eden genç bir kızın o saatlerde ne yaptığının canlı örneğiydi. Saçma ya da anlamsız ama Yağmur’u yansıtıyordu. Deli ya da akıllı olduğunun tartışma konusu olabileceği bir saat diliminde olmadığını düşündü. Açıkçası mantığı ile de çelişiyordu yaptıklarını düşününce. ‘Aklı başında, mantıklı bir insan bu saatte neden yazar ki?..’ diye düşünmeden edemedi. Neyse ki bunlar düşünmek istediği konular arasında öncelikli değildi. ‘Boşuna zihin bulandırmayayım’ diyerek yazmaya devam etti. ‘İçimde anlatamadığım, düşüncelerimden parmaklarımın ucuna doğru süzülen ve yazmanın dahi acı verdiği anılarım var.’
Yağmur iyice duygusallaşmıştı ve kendi dışında başka insanların da neler yaşamış olabileceklerini düşündü. ‘En basit şekliyle, hayal kırıklığı ile son bulan, sevip değer verdiğimiz insanlardan ayrıldığımız anlar’ diyerek içini çekti gözlerini tavana dikerek. Ne zaman düşünmek istemese ve aklı karmakarışık olsa gözlerini odasının tavanına diker ve birkaç dakika öylece bakardı. ‘Şimdi bunca kelimeden sonra sen buna mı takıldın diye düşünme!’ diyerek çıkıştı yine Murat’a. ‘Durup niye ayrıldım, neden olmadı polemiğine girmeyeceğim. Gücüm de yok zaten!’ cevabını da verdi o arada. ‘...Olmadı bitti. Hani en basit şekliyle üç cümle ile kapatabilirim bu konuyu. Mantığıma göre değmeyen insanlardan bahsetmenin ne yeri ne de zamanı!’ diyerek hayıflandı. Yağmur yine de ‘bu yürek nedense incinmiş’ demekten de kendisini alamadı. Nedenlerini biliyordu aslında da tekrar duymaya ve yazmaya tahammülü yoktu. O nedenle alelacele geçiştireceği bu konuya: ‘uzatmaya niyetim yok, sabrım hiç yok!’ diyerek noktayı koyuverdi. Aradan daha birkaç dakika geçmeden ‘sen kendi kendini kandıramazsın Yağmur!..’ diyerek içinden geçen asıl hissi ‘Acı çekiyorum!..’ diye haykırdı. Yağmur kendi kendisiyle konuşmayı, çözümler üretmeyi seven bir kişilik. ‘Direnişim yine başladı’ diyerek... Yağmur az sonra yağmaya başlayacaktı. Bu düşünceler dakikalar sonra gerçekleşecek duygu patlamasının çığlıklarıydı. Tüm gün boyunca benliğine hükmediyor yaşamak mutlu, huzurlu olmak için yoluna en iyi düşüncelerle devam ediyordu ve “gece” olunca işte o geceler var ya çok soğuk geçiyordu. Üzüntüsü de aslında ayrıldı diye değildi. Kimden ayrıldığımın da önemi kalmamıştı yaşamında. Tüm bu yaşanılanlar umutlarını ve hayallerini söndürüyor bu nedenle üzülüyordu. İçindeki tertemiz duyguların körelmesinden korkuyor ve endişe ediyordu. Yaşadığı hayal kırıklıklarının kalbinde derin kapatılmaz yaralar açmasından endişe ediyordu.
İnandığı ve savunduğu değerler yara almıştı birer birer. Sevgiye olan inancı, insanlara olan güveni sarsılmıştı. Yüzüne baktığında çizgiler belli oluyordu. Gözleri bile bir başka bakıyordu. Ya gönül gözü nasıl bakıyordu hayata?.. Gerçi bu sorunun cevabı da açıktı. Saat üçe geliyordu ve Yağmur tüm güzel ve iyi duygular adına insanca yaşamak ve kalbindekileri görebilmek umuduyla mücadele ediyordu zamanla. Aslında o kalp hiç de eskisi gibi değildi. Gerçek, Yağmur’un kalbinin paramparça oluşuydu. Bu nedenle yazmıyor muydu zaten gecenin üçünde? Çünkü o doğarken verilen ufak şans vardı ya “hadi ne yapacaksan yap öleceksin” çağrısı... İşte geri kalmak istemediğinden ‘acı çekmeyi bırak, umutlu ol içindeki acıyı atacağız’ diyordu kendi kendisine. Bu nedenle de ne var ne yok yazıyordu. Adeta kendi kendisiyle yüzleşiyordu. ‘Sanırım gerçekten aklım başımda değil’ diyerek ‘saçmalamaya başladım’ yazdı.
‘Hangi noktada başladım ve hangi noktadayım?.. Yorgunum ben!..’ diye yüksek sesle bağırdı. Birkaç saniye içerisinde kendini topladı ve yüksek ses nedeniyle ailesinin uyanmamış olması için dua etti. Kendisini yenik düşmüş hissediyordu. Son üç yıldır sevmek ve sevilmek adına yorgun düşmüştü.
Seçimini yapıp sevdiği insanla umutla yürümeye başladığı bir yolda ya yolun başında ya ortasında ya da ne farkeder ki yarıyolda kalmıştı hep. Oysa Yağmur ona verilen o kısacık zaman vardı ya... O zaman diliminde; annesinin babasını, babasının da annesini sevdiği gibi sevilmek, huzurlu ve mutlu bir yuva kurmak, kendi canından hayata can vermek istiyordu.
Kimse ona sormadı aldatırken! Kimse ona sormadı terk ederken! Kimse ona sormadı değer vermezken!
Her hayatına giren kendi bildiğini yaptı... Sevdiler kendilerine göre ama kimsesi dönüp bakmadı Yağmur’un yüzüne. Seçim hakkı hiç olmadı. Yapıp ettikten sonra günah çıkarır gibi “seni seviyorum” asılı kaldı havada. Son kararı bekledi hepsi. Oysa onlar seçimlerini yaptıktan sonra zaten Yağmur’un seçim hakkı yoktu ayrılıktan başka. Yağmur onurlu, namuslu ve gururlu genç bir kızdı. Söz tutulacaksa verilebilirdi onun kitabında. Doğarken ‘bir ismim var benimle olan, ölürken de sadece o gidecek yanımda!..’ diyebildi. ‘Ne var ki ondan başka?’ diye de düşündü. Onurlu yaşayamadıktan sonra ne anlamı vardı sevmesinin ya da sevilmesinin. Boyun mu eğmeliydi tüm yaşadıklarına? Aldatılıp, yalvarmalı yürümeli miydi o yolu? İnadına, terk edenin peşine mi düşmeliydi yoksa ona değer vermeyen bir adamın kucağına mı atmalıydı kendisini?..
Hayır, hayır!..
‘Bu, huzur ve mutluluk yolu değil ki?!.’ diyerek isyan etti. ‘Mutluluğun yolu bu mu yoksa?..’ düşüncesiyle dehşete kapıldı. ‘Olamaz, olmamalı!..’ dedi. ‘Seven insan aldatır mı, dokunur mu başka ellere?.. Terk eder mi durduk yere anlamsız nedenlerle?.. Seviyorum derken üzer mi bile bile.? Sevmek de göreceli oldu ya ben ne diyeyim artık?!.’ diyerek sakinleşmeye çalıştı.
Yağmur’un geleceğe dair umutları ve hayalleri vardı. Yağmur, huzurlu ve mutlu günlerinin kalıcı olmasını istiyordu. Yüreği bir yüreğe değer verip sevmişken, sevilmek ve değer görmek hissini yaşayabilmek onun da hakkıydı. Yağmur bir insanın güvenini sarsmak kadar adi bir davranışın aklına gelmediğini düşündü. Neden niçin sorularını sormak ve tekrar başa dönmek arzusunda değildi. Sadece insanca yaşamak ve insanın kendi kendini kandırmaması neden zor, anlayamıyordu... Dürüst olmak, sevmek, değer vermek, içten; tüm benliğiyle sevdiğini kendinden görmek bu kadar zor muydu? ‘Ben neden yapabiliyorum o zaman ve karşımdaki yapamıyor?’ diye düşünüp durdu yağmur yürekli Yağmur kızımız.
Bilemiyorum.
Yağmur’un o kadar çok sorusu ve asılı kalmış cevapları var ki?!. Kendinin bulduğu cevaplar dahi bir noktadan sonra anlam ifade etmiyor nedense. Son üç yılda her giden “seni seviyorum”, “Senin gibi birisini tanımadım” gibi cümleler söylüyordu kıza. Ama davranışlara baktığında, bu cümleler bir anlam ifade etmiyordu Yağmur için ve havada asılı kalıyordu. “Neden herkes her şeyi basit yaşamak istiyor?..” sorusuna cevap bulmak istedi. Huyuydu... Zaten hem sorar, hem yanıt arar hem de bulduğu cevaplara Murat’ın gerçekçiliğini katardı.
‘Seviyorum demek bu kadar kolay mı?’ diye düşündü. ‘Birkaç kelime ile mi sevgi oluyor sanıyor bu insanlar?’ dedi hırçın bir çocuk edasıyla. ‘Neden ben o sevgiyi davranışlarında hissedemiyorum ve bana kendimi değersiz hissettiriyorlar yaptıklarıyla, neden ben bir an geliyor ve sevilmediğimi düpedüz görüyorum?..’ sorularıyla buruk bir hüzün sardı odasını.
‘Ne yazmalıyım satırlara?’ diye düşündü. Hayata dair anlam veremediği, cevap bulamadığı binlerce sorusu vardı. Neden insanoğlu kendi kendisini kandırıyordu? Oysa onun küçücük bir dünyası vardı ama koskocaman yüreğiyle sevgidoluydu her davranışı, sözü ve tüm benliği... Kalpten gelen sevgisine denk sevenini bulmak istemişti de bulamamıştı. Güvenip elini kime uzatsa sadece kolu değil tüm benliği ateş gibi yanmıştı. “Öyle biri var mı?” sorusunun cevabını da bilmiyordu. ‘Mutlaka vardır…’ diye düşündü, sorusuyla peşi sıra... Takdir edilecek insanca güzel huyları olmasına rağmen, kendisini övmeyi sevmezdi. ‘Sanki ben mükemmelim, herşey tam da bana layıkı yok!!!’ diyerek kendini eleştirmeyi seçti. Olay bu değildi aslında. Kendisi de mükemmel olmadığını biliyordu. Sadece istediği, davranışları ve sözleri tutarlı birisiydi. Sevgisine sahip çıkıp mertçe, adam gibi karşısında durabilecek hayat arkadaşını istiyordu yanında. Neden yolun bir noktasında tutarsız, dengesiz, sevdiği insana yakışmayan davranış ve sözlerle yüzyüze geliyordu ki?..
Nedense Yağmur son üç yıldır her seferinde “pes” demişti, hatta arkadaşı Murat, ‘çıkar birisi karşına bu fikrin değişir...’ demişti de ‘sanmam...’ diyerek çıkışmıştı tüm bilmişliğiyle Yağmur kızımız. ‘Bana göre değil sevmek...’ demişti Murat’a ve inatla mutlu olabilmek adına şu anki noktada.
Saat dört.
‘Değer miydi?..’ tartışmasına girmeyeceğini yazıyor Yağmur bembeyaz sayfalara. ‘Pişman değilim. Yaşanması gerekiyordu, yaşandı ve bitti. Tanrı’ya şükürler olsun ki daha çok yıllar geçmeden bu zaman dilimi içinde gerçeklerle yüzleştim. Acı verse de hayal kırıklığı; mutsuz olacağımı bile bile yolu yürümemek, Tanrı’nın verdiği bir işaret sanki bana: Şükürler olsun...” diyerek savunmasını da yapmadan cümleyi sonlandırmıyor Yağmur’ umuz.
Yağmur yürekli kızım benim.
Uslanmaz sevda kurşunum.
Bunca kelime kalabalığından sonra Yağmur’un mantık ve ruhu aynı dengeye geldi sayılır. İçinde yayılan huzuru hissedebiliyor. Benliğindeki sessiz fırtınaların yerini hafif bir esintinin almış olduğu andaki dinginliği yaşıyor. Yüzünde hafif bir tebessüm var. ‘Sabaha az kaldı. Yeni bir gün seni bekliyor’ diyor. ‘Yaşıyorum. Nefes alıyorum. Sırtımdaki ağrı da geceden kalma bana. Yazmaya başladığımdan bu yana ilk kez esnedim. Acaba bu, uykum geldi mi demek?.. İnşallah öyledir. Gözümü kapayıp saniyeler içinde uyumak istiyorum.’diyor Yağmur. Her zaman, uykum yok dediğinde Murat’ın cümlesi aklına geliyor. “Sen asla uykun gelse de kabul etmedin ki !!!” Yüzünde hafif bir tebessüm Yağmur’ un. ‘Ben de robot değilim. Uykumun geldiği anlar da vardır ama o an şu an değil Murat...’ diye yine cevabını anında veriyor.
Yağmur uyandığında herşey farklı olacak... Yazsa da aslında herşeyin yine aynı olacağını biliyor ve kendi kendisini kandırmıyor. Herşey aynı olacak ama Yağmur’un bakış açısı farklı olacak. Aynaya gülümseyerek bakacak. Aynanın karşısında durduğunda ve gözbebeklerine baktığında canlı bir ruh görecek. Kırık dökük ya da ezik iki tane siyah zeytin görmek istemiyor ki çakıstes gibi, paramparça olmamalı. Kendini tanıyabilmeli. ‘Bu kim?’ demeden bakabilmek kendine.
Ruhunun en derininden, parmaklarının ucunda gidip gelen kelimeler durmak istemiyor. Düşüncelerinin her zerresini yazabilmek, Yağmur’u rahatlatıyor. Bir gün gelecek, acı veren tüm hatıralar mazi olacak hayatında. Şu an olduğu gibi gülümseyecek yaşama. Herşeye rağmen nefes alıp verdiğine, yaşadığına ve daha zamanının olduğuna şükredecek. Henüz o şans bitmedi. ‘Bir gün değil O gün bugündür! Öyle değil mi? Hadi gülümse...’ diyor Yağmur bize. ‘Daha zamanımız var. Kötümser olmaya gerek yok. Bu dünya sabrımızı deniyor. Biz insan kalmaya ve “iyi” olmaya devam edeceğiz. Herşeye rağmen acı verse de yaşanılanlar, ben insanlığımı kaybetmeyeceğim. Herşey bizim için değil mi? Mutluluk ve hüzün de. Pes etmeye niyetim yok!..’ diyerek umutla geleceğine yön vermeye devam ediyor.
Sabah yeni doğacak olan güneş yeni umutlar için bir şans. Yağmur, güneşi göremeyecek olsa da orada olduğunu ve doğacağını biliyor. Başlangıçta neredeydi bilemiyor olmasına rağmen tüm benliği ile minicik yüreğindeki çığılıkları tertemiz sayfalara nakış gibi işledikten sonra nerede olduğunu ve ne yapması gerektiğini biliyor duruma geldi. Yağmur yazdıkça, içini akıttıkça sayfalara yorgun düştü. Lambasını söndürdü, yatağına uzandı ve gözlerini kapadı. Tüm insanlık adına barış, sağlık, huzur, mutluluk ve sevgi için dua etti. Sonrası Allah’ın takdiri diyerek de veda etti.
iyi geceler ve tatlı rüyalar, Allah rahatlık versin hepinize...

Saat 05:20 ve uyku saati...

Yağmur Damlaları...



nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1703
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
PAPATYA

Koskoca bir bahçede
Demetler içinde bir papatya.
Aşık olmuş, yanmış, tutuşmuş
Ak sakallı bahçıvana...
Bir ümit bekliyormuş.
Yüzlerce çiçeğin arasından
Onunla, sadece onunla
Saatlerce ilgilenmesini.
Buz gibi suyunu
Sadece ona döksün istiyormuş...
Sadece ona değsin makası,
Sadece ona gülsün dudakları.
Kıskanıyormuş bahçıvanı
Kırmızı güllerden,
Sarı lalelerden,
Mor menekşelerden.
Papatya, sadece bahçıvan için açıyormuş,
Bembeyaz yapraklarını...

Bir gün,
Aşkı öyle büyümüş ki,
Papatya yapraklarını taşıyamaz olmuş.
Eğilivermiş boynu.
Toprağa bakıyormuş artık.
Bahçıvanın sadece sesini duyuyormuş
Ayaklarını görüyormuş.
Bunada sükür diyormus.
Yetiyormuş ona, bahçıvanın varlığını hissetmek.
Zaman akıp gidiyormuş.
Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş.
Ne var sanki boynumu kaldırsa
Bi kerecik daha görsem yüzünü diyormuş.
Yanıp tutuşuyormuş...

Ve işte bir gün..
Bahçıvan papatyaya doğru yaklaşmış.
İncecik bedenini ellerinin arasına almış.
Elindeki sopayı, köklerinin yanına, toprağa sokmuş
Bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya.
Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı.
Hâlâ göremiyormuş onu,
Ama bedeni kurtulmuş.
Uzun bir müddet sonra,
Bahçıvan uğramaz olmuş bahçeye.
Gelen giden yokmuş...

Kahrından ölecekmiş papatya.
Ama işte bir sabah,
Hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış.
Derin bir oh çekmiş.
Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş.
Birden, kendisine doğru gelen iki ayak görmüş.
Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş.
Başka birisiymiş.
Adamın elinde bir de makas varmış.
Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru
Ne güzel açmışsın sen öyle demiş.
Bu gencecik, yakışıklı bir delikanlıymış.
Gözleri gök mavisi, saçları güneş sarısıymış...
Ama gövden seni taşımıyor demiş.
Elindeki makası papatyanın boynuna doğru uzatmış
Ve bir hamlede başını gövdesinden ayırmış.

Papatya yere düşerken hatırlamış sevdiğini,
O ak saçlı, ak sakallı, yaşlımı yaşlı bahçıvanı hatırlamış.
Bir de o gencecik, yakışıklı delikanlıyı düşünmüş,
Ve o an anlamış, neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini.
O, her şeye rağmen, papatyaya emek vermiş.
Belki, ona hiç bir zaman güzel olduğunu söylememiş,
Ama onu asluında hep sevmiş.
Papatya anlamış artık.
Sevgi; emek istermiş...
Yere düştüğünde son bir kez düşünmüş sevdiğini,
Teşekkür etmiş ona içinden..
Son yaprağı da kuruduğunda,
Biliyormuş artık...
Gerçek sevginin, söylemeden,
Yaşamadan ve asla kavuşmadan
Varolabileceğini...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1704
arwen - avatarı
Ziyaretçi
yoksa daha bir sitemlimi başlasaydım mektubuma bilemiyorum.ama sana sana sitem etmeyede kıyamamki.sana u kadar ihtiyacım olduğu anda nerdesin kiminlesin bilmiyorum.yoruldum artık inan bazı şeyler okadar ağırıma gidiyorki çekip gitmek istiyorum buralardan.ama bir türlü o cesareti kendimde bulamıyorum.gerçi gitsem bile nereye gideceğimki.bazen düşünüyorum yatılı bir işyeri bulup orada kalıp ayda bir kere eve uğrayayım ama bunun kaçmaktan başka birşey olmadığının farkındayım.ve bütün yükü kardeşimin üzerine yıkamam.ben alıştım hergün kan kusmaya her an parçalanmaya bu duyguları kardeşime yaşatamam.bunca sorunları bunca dertleri kardeşimin üzerine yıkamam ve yıkmayacağımda.

okadar yalnız hissediyorumki kendimi köşeye sıkışıp kalmışımhani bir ışık bir uzanan el bir yol bulabilsem hemen çıkacağım bu karanlıktan.ama bir türlü o ışığı o yardım elini göremiyorum.her şeyimi paylaştığım kardeşimle bile artık konuşamıyorum. bir türlü derdimi dökemiyorum.şu an sana okadar ihtiyacım varki ama sende yoksun.ve kendimi hayatımda ilkkez bu kadar çaresiz ve yorgun hissediyorum.bedenim hep üşüyor her yanım titriyor.artık gülüşlerim yok yüzümde.sen bilirsin kapalı alanlarda ve başkasının evinde kalamam.artık kendi evimdede kalamıyorum ve kendimi hemen sokağa atıyorum.okadar kasvetliokadar ağırlık hakimki evde bilemezsin.babamla annemin boşanma eşiğine gelmesi,birbirleriyle artık hiç konuşmaması,annemin geçirdiği sinir krizleri,intihar etmesi,acaba bir daha edermi endişesi her yanımı kemiriyor.

sence hangisi daha kötü?annemle yalnızken annemin babamı kötülemesimi yoksa babamla yalnızken babamın annemi kötülemesimi.sence hangisi daha zor ha unutmadan bir seçenek daha var bu kötülemelerin yalnızca bana konuşulmasıisana diyorum ya çok yalnızım vede çok çaresiz.ve nereye kadar böyle sürecek bilmiyorum.ve daha ne kadar dayana bileceğimi bilemiyorum.artık herşey kırılma ve patlama noktasındayım.ama kime patlayacağım bilemiyorum.babamamı annememi yoksa kardeşimemi ama yok kardeşime dayanamam o olamaz belkide kendime patlayacağım.

sıcak bir dokunuşunna ne kadar hasretim bilemezsingerçi br dokunsan yine zararlı çıkacaksın.bir dokunsan bir neyin var diye sorsan herhalde sabaha kadar susmam çocukluğumdan başlar geleceğime kadarher şeyimi anlatırım.kimini en sade haliyle kimini biraz abartarak kafanı şişirirdimve ozaman sen beni yine terkederdin.çünkü o tanıdığın o eski ben değilim.ben değiştim ve her yanım hüzünle yoğuruldu.benim bir geleceğim yok zaten...

şu an annem yok zaten yine izmire gitti.gerçi bir kaç güne kadar gelecek ama yinede bu gidip gelmelerinden sıkıldım.artık kimseye birşey anlatamıyorum ve ben mutlu bir aile tablosu çizmekten yoruldum.annmin izmire gitmesini sağlayan benim ama bundanda en çok rahatsızlık duyanda benim her ne kadar babamla kardeşime çaktırmasamda.şu an evde pek surat asan yok ama annem gelince yine aynı durumlar başlayacak ve ben yine ikili saldırılara maruz kalacağım.ben alıştım zaten yıllardır mutsuz olmaya senin gidişinden bu yana hiç bir işim rastgitmedi.hep bir şeyler çıktı önüme hep bir mutsuzluk hep bir uğursuzluk ve hep bir sensizlik çıktı önüme.sen görebileceğim kadar yakınken dokunasmadığım kadar uzak olmanın beni nasıl yiyip bitirdiğini bilemezsin.çünkü sen odanın camına yansıyan gölgemi hiç bir zaman seyretmedin ve benim senin gölgeni bile görmemin beni ne kadar heyacanlandırdığını bilmedin.

görüyorsun işte hayalin bile beni nasıl konuşturuyor birde bunun gerçek olduğunu düşünsene her halde kendim kaybederdim.neyse bir tanem seni daha fazla dertlerimle sıkmayayım.zaten birazdan kardeşim gelecek kendimi toparlamam lazım ben sana sonra yine yazarım seni seviyorum kendine iyi bak
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1705
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BAZEN...


Bazen, habersiz ve duyurulamadan yapılır kutlamalar… Araya görüşememenin ayak izleri düşer… Son dem ile ilk dem-in bir tesadüf sonucu başlayan arkadaşlığı sona erer… İlk dem-in yaşama ilk merhaba deyişinin kutlama günü yaklaşmıştır güz mevsiminde… Güz mevsiminin sarı renkli Ekim – inde… - Son dem - arkadaşını özler… O’nu kutlamak ister… Ne yapmalıdır… Nasıl yapmalıdır… Okunmayacak bir şiir yazar… Geçen yıl kutlamasında; göz kırpması için eğittiği yıldıza gönderir şiirini, dönüşü olmadığını bile bile yola çıkarttığı bir kuş ile… - Kendine iyi bak - temennisinde bulunur… İyi bakıldığını bilmektedir zaten… İyi bak… - Düşüncelerimdesin her zaman - demenin en saf ifadesidir… Bu senede eğittiği ( eğittiğini sandığı ) yıldızdadır tüm umudu… Gün gelir, gönderilir şiir ve bir ilk yaşanır gökyüzünde… Yıldız tutulması… Tüm yıldızlar karanlığa tutsak olurlar o gece… Işıldayamazlar… Göz kırpamazlar… Şiir okunmamıştır.. Okunamamıştır… Sağlık olsun der gönderen… Okuma, olsun, hiç önemli değil… Okusan da, okuyamasan da; benim arkadaşımsın ve arkadaşım olarak da kalacaksın der… Gün gelir güneş doğar… Bir bakarsın, karanlığa tutsak olan yıldız; gün ortasında da parıldar... Unutma her günün, bir öncekinden daha güzel olacak… İyi misin küçük dost, Sen kendine iyi bak…
En anlamlı kutlamalar, bir gün öncesinden yapılanlardır…

KENDİNE İYİ BAK…

Bir daha
Kaç yaşında görebileceğim seni
Ömrüm yeter mi?...

Hani dost, arkadaş idik
Ben karanlığa yenik düşen gün
Sen can yoldaşım, güneşim olacaktın
Beraber büyüyecektik
Yedi tepeli şehirde zorluklarına inat
Ayrı düştük değil mi?
Yine de hala arkadaşız değil mi?...

Seninle tanıdığımda balık olmak istemiştim
Ya da kuş
Çelebi-nin Seyahatnamesi-ni yaşamak
Ölesiye
Sol kanadım kırık
Koptu solungaç
Küçük dostum sana
Ulaşamamak üzüyor beni
Senden uzakta
Akvaryumda verirken son nefesimi…

Hayallerimin kurgusu hazırdı beynimde
Oyunlar oynayacaktık
Parklarda, bahçede, kapı önünde
Çelik çomağı
Misket oynamayı öğretecektim sana
Sen de bana –beybleyt-i
Merak etme hep sen yenecektin
Hani, güreş tuttuğumuzda hep yendiğin gibi…

Oysa
Ağlamayı öğrendin benden hep
Soran bakışlarınla bakarken de güldün
Ben, senden gülmeyi öğrenemedim…

Yine gülüyor gözlerin biliyorum
Siyah-ın gülüşü ne güzel olur
Erkekçe, mertçe
Hissediyorum…

Saçlarımı aklar kaplar
Senin bıyıkların terler
Gün olur devran döner
Eski dostlar bir araya gelirler
Sahi
Seninle görüşemeden ölürsem
Gelir misin mezarıma kimse bilmeden?...

Olmaz değil mi? biliyorum
Sen üzmek istemezsin sevdiklerini
O zaman haber verirsin
Arkadaşıma gidiyorum dersin
Akşam erken dönersin
İsmimi verme
Haber ver
Yoksa merak ederler…

Okul nasıl, okul?
Derslerin mutlaka iyi olmalı
Eğitim şart bu memlekette
İşsizlikle kavganın başlaması
Okul sonrası…

Sıkışırsan ve istersen bana gel
Matematik çalışırız, aram iyidir
Desem de gelemezsin değil mi?
Biliyorum
Gelemezsin
Fakat sen mutlaka başarırsın
Sen benim
En sevdiğim üçlü-den cansın
Kusura bakma küçük arkadaşım
Tüm gevezeliğim kutlama için
O mutlu günün için dileğim
Gün batımına kadar
ve sonraki gün
Daha sonraki gün
Sonsuza değin
Yaprakların hep yeşil kalsın
Hiç mi hiç solmasın, dökülmesin…

Ertesi ve sonraki her sabah
Erken doğsun güneş
Sadece sana, bahtına gülümsesin
Okur musun yazımı sanmam
Olsun, ben yine de yazarım
Kızmam…

Perçemi alnına düşen simsiyah saç
Bir çift siyah inci
Soran bakışlarla bakan gözlerin
Kuytu, sakin bir köşesi yüreğimin
Seni orada saklarım
Kuşaklar farklı olsun
En gel değil ki arkadaşlığa
Anılarımdasın küçük dost
Doğum günün kutlu olsun…

Bu ara
Geçen sene eğittiğim
Seni tarif ettiğim
Gökyüzündeki o yıldızdan
Selam alıyor musun hala
Anı-ların
Yanışlarıma serinlik
Üşümelerime sıcak
Ben buralardayım arkadaşım
Sen kendine iyi bak
Üşütmesinler seni…


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1706
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
HAYIR VARDIR

Bir zamanlar Afrika da ki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına
gelsin ister başkasının,ister iyi olsun ister kötü,her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: "Bunda da bir hayır var!"
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi: "Bunda da bir hayır var!"
Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
"Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu? "Ve sonra
da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine
götürdüler. Ellerini,ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler. Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir, bir anlattı.
"Haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış.
İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi." "Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı. "Bunda da bir hayır var."
"Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral. "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir." "Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum,değil mi? Ve sonrasını düşünsene? "
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1707
arwen - avatarı
Ziyaretçi
1930' larda bir Polonya kasabası olan Prochnik'in saygın baş hahamı Samuel Shapira, kırlık bölgede insanı dinç tutan yürüyüşlere çıkmayı adet edinmişti.

Sıcak, sevgi dolu ve merhametli kişiliğiyle tanınan haham yürürken karşılaştığı Yahudi olsun, olmasın herkese selam vermeye dikkat ederdi.

Günlük yürüyüşlerinde sürekli karşılaştığı insanlardan biri de, çiftliği kasabanın dışında olan Bay Mueller adında bir köylüydü. Haham Shapira, tarlasında harıl harıl çalışan çiftçinin yanından her sabah geçerdi.

Haham başıyla selam verir ve güçlü bir sesle " Günaydın Bay Mueller, " derdi.

Haham sabah yürüyüşlerine başlama kararı alıp da Bay Mueller'i ilk kez bu şekilde selamladığında, çiftçi soğuk bir bakışla arkasını dönmüştü. Bu köyde, Yahudiler ve Yahudi olmayanlar arasındaki ilişkiler iyi değildi; dostluklarsa çok nadirdi. Fakat haham yılmadı. Günlerce Bay Mueller'i içten bir merhabayla selamladı. En sonunda çiftçi hahamın
içtenliğine inanmış, onun selamlarına şapkasını eğip gülümseyerek cevap vermeye başlamıştı.

Bu olay yıllarca sürüp gitti. Her sabah haham Shapira, "Günaydın Bay Mueller!" diye sesleniyor ve Bay Mueller şapkasını eğip , "Günaydin Bay Haham!" diyerek karşılık veriyordu, ta ki Naziler gelene kadar.

Haham Shapira ve ailesi, köydeki diğer tüm Yahudilerle birlikte toplama kampına götürüldüler. Shapira sürekli, bir toplama kampından diğerine sürülüyordu. En sonunda, onun son durağı olacak olan Auschwitz'e getirildi.

Trende inip yere ayak bastığında, seçmelerin yapıldığı sıraya girmesi emredildi. Sıranın arkasında beklerken, uzakta kamp komutanının sopasıyla sağı solu işaret ettiğini gördü. Sola işaret ölüm anlamına geliyordu; sağ ise vakit kazandırıyor, hatta kurtuluş anlamına geliyordu.

Kalbi hızla çarpıyordu. Sıra ilerledikçe komutana daha da yaklaşıyordu.

Sıra ona gelmekteydi. Karar ne olacaktı; sağ mı, sol mu?

Keyfi kararıyla onu alevlere atacak olan seçmeden sorumlu adamın yanına varmasına bir kişi kalmıştı. Bu nasıl bir adamdı? Binlerce insanı bir günde kolayca ölüme gönderebilen bu adam nasıl biriydi?

Korkmasına rağmen sıra ona geldiğinde cesur bir şekilde komutanın yüzüne baktı.

O anda ikisinin de bakışları birbirine kenetlendi.

Haham Shapira komutana doğru yaklaştı ve yavaşça "Günaydın Bay Mueller!" dedi. Bay Muellerin soğuk ve hiçbir hissin okunmadığı gözleri bir an için seğirdi. O da alçak sesle , "Günaydın bay Haham! " diye cevap verdi.

Daha sonra sopasıyla işaret edip, güç bela fark edilen bir bas selamıyla bağırdı:

"Sağa "

Yaşama... !

Basit bir " merhaba " nın hayat kurtarabileceğini kim düşünür?

Bazı küçük - ya da bize göre basit ve küçük olan davranışlar büyük sonuçlar doğurabilir.

Haham, kurtuluşunun tohumlarını, başkalarının önemsiz bir köylü dediği adama yıllarca neşeyle selam vererek atmış oldu. Bir gün kaderini bu çiftçinin belirleyeceğini düşünebilir miydi?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1708
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YAŞAMAK, SEVMEK ve ÖĞRENMEK
Öğretmenin adı bayan Thompson'du ve 5.sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Bu mümkün değildi, çünkü orada en önde,
sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı.
Adı Teddy Stoddard. Bir önceki yıl, bayan Thompson, Teddy'i gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü ve Teddy mutsuz da olabilirdi.
Çalıştığı okulda bayan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti ve Teddy'nin bilgilerini en sona bırakmıştı. Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı. Çünkü; birinci sınıf öğretmeni: "Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu... Ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı.

İkinci sınıf öğretmeni:
"Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor.." diyordu.

Üçüncü sınıf öğretmeni:
"Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek.“ diye yazmıştı.

Dördüncü sınıf öğretmenine gelince:
"Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti. Şimdi bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış süslü kurdelelerle paketlenmiş yeni yıl hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin armağanı
kaba kahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı. Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi.
Bazıları, paketten çıkan sahte taşlardan yapılmış, birkaç taşı düşmüş bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.

O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek; "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.
Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vaz geçerek onları eğitmeye başladı. Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu.

Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy, onun en sevdiği öğrenci olmuştu.
Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu. Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti. Notunda liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve bayan Thompson'un halâ hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu. Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarfetmesi gerektiğini yazıyordu. Ve bayan Thompson halâ onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi. Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve halâ bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi.
Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu.
Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru.

İlkbaharda bir mektup daha aldı bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Babasının birkaç yıl önce öldüğünü, bayan Thompson'un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu. Tabii ki oturabilirdi.
Bayan Thompson törene giderken özenle sakladığı birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı, Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümden sürmeyi de ihmal etmedi.
Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy, onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler bayan Thompson, kendimi önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için de..." diye fısıldadı.
Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Yanılıyorsun Teddy... Ben değil, sen bana öğrettin.
Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum..!!

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1709
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Milyonda birdi seninle karşılaşma olasılığımız sevgilim. Böyle söylemiştin. Ama hayat milyonda bir değil midir zaten? Bizi bulan, çoğunlukla memnun olmadığımız bazen bin bir zorlukla geçen günün sonunda o gün yaşama ihtimalimizin aslında milyonda bir olduğunu düşünmez miyiz? Ya sevdiğimiz kadına ya da erkeğe rastlama ve ona âşık olma olasılığımız ... İşte dediğin gibi, milyonda bir yaşıyoruz sevgilim.Hayatımız birer tesadüfler toplamı. Ve hayatımıza şöyle bir kuşbakışı göz atarsak, hayatımızın dönüm noktaları dediğimiz yerlerinde hep tesadüflerin büyük roller oynadığını görebiliriz. Ve eğer bu tesadüflere gereken değeri verebilir ve onları değerlendirebilirsek önümüze sonsuz yolların açıldığını da görebiliriz. Öyleyse, tesadüfler bitmeyen birer hazinedir bizim için sevgilim."Hayat nedir" diye sormuştun bana bir gün. Hayat pek çok şeydi, her şeydi, ama ben sana şöyle bir yanıt vermiştim: Hayat bir denge sanatıdır. Her şey bu denge üzerine kuruludur. Peki bu denge nedir demiştin? Bu denge yapmayı istediklerimiz ile yapmayı istemediklerimiz arasındaki ilişkidir. Bunu şöyle düşünebiliriz: İçimizdeki uçurumun üzerine gerili ince bir ipte elimizde denge kurmamızı sağlayan bir sopa ile yürüyoruz. Sopayı milim milim hareket ettirerek dengemizi sağlamaya, korumaya çabalıyoruz. Yapacağımız en küçük bir yanlış uçurumun dibini boylamamıza neden olacak.

Uçurumun dibine düşersek eğer, yeniden zorlukla yukarı çıkabiliriz. Ama çoğu insan dipte hayatını sürdürüyor ve hayatla mücadele etmek yerine, nefes alarak yaşamayı sürdürüyor.Çoğunlukla yapmayı istediğimiz şeyleri bastırır, yapmayı istemediğimiz şeyleri çeşitli nedenlerle yaparız. Bazen yüreğimizdeki deniz kabarır, sular içimizden yerlere taşar, içimizdeki kırlara koşarız büyük bir yaşama sevinciyle. Papatyalar toplarız sonsuz çiçek bahçelerimizden. Ama bir anda yine mantığımız devreye girer ve yeryüzüne çıkarız. Işte hayat özünde budur sevgilim; denge, mantık ile yürek, yani duygusal dünyamız arasında bir ilişki kurabilmektir. Ama bu ilişkide, duygusal dünyamıza belki mantıktan daha çok yer vermemiz gerektiğini düşünüyorum.Çılgınlık olarak nitelenen, yapmak için çıldırmakla birlikte yine mantığımızın sınırlayıcılığıyla bastırdığımız bir çok isteğimiz vardır. Bu istekleri gerçekleştirdiğimizde korkunç bir keyif alacağımızı biliriz, bunun bizim duygusal ve düşünsel dünyamızı geliştireceğini de. Fakat bir süre sonra daha doğmadan tasarılarımızı hemen öldürürüz. Yine küçük dünyamıza sığınır, uçurumun dibinde yaşamaya razı oluruz. Öyleyse bir mantık hapishanesinde yaşamaktan başka ne yapıyoruz söyler misin sevgilim?Bizim en büyük düşmanımız mantığımız. Daha doğrusu mantığı idare etmek yerine iplerimizi onun eline vermişiz ve kendi kendimizi bir hapishane hücresine tıkmışız.Mantığımıza o derece teslim etmişiz ki kendimizi, sevgimizi gözü dönmüş bir cani gibi durmaksızın vahşice öldürüyor, bin parçaya bölüyoruz. Adeta kendi kendisini öldürmüş ve mantık hapishanesinde ömür boyu yaşamaya mahkûm etmiş gözü dönmüş canileriz.Ve işte bu nedenle diyorum ki, mantığını yenemeyen, onu tıpkı bir vahşi atı evcilleştirir gibi uysal bir hale getiremeyen insanın hayatı birer pişmanlıklar manzumesinden başka bir şey olmayacaktır. Hayatın bana öğrettiği değerli şeylerden birisi de, yüreğimi mantığımın önüne koyup hep onu dinlemem.

İnsan yüreğinin doğrusuna gittiğinde insan olduğunu anlıyor ve kendi ruhunun derinliklerindeki soylu damara ulaşabiliyor. Çünkü yürek, hayata karşılıksız, beklentisiz ve sevgiyle yaklaşmayı öğretiyor insana. Oysa mantık, kılı kırk yararak bizi küçük hesaplara, beklentilere ve egomuzu tatmine yöneltiyor. Artık mantığa zerre kadar değer vermiyorum, onu elimden geldiği kadar küçümsüyorum. O benim elimde, değersiz ve ancak gerektiğinde kullanılacak basit bir kavram artık. Onu ne kadar az kullanırsam o kadar huzurlu ve mutlu olacağıma inanıyorum.Oysa hayat o kadar kısa süren bir serüven ki, hayata gözlerimizi yumduktan sonra hayatımızı bir film gibi izleme olanağımız olsaydı, kendimize bu derece anlamsız bir hayat sürdüğümüz için kızar ve boş hayatımızın bize verdiği büyük acılarla kahrolurduk.Ama en kötüsü nedir sevgilim biliyor musun: Hayatın bize sunduğu sonsuz güzelliklerin milyonda birini yaşamaktır. Hayatımızı bir tesadüf gibi yaşıyoruz. Bir tesadüfün bizi bulma şansı milyonda birse, biz de hayatımızı aynı bir tesadüf gibi milyonda bir yaşıyoruz. Hayat bize her gün yeniden o derece sonsuz güzellikler sunuyor ki biz bunları görmemek için her gün yeniden kendi gözlerimize mil çekerek kör oluyoruz.Dostoyevski'nin "Beyaz Geceler" adlı kitabın kahramanı kitabın bir yerinde, kendi hayatını bir cinayet olarak niteliyor ve böyle bir hayat sürmenin bir cinayet ve suç olduğunu belirtiyor. Ve kendi kendisine yılların geçtiğin söyleyerek peki sen o yılları yaşadın mı, diye soruyor...Öyleyse hepimiz kendi hayatlarımızı öldüren katillerden başka bir şey değiliz. Hem de en ucuz biçimde işliyoruz bu cinayeti. Ve taammüden işlediğimiz bu cinayet, bir ömür boyu sürüyor.Seni içimizdeki o sonsuz güzellikteki çiçek bahçelerinden beyaz papatyalar toplamaya davet ediyorum.Seni milyonda bir yaşadığımız zavallı hayatımızın içini doldurmaya ve anlamlandırmaya davet ediyorum.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1710
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sevda Uğruna Ölüm

Kadın yirmi yedi yaşında... Yüreği, kar beyaz soğuklara terkedilmiş
ama inat bu ya hala sımsıcak. Düşünceleri kah hayatın gitgide
ağırlaşan gerçeklerinde kah aydınlık hayallerde dolaşıyor nefes
nefese.. Elinde samur fırçası, geçmişi karalayıp bugünü
renklendiriyor hiç durmadan. Renkler kıpır,kıpır , içindeki çocuk
haşarı mı haşarı... Gözleri ise buğulu bakmakta hüzünlere yenik...
Hayatı sorgulamaktan çoktan caymış.


Omuzları bir küçük kız çocuğun
şımarıklığını sergilercesine “Bana ne” ifadesinde. Kıpır,kıpır ya
içi.. Arayışları var kendisinden bile sakladığı. Bela da geliyorum
demez ya... İşte böyle bir anda; ruhu, sanal dünyanın kapısından
sızıverir içeri sessiz, habersiz.. Hani şu chat canavarı var ya bu
günlerin belalısı. Orada kendisi gibi şaşkın yüreklerin arasında
buluverir kendini.
Ve... olanlar olur o zaman. Hiç beklenmeyen anda buzda
kayar gibi “Hooop” havada bulur duygularını darmadağınık. Sanki
başında deli rüzgarlar hiç esmiyormuş,

esenler de yetmiyormuş gibi.
Erkeğin yaşı otuz. Hırslı, kendinden emin. Kendisiyle
barışık ve yaşadığına memnun.

Kahkahası ekrandan yüreklere taşan,
mutlu ve duygu dolu bir bulut adam. Eşi ve çocuğu için yaşamakta
olduğunu saklamadan kadını davet eder sanal dünyanın sanal aşk
oyununa. Acemidir kadın. Belki genç adam da öyle.

Oynadıkları oyunun
tehlikesinden habersiz bir masalı yaşamaya başlarlar.
Ekranın karşısında nefeslerini tutup beklerler sevdalının
gelmesini.

Karşılaşmaları her defasında kahkahaları hatırlatırcasına
şen olur. Zamanın koordinatları buluşamadığında, birbirlerine teğet
geçtiklerinde, hüzün yayılır gecelere.

Uyku tutmaz bekleyişlerde
ikisini de. Sabah yeni umutlara gebe başlar. Ve ekranda doğarlar her buluşmayla yeniden..
Duyguların en fırtınalısına yakalanırlar.

Birbirlerini gerçekten merak ederler.
Bulut adam kadının açlığından, üşümesinden
bile sorumlu tutmaya başlar kendini.

Kadınsa adamın yorgun hallerine dayanamaz.
Elleri dokunmasa da ellerindedir artık. Birbirlerini el
üstünde tutarlar anlayacağınız.

Günler, aylar geçer...
Hayaller ekranlara sığmaz olur.
Artık görmek isterler birbirlerini. Dokunmak
sarılmak isterler. Hatta çılgıncasına sevişmek...
Kadın kıvranır onsuzluğun acılarında.. Özlem şiddete
dönüşür. Acıtır... İşkencelere yatırır kadını. Oyun değildir artık
bu. AŞK ekranda değil hayatın ta içinde yaşamaktadır.

Bulut adam sorar durmadan ;
-N’olacak şimdi...
Kadın, adam kadar cevapsız...
“Bilmiyorum” der.”Bilmiyorum”
Artık sorgulamalar başlar duyguları ...
”Bu nedir?...Bunun adı ne..?”
Kadın aşkı tanımlar ama çare değildir tanımlamak..
Yaşananlardır gerçek olan. Hissedilenlerdir.
Her sevdanın başını bir karabasan bekler ya...Beklemese
sevda denen şey olmaz zaten.
İşte bu bir sevdadır ve başında karabasanlar.
Kadın unuttuğu aşk gözyaşlarını hüzünlere, sancılara,
onulmaz ağrılara boyar, alaca bulaca.
Artık her şeye gözlerindeki buğuların ardından
bakmaktadır.
Ve ekrana şunları; buzların arasından aldığı yüreğinin
kalemiyle yazar. Yüreğini buzlara iade etmek üzere...
“Beni ignore et*.Ne olur bunu yap.”
Bulut adam şaşkındır belki ama adı gibi bilir. Doğru olan
budur. Düşünür bir süre.Susar ekran. Susar kadının yüreği...Ölüm
anıdır bu.Verilen son nefestir sanki..
“Sevdam HAYIR dese” “ Sensiz yapamam dese” diye bekler
nefes almak için.
Bulut adamın suskunluğu bozduğu yerde ölecektir kadın..
Bunu ikisi de bilirler.
Bir yazı belirir ekranda çaresizce okunan
“Netten çıkıyorum o zaman” “Hoşçakal”
Mavi üzerine siyah yazılmış sözcükler kararlı ve kesindir...
Titreyen ve cansızlaşan parmakları son bir kez tuşları
gezinir kadının
“Hoşçakal”
Düşer Bulut adamın gülen yüzü ekrandan.
Ve
KADIN ÖLÜR...

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar