Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 179

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.761 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Ekim 2006       Mesaj #1781
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
PAPATYA WE KELEBEK

Sponsorlu Bağlantılar
Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında, küçük bir tırtıl gözlerini
hayata açmış. Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış.
Ne bulursa yemiş. Bir süre sonra, yeterince büyüdüğünde,
kendine güvenli bir yer bulup, bir koza örmeye başlamış.
Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da,
rengarenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.

Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya
başlamış. Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış.
Derken bir vadiye gelmiş. Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye.
Etrafına şaşkın şaşkın bakarken, vadinin öbür ucunda bir papatya
görmüş. Bir anda afallamış. Ne düşüneceğini, ne yapacağını
bilememiş. içinden "Ne muhteşem bir çiçek" diye geçirmiş.
Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli, hoş kokulu çiçeğin
üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.

"Merhaba" demiş papatyaya, "sizi uzaktan gördüm ve yanınıza
gelmek istedim.". Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve
"Merhaba" demiş, "ben de yalnızlıktan sıkılmıştım zaten."
Ve konuşmaya başlamışlar. Kelebek ona hayat hikayesini,
nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı, tepeleri anlatmış.

Papatya da ona kendinden bahsetmiş. Birbirlerinden gerçekten
hoşlanmışlar. Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş.
Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını
seyretmişler. Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı
güneşin yakıcı ışınlarından korumuş. Minik kelebek papatyayı çok
sevmiş. O kadar çok sevmiş ki, bir türlü onun yanından ayrılamamış.
Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş. Ama cesaret
edip de bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü. Onu kırmaktan,
incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş. Papatya da
kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini.
Duygularının karşılığının olmayacağından, bu yüzden kelebeği
kaybedeceğinden korkmuş. Böylece iki sevgili yan yana
ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.

Böylece saatler saatleri kovalamış. Günler geçip de, kelebek
artık zamanı kalmadığını, gücünün tükendiğini anlayınca, papatyaya
dönmüş ve; "Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek" demiş.
Papatya buna bir anlam verememiş. "Neden" demiş. "Yoksa
benim yanımda mutsuz musun?". "Hayır" demiş kelebek. "Bilakis,
sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü
sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık
kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."

Papatya bu duruma çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş zaten.
Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını
fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya "Sevi seviyorum"
diyebilmiş ancak. Papatya donakalmış. Sadece "Bende..."
diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş.

İçinden "Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim.
Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş.
Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin
acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş,
sonra da dökülmeye başlamış.
Her düşen yaprakta papatya, "seviyormuş" diye geçirmiş içinden.

İşte o günden beri, bunu bilen aşıklar,
sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş:
"Seviyor mu, sevmiyor mu...

MARLON - avatarı
MARLON
Ziyaretçi
30 Ekim 2006       Mesaj #1782
MARLON - avatarı
Ziyaretçi
siir Gurvet ve Tutkular
Dursun üç yıl hasretten sonra ilk defa izine gidecekti. Gurbetin kendisine yansıyan yönlerine hazır ve alışık olmaması onu oldukça sıkıntıya sokmuştu. Dostluğa, sevgiye ve ilgiye hasret kalmıştı. Uzun süre işsiz kalması, hemşehri veya arkadaş diye sarıldığı insanlardan zarar görmesi ise onu bu yönde iyice hassaslaştırmıştı.
İzin için hazırlık yaparken aklından geçenler onu rahatlatmış gibiydi. O :
Sponsorlu Bağlantılar
" - İçinde yaşadığımız bu ülkede kendi insanları arasında bir uyum olmadığı halde yabancıların kendilerine uyum sağlayamadıklarından bahsedebiliyorlar. Kendileri acaba ülkelerinde yaşayan yabancılara uyum sağlayabiliyorlar mı ? Üç yıldır Fransa’da yım. Allah’ın bir kulu çıkıp da aç mısın, susuz musun ? diye sormadı… İş yerinde ben nasılım, evimde nasıl yaşıyorum ? Bunları merak edip de araştıran yok… İşte bunlar benim vatana olan özlemimi katmerleştirdi. "
Charles de Gaulle Havalimanı’ndan uçağa bindi. Oldukça heyecanlıydı. Adeta bütün sıkıntıları dağılmıştı. Uçakta iken dahi kendi dilini konuşan insanlarla kendisini Türkiye’de hissetti.

Ankara Esenboğa Havalimanı’na iner inmez derin derin nefes aldı. Şehir içerisine yolcu taşıyan servis aracını beklerken yaklaşık 22 yaşlarında güzel bir bayan dikkatini çekmişti. Bir anda göz göze gelmişlerdi. Aynı bayanla servis aracına binmişler, yan yana da oturmuşlardı.
Genç bayan :
" - Yurtdışında çalışıyorsunuz herhalde ? "
Dursun :
" - Evet…Üç yıldır Fransa’da çalışıyorum… Annemi babamı ve bacılarımı çok özledim… Konya’ya gidiyorum yani. "
Servis aracı, eski garajların bulunduğu yerde yolcu indirmek için durmuştu. Genç bayan Dursun’a
" - Eğer yeni garajlara gidecekseniz bir yakınım taksiyle beni bekleyecek. Seni istersen oraya bırakırız ! "
Dursun :
" - Şu inceliğe bak… Hem beni garajlara götürmeyi teklif edecek kadar nazik.. Hem de beni yalnız bırakmayacak kadar düşünceli bir bayan… Bu ne sans…» diyordu kendi kendine…
" - Tamam, dedi. seninle inebilirim... "
Küçük valizini alarak indi. Servis otobüsünün arkasına yaklaşan bir taksi içinden inen, zayıf, uzun boylu 45 yaşlarında bir hanım genç bayana doğru yaklaştı, önce birbirlerine sarılarak kucaklaştılar. Sonra fisıltılarla kendi aralarında birşeyler konuştular.
Bu hanım bir müddet sonra karanlıkta yürüyerek oradan uzaklaştı.
Taksinin arka kısmına önce Dursun bindi… Yanına da genç bayan oturdu. Ellerinin
biriyle birbirlerinin bellerine sarıldılar. Diğeriyle de birbirlerini okşuyorlardı.
Genç bayan yeni garajlara yaklaşırken Dursun’a :
" - Sevgili Dursun, bak garajlara yaklaşıyoruz. İstersen burada indirelim seni. İstersen benimle gel. Uzaktan geliyorsun, karnın da aç... Beraber yemek yeriz. Bu gece bizim evde kalırsın. Sabahleyin erkenden de kalkıp ben seni garajlara götürüm . Sonra bu geç vakitte Konya’ya otobüs bulman da güç olabilir. "
Dursun :
“– Aman Allah’ım... Şu inceliğe bak… Beni bu kadar düşünen bir bayanla karşılaşmak bir mucize... Beni aynı zamanda evine götürmeyi düşündüğü gibi karnımın açlığına kadar ilgileniyor…” diye söylendi kendi kendine. Ve genç bayanın bu teklifine de :
" - Evet… Seninle gelebilirim …" dedi.
Ankara’nın iç kısımlarından geçerek gece yarısı ıssız ve ışıksız çıkmaz bir sokağa girdiler. Genç bayan taksi şoförüne
" -Burada ineceğiz..." dedi.
Dursun bagajdan valizini alırken genç bayan cüzdanını çıkararak şoföre para vermek istedi.
Dursun :
" - Taksi parasını ben vereceğim " diye engel olmak isterken genç bayan :
" - Böylesi olur mu hiç! Sen benim misafirimsin… Bizim geleneklerimizde misafire para verdirtmek yoktur..." dedi. Ve taksi parasını verdi.
Kapıyı anahtarıyla açan genç bayan içeriye girdiklerin de " hoş geldin " diyerek Dursun’a sarıldı. Ve onun dudaklarından öptü.
Dursun bir evde bir bayanla Ankara gibi büyük bir şehirde yaşadıklarına ve karşılaştıklarına bir türlü inanamıyordu. Bir çok kez hayallerinde canlandırdığı tutkular adeta birer birer gerçekleşiyordu.
" – Sevgili Dursun... Sen çeketini çıkar… Elini yüzünü yıka biraz rahatla! Ben de bir şeyler hazırlayayım… başbaşa bir şeyler yiyelim… Tamam mı canım? "
Dursun :
"- Bu olacak şey değil… Şu konuşmaya bak… Zerafet… nezaket hepsi bunda toplanmış… Bana şimdiye kadar hiç canım, diyen olmamıştı. Şu işe bak dünyada ne iyi insanlar varmış da benim haberim yok… Vay oğlum Dursun işin iş… Durdun durdun da sonunda turnayı gözünden vurdun..."
Onun hazırladığı masada bir "kuşun sütü" eksikti. İçkiden tatlıya kadar her şey vardı... Genç bayan masayı hazırlarken :
" – Sevgilim yarın giderken birbirimize adreslerimizi vermeyi unutmayalım tamam mı?
Böylece birlikte geleceğimiz için planlar yaparak uzun süreli mutluluklar için adımlar atabiliriz. Haydi başlayalım yemek yemeğe. Afiyet olsun... "
Dursun :
"- Bak şu güzelliğe... Hem hamarat... Hem de güzel konuşuyor. Sevgilim de dedi bana... Hele hele şu afiyet osun sözü içimi titretti. "
Bunlar genç bayanla birlikteyken en son içinden geçen duygulardı.
Uyandığın da bir yatak üzerinde sadece bir kilotla çıplak bir durumda olması onu oldukça şaşırtmıştı. " En son beni sevdiğini söyleyen bir bayanla yemek yiyorduk… Ne zaman sabah oldu… Beni neden böyle soydu ? O nerede şimdi? " diye kendi kendine mırıldandığı sırada yanıbaşında bir sandalye üzerinde yüzünün sağ tarafında bıçak yarası bulunan bir adamla karşılaştı.
Adam :
" - Beyefendi siz kimsiniz buraya nasıl geldiniz, kim getirdi ? Bilemiyorum ama, tek bildiğim şey hırsızın evimizi soyması ve sizin burada baygın halde bırakılmanız…
Bak televizyonumuza kadar götürmüşler… Allah bunların ellerinden canımızı korudu. Ya evde olsaydık? Önce sizinle konuşmak için polise haber veremedim. Sonra sizi burada yalnız bırakarak gidemezdim! Çünkü evimi terketmeniz halinde polise olanları anlatmak ve inandırmak güç olabilirdi. Anladığım kadarıyla sizi içtiğiniz kolaya uyuşturucu atarak bayıltmışlar... On gün önce hanım havaalanında evimizin anahtarlarını kaybetmişti. Demek adım adım bizi takip etmişler... İzmir’deki kızımızı ziyaret için bir haftalık evimizden ayrılışımızı gidiş geliş saatlerimize kadar öğrenmişler... Sabaha doğru geldik biz... "

Dursun üstüne oradaki yorganı çekti önce. Sonra bir sandalye üzerine atılmış olan pantolonunun arka cebindeki cüzdanının ucunu gördü.
" –Olamaz... dedi, ben pantolonumun cebine cüzdanımı bir kez dahi koymadım ? "
Hemen ayağa kalktı. Pantolununu eline aldı. Oturararak alel acele cüzdanının içine baktı. Çeketinin ceplerini de tek tek kontrol etti. Pasaportu, Fransa’ya ait çalışma ve oturma kartıyla çil çil euro’ları hepsi birden çalınmıştı.
Elbiselerini giyindikten sonra karşısında duran elli yaşlarındaki bayana ve kendisine bir şeyler anlatan adama hitaben :
" - Anlattıklarınızın doğruluğunu yalnışlığını bilmiyorum ama, bildiğim iki şey var… Bu da aldığım bir ders ve babamın yanlarından ayrılırken bana üç yıl önce söylediği ; (oğlum dibi görünmeyen kaptan su içilmez…) sôzünü unutmam… "
Konuşurken genç bayanla eve girdikleri sırada masanın altına bıraktığı valizi aklına geldi Dursun’un … Valizi yerinde duruyordu ve kapağını pantolonunun para cebinden aldığı anahtarıyla açtı.Valizindeki yeleğinin iç cebini kontrol etti…Paralarının büyük kısmı olduğu gibi yerinde duruyordu. Sevincini belli etmeden :
" - Bana şimdi bir taksi çağırın… Yeni garajlara nasıl gidebileceğimi söyleyin… Beni bekleyen hasret kaldığım anama, babama ve bacılarıma kavuşmak istiyorum! Sakın benimle geleceğinizi söylemeyin!

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
30 Ekim 2006       Mesaj #1783
arwen - avatarı
Ziyaretçi
İnsanın en büyük açmazı, ne ise onu olmasını becerememesidir. İnsan olmak başlı başına bir ayrıcalıktır. Çoğu zaman da görevle sorumluluk birbirlerine karıştırılır. Görevde katılık vardır, özgürlük yoktur. Sorumlulukta katılık yoktur ama, özgürlük sınırsızdır. Sorumluluk; kişinin kendi özünü, insanlığını hissetmesi durumudur.
İnsanın oluşturduğu karakteri, yaşamı boyunca karşılaştıklarına gösterdiği tepkilerin ruhundaki izdüşümüdür. Bir yerde çevresiyle karşılaşması ve buna tavır koymasıdır.
Yaşamını kolaylaştırdığı anda benimsediği durum tembelliği, kendini koruma içgüdüsüyle çevresine tavır koyması saldırganlığı yapısının temel taşı durumuna getirir. Bunlar ailelerin, toplumların kalıt bıraktıkları özellikler değil, bir arada yaşamanın, birbirlerinin oluşumlarına bakarak kendilerini geliştirme ve benzetme gereksinimidir. Kişinin kendini bilmesi, zihinsel acılarının noktalanmasıdır.
Gösteriş yapmak, büyüklük taslamak, hava atmak bugün en yaygın ve kangrenleşmiş bir durumdur. Kişinin olduğundan fazla, olduğundan başka görünme isteği, yalancı ve cilalı bir görüntü sergileme tutkusu, toplumun değer ölçülerinin kendisinde yarattığı en acımasız örneklerdir. “En büyük güçlülük insanın gerçek kimliğine razı olmasıdır.”
Paraya, üne, şana, güçlüye gösterile gelen olağanüstü itibar ve iltifat, insanı ister istemez böyle olmanın üstünlüğüne ve faziletine inandırır. Zayıf kişi hep beğenilmenin, güçlenmenin, iltifat görmenin peşindedir. “İnsanın kazandığı paradan değil, paranın kazandığı insandan korkun
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Ekim 2006       Mesaj #1784
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÖZNEM NEREYE

-Ve yaşam yalnız rüzgâr, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi?-* Cezare Pavese

Öznenin hep kendi'siyle aynı kalan, değişmeyen, değişimlerden etkilenmeyen bir öz, bir cevher olmadığı kesin.

Özne'yi dış dünyadan, hadi "öteki" diyelim, ayırmak olası mı? Ben kimim? Çocuk Perihan mı, onsekiz yaşındaki "ben" mi, şimdiki mi? Bir hafta öncekinden bile farklıyım belki. On yıl, yirmi yıl sonra yine aynı ben olabilecek miyim? Kelebek hep kelebek miydi?

Niçin değiştim, niçin değişiyoruz?

İlkçağ'ın mağaralarda, ağaç kovuklarında yaşayan ilkel insanından mı sözediyoruz, Ortaçağın serf ya da derebeyinden mi? Rönesans İtalya'sındaki insandan mı, 18. yüzyıl Fransa'sındakinden mi? 20. yüzyılın toplumcu fikirlerle coşmuş insanından mı, günümüzün elektronik devrimini yaşayan kafası karışmış insanından mı? Tundralarda yaşayandan mı, bir Tibet tapınağındaki rahipten mi, Avustralya'daki aborijin'den mi? (Kaldılar mı sahi? Eminim televizyon seyredip, kola'yla karışık asimilasyon zehiri içiyorlardır artık.) Hepsinin dünyayı ve kendilerini algılayışları farklı değil mi? Kendini içinde yaşadığı toplumla, totemle bir ve aynı gören klan tipi insana ne diyeceğiz? Semâ âyininde uçup Tanrı'yla ve evrenle bütünleşen sûfiye? Nerden bakarsak o kadar görmüyor muyuz dünyayı?

"Özne" kavramı ilkin ne zaman ortaya çıktı? Sanırım 18. yüzyıl aydınlanması'yla birliktedir bu kavramın literatüre girmesi. (Daha doğrusu varlık kazanması.) İnsan'ın sınırlarını sorgulamaya başlamasıyla, aklın ve vicdanın özgürleşmesiyle, "birey"in tarih sahnesine çıkmasıyla. Birey tarih sahnesinde. Birey'e gereksinim var. Bu öyle bir oyun ki, hiç kimse rolü gelmeden sahneye çıkamaz... ve suflörler hep olmuştur. Doğaçlama yapıp yönetmeni çıldırtanlar da.

İnsan da değişir, toplumlar da. Tarihsel bir bakış açımız olmadan güdük kalır yorumlar, körleştirir, tökezletir, âtıl eder, esir eder. Yineliyorum, birey'i dış koşullardan soyutlamak olanaksız. Nasıl toplumları tarihsel gelişimin dinamiklerinden soyutlamak mümkün değilse; özne'yi, ben'i, "birey"i de dış koşullardan soyutlamak olanaksız. Özne'yi ne kabuklara, kozalara saralım, ne de onun düşünce ve edimlerindeki özgürlüğü kısıtlayalım. İçinde yaşanan çağın dayattıklarını, duyumsattıklarını değişmeyecek, hep aynı kalacak insanlık durumları olarak almayalım.

Yabancılaşma'yla birlikte boşluğa düştü insanoğlu ve kendine sarıldı düşünen "us". Günümüzde giderek birkaç, hatta tek kişilik, çevresindeki "okyanus"tan korkup, her çıtırtıyı düşmanca niyetler olarak algılayan (çoğu kez ne yazık ki haklı olarak) adalara dönüşüyoruz. Elektronik devrimle birlikte zaman ve yer kavramını giderek yitiriyor (McLuhan'ın bu saptamasına katılıyorum) ve amipler gibi bölünüyoruz. Bizlere sadece "tüketici" muamelesi yapan bir dünyada, bunun dışında bir "değer"imizin olmadığı bir dünyada, özsaygımızı yitiriyoruz. Ya dünyadaki yegâne amacı tüketmek olan zombi'lere dönüşüyoruz ya da acılı, ölüme dönüşmeyi bekleyen kozalara.

Ben soruyorum, başka bir yolu yok mu? Bizi kuşatan sisi yok edip önümüze cam gibi bir ç/evren sunacak taze bir rüzgâr?

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
31 Ekim 2006       Mesaj #1785
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Abi ben çakıldım...". Herşey, bir akşamüstü en yakın dostlarımdan birinden duyduğum bu cümle ile başladı. Sonrasında olaylar belki de birçoğumuzun hayatında bazı dönemlerde karşılaştığı, fakat herhangi bir mantık düzlemine oturtamadığı için boşverip geçtiğimiz abuk bir yığına dönüştü.

Durumun tam olarak ne olduğunun anlaşılması için bir "flashback" yapmak gerekli sanırım. Ben, Muhsin ve Özkan bundan 2 sene önce tanışan ve kısa zamanda sıkı ve farklı bir arkadaşlık ilişkisini oluşturmayı başaran 3 erkektik. Maalesef demek geliyor içimden ama üçümüzde sağlıklı ve gürbüz erkeklerdik Msn Happy

Aynı işyerinde çalışmanın verdiği beraberlikle tatmin olmuyor, hafta sonları beraber geziyor, sağda solda takılıyor kısacası her anı birlikte geçirmeye çalışıyorduk. Tüm bunlar böyle güllük gülistanlık giderken birgün sabahleyin ofise girdiğimizde farklı bişeyler olduğunu sezinlememiz fazla uzun sürmedi. Biraz dikkatlice etrafımıza baktığımızda tam karşımızdaki boş masanın yanında elindeki koliden bazı büro malzemelerini alıp düzenli şekilde masaya yerleştiren bir bayanın varlığını keşfettik. Oldukça ince yapılı, uzun sarıya çalan kahverengi saçlı biriydi. Oldukça etkileyici bir fiziğe sahip olduğu da su götürmez bir gerçekti.

Fazla aldırış etmeden işe koyulduk zira patronumuz en ufak bir falsoda adam harcamaya hazır bir Hizbullah kasabı edasıyla etrafta gezinip durmaktaydı. İlk başlarda pek ilgilenmediğimiz bu bayan zamanla hoş sohbetliği ve hayat dolu olması özelliği ile ofiste son derece sevilen ve ilgi odağı haline gelen bir şahsiyet oldu çıktı. Öğle yemeklerinde herkes (özellikle erkekler) onun yanında oturabilmek ve hatta bir iki cümle konuşmak için birbirlerini öldürmeye bile niyetlenebiliyorlardı.

Biz ise kendi grubumuzu oluşturmuş olmanın ve aramızda eğlenebiliyor olmanın verdiği güçle o bayana çok da aldırmıyorduk. Fakat her geçen gün bir gölge gibi üzerimize çöken birşeylerin verdiği ürpertiyi de hissetmiyor değildik.

Korktuğumuz başımıza geldi sonunda. En fazla ve en "cool" eğlenen gruba girmek, o bayan için bir hedef olmuş olacak ki, son zamanlarda bize oldukça samimi ve davetkar davranmaya başlamıştı. Aramyzdaki konuşmalara kulak misafiri oluyor hatta ara sıra müdahale ederek fikrini söylüyor böylece muhabbete dahil olmayı başarıyordu. Her geçen gün bu çabası sonuç vermeyi sürdürüyor ve gitgide "muhteşem üçlü" yerini bir "dörtlüye" bırakıyordu. "Neriman"... Evet adı buydu. Fakat biz herzamanki gırgır şamata mantığımızla kendisine kısaca "Neri" diyorduk. Bu onun da hoşuna gidiyordu. Sanırım son derece modern görüntüsünü ve havalı kişiliğini bu isimle bağdaştıramıyordu kendisi de.

Neri'nin grup içindeki ağırlığı her geçen gün biraz daha artıyordu. Artık "erkek erkeğe" sohbetler yerini son derece centilmence kelimelerle süslenmiş iltifat cümlelerine byrakıyordu. Daha da kötüsü artık üçlü bir araya geldiğinde Neri'den başka konu konuşamamaktaydı. Hepimiz bu akışa kendimizi kaptırmış bilmediğimiz bir yere doğru sürükleniyorduk.

Önemli birkaç detayı atlamışım özür dileyerek şimdi veriyorum. Ben, sevgilimden yeni ayrılmış ve artık varlığından büyük şüpheler duyduğum "aşk" kavramını sorgulamakla meşguldüm. Özkan ise 4 yıllık bir beraberliği evlilikle noktalamak yolunda olan biriydi. Muhsin ise uzun süredir kafasını dinliyordu ve içinde biriktirdiği potansiyel enerji en ufak bir etkiyle kinetiğe dönebilecek durumdaydı.

Nitekim öyle de oldu. Muhsin, işyerinden kendisine gerçekten ilgi duyan ve son derece aklı başında bir bayana tam alışmak ve birşeyler hissettiğini açıklamak üzereydi ki yeni gelen bu misafir tüm planlarını alt üst etti.

Samimiyetin oldukça ilerlediği günlerdi. Neri'nin davranışlarynda sanki bana karşı daha bir sıcak olduğu, daha bir yakın olduğu konusunda bazı şüphelerim oluşmaya başlamıştı. En sonunda bir gün arızalanan otomobili konusunda yardımımı talep ettiğinde düşünmeden kabul ettim. 1 Saat sonra kendimi onun evinde buldum. Düşündüğünüz şey olmadı. Son derece sıcak bir havada geçen birkaç saat sonunda eve döndüm ve düşünmeye koyuldum.

Bu olay artık beni rahatsız edici boyutlara varmıştı. Hemen Özkan'ı aradım ve aklımdaki herşeyi ona da anlattım... "Biliyor musun, aynı şeyler bana da oldu. Sana nasıl davrandıysa bana da aynen davrandı." İşte herşeyin sona yaklaştığının en kuvvettli işareti olan bu cümle Özkan'ın dudaklarından dökülüverdi. Özkan, bu ikilem yüzünden uzun süren ilişkisine ara verdiğini, fakat oturup etraflıca düşündüğünde aklının başına geldiğini söylüyor ve benden dikkatli olmamı istiyordu. Ortada birşeyler döndüğü kesindi.

Ve sonunda olan olmuştu. Bir gün Muhsin Neri'ye telefon açıp tüm içini dökmüş ve karşılyğında red cevabı almıştı. Üstelik gerekçe olarak da bu ilginin dostça ve arkadaşça bir ilgi olduğunu ve "hepinizi arkadaşça ve eşit seviyorum" gibisinden bir cümle ile karşılaşmıştı. Geceler boyu süren içki muhabbetleri ve teselli çalışmaları sonunda tekrar dünyaya döndürmeyi başardık Muhsin'i ama artık bakışları eskisi gibi değildi. Gerçeği anlamamız uzun sürmedi. Bizi ve işyerindeki diğer bayanı suçluyordu!!! Bizi etrafda gölge ederek işini bozmakla, o bayanı da arkadaş olduğu Neri'yi olumsuz etkilemekle suçluyordu. Uğradığı bu kazanın kendi pilotaj hatasından olduğunu kabullenmek istemiyor yolu ve arabayı kabahatli bulmaya soyunuyordu.

Bu arada ben ve Özkan, Neri'ye karşı, kendi cinsimizi korumanın verdiği içgüdüsel hırçınlıkla, son derece tavırlı ve sert davranıyorduk. Aslında kızcağız hiçbir şey yapmış değildi ve argumanında haksız da sayılmazdı ama şehit düşenin yanında yeralma zihniyeti ile ona karşı cephe almıştık. Bu yanlıştan ilk dönen Özkan oldu. Artık Neri ile konuşuyor onunla ilgileniyordu. Bu özellikle Muhsin'i çileden çıkarıyor ve bana biraz daha yaklaşmasına neden oluyordu. Durum açıktı: yeni gruplaşmada Neri ile Özkan bir kutupta, Muhsin ile ben diğer kutuptaydık.. 1 Mayıs tarihinde yine bunalım takılırken Muhsin'e hediye ettiğim Ataol Behramoğlu kitabının üzerine şu cümleyi yazmıştım: "Acılar ve aşklar geçici, dostluklar kalıcıdır..."Msn Happy)). Zaman geçtikçe ben de Neri'ye haksızlık ettiğimi düşünmeye başladım. Yavaş yavaş ben de onunla aramı düzeltme çalışmalarına girdim. Bir yandan da Muhsin'e ilgi duyan o bayana karşı içinde birşeylerin oluştuğunu hissediyordum fakat o kadar yoğun düşüncelerin arasında bunun ne olduğunu net olarak çözümleyemiyordum.

İşler iyice karışmaya başlamıştı. Bu arada Özkan, Neri'nin dengesiz biri olduğundan bahsediyor ve onu her fırsatta kötülemeye başlıyordu. Dengeler bir kez daha tersine dönmeye başlamıştı. Bir ay sonra ben Neri ile yakınlaşmıştım.. Karşı cephede ise bu kez Muhsin-Özkan ikilisi vardı ve acıdır ki artık herkes birbirini iğneler hale gelmişti. Hatta Özkan, benim, bahsettiğim bayana ilgim olduğunu bile bile onunla ilgileniyor ve beni kıskandırmak için elinden geleni yapıyordu. Allahtan bu kounlarda son derece geniş biri olduğum için bunu hiç takmıyordum.Özkan beni Neri'ye aşırı taviz vermekle suçluyor, Muhsin ise benimle Neri arasyndaki yakınlaşmadan illet oluyordu. Ben, Özkan'ı kırıcı ve kararsız buluyor Muhsin'i ise yaptığı hatanın yükünü taşıyamakla suçluyordum.

Şu anda durum hala böyle karışık. Muhsin iyice bizden koptu ve şirkete yeni gelen iki genç çocukla "kanka" oldu. Ben ise Özkan ile hala arkadaşlığı sürdürmekteyim. Özkan ise hala benim ilgilendiğimi sandığım (Şu anda kararsızlık içinde ilgilenip ilgilenmediğime emin olamadığım) bayanla birlikte Dil Kurslar'na gidiyor ve ona son derece yakın olmaya özen gösteriyordu. Anlayacağınız kılıçlar çekilmişti. Şimdi önemli olan, kan akıtmadan o kılıçları yerine koyabilmekti. Neri'yi soracak olursanız... Şu anda benimle arası son derece iyi. Diğerleri ile açık. Önümüzdeki günler ve aylar neler getirecek bilemiyorum ama bir bayanın, bir grubu böylesine birbiriyle çatıştyrabilmesine ve son derece masum olduğuna bizler de dahil herkesi inandırmasına şaşırmıyor da değilim. Kılıçlar bir nebze inse de, hala çekik.. Hala, her an, herşey olabilir.....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Ekim 2006       Mesaj #1786
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
"Tutkularla bekledim özleneni, ne gelen var ne de giden... Yalvardım, yakardım ölüm gece gibi yıkılmadan üstüme. Bir çocuğum olsun istedim. Öyle bir çocuk ki yılgınlığı bilmesin. Akarken çağıldayan dereler gibi, yere karışıp gitmesin. Yağmur gibi yağsın, rüzgar gibi essin. Öyle bir çocuk istedim... Yarabbi!.. Yüreği insanca, beyni insanca!.."

Yaşım ilerlemişti. Artık evlenmeyi unutuyordum ki, bir gün kısmetim açıldı. İmam nikahı ile evlendim. O an sevincimi göreydiniz. Bundan böyle kimse bana yan gözle bakamayacak, kalık diye hor görmeyecekti. Öyle mutluydum ki anlatmam olanaksız. Bu yaşıma dek, böyle bir duygu bedenimi yalayıp geçmemişti. Kendimi tüy kadar hafif hissediyordum. Bir zamanlar kızdığım, düşman bildiğim insanları bile kucaklayıp öpebilirdim; kollarımın arasında var gücümle bağrıma basabilirdim. Herkesi, her şeyi seviyordum. Yaşamı ise ölesiye... Bu duygularla evlilik olayının ne denli kutsal olduğunu anladım. Sevindim... Sevinç içinde günlerce sonsuz boşlukta bir kuş gibi kanat çırparak uçtum adeta... Mutlu insanların ne denli hoş yaşadıklarını öğrendim. Tüm insanların mutlu olmaları için yalvardım, yakardım, dualar ettim; adak adadım. Acaba ben mutlu muydum?..

Neyime sevgi. Neyime bahar, ötmeyen bir kuşum ben!.. Kirlettik her şeyimizi, aşındırıp eskittik olanca bedenimizi. Bindiğim kör gemi, beni bu can çekişen denizde, kuytu karanlıklara doğru sürüklüyor giderek... Kıyasıya dalgalarla bir savaş, uzamın döl evinde... Kısa zamanda ne mutluluk kaldı, ne de sevgi. Kapımın önünde geçermiş, o zaman açarım kollarımı, çaresiz koşarım, kaşarım da ulaşamam; giderek uzaklaşır benden... Kan, irin dünyasına, her gelene vereniz; alan değiliz her geçende... eğer yaşamak suçsa!.. Alın size olsun ateşim, başınıza çalın, artık neyimiz kaldı solumamızdan gayrı!..

Keşke kalık kalsaydım. Keşke hiç evlenmez olaydım. Kinim nefretim düğümlenen boğazımda, kat kat kördüğüm olaydı... Öyle bir düğüm ki, iki kumanın kavgasını izlesen de , adını ansan da açılamaya!.. Kimsenin açmayı başaramadığı, gizini çözemediği, yüz yıllarca gizli saklı kalabilecek, bir kördüğüm olsun isterim. Ne zaman ki bütün insanlar mutluluğa erişti; işte o zaman kördüğüm de açılaydı. Aman Yarabbi, aklıma gelince çıldıracağım nerdeyse!..
Kısa bir süre kocamla mutlu yaşadık. Eski karısında bir de kızı vardı. Tatlı güzel bir kızdı. Tıpkı masallardaki gibi gülünce yanaklarından güller açar, ağlayınca da yanaklarından inciler dökülürdü... Dediklerimden hiç dışarı çıkmazdı... Benim mutluluğuma davranışlarıyla mutluluk katardı.

Tutkularla özledim bekleneni, ne gelen var ne de giden... Yalvardım, yakardım, ölüm gece gibi yıkılmadan üstüme. Bir çocuğum olsun istedim. Öyle bir çocuk ki yılgınlığı bilmesin. Akarken çağıldayan dereler gibi, yere karışıp gitmesin. Yağmur gibi yağsın, rüzgar gibi essin. Öyle bir çocuk istedim... Yarabbi!.. Yüreği insanca, beyni insanca!.. Umudum, kavgam, her şeyim o olsun istedim... Gel gör ki benim elimde ne var... Bunca çilem yetmedi mi?.. Ben içten içe acıyı azaltayım derken, sen tonlarcasını indirdin yüreğime... Ve bir gün, bin bir çiçekler içinde kırdaki bayırdaki papatyaların da değeri bilinir.
Şehir mi?.. Yutuverir insanı anında. Ne içtenlik kalır ne de dostluk... Duygusuzlaşır kalır insan... Oysa köylük yerdeki yaşantımız ne denli iyiydi. Açken bile huzurluyduk. Köyde birbirimizle hırlaşsak da, hatta küs olsak bile huzurluyduk; çünkü birbirimizin haklarına saygı gösterir, birbirimizi korurduk; ama kent öyle mi batağın batağı!.. Kentte düşmeyi gör, acıyanın edenin olmaz. Elinden tutanın olmadığı gibi, faydalanmaya kalkarlar acımasızca. Hepsi de birbirinden huy kapmışlar sanki. Çıkarlarını her şeyin üzerinde tutarlar. Yüzüne gülüyorlarsa, selamları, sabahları varsa, ardından bir çıkarları söz konusudur. Pençelerine düştün mü kurtul kurtulabilirsen. Engerek yılanı gibi fırsat kollar pek çoğu; ama zehirlerini akıttıktan sonra kimi pişman, kimi de üzgünce ayrılır... Sanki kendilerini zorlamış, askıntı biz olmuşuz, gömlek değiştirircesine maskelerini değiştirirler. İşyerinde, kahvede, sinemada, tiyatroda, hatta kendi evlerinde bile kadınları tefe kor çalarlar. ******yuz, Çarşamba kadınıyız, ahlak bozan şeytanlarız, ******yiz , velhasıl her şey oluruz. Şirin maskeliler ne yanımıza gelmişler, ne de elleri ellerimize değmiş; çünkü ar namus tertemiz, salt suçları komşularının pencerelerini gözetlemek...
Haaa!.. Ne diyordum kurban olduğum!.. Tamam , tamam kocamın yaptıklarını anlatıyorum. Ne oluğunu ben de anlamadım. Dedim ya gözü kapalı bir kuştum. Kocam birden işi azıttı. İşe güce bakmaz oldu. Eskiden inşaatlarda çalışırdı. İyi kötü geçinip gidiyorduk; Ama buna karşın içimdeki kuşku giderek büyüyordu. Neden. Niçin ben de bilmiyordum. Sevgi mi, üzüntü mü ayrımına varmadım, olan olmuştu. İşe güce gitmediği gibi, kendisini içkiye kaptırdı. Birkaç kez arkadaşları eve kadar gelip, işe neye gitmediğini sordular. Söylediğimde düşünüp durdu. Ağzını açıp da iki söz etmedi.O halini görünce korkular sardı bedenimi. Hastadır diye üzüldüm günlerce. Ama o giderek işi azıttı kurban olduğum... Hem de ne azıtma, insanlığını bile unuttu.
Ben mi?.. Yalnız tek başıma, derdimi dökecek, acımı paylaşacak kimsem yoktu yanımda. Tek avuntum üvey kızımdı. Zaman, zaman onunla dertleşir, dertleşir de sonunda da doyunca ağlardık; ama ağlamak kurtuluş değil ki!.. Kötü bir hastalığa yakalanmıştı. Kumar, içki batağına giderek saplanıyordu. Parayı nereden buluyordu, kimlerle birlikteydi bilmiyorduk. Köyden kente gelişimiz birkaç yıl olmuştu. Nereye gideceğimi, kime baş vuracağımı bilmiyordum.
Gün yoktu ki, kurban olduğum, eve zil zurna sarhoş gelmesin. Gelir elbet kurban olduğum evi değil mi?.. Gelme diyemem ki, bir ara iki söz ettim, anamdan emdiğimi burnumdan getirdi. Ne kalıklığım kaldı, ne de galata kadınlığım. Ondan sonra mı tövbelerin tövbesi kurban olduğum. Onca olandan sonra mı, ağzımı açar da bir şey der miyim hiç. Bıraktım yakasını , canı nasıl isterse öyle davransın dedim. Doğru dersin kurban olduğum, kadın olmakla insanlığım alınmadı ya!. Kendime değil de, en çok üvey kızıma yandım.
Yok, yok kurban olduğum, yok!.. Kumar borcuna karşılık beni satmaya başladı. Öyle zamanlar oldu ki, gecede birkaç erkek değiştiriyordum. Bir mal gibi kucaktan kucağa atılıyordum. Bir ara intihara yeltendim. Kendimi bir kamyonun önüne, trenin tekerlekleri altına atmayı düşündüm. Sonundan vazgeçtim, kendimi öldürmekle neyi değiştirecektim. Yok kurban olduğum yok, söylemedim. Birkaç kez söyledim; ama değişen bir şey olmadı ki!.. Derken onunla da kalmadı. Bu kez de para diye sıkıştırmaya başladı. Eksik etek başımla nerede bulacaktım, kimi kimseyi tanımıyordum. Hem tanısaydım da ne değişirdi. Bir gün önce verilen para, bir gün sonra istenmeyecek miydi?.. Dövüldüm, sövüldüm. Etlerim kerpetenlerle sıkıldı.
Çok yalvardım, yakardım kurban olduğum; ama söz dinletemedim ki!.. olan bana olmuştu. Nerde bir erkek görsem, çekip vurmayı düşünüyordum. Yanlarındayken onları bir insan olarak değil de, kan emici birer vampir, insan eti yiyen yamyamlar olarak düşünüyordum. Ölülerden farkım yoktu.Duygusuzlaşmış, acıma hisleri körelmiş bir yaratık olmuştum. İçimde erkeklere karşı bir nefret ve iğrençlik giderek artıyordu. Bir araya köyüme dönmeyi düşündüm; ama hangi yüzle dönecektim kurban olduğum. İhtiyar annem ile babam duyduklarına fazla dayanamamışlardı. Acım büyüktü... Herkesin gözünde lekeli, kötü bir kadındım. Öyle bir durumdaydım ki, nerdeyse sokak ortasında başıma çökeceklerdi. Küçük, küçük çocuklar bile askıntı oluyorlardı. Öyle bir çıkmazın içerisindeydim ki!..
Tanrı düşmanıma vermesin. Günün birinde öyle bir sarsıldım, öyle bir sarsıldım ki kurban olduğum... İki gözüm iki çeşme, yağmurdan, rüzgardan, sevgiden uzak... Çıplak dağlar gibiydim çaresiz!.. Acılarla çözdüm yüreğimin ilmeklerini... Sevgi, mutluluk yerine, kin nefret boy attı içimde renk, renk!..Kimi zaman geceleri dışarıya çıkar, gözlerime akan yıldızlarla hasret gideriyordum. Denizlere akan ırmaklar gibi, bilincim yıldızlara akardı acıyla... Uzaklara, kimsenin olmayacağı uzaklara gitme düşü yüreğimi sızlatırdı burgaç, burgaç... Zaman su gibi akarken, saatler yetmiyordu çaresizliğime... Sabahlar aydınlığı çağırırken, bir tren düdüğünü öttürür, arabalar vızır vızır, kuşlar aydınlığa gözlerini açarken, gecenin bilmeceli hüznü ağararak uzaklaşır başımdan, birden devingenleşir bilincim, kanım damarlarımdan kaçar doludizgin yeni günle... Karanlığın son izlerini yalarken aydınlık, ezilmişliğimle içeriye dönerim... İşte o zaman yüzüme yeniden katran gibi bir hüzün çöker... Gözlerim maviyi ararken, yanaklarım morlaşır. Kızartıyla sokaklarda ayak sesleri çoğalır... Bir erkek tok sesiyle “ kahvaltım” derken ... Bir çocuğun “ simit” diyen hüzünlü sesi, kuşların korosuna karışır... Başımı, çatırdayan ağaçlara çevirdiğimde, örümceğin özenerek yarım kalan ağını tamamlamaya çalıştığını görmek, direnç verir insana. Kanıyor yüreğimin her bir yeri!... Bilimcimle yabansı düşler, hoyratça kahkahalar...

Bu hoyratça yaşamı çekecek kadar sağlam değil çatı; beni şaşırtan bir yanı vardır odaların her zaman... Karanlık boğazıma düğüm çalarken, sevi ağaçlarının tozlanarak büyümeleri, viranelerdeki baykuş ötüşleri, ölüm duyurusu mu desem, hazanları kemirmekte olan kurtçuklar gibi mi ; nedense bedenim giderek çürümeye dönüştü. Bir gün kesilecek bardakların tokuşması; ses çıkartmayacak kahvede tavla oynayanların zarları ve pulları... Ben son nefesimi verirken parmaklar arasındaki bardakların da sonu olacak!.. Gönüllü haberciler horozların ötüşleriyle yok olurken, keçilerini otlatmaya götürecek olan bir deli mavi çoban, beni düşlesin isterim.; ve ben toprağın altında filiz sürerken, kuzular mezar taşlarımın üzerinde sıçrayarak, bir an önce boyunları, soğuk bıçaklara uzanmaya hazırlanacak. Değişen çok şey olacak zamanla. Ben görmüşüm, görmemişim değişen ne ki!.. Köklerime akıtılan kurban kanlarından her bir şeyin haberini alırım. Nem kaldı şu yalan-dolan dünyada bunca hoyratlıktan sonra. Lağımlar patladığı zaman işi başından aşkın olur kasapların... eğer deprem olmuş, bir sürü ev viraneye dönmüşse, birkaç sineğin ağırlığındandır. Derdine derman olsun diye hekime gidersin, ıslık çalarak tapışlar sırtını, dilinin pasına bakar, birkaç gıdıklamayla sivilceler patlatır, aspirin, gripin, tek devan tahtalı köy.

Amaaaan!.. aman kurban olduğum işte o zaman yıkıldım. İşte meymenetsizi o zaman geberttim.Üvey kızımı bu işlerden uzak tutmak için elimden geleni esirgemedim. Etim ne ki budun ne ola kurban olduğum. Adı astarı bir eksik etek değil miyim?.. Kendisini kurtarmayan başkasını nasıl kurtarabilir. Kendisi boyun eğen, başkalarının boyun eğmemesine nasıl engel olabilir...
Bir gece kocam birkaç erkekle çıkıp geldi, gece yarıyı çoktan geçmişti. Çıkıp bir komşuya haber veremezdim. Zaten kimse bizimle konuşmuyordu, dedikodulara da biz aldırmıyorduk. Mahallelinin bizlere iyi gözle bakmadıklarını biliyordum. Üvey kızımı sürekli arka odada saklıyordum. Kem gözlerden ırak olsun istiyordum. Öyle bir zaman oldu ki, biz dışarıdayken,mahallede kimse dışarıda gözükmezlerdi... Başımıza gelen düşmanlarımızın başına gelmesin; ama komşularımızın da suçu çoktu. Bizlere yardımcı olur, kocama kızar, yaptıklarının kötü olduğunu söyleyebilirlerdi. Ya da ne bileyim, bizi mahalleden kovabilirlerdi. Nedense hiç kimse böyle bir şeye gerek duymadı.

Çok ölü gördüm çamurlu sokaklarda; çöplükte ilerleyen, mezarlıkta sevişen, kümeslerde hızlı, hızlı soluklanışlar... ahırda, komlarda buluşmaların bir onuru vardı. Olağan şeyler sayılır belki; ama koca, koca apartmanların rezaletine hiç benzemezler... eğer dilin döner de sorarsan, yemek yediklerini, içki içtiklerini anlatırlar... Çakırkeyif olduklarında soyun sözcüğü dudakları arasında eksik olmaz. Yeni paraların çoğaldığı günümüzde... Neyim var benim... Kim var bilmiyorum. Neyi, kimi, kiminle paylaşabilirim... Olmayan bir şeyin paylaşıldığı görülmüş mü?.. Benim günüm hep karanlık, gecem ile gündüzüm birbirine karışık...

Kocam oturduğu yerden ağır ağır kalkarak arka odaya yönelince, yüreğim fizana durdu. Adam öz kızının kolundan tutup getirdi. Kızı köteler gibi odanın ortasına sav urdu. Hiçbir şey olmamışçasına aşağı yukarı gezindi, adamlara kimi zaman bakarak sırıttı. Sonra da bir kuş gibi titreyen kızına kaşlarını çatarak:
“ Artık zamanı geldi. Bir işe yaramalısın. Bunca zamadır siz benim günümü gördünüz; şimdi de gün görme sırası bende,” dedi.
Hoş ne gününü görmüşsek.
O sıra üzerime kaynar sular akıtıldı sanki. Yüreğimin yağı eridi kalmadı anında. Figanım göklere çıktı. Ah kurban olduğum ah!.. Serçeler gibi titreyen sabim, yetimim, üvey kızım, yüreğimin parçası, beti benzi kirece durdu... Bana ve oturanlara yalvararak bakıyordu. İşte o zaman kurban olduğum; işte o zaman yüreğim hem enginleşti, hemi de katılaşıp taşlaştı. Kocam olacak musibet hiçbir şey olmamış gibi, sanki bir hayvan satıyormuşçasına:
“ Kadını beğenmezseniz işte size taze bir ferik,” demez mi!..Öldüm, öldüm dirildim kurban olduğum. Yerimden sıçrayarak üvey kızımın üzerine kapandım.
Kollarımla sıkıca sarmaladım onu, kem gözlerden uzak tutmaya çalıştım... Yalvardım , yakardım bakışlarımla oturanlara; çünkü boğazımı tıkayan düğüm konuşmamı engelliyordu.

Aynanın körlüğüyle kapatacaksın gözlerini... Ne kendini ne de başkasını göreceksin... İsli gaz lambasının turuncu ışığında şavkıyan birkaç leke belirmiş, ağları kara, kara... Öyle ya, karanlığa alıştı mı bir insan, onu ışığa çekmek, aydınlığı göstermek oldukça zor... Ya öleceksin, ya da her kirli işe boyun eğeceksin!.. Olmadı mı ikisine de boş vereceksin... Bilmem başka nasıl dayanır insan olan. Eriyen bir güvercin, bu durumda güneş ışığıyla girmek istemez odanıza. Ancak mezarın üzerindeki dikenli ot alev olur bedenine. Bir gün yeniden dirilmeyi bekler sabırsızlıkla.

Dokunmayın sabime, bunu kendi kızınız sayın; ama bana ne yaparsanız yapın. Nara yakmayın sabimin başını, “ dedim. Amaaaan, toprak başıma, sen misin bunu diyen!.. Kocam ikimizi de yerden kaldırdı. Adamların kucağına atarak, mal satarcasına pazarlığa başladı.
“ Beğenmediniz mi ulan?.. Beğenmeniz gerek, yoksa açlıktan öleceğiz. İş yok güç yok!.. ölmemek için canımızı ciğerimizi satmak zorundayız. Utanmıyorum, utanmam da gerekmez; çünkü açlık ne unutmayı, ne de şan ve şerefi bırakır. Bu çaresiz olduğum anlamına gelmez. Bir gün ben de sizinkileri satın alacağım. Anladınız mı şimdi?..” demesin mi kurban olduğum. İşte o zaman yıkıldım. Ciğeri varmış gibi ciğerden söz eder oldu bizim adam. Elimden gelseydi o an kıl ip ile boğardım... Yok kurban olduğum yok!.. Koskoca ülke dersin, doğrusun, doğru olmaya; ama salt biz değiliz ki, bizim gibi binlercesi, yüz binlercesi var!.. Evet, evet yaşamları da bizlerin yaşamı gibi... Musibet kocama hak verip vermeme arasında bocaladım durdum. Hep kötü olanlar bizim gibiler midir diye düşündüm?..
Başımı masada oturanlara çevirdim. Hepsi de boğa gibiydi. Getirdiklerini ha bire tıkıştırıyorlardı. Bunca parayı nereden bulur, nasıl yakıştırırlar, akıl işi değil doğrusu. Belki siz bilirsiniz; ama söylemek işinize gelmez. Adamın biri cebinden çıkardığı bir tomar parayı, çaput kilimlerin üzerine serpti. Ardından da kahkahalarla gülmeye başladılar.

Yedi başlı devin ağzından kor alevler uzanıyordu. Kargalar uçuşuyordu alevlerin içinde. Parıldayan tüyleri, gagalarının bilmem nereden kurtulmasına engel değildi. Tek gözlü canavar hoyratça sesler çıkarırken, kurtulmak boşa. Bir kapı var, kapalı, ne olabilir kapalı kapılar ardında?.. Ölüm neye bu denli uzak; yaşamak neye bu denli hoş... Dünyayı kokla tepeden tırnağa, kentin hengamesine bak... Gülen kim, acılarla kıvranan kim?.. Kim olursa olsun ölüm vız gelir..

Öyle bir oldum ki, öyle bir oldum ki kurban olduğum; adam gözümden bir büyüdü, bir büyüdü... Yedi başlı canavar gibi üzerime geliyor sandım... Kendimi iyi kötü yeniden toparlayarak, üvey kızımı odasına götürmeye yeltendim. Kocam bırakmadı. Kolumdan tutarak beni yeniden adamların yanına itekledi. Üvey kızım yanımda serçeler gibi titriyordu.
Birbirimize sarılarak doyasıya ağladık. Ağladıkça az da olsa rahatlıyorduk. Üvey kızım son kez beni bağrına basarak kalktı, en güzel elbiselerini giyindi. Aynanın karşısına geçip tarandı. Döndü boynuma yeniden sarıldı. Daha fazla beklemeyerek kapıyı açarak çıktı. Tuvalete gidiyor sandım. Gecikince kuşkulandım... ardından ben de çıktım; ama yoktu. Gece yarıyı çoktan geçmişti. Bir de yağmur yağıyordu ki kurban olduğum, sanırsın bardaktan boşanıyordu... Salona geri döndüm... Yatak odasına geçtim. Kocam olacak herif uyuyordu. Etinden et kessen uyanacak halde değildi. Odasından çıktım; üvey kızımın yokluğu yüreğime kurşun gibi oturdu. Bir esriklik sarmaladı olanca bedenimi. Neye uğradığımı şaşırdım. Yüreğimi bir acı aralıksız mengeneyle sıkıyordu. Salona geçtim yeniden, masanın üzerindeki dolu bardağı bir kaldırışta bitirdim.
Yok kurban olduğum yok, yere bıraktım kendimi. Ne kadar öyle kalmışım bilmiyorum. Ne düşündüm biliyor musun kurban olduğum?.. Yapılanları tümden düşündüm. Başıma gelenleri, kocamın yaptıklarını, üvey kızımın bir kerecik dayanamayıp ortadan yok oluşunu düşündüm. Ya ben nasıl dayanmışım bunca zulme, işkenceye!.. işte böyle kurban olduğum, aklımın erdiği kadarıyla düşündüm. Düşündüm ya!.. Pek de öyle çıkar bir yol bulamadım; ancak başımıza gelenleri sezinler gibi olunca kalktım. O an, anlayamadığım bir duygu içime çöreklendi. Kin , nefret birikimi bir duygu yükselip boğazıma düğüm çaldı sanki. Göğüs kafesim körük gibi inip kalkmaya başladı. Benle ilişki kuran bütün erkekler gözümün önünde, hoyratça sırıtarak geçtiler. Eğildim, yerdeki kanla yoğrulmuş paraları alıp, fırlattım namussuz yüzlere... Sonra nice yaşama son veren, ocakları söndüren kadını erkeğe peşkeş çektiren kağıt parçalarını, bir bir aldım. Avucumda buruşturdum, şekilden şekle girdiler. Hoyratça yüzler gözlerimin önüne gelip yeniden dikeldiler. Bir kibritle birini tutuşturdum. O denli güçlü olan kan içici, bir çöpün alevine dayanamadı, anında yok oluverdi bir yaşam gibi. Yüreğimi saran yalım harlanıyordu durmadan. Kendimi acılar içinde dışarı attım... Gök gürlüyor, yer yerinden oynuyordu sanki. Yağmur giderek hızını arttırıyordu. Bir ara odunluğu açıp. Nacağı aldığımı anımsıyorum...
Elimdeki nacakla kurban olduğum, uzun süre caddelerde üvey kızımı aradım durmadan. Bir var ki karşıma kimse çıkmadı. O sıra karşıma kim çıksaydı, tike tike doğrardım. Üvey kızımı bulamayınca o hırsla eve döndüm. Doğruca yatak odasına geçtim. Başka ne yapabilirdim kurban olduğum. Kocam her şeyden habersiz, alkol uyuşukluğuyla uyuyordu.
Sırılsıklam ıslanmıştım. Aynaya döndüm, kendi kendimi tanımadım. Üzerimde insanlık hali kalmamıştı. İnsan birkaç saat içinde bu denli değişir mi dersiniz?.. Değişmiştim... Yılları geride bırakmıştım. Üvey kızıma acıdığım kadar kendime acısaydım, belki de saçlarım alacalanmazdı. Aynadaki görüntüme iyice bakayım dedim. Bakmaz olaydım. Bakmamla nacağın parıldaması bir oludu.
O anda ölümün böylesi yaşamdan daha iyi olacağını düşündüm. Hızlıca geriye dönüp, elimdeki nacakla uyuyan kocamın, başına, gözüne, göğsüne her neresi rast geldiyse vurmaya başladım. Kendime geldiğimde güneş doğmuştu. Yatak kandan görünmüyordu... Görevlilerin beni arabaya almaları, mahallelinin beni taşa tutmasını anımsıyorum... Şimdi de karşınızdayım kurban olduğum... Üvey kızım mı?.. Bir türlü bulamadım; ama istasyonda bir genç kızın , trenin altında kalarak parçalandığını içeride duydum...
feather
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Ekim 2006       Mesaj #1787
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
HOŞÇA BAK KENDİNE

Ey gönül, ey gönül, neden bu kadar gamla dolusun. Yıkıksın, kırık döküksün ama tılsımlı bir definesin sen.
Meleklerin secde etmeleri emredilen kadri yüceltilmiş bir varlıksın, bildiğin gibi değil, her varlıktan daha olgun daha ilerisin sen.
Ruhsun, Cebrail’in üfürmesiyle ikizsin, Tanrı’nın sırrısın, Meryem’in oğlu İsa gibisin sen.
Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.
Mertebeni adlarla sanma; adların sahibindedir. Dönüp varacağın yer her şeyi yaratandır, eşyaya gideceğini zannetme.
Gördüğün gerçekleri rüya sanma, sen başka bir varlıksın; kendini her sûreti kabul eden Heyulanın büründüğü sûret zannetme.
Keşifle gerçekliği meydana çıkan manayı dava sanma, hakkında söylenen vasıfları gözüne girmek için söylenmiş sözler zannetme.
Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen; varlıkların gözbebeği olan insansın sen.
Sırrını inleyip de sakın ağyara açma; bilmezlikle inkâr çukuruna düşmekten sakın.
Ahların, sakın, sevgilinin kâkülüne değmesin, sonra Mansur gibi dâra çıkarsın.
Sakın yaradan incinip de sevgiliye aczini bildirmeye kalkışma; a çaresiz kişi bulduğun kadri yüce incileri sakın.
Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.
Sevgi sırlarının mahzeni, o sırlar hazinelerinin konduğu yer sendedir, sende. Erlik, yiğitlik nurlarının madeni sendedir, sende.
Gizli gizli daha nice ruh halleri var sende. Tanıyıp anlayış sende, hüner sende hakikât sende.
Baksan görürsün ki yer de, gök de, cehennem de, cennet de sende, kürsî de sende, melek de elbet sendedir sende.
Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.
Yazıktır, padişahken alemde yoksul olmayasın, ümit ve yalvarışla bozbulanık bir hale gelmeyesin.
Yeis vadisine düşüp bir hiç olarak yok olmayasın, yolunu yitirip bela sahrasının yolunu tutmasayasın.
Âdeme yapış ki gerçekten ayrılmayasın, secdeler etki Tanrı reddetmesin seni.
Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.
Tanrı’dan gayri bütün varlıklardan, çakıp sönen, gelip giden bütün şimşekler gibi geç git. Üstüne takılan, konan çerçöpe aşk ateşini siper et ( onları yak yandır).
Gönül bağlanacak şeylerin eserleri, sakın, eteğini tutmasın. Şems gibi, Mevlana’yı isteyerek yola koyul, yol almaya bak.
Aynanı( gönlünü) arıt, bütün sûretler ona vursun, görünsün. Galip, hele bir duygularını derle, topla da bak.
Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.

Şeyh Galip

nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
31 Ekim 2006       Mesaj #1788
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
Sakın Elimi Bırakma

Ilık rüzgarla gelen bir müzik sesiyle dalıverdim uzaklara; "Aşık olmak günahsa ben bir günahkarım, pişman değilim tanrım…" diyordu yumuşak bir ses… bir sızı saplandı ilk önce kalbime… sensizlik yüreğimi yakıyordu, sana hasrettim… sarı kurumuş yapraklar arasında yürürken rüzgarın yüzüme vurmasıyla kokunu duydum sanki… yalnızdım… mutsuzdum, sen yoktun… ebediyen gitmiştin… Şimdi yanımda olsaydın kollarınla beni sarar, yüzüme dağılan saçlarımı parmaklarınla düzeltirdin.. iki taraftan kulaklarımın arkasına sıkıştırır, "Böyle daha güzel aşkım"derdin… yüzüme düşen saçlarıma tuzlu gözyaşlarım karışıyor şimdi. "Sakın ha ağlama, seni birgün bile ağlarken görmek istemiyorum" derdin bana… şimdi bir yerlerden bakıyorsa gözlerin üzülüyorsundur… ama gözyaşlarıma söz geçiremiyorum sevgilim... Hani biz sonsuza kadar mutlu olacaktık? Hani birbirimizi terketmiyecektik? Neden beni tek başıma bırakıp gittin aşkım.? Kaza haberin geldiğinde inanamadım… evimizden nasıl çıktığımı bile hatırlamıyorum… hastanede seni öyle kanların içinde baygın bir şekilde görünce dünya başıma yıkıldı… elini tuttum ve sen gözlerini açtın "Sakın ha! Sakın elimi bırakma" dediğin zaman bile "Gözlerindeki ormanda yağmur yağmasın" dedin… yanaklarımdan süzülen sicim gibi yaşlar yüzüne döküldüğünün farkında bile değildim.. ameliyathanenin kapısına kadar elini hiç bırakmadım ve mecburen elini ayırdılar benden… saatlerce o odada kaldın… çıktığın zaman komadaydın… doktorlar ümitsizce gözlerime bakıyordu… seni odana götürdüler.. neydi, neden o makinaları vücuduna bağlamışlardı.? Sen yaşayacaktın.. beni bırakmayacaktın yemin etmiştin..yavaşça elimi elinin üzerine koydum.. hiç kıpırdamıyordun… günlerce başucunda bekledim… farkında bile değildin… hep uyuyordun… yanında seni beklerken; geçirdiğimiz günler bir film şeridi gibi gözlerimden geçti… beni kızdırmaların, sinirletmelerin ve ondan sonra gönlümü almak için bütün evi ben yokken çiçek bahçesine çevirmen… doğumgünlerimizde birbirimize aldığımız müzik kutuları… hani son doğumgününde sana mavi bir kazak almıştım da hemen giyip mankenlik yapmıştın ya ve ben seninle dalga geçmiştim sen de pastayı alıp yüzüme yapıştırmıştın ve sonra da bütün evi pastayla alt üst etmiştik… ne kadar deliymişiz, ne kadar aşıkmışız… mavi kazağını son gördüğümde kanlar içindeydi.. kaza günü onu giyiyormuşsun meğer… çok sinirlettin beni, nasıl çıkacak şimdi kazaktaki kan lekeleri? Olmadı şimdi, iyileşir iyileşmez kazağını sen yıkayacaksın.. onu sana ben aldım atmak olmaz ki… Hala uyanmadın… bir hafta geçti hiç bir kıpırtı yok…doktorların biri gidiyor biri geliyor.. söyledikleri hiçbirşeyi artık anlamıyorum.. bu arada o yağmurlu gün geldi aklıma.. bisikletlerle yarış yaptığımız o gün.. hani ani bir yağmur başlamıştı da eve zor yetişmiştik.. balkonda durup yağmuru izlerken bir gün bebeğimiz olursa ismini Yağmur koyalım demiştik… bizim yağmurumuz yaz yağmuru olsun demiştik… Ve bir gün daha geçti işte, yanında sen o yatakta hareketsiz yatarken bir gün daha geçti… elim elinde.. ve başım yatağın yanında, kendimden geçmişim.. ve aniden elin elimde kıpırdadı.. aniden kırmızı, şiş gözlerimi sana çevirdim… ve gözlerini açtın… o halinle bile gülümsüyordun bana… dudaklarına küçücük bir öpücük kondururken sessizce gözlerimden yine bilinçsizce tuzlu gözyaşlarım dudaklarına düştü… kızar gibi yine baktın bana… "Tamam" dedim "Ağlamıyacağım…" Gözlerime baktın buğulu… hiç beklemediğim bir anda dudakların kıpırdamaya başladı "Affet beni" dedin, "Birbirimizi terketmiyecektik, hala daha da seni terketmedim ama…." dedin ve gerisini duymak bile istemiyordum, parmaklarımla dudaklarını kapattım, "Konuşma, yorulma, sonra konuşuruz" dedim ama başınla "Şimdi" dercesine işaret ettin… "Şehre inmiştim, yıldönümümüz için beğendiğin tek taşlı pırlanta yüzüğü alacaktım, aldım da… yanında 25 tane gül vardı, arabanın torpido gözünde yüzüğün, koltukta da güllerin vardı" dedin… ve devam ettin "Hayatımda geçirdiğim en güzel yılları seninle paylaştım, gözlerim, kalbim hep yanında olacak, arabadan emanetlerini almayı unutma" dedin bana… gözlerimdeki yaşları artık durduramıyordum… "Bir dahaki sonbahara yürüdüğümüz yolda yanlız yürüyeceksin ve çok güçlü olacaksın, beni affet aşkım seni bensiz bırakıyorum, seni canımdan çok seviyorum, son bir öpücük ver bana" dedin ve bir elim elinde bir elimle alnını okşarken istediğini yaptım dudakların sıcaktı ve aniden makineden ince bir ses geldi, elin elimden kopuverdi…. Gözlerin yavaşca kapandı…. Doktorlar koşup geldiler… öylece orda kalıverdim hareketsiz kaldım, donmuştum, sen yoktun artık… doktorlar seni götürdüler… artık sen yoktun, yanlızdım.. Ve şimdi sensiz geçen ilk sonbahardayım… yürüdüğümüz yolda kurumuş yaprakların arasında tek başınayım. Arabadan bana getirdikleri emanetlerimin biri evde diğeri parmağımda… yüzüğünü yaşadığımı sürece parmağımdan, güllerini yatağımın yanından hiç ayırmayacağım… mavi kazağını yıkadım, temizledim… yastığının üzerinde duruyor.. Hazan mevisimi, hüzün mevsimi… aşk mevisimi.. ayrılık mevsimi… Kulağımda bana söylediğin şarkıyla yürüyorum tek başıma söz verdiğimiz gibi sarı yapraklı yolda....

"SANA RÜYA DIYEMEM, SENDEN UYANAMAM KI
NEREDE OLURSAN OL, SENINLEYIM BEN SANKI
BULUTLU GÜNEŞIMSIN, SEVGILIMSIN BENIMSIN
YAZ YAĞMURUM, KIŞ GÜLÜM, NEŞEMSIN KEDERIMSIN
SENINLE DOLU DÜNYAM, GÜNDÜZÜM GECEM SENSIN
ÖLSEMDE AYRILAMAM, BENLIĞIM RUHUM SENSIN..."

Biliyorum her an her saniye benimlesin, beni izliyorsun. Iyi ki şarkılar var ve şiirler. Sen sözünü tutmadın, beni bırakıp gittin. Belki birgün aşkım... Bu yağmurlar diner ve biz yine birlikte oluruz hiç ayrılmamacasına
MARLON - avatarı
MARLON
Ziyaretçi
31 Ekim 2006       Mesaj #1789
MARLON - avatarı
Ziyaretçi
banner
kalpler




Sevda Uğruna Ölüm

Kadın yirmi yedi yaşında... Yüreği, kar beyaz soğuklara terkedilmiş
ama inat bu ya hala sımsıcak. Düşünceleri kah hayatın gitgide
ağırlaşan gerçeklerinde kah aydınlık hayallerde dolaşıyor nefes
nefese.. Elinde samur fırçası, geçmişi karalayıp bugünü
renklendiriyor hiç durmadan. Renkler kıpır,kıpır , içindeki çocuk
haşarı mı haşarı... Gözleri ise buğulu bakmakta hüzünlere yenik...
Hayatı sorgulamaktan çoktan caymış.
Omuzları bir küçük kız çocuğun
şımarıklığını sergilercesine “Bana ne” ifadesinde. Kıpır,kıpır ya
içi.. Arayışları var kendisinden bile sakladığı. Bela da geliyorum
demez ya... İşte böyle bir anda; ruhu, sanal dünyanın kapısından
sızıverir içeri sessiz, habersiz.. Hani şu chat canavarı var ya bu
günlerin belalısı. Orada kendisi gibi şaşkın yüreklerin arasında
buluverir kendini.
Ve... olanlar olur o zaman. Hiç beklenmeyen anda buzda
kayar gibi “Hooop” havada bulur duygularını darmadağınık. Sanki
başında deli rüzgarlar hiç esmiyormuş,
esenler de yetmiyormuş gibi.
Erkeğin yaşı otuz. Hırslı, kendinden emin. Kendisiyle
barışık ve yaşadığına memnun.
Kahkahası ekrandan yüreklere taşan,
mutlu ve duygu dolu bir bulut adam. Eşi ve çocuğu için yaşamakta
olduğunu saklamadan kadını davet eder sanal dünyanın sanal aşk
oyununa. Acemidir kadın. Belki genç adam da öyle.
Oynadıkları oyunun
tehlikesinden habersiz bir masalı yaşamaya başlarlar.
Ekranın karşısında nefeslerini tutup beklerler sevdalının
gelmesini.
Karşılaşmaları her defasında kahkahaları hatırlatırcasına
şen olur. Zamanın koordinatları buluşamadığında, birbirlerine teğet
geçtiklerinde, hüzün yayılır gecelere.
Uyku tutmaz bekleyişlerde
ikisini de. Sabah yeni umutlara gebe başlar. Ve ekranda doğarlar her buluşmayla yeniden..
Duyguların en fırtınalısına yakalanırlar.


Birbirlerini gerçekten merak ederler.
Bulut adam kadının açlığından, üşümesinden

bile sorumlu tutmaya başlar kendini.
Kadınsa adamın yorgun hallerine dayanamaz.
Elleri dokunmasa da ellerindedir artık. Birbirlerini el
üstünde tutarlar anlayacağınız.

Günler, aylar geçer...

Hayaller ekranlara sığmaz olur.
Artık görmek isterler birbirlerini. Dokunmak

sarılmak isterler. Hatta çılgıncasına sevişmek...
Kadın kıvranır onsuzluğun acılarında.. Özlem şiddete
dönüşür. Acıtır... İşkencelere yatırır kadını. Oyun değildir artık
bu. AŞK ekranda değil hayatın ta içinde yaşamaktadır.
Bulut adam sorar durmadan ;
-N’olacak şimdi...
Kadın, adam kadar cevapsız...
“Bilmiyorum” der.”Bilmiyorum”
Artık sorgulamalar başlar duyguları ...
”Bu nedir?...Bunun adı ne..?”
Kadın aşkı tanımlar ama çare değildir tanımlamak..
Yaşananlardır gerçek olan. Hissedilenlerdir.
Her sevdanın başını bir karabasan bekler ya...Beklemese
sevda denen şey olmaz zaten.
İşte bu bir sevdadır ve başında karabasanlar.
Kadın unuttuğu aşk gözyaşlarını hüzünlere, sancılara,
onulmaz ağrılara boyar, alaca bulaca.
Artık her şeye gözlerindeki buğuların ardından
bakmaktadır.
Ve ekrana şunları; buzların arasından aldığı yüreğinin
kalemiyle yazar. Yüreğini buzlara iade etmek üzere...
“Beni ignore et*.Ne olur bunu yap.”
Bulut adam şaşkındır belki ama adı gibi bilir. Doğru olan
budur. Düşünür bir süre.Susar ekran. Susar kadının yüreği...Ölüm
anıdır bu.Verilen son nefestir sanki..
“Sevdam HAYIR dese” “ Sensiz yapamam dese” diye bekler
nefes almak için.
Bulut adamın suskunluğu bozduğu yerde ölecektir kadın..
Bunu ikisi de bilirler.
Bir yazı belirir ekranda çaresizce okunan
“Netten çıkıyorum o zaman” “Hoşçakal”
Mavi üzerine siyah yazılmış sözcükler kararlı ve kesindir...
Titreyen ve cansızlaşan parmakları son bir kez tuşları
gezinir kadının
“Hoşçakal”
Düşer Bulut adamın gülen yüzü ekrandan.
Ve
KADIN ÖLÜR...

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
31 Ekim 2006       Mesaj #1790
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bahar, Arap atı gibi tahakküm kurmuştu doğanın üzerine. Çimenler kükremiş; güller tomurcuklanmış... Serçeler yuvalarından dışarı uçup, yemyeşil ağaçların başında şakıyarak gülüşmekte. Bir badem ağacı, kahverengiliğini bozmuş, gelin başı gibi açmış. Baharı kucaklamış. Sessizlik senfonisi. Zihnimde uzun yürüyüşlere çıkmıştım, başımı alıp da. Uzun emprime bahar çiçeği bol eteğim rüzgarda savrula savrula yola koyulmuştum. Yemyeşil çimenlerin üzerinde açan papatya, gelincik, sarı mineli çiçekleri eğilip toplamaya başlamıştım. Beyaz, üzeri işli bluzumla. Alıçtan, firuze kolye boynumda. Saçlarım örgü örgü. Oyalı bir yazma başımda. Seke seke geziniyordum Olympos’un eteklerinde. Bu bahar kimseler yoktu buralarda. Herkes savaşta. Birbirini öldürmekte. Olympos yalnız. Ben de yalnızdım. Duygularımı bahara açtırmıştım. Cömertlik ve yalınlıktan öte bir şey yoktu bu dağda. Savaştan kaçıp buraya sığınmıştım. Hayret kimseler yoktu. Olympos boşalalı asırlar olmuştu. Koşuşmuştu insanlar kokuşmuş teknolojinin kucağına. Bir ben, bir Olympos kalmıştı savaştan arta kalan. Bir de göveren doğa. Yemyeşil, bonkör, çiçekli bir yol.

Seke seke bir ceylan belirdi yamaçtan. Cansız bir hayale dalar gibi uyanmıştım. Yanıma sokuldu ceylan. Dostluk aramaktaydı, belli. Yağız bir Filistinliydi o. Gözlerinde ateş, karşımda bir hayal. Cansız bir hayale bakar gibi dalmışım. Filistinli bir gençle İsrailli bir kızın buluşması gibiydi tablo. Ceylan, ürkekti. Yağızdı. Saç sakal birbirine karışmış... Gözlerinde bir ateş yangını; dudaklarında çöl kuruluğu vardı. Titrekti. Belliydi, sevgi dolu yağız bir ceylandı. Duygu zengini. Gönlü varsıl. Ağlamaklı, ama yürekli. Karşımda oturmuş, titriyordu. Bir ayağı sürekli hareket halinde. Tek ayak üstünde bekleyen suçlu öğrenciler gibi. Helezon yaya oturtulmuş oyuncak bebekler olur ya, aynen öyle işte. Vurulmuştu. Özgürlüğe susuzdu. Sevgi dolu. Utanarak kaçmıştı savaştan, ezikti. Yanı başında, İsrail’den kaçmış bir kadın. Esmer. Köylü güzeli. Yanakları al al. Simsiyah gözlü. Tenine cımbız değmemiş bir Ortadoğulu kadın. Bir sufat. Doğal. Makyajsız. Sade. Süzme bir kadın.. Nasıl olursa öyle işte. Emprime eteği efil efil rüzgarda. Olympos’a sığınmış bir öğrenci belli. İyi öğrenmiş yaşamı. Öğretmişler enine boyuna. Nasıl olursa öyle... Yaşamı öğrenmeye gelmiş. Onurlu. Şeref listelerinde bir öğrenci. Kırılgan. Ezilmiş. Horlanmış, ama başı dik.. Değerlerinden ödün vermeden yaşamış. Acılardan kaçıp, buraya sığınmış. Yorulmuş. Sıkılmış da sığınmış Olympos’a.

İkisi de yan yana. Dopdolu canlılar. Her ikisi de yaşının baharında. Bu kadar kalabalığın içinde gözlerime inanamadım Şaşırdım. Hoşuma da gitmedi değil... Ne mi oldu? Filistin’den kaçıp buraya sığınan ceylan, doğanın ortasında İsrailli kadına yanaştı. Hem de usulca. Dağ çiçeği gibiydi kadın. Utandı. Kavgadan kaçmıştı. Kızardı, rengi attı. Korktu. Hayret hem de Olympos’ta. Böylesine ıssız, terkedilmiş bir sığınakta. Çirkinliklerden kaçıp gelmişti kadın, taa buralara. Temiz bir kadındı. Ceylan, özgürlüğü için koşmuştu bu diyara. Bir dostluk imzasıydı belki de aralarındaki bu bakış, kim bilir... Bir barış. Bir özgürlük arayışıydı. Sembolik bir buluşma! Kız yağmur gözlüydü. Etkilendim. Utandım Olympos’tan. Başımı çevirdim. İkisi de acemiydi bu mekanda. Ürkek, yalnız ancak. Özgürlük heveslisi iki acemiydiler. Ceylan seke seke dolaşıyordu Olympos kırlarında. Kadın küçük bir çocuk gibi. Onca güzelliğin ortasında. Başka bir gören olmuş muydu? İzliyordum. Düştüm ardına ikisinin de. Belliydi. Aralarında bir çekim vardı.. Anlamak zor değildi. Aralarında bir kıvılcım vardı. Bundan habersizdi her ikisi de. Ancak olmuştu işte. Yoksa bir veda buluşması mıydı onların ki? Bir kutlama mıydı? Savaşın bitişine, barışın gelişine. Kadının ayaklarının arasında dolaşmaya başlamıştı ceylan. Kadın korkmuştu. Tedirgindi. Utangaçtı. Ürkekti. Az bulunur bir çiftti bu ikili. Sitemli bakışlarını gördüm sisli gözlerimle. Hadi, dedim içimden, helal olsun ikinize de. Nasıl istiyorsanız, dostça, arkadaşça... Ya da bilmem ki? Nasıl istiyorsanız... Bir insan bir ceylan. Dostluk... sevgi... paylaşım... Ne istiyorsanız... Bütün güzellikler... Elimi başına götürdüm ceylanın. Gözleri umutla ışıldıyordu. Yanı başımızda ılgıt ılgıt bir nehir akmakta. Elimdeki birkaç papatyayı suya bıraktım. Su kabul etti, alıp götürdü hediyemi. Dalmıştım nehrin suyuna. Bu tanrısal suda zihnimin yıkandığını hissediyordum. Düşüncelerim iyice arınmaya başlamıştı. Ceylan susamış... Ben de, benliğim de susamışız böylesine bir sessizliğe. Diliyle içiyordu suyu ceylan. Kana kana. Sıcak çöllerden, kızgın savaşlardan, çorak kan meydanlarından kopup gelmişti. Eteklerimi toplayıp suya indim. Ceylan yalnızdı. Kulaklarını oynatıp gülen gözlerle bana bakıyordu. Heyecanla. O da nehire girdi, peşim sıra. Bir elim eteğimde, bir elim ceylanın başında.. Ceylan İsrail’den, ben Filistin’den. İkimiz de fani oyunlardan kaçıp sığınmıştık Olympos’a. Biz iki mülteci. İlahi bir çağrıyla, aykırı bir buluşmaydı bu, bu eski yücelikte...
Ateşten ve barut dumanından görmeyen gözlerim açılmıştı. İki sığıntıydık bir zamanlar. Garip... Ceylan suya kavuşmuş, mutlu. Ben ceylandan daha umutlu. Temiz bir nefes bulmuştuk nihayet. Kulakları hep dimdik ceylanımın. Gelecek kötülüklere karşı yanı başımda. Gelin başlı badem ağacı da katıldı bu kutsal törenimize. Bütün tomurcuklarını açtı. Baharda kar yağdırdı, başımızdan aşağı.

Öteki dünya. İğrenç kokusu halen burnumda. Bizden uzakta o ölüm şehirleri. Madde savaşına yenik düşmüş, ruhları yutan, kalabalık canavarlar. Ceylanım da yorulmuş Robin Hood’culuktan. İşte şimdi üç kişi olduk. Bir serçe. Minik serçe. Zıp zıp... mutlu... Nefesi daralmış savaş kokusundan. Nasıl dayanmış onca uzun yola, hayret... Avcumun içinde. Bana kendi barışının özlem dolu müziğini dinletmeye gelmiş. İşte dolmaya başladı ÖZGÜRLÜK ülkesi! Karanlık ülkelerden vizesiz geldik buralara. Uçarak. Ardımıza bakmadan gelmiştik. Sonra da, bulutsuz gökyüzünde, sürü sürü güvercinler. Ayaklarında mavi boncuklar. Serçe daha çok ötmeye, ceylan ise dans edip sekmeye başladı. Olympos’da şenlik var! Fes rengi bir gül açmış, beyaz mineli çiçeklerin içinde. Mülteciler artmaya başladı. Ağıt yok... Ceylan gülüyordu ve ben de bir elimle eteğimi tutmuş dans ediyordum. Gökyüzü zifiri aydınlık. Gözlerim kamaşmış bahardan. Nehir, yatağını aşmış engin bir deniz; ben ise kayadan oyulmuş bir kayık gibiydim suyun orta yerinde... Serçe avcumun içinde. Ceylan ayaklarıma sarınmış. Güvercinler, yere inmiş saçlarımla oynuyorlar, ayaklarımın dibinde oradan oraya zıp zıp... Mavi boncuklarını sökmemi istiyorlar. Biz bizeyiz. Uykulu, bahar kokulu. Bütün mülteciler gönül rahatlığı ile uykuya dalacağız. Hepimiz olduğumuz yere kıvrılıyoruz. İyi ki bu postu yanıma almışım sınırdan kaçarken, diyorum. Koyun postu. Yumuşacık. Ceylanım çekip getiriyor yanıma postu. İlerideki tel örgülerin yanında bırakmıştım. Postu, ağzıyla bana getirdi, sürükleyerek. Üzerime örttü. Ay dede bizi bekliyordu artık.

Hepimiz el ele tutuşmuştuk. Gökyüzüne doğru kanatlanıp uçuyorduk. Güvercinler rehberimiz... Gökyüzünün maviliklerine kavuşmuştuk işte. Cennete doğru, tabelasız yol almıştık. Kim bilir, belki bu dünyada bulamadıklarımızı birbirimizde bulduğumuz için sarıldık birbirimize, bir daha, daha sıkı... Utanmadan... doğallıkla... safça...

Sonra gün ağardı, yeniden. Serçeler coşmuştu. Cıvıl cıvıl şakımaya başlamıştı gün onlarla birlikte. Yaşadıklarımın hayalini söndürdüm, kendimle derin bir gündüz düşüne daldım....

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar