Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 193

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.121 Cevap: 1.997
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
14 Kasım 2006       Mesaj #1921
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Öyle Sev ki, Bu hasretlikler Düşsün Yakamdan

Sponsorlu Bağlantılar
Sormadın halimin esrarı nedir
Çekerim aşkını kaç senedir
Bak yemin ediyorum: Bir sevsen beni, düşecek bütün hasretlikler yakamdan. Gecelerin kelimelerimi hırpalayan ve parmak uçlarımı kanatan sessizliğinin canına okuyacağım. Bir sevsen beni yıldızlara el ense çekip bir Kırkpınar pehlivanı gibi, galaksilerle birlikte çalacağım ayın haylaz gülümsemeli yüzüne hepsini. Bir sevsen bir bakışımla nice kırmızı ışıkları aşıp düşeceğim yanı başına...
Şunu bil; yüzüme her konuşuşunda uğultular çoğaltıyor harflerin içimde. Çoğaldıkça çoğalıp kaplıyorlar evrenimi. Yalnızlıklar arasına karışıyorum sana yakınlaşmak için, yakınlaştıkça karışıklığımı artırıyorsun. Arttıkça ayrığım ahd ediyorum nice bülbül katili güllere.
Şuna inan ki, Romalı bir asilzadenin namını yürütmek için aslanlara kur yapan bir gladyatör gibi; şanın ve itibarın için savaşabilirim tüm yel değirmenleri ve ellerinde zehirli elmalar taşıyan cadılarla.
Söyle bana; bilir misin hiçbir çiçeği koparamadım sana sunmak için; senin gözlerini anımsatırlardı bana. Hiçbir kuşa kapan kurmadım, soğuk kış günlerinde aç kaldıklarında; senin ellerine benzetirdim kanatlarını. Bir tek ekmek kırıntısı attıysam çöpe, kırılsın ellerim; sırf ekmek yiyişinin güzelliğine... Bir elmayı dilimlediysem Allah belamı versin; senin ısırırkenki neşeni kaybederim hayallerimden korkusuyla. Bil ki; hiçbir ağaca ismini kazıyamadım, gözyaşlanırlar da billur bir inci olan gözyaşlarına akıtırlar diye.
Şimdi sen bana, beni ne kadar çok sevdiğini anlat. Gerçek yalan fark etmez, gözlerimde nasıl kaybolduğunu, ellerimin seni İstanbul gibi sardığını, kalbimde ne çok yer bulduğunu, beni aşksızlara inat nasılda inadına sevdiğini anlat. Yalandan da olsa bir de gülümsemen, ne çok hoşuma gider bir bilsen. Şimdi sen bana ne olur beni ne kadar çok sevdiğini anlat.
Bilirsin belki, o yürüdüğün yol bana çıkar. Benim göğsümde filizlenir senin hayata bıraktığın tohumlar. Vardır ya resimlerde, ilginçtir diye basarlar dergilere; bir kayanın yada taşların içinden bir çiçek boy salar, bırakır kendini hayatın bağrına, Küçük Prensin macerası gibi. İşte ben senin kayadan sert göğsüne Martı Jonathen gibi inerim. Tüylerim dağılır dört bir yana. Sen her şeyin ikimize vardığını sakın unutma.
Ey güzel, şimdi ben kucağını siper yapıp saçlarını doladım boynuma. İster idam ilanımı sal her yana rüzgâra bırakacağın gözyaşlarınla. İster tut ellerimden kışkırt beni seni saran kalelerin kapılarına. Sür beni mağrur kumandaların yüz binler askerinin arasına. Teke tek savaşmak değildir benim kahramanlığım ve elime almam bir kılıç bile. Benki zaten senin hasretinle suda bile yanarım, sana kavuşmaya dair azmimle ne zaferler kazanırım, ne yenilgilere bilenirim. Ey güzel bir sevgi fermanını asmak için boynuma, söyle ne kadar daha güllerden kan süzeyim?
Mademki; ömrüme bir aşk basan eşkıyası gibi çöktün, şimdi beni bir dokunuşla uyandırman lazım değil midir bu vuslat provalarından. Şimdi içime dudağından dualar üfleyip baharlar ekmen lazım değil midir? Hele söyle beni sevmen şart değil midir?
Ve artık; ben intihar meraklısı bir adam değilken, bir yitip gitmek kalmışken bana, bil senin sevmene kuduran muhtaçlığımı. Bil ve anla menekşelerin ve rüzgarın ve aşkımın kızı.
Öyle sevki beni, sadece öleyim.
Şerefim üzerine...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Kasım 2006       Mesaj #1922
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yolda yürürken tekmeleyecek bir şeyler arıyorum başım öne eğik. Gazoz kapakları, çakıl taşları etrafa kaçışıyorlar. Peşlerinden koşturuyorum. Deparlar atıyorum. Sağımdan solumdan geçen insanlar gülüyorlar halime. Benimse umurumda değil. Tek derdim gazoz kapaklarını, hayalimde kurduğum direklerin arasından geçirmek. Baktım olmuyor, bir bakkala giriyorum. Bir kola alıp, kolasını boşaltıyorum yere. İşte şimdi tekmeleyecek bir şeyim var. Hayatın bana attığı gollerin rövanşını alabilirim kendimce.
Uzun bir süre geçmiyor aradan. Topum ya da kola kutum, bir belediye çukuruna düşüyor. Ertelendi hayatla olan mücadelem. Almaya çalışıyorum onu düştüğü çukurdan. Ne mümkün… Üstüm başım pislik içinde evimin yolunu tutmak düştü bana. Başım yine öne eğik ayrılıyorum er meydanından. Fakat bu sefer yenilgiden başımın eğikliği.
Sponsorlu Bağlantılar
Eve varınca ilk işim duşa girmek oluyor. Yüzümdeki kirlere kaynar sular döküyorum. Yok, böyle olmayacak. Silinmiyor yüzümden insanların gülüşleri. Kezzapla mı silsem yüzümde bıraktığınız bu pislikleri? Fayda etmiyor hiçbir çabam. Vazgeçiyorum ve aynalardan korunarak, mağarama yani yatağıma doğru seyrediyorum.
Aklım bir aldırmazlık içinde. Son günlerde kurduğum tek cümle: bana ne! Silkinmeliyim bu umursamazlıktan. Çünkü yazacak çok şeyim var, bana gülecek daha çok insan… Kendimi tüm gündem başlıklarından soyutlamam gerek. Saf kelimelerle cümleler kurmalıyım, el değmemiş. Evet belki kirliyim, hatta belki de işe yaramaz birisiyim. Ama hala düşünebiliyorum ve elim kalem tutuyor. Öyleyse gazoz kapaklarını aramaya devam etmeliyim.
Böyle böyle düşünce hezeyanlarıyla uykuya dalıyorum. Uyumak da denemez buna. Olsa olsa birkaç dakikalık bilinç kaybı, ölüm provası. Uykudayken, yatağımın ülke sınırı içinde ayak basmadığım tek nokta kalmıyor. Orada Anadolu’nun buğdayıyla, Karadeniz’in hamsisiyle karşılaşıyorum. Beni tanımıyorlar ve gülüyorlar bana, yabancıyım kendi toprağıma. İrkilerek uyanıyorum uykumdan, başım öne eğik. Bu seferki eğikliğin nedenini ben de bilmiyorum.
Baş ucu paketime uzanıp bir sigara çekiyorum. Hayata bir barış çubuğu gibi… Dumanından yuvarlaklar yapıyorum, o yuvarlaklardan dünyaya bakıyorum. Dağılıp gittiklerinde benim dünyam da onlarla birlikte dağılıp gidiyor. Koşun koşun! Bir dünya inecek tepenize, kaçın kurtarın kendinizi.
Sulak bölgelerde büyüttüğüm yalnızlığımla başbaşayım yine.. Sessizlik denizinde boğuldum. İnsan ne için yaşar bilmem ama, hepimiz yaşamak olsun diye yaşıyoruz. Maksat, dostlar yaşamakta görsün. Sarı vıcık suratlar fondöten tutar mı? İşte size feminizm ötesi hümanist bir soru. Ya da Tanrı kaçımızı yarattığına memnundur şimdi. Bakın bakalım aynalara, Tanrı’yı görebiliyor musunuz?
Tanrı ıssız çöllerde uçuşan kum tanesidir. Koca şehrin ortasında açmış bir kuru ottur. Ve elbette yolda ansızın karşınıza çıkıveren gazoz kapaklarıdır Tanrı. Yani en umursamadığınız, fakat yeri gelince de peşinden koştuğunuz, güzelliğine hayran kaldığınızdır. O kum tanelerini tek tek toplamak için çöllere düştüm, o kuru otları suluyorum her gün otoyolların ortasında. Peşinden koşuyorum gazoz kapaklarının, oynaşmak için onunla…
Sonra uyandım… Gazoz kapaklarıyla başlayıp, kendine varan bir rüya gönderdiği için teşekkür ettim Tanrı’ya… Dışarı çıktığımda saat sabahın beşiydi. Çöpçüler yoldaki tüm gazoz kapaklarını süpürmüşler. Ne önemi var artık, ben o gazoz kapaklarını içimde topladım. İstanbul bu sabah bir başka güzel…
feather

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Kasım 2006       Mesaj #1923
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dalgalar
_______'...yitip giden iki isimsiz gencin kayıp ruhlarına ithaf olunur..'



önce azgın dalgalarla boğuştular, sonra derin sulara gömüldü cansız bedenleri..

sevgiye aç'tılar onlar, su ise karın doyurmuyordu.. soğuk kol geziyordu çıplak ayaklarında.. günlerdir midelerine tek bir lokma girmemişti.. ekmeğin kokusunu, etin tadını unutmuşlardı çoktan.. sıcak bir yuva ise sadece hayallerde kalmıştı..
kader onaltı yaşındaydı hasret oniki..

birkaç yıl olmuştu ailelerini kaybedeli.. ninesini *******, babasını her şeylerini
evleri yanmıştı tek odalı bir virane.. onlar kurtulmuştu geriye.. ocakları sönmüştü yakınları yoktu.. ya da vardılar sonra onlarda gittiler
kader onaltı yaşındaydı hasret oniki..

aç kaldılar, susuz kaldılar sevgisiz kaldılar.. yuvaları oldu köprü altları
kötü giden bir şeyler vardı.. gitmeyen ise çok şey.. minik yürekleri taşıyamadı bu yükü.. ağır gelmişti bu yük.. her geçen gün her geçen saat.. biraz daha eziliyordu omuzları.. aç kaldılar susuz kaldılar, ama sevgisiz kalamazlardı..

bir gün annesini rüyasında gördü, kader.. kardeşine; 'annem bizi yanına çağırıyor' dedi.. o gün hiç düşünmediler bile.. belki içleri ürperdi o kadar..
karar verdi iki kardeş, kavuşacaklardı artık.. bitecekti bu hasret
hayatı tanımadan görmeden, okula bile gidemeyeceklerdi.. belki hiç sevemeyecek, hiç âşık olamayacaklardı.. sevmeden sevilmeden
ama tek bir vücut.. yürekli ve mert.. son bir defa ağladılar..

dalgalar onları çağırıyordu.. bir dalga annesi oluyordu
bir dalga babası.. el ele tutuştular..

önce azgın dalgalarla boğuştular.. sonra derin sulara gömüldü cansız bedenleri.. kader onaltı yaşındaydı hasret oniki...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
15 Kasım 2006       Mesaj #1924
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yine ağaçlar çiçek açıp kuşlar yuvalarına döndüler parklar bahçeler çocuklarla dolup tastı acık mekanlarda sarkıcılar sahneye çıkmaya başladı geceleri odamın camı açılmaya başladı evet yaz mevsimi yine misafir olmuştu güzel yurdumuza
Tatile gidiyorum yeni bir macera yeni bir aşk için tüm yılın yorgunluğunu sıkıntısını atmak için en önemlisi uzun sure etkisinden kurtulamadığım yaz askımı bulmak için bahçede iskambil kağıtlarından yaz askıma fal baktım yeşil gözlü kumral biriymiş heyecanla bekliyorum gelmesini ah diyorum simdi yanımda köpeğim olsa da beraber gitsek tatile eğer şans öldüysen çok üzülürüm ama eğer başka bir sahip bulduysan onun sözünü dinle sahibinin sözünden dışarı çıkma bana ait olduğunu göster.sahilde baktığım her köpek bana seni anımsatıyor kalbimin yarısı beni bırakan kız arkadaşımda yarısı ise sende beni andığın her an hissedebiliyorum.seni yaz askım bile unutturamaz kumsalların üzerinde güneşlenip aşk yaralarımı kapatmaya çalışıyorum plajda oynayanlara bakıp hayal kuruyorum hakemi olmayan basket macı yapıyorum kırık potalara basket atmaya çalışıyorum maç bitiminde soğuk sulara atıyorum ayağı merdivene sıkışmış kıza yadım ediyorum gözlerine bakıyorum yeşil aradığımı buldum galiba diyorum baktığım falda yeşil gözlüydü kurtardıktan sonra kendimizi suya bırakıyoruz ikimiz de durmaksızın yüzüyor ve konuşuyoruz adı papatya kumraldı uzun bir boyu vardı tesadüf ki evi bizimkine çok yakındı o günün aksamı ona adı kadar güzel papatyalar aldım ve karşılığında öpücükle ödüllendirildim onların tatili bitiyordu onlar evine gidecekti bende tam aradığımı bulmuşken kaybetmiştim benim sansım yok zaten giderken yetişememiştim telefonu da alamamıştım büyük sessizlik içinde yürürken ne yapacağıma bilmiyordum ondan başka kimse yoktu tanıdığım öylece kalmıştım yerimde kumsala doğru iniyordum tam denize girecektim ki buluştuğumuz kayanın üzerine baktım üzerinde yaz mevsimi gelip papatyalar yeniden açana kadar beni bekle seni seviyorum yazıyordu moralim düzelmişti demek oda beni unutmamış şimdi gelecek yaz onu bekli cem burada bir daha ayrılmamak ve bırakmamak üzere o zamana kadar fotoğrafının arasına sıkıştırdığım papatyalara bakacağım.
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
16 Kasım 2006       Mesaj #1925
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
bırakıp gitmeler üzerine konuşmak mümkün değil.oysa hatırlıyorum,baş başa verip ne çok bırakıp gidenler üzerine konuşmuşluğumuz vardı.içimizden acıma sözcükleri çıkarken,yüzümüzde hafif bir tebessüm olurdu.
başkalarının terkedildiğine sevinmezdik.ancak acımız yüzümüze vuran tebessümle gölgelenirdi.biz başkaları için üzülmelerimizi acı duymak sanırdık.değilmiş!sen bütün bunları anladın mı bilemem ama benim artık yüzüm buz kesiyor.yüzümden tebessümden eser bulamıyorum!başkalarının yalnızlıkları inceden hüzün kokan sohbet konuları olabilirmiş sadece.insanın,yalnızlığı anlaması için,yalnız bırakılmasından başka yol yok.
O YOLU BANA SEN AÇTINN!!!
durup dururken değil ama en gitmemen gereken zamanda,beni yalnızlığın kollarına bırakıp kaçtın.şimdi ben,yaşama bu kadar yabancı kalmışken,sensizliği nasıl anlarım?
SENİNLE BAŞLADIĞINA İNANDIĞIM BİR HAYATI SEN OLMADAN NASIL YAŞARIM?
"aşk,herşeyden önce sorumluluk demektir"diyen,sen değil miydin?seni sözünde durmaya çağırıyorum.
YALNIZLIK SEN KADAR ŞEFKATLİ DEĞİL!!!
ben ,aşkın bir alışkanlıktan ibaret olduğunu söyleyeceğinden korkmasam,sensizliğe alışamam diye bağırmak isterdim.belki de bütün bunlar kuruntu,şimdi sen de benden uzakta,aynı acı dehlizlerinde beni arıyorsundur.az sonra geleceksindir de,nasıl karşılanacağının kaygısıyla doluyorsundur.bunları bilmiyorum.emin olabildiğim tekşey,bırakıp gitmenin,geride kalanı sonsuz kederlendirdiği.insan, ne kadar olsa zayıf bir yaradılışa sahip!yüreğinde sonsuz kederlerin sığabileceği kadar yer yok.bütün bunları kendimden biliyorum!yüreğim sonsuz kederleri gözlerimden taşırıyor.gözyaşlarım,sensizliğin yüreğimde yer bulamayan kederlerinden başka bişey değil.ve gözyaşlarım dinecek gibi görünmüyor,sen ince parmaklarınla onları teselli etmedikten sonra.
içimde bir uğultu sürekli yükseliyor.senin ayak izlerin sanıyorum.
geleceksin sanıyorum.
ve yine birlikte gitmeler üzerine konuşabileceğimizi sanıyorumm...frown
AMA YALNIZLIK SEN KADAR ŞEFKATLİ DEĞİL!!! AŞKIMMMM...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
16 Kasım 2006       Mesaj #1926
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Koskoca bir bahçede harikulada çiçekler içinde bir papatya.. Ve papatya aşık olmuş, yanmış tutuşmuş ak sakallı bahçıvana..
Bir ümit bekliyormuş. Yüzlerce çiçeğin arasından Onunla, sadece onunla saatlerce ilgilensin.. Buz gibi suyunu sadece ona döksün istiyormuş.. Sadece ona değsin makası, Sadece ona gülsün dudakları.. Kıskanıyormuş bahçıvanı, Kırmızı güllerden, Sarı lalelerden, Mor menekşelerden.. Zambaklardan... Papatya, sadece bahçıvan için açıyormuş, Bembeyaz yapraklarını..
Bir gün, Aşkı öyle büyümüşki.. Papatya yapraklarını taşıyamaz olmuş.. Eğilivermiş boynu.. Toprağa bakıyormuş artık.. Bahçıvanın sadece sesini duyuyormuş.. Ayaklarını görüyormuş.. Bunada şükür diyormuş.. Yetiyormuş ona, bahçıvanın varlığını hissetmek.. Zaman akıp gidiyormuş.. Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş.. Ne var sanki boynumu kaldırsa Bir kerecik daha görsem yüzünü diyormuş..
Ve işte bir gün..
Bahçıvan papatyaya dopru yaklaşmış.. İncecik bedenini ellerinin arasına almış.. Elindeki sopayı, köklerinin yanına, toprağa sokmuş bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya.. Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı.. Hala göremiyormuş onu, ama bedeni kurtulmuş..
Uzun bir müddet sonra, Bahçıvan uğramaz olmuş bahçeye.. Gelen giden yokmuş.. Kahrından ölecekmiş papatya.. Ama işte bir sabah... Hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış.. Derin bir oh çekmiş.. Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş.. Birden, kendisine doğru gelen iki ayak görmüş.. Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş.. Başka birisiymiş.. Adamın elinde bir de makas varmış.. Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru..
Ne güzel açmışsın sen öyle demiş.. Bu gencecik, yakışıklı bir delikanlıymış.. Gözleri gök mavisi, saçları güneş sarısyımış.. Ama gövden seni taşımıyor demiş. Elindeki makası papatyanın boynuna doğru uzatmış.. Ve bir hamlede bağını gövdesinden ayırmış.. Papatya yere düşerken hatırlamış sevdiğini.. O ak saçlı, ak sakallı, yaşlımı yaşlı bahçıvanı hatırlamış.. Birde o gencecik, yakışıklı delikanlıyı düşünmüş.. Ve o an anlamış, neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini.. O her şeye rağmen, papatyaya emek vermiş.. Ona hiç bir zaman güzel olduğunu söylememiş, ama onu aslında hep sevmiş..
Papatya anlamış artık..
Sevgi, emek istermiş...
Yere düştüğünde son bir kez düşünmüş sevdiğini.. Teşekkür etmiş ona içinden.. Son yaprağıda kuruduğunda, biliyormuş artık..
Gerçek sevginin, söylemeden, yaşamadan ve asla kavuşmadan varolabileceğini...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Kasım 2006       Mesaj #1927
Misafir - avatarı
Ziyaretçi


ask11


Onunla olan aşkımızın ifadesi kokulu silgiyi birlikte koklamaktı. Bu ikimize özeldi. O benim için, ben onun için özeldim. Kokulu silgi de bu özel olanın leitmotivi idi. Ama "aşk" sözcüğünü kullandığımda artık ergenlik dönemi başlamıştı ve ayna karşısında sivilce sorununa nasıl çareler bulacağım kaygısı da. Annemden gizli hafif makyaj denemeleri ve dore renkli çanta hevesi de ardından geldi. Limonatalı mezuniyet çayında topu topu dans etmiş idik, öyle yakın duruş değil ve her ikimizde kötü dans ediyorduk, ama yaptığımız dansa öylesine bağlıydık, o an dünyanın en iyi dans eden çifti biz gibiydik. Üniversitede artık "kadın" olmadıysam bile "kadın" lafını kendime yakıştırmaya başlamıştım. Ama o da sınırlı okul çevremdeki grupta. Bu fanusun dışında söylemeye ise yürek isterdi. "Galiba ben aşığım" dediğimde okul bitmiş ve ilk işimin ilk maaşını almıştım. Hemen ona gidip bir kaşkol almıştım. Ama onunla evlenmedim. Çünkü gerçek aşk, şu yağmur altında oturduğum burnu kemerli beyfendiydi. İkinci çocuğumuz doğduğunda ben otuzunda o ise otuzikisindeydi. Ama aşık olduğumuzu çocuklar gibi söyleyemez bir utangaçlık üzerimize evlilikle peydah olmuştu. Sadece bize özel anlarda söyleyebiliyorduk. Ama hala aşıktık. Torun doğduğunda kızım sormuştu "anne aşık mısın hala" diye. Utangaçlık evliliğin vazgeçilmezidir. Utanıp "kızım bu yaşta benim aşkla ne işim olacak" demiştim. Ama dediğimden dolayı da öylesine bir suçluluk duygusu duymuştum ki. Hastanenin kafesinde sigara içen, artık saçları aklaşmış ve bir by-pass geçirmiş o kemer burunlu beyfendiye hala aşıktım. Bir bahane uydurup kızımın yanından ayrılıp aşağıya indim. Kafenin en dibindeki masada oturmuş, yakın gözlükleri ile gazete okuyordu. Gittim yanına oturdum. "Kız nasıl? Bir şey mi oldu?" diye kaygıyla sordu. "Hayır" dedim tebessüm ederek. "Bana da bir kahve ısmarlarsın diye geldim." Sonra her zamanki gibi omuzlarına düşen bir kaç ak saçı alarak ceketini düzelttim. Ama atamadım saç tellerini yere. Aldım ve avucuma sakladım.





ask10


Onların aşkı ne "Devlerin Aşkı" idi ne de "Yüzyıllın Aşkları"ndandı. Birbirlerinin ilk kadını ve ilk erkeğiydiler. Kadın bir yaşında babasını, erkek ise bir yaşında annesini kaybetmişti. Kadın bir baba arıyordu, erkek ise bir anne. Küçük bir kasaba düğünüyle evlendiler ve birlikte bir başka küçük kasabaya gittiler. Erkek memurdu. İki tencere, dört tabaktan oluşan mutfaklarında o tahta masaya ne oturup ne konuşmuşlardı. Onları ne kadar o halleri ile hayal etsem de başaramıyorum. Fotoğraf çektirmek önemli bir işti o zamanlar. Onlar da çektirmişti. Ama her fotoğrafta görürdünüz, özel hazırlandıklarını ve aslında bayramlıklarını giyerek fotoğrafçıya gittiklerini. Mürekkeple yazılmış notlar vardı her fotoğrafın arkasında. Bu önemli anlarının unutulmamasına adanmıştı yazılar ve üçüncü okuyucuya hitap ediyordu cümleler, ölçülü ve olanı daha iyi gösteren. Sonra bizler geldik. Aile fotoğraflarında boy göstermeye başladık. Altı bez bağlı orlondan zıbınlarımız içinde, Cumhuriyet Bayramı'nda, bingo oynarken, bir aile yemeğinde... Bizsiz fotoğrafları o kadar azalmıştı ki. Her yerden çıkmıştık. Hafif hafif kilo almaya başlamışlardı. Erkeğin alnı açılmış, kadının saçları artık belinde değildi. Hepimiz evden ayrılana dek, ikisinin başbaşa kalacaklarını ve kardan ulaşamadığımız o günde telefonla onlarla konuşurken onları terk edip gitmenin garip bir sızısını içimizde hissedeceğimizi bilemezdik. Onlar bizim annemiz ve babamızdı. "Biz aşığız" dememişlerdi hiç bir zaman, belki de utangaçlıklarından belki de aşık olmadıklarından. Ama çocuklar anne ve babalarının aşık olduklarına inanmak ister. Aşk, anne ve babaya en yakışan duygudur. Onların aşkı ne "Devlerin Aşkı" idi ne de "Yüzyıllın Aşkı", ama benim şu ana kadar gördüğüm en güzel aşktı.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Kasım 2006       Mesaj #1928
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ayrılıkların mevsimi diye tanınır sonbahar hep. Sevmez çoğu kimse onu, korkar gelmesinden sevenler. Dökülmeye başladığında o sarı yapraklar bir hüzün kaplar sevenlerin içini, kuşku duyar sevenler sevdiğinden 'acaba bu sonbaharda ayrılanlardan biride bizmi olucaz' diye...
Oysa ne kadar gereksiz bu duyguya kapılmak. sevmenin yazı, kışı, baharımı olur hiç.sevdiğinden ayrılmanında tabi. Güzelim sonbahar sarı yapraklı sonbahar bir çıkış yolu bulamadığımzda veya bahane bılamadığımızda herşeyin faturasını sana patlatıyoruz dimi...
Söylesene sonbahar varmı senden güzel bi mevsim daha, varmı insanı derin düşüncelere ,güzel hayallere götüren ve 2 değişik adı olan bir mevsim daha. Hem hazansın ,hem güzsün ,hem sonbaharsın. Biliyorum senin kıymetini ben sonbahar ve seviyorum seni. Korkmuyorum senden sonbahar korkmuyorum.......
feather


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Kasım 2006       Mesaj #1929
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ALFABENİN TANIMLAYAMADIĞI ÜÇ HARF:a,ş,k


Alfabenin anlamsızlığında üç harfti dilsizliğinin kilidi:A,Ş,K

A…düşünde kanla yoğurur yitmişliğin harmanından elde ettiğin ununu…
Ş…göğsünün kafesinde beslediğin çocuğa siyanür bir süt bırakır…
K…gözlerinini hazametine ağlak bir yaşlı kadın gibi oturur…

Yalancığın alamet-i farikasını yer dilimin eteklerinde pervasızca içlenen sözcüklerim…hazanın düşlerimi çalan yerinde yaldızlı yıldızlar gibi düşüyorum uykumun kirpiklerinde kırıldığı yere…gittiğinden beridir fesleğenleri suluyorum yeminle!…aç bırakmıyorum sokakta peşimize takılıpta gelen kediyi…
Şeytanın sözcükleri bir gergef gibi işlediği lahzada içimde bir senliği ifşa ediyorum…kalemim muhterip bir yeniçeri oluyor yokluğunun katranına…kalemim her gidişine aklımın duvarlarına bir virgül atıyor,sözleri ebedi bir türkü gibi söyleniyor mukaddes hislerinin…hayat,yüzünü tasvip edemediğim bir kelime yığını bırakıyor ellerime,benliğime sığmıyor şeydalaşan bedenim…gözlerimin ab-ı hasretinde boğuluyorum…ya güldür…ya öldür…ağlatma sevgili!…
Alfabenin tanımlayamadığı üç harfe diz çöküyor gözlerin,dilin geçmişin titrek sayfalarına soğuk bir demdeme gibi işliyor…vakitsiz bir mevsime düşüyor kuşlar,kırlangıçlar bir akbaba edasında içinde salınıyor…gelip dişlerimin arasına duruyor melankolik bir şarkı,adını tamamlayan harfleri literatürümden atıyorum…serçeler ağlayınca ölür,ben hiç gülmüyorum!…
Hezimetinden kaçarsın istanbul´un ayakların karanfillere takılır..düşersin..yüzün bana kan´ar…ayrık otları çaresizliğinin en ücra köşelerini sarmıştır…yüzünü döndüğün aynaların kırık,içine konan sevinç kuşlarının dalları çürüktür…aşk,aklında bir kelebeğin ömründen daha kısadır…
Şimalinde toprak yiyen bir çocuktur düşlerin,ab-ı haramı içtikçe içinde bir kaktüs gibi yeşerir…nereden baksan yalnızlık sanadır…gitmek,gidilenin içine bin adım yaklaşmak,bir asır onda oturmaktır…zaman gözlerinde pilli bir saat gibidir,ne vakit ağlasan durur…istanbul´un denizi suskunluğuna umman olur,gitmeyi tercih edersen eğer üç harf istanbul´a intihar kalır!…
Alfabenin tanımsızlığında üç harfti gidişinin kilidi:A,Ş,K
Gözlerime açılan kapıların kırıldı
adımların içimde ucube bir çocuk edasında takırdıyor
hadi aç karanlık kutularımı…!
çıksın yarasa kanatlı gülüşlerim!
bak gör!,ağlamak ağır geliyor işte bedenime

gelişine bir fazla veriyorum
üstü kalsın gidişinin…!

recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
16 Kasım 2006       Mesaj #1930
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için
hızla yürürken, ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm..
Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye
acele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri
yıpranmış eski bir zarftan başka birşey yoktu...


Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi, alıcı adresi
yerinde bir posta kutusu numarası vardı. Bir ipucu
bulabilmek belki biraz da merakımı giderebilmek için
zarfı açtım ve içindeki mektubu okumaya başladım.
Mektup, sol yanı çiçek resmiyle süslenmiş bir kağıda,
özenli bir el yazısıyla yazılmıştı ve "Sevgili Michael"
diye başlıyordu.. Ve "Annesi yasakladığı için
onu bir daha göremeyeceğini" anlatarak
devam ediyor.. "Ama sakın unutma, seni daima
seveceğim" diye bitiyor.. İmza.. Hannah!..

Elimde yalnızca, mektubu yazan kişiyle, mektubun
yazıldığı kişinin birinci adları vardı. Eve gider gitmez
hemen telefon idaresini aradım.Görevli kisi, kendisine
bildirdiğim adreste yaşayanların telefon numarasını
vermesinin yasalara aykırı olduğunu söyledi. Fakat
ısrarım karşısında: "Belki, size yardımcı olabilirim" dedi.
"Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlar
Kabul ederlerse, sizi görüştürebilirim lütfen bekleyin.."
dedi. İki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi..
"Bağlıyorum efendim." Telefonda, karşıdaki hanıma
"Hannah diye birini tanıyıp, tanımadığını" sordum.

"Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir aileden
aldık" dedi. "Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?.."
"Hannah annesini bir huzurevine yatıracaktı. Oradan takip
ederseniz, belki adres bulursunuz.." deyip bana huzurevinin
adını verdi.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş..
Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki ordan
bilirlermiş.. "Bunların hepsi aptalca aslında" dedim
kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce
yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak
için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı..

Bir kadın "Şimdi Hannah'nın kendisi bir huzurevinde"
dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim.. Ses;
"Evet, Hannah burda yaşıyor" dedi.. Saat ona geliyordu
ama hemen yola çıktım, Hannah'yı görmek için..
Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş
saçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl
ışıl ama.. Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip..
Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve "Genç adam" dedi,
"Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle
seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu
meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm
diye annem kesinlikle izin vermedi.." Derin bir nefes daha..
"Michael Goldstein harika bir insandı. Eğer bulabilirseniz
ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep.." Bir ufak
sessizlik.. Bir derin nefes daha.. "Ve onu hep sevdim.."
İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden..
"Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadım ki.."
Hannah'ya teşekkür edip odadan çıktım.

Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız
"Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size" dedi.." Hiç
değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim" dedim..
Cüzdanı elimde sallayarak.. O sırada yanımda dikilip duran
hademe bağırdı.. "Hey baksana.. Bu Bay Michael'ın
cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde
görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten..
Üç kere ben buldum, koridorlarda..

"Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım
tekrar asansöre. Michael yatmamıştı. Okuma odasında
kitap okuyordu. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi.
Michael elini arka cebine attı, hızla.. Sonra sevinçle "Evet
bu benim cüzdanım" dedi. "Öğleden sonraki yürüyüş
sırasında kaybetmiş olmalıyım. Size teşekkür borçluyum."
"Hiçbirşey borçlu değilsiniz" dedim. "Ama özür dilerim.
İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum."
"Mektubu mu okudun?" "Sadece okumakla kalmadım.
Hannah'yı da buldum.." "Buldun mu? Nerde? İyi mi?
Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle, lütfen söyle.."
"Çok iyi.. Hem de harika" dedim, yavaşça.. "Bana onun
telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım."
Elime sımsıkı sarıldı.. "O benim tek aşkımdı.. Onu
öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup
geldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti."
"Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.."

Asansörle üçüncü kata indik.. Odanın kapısı açıktı.
Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu..
Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu.. "Hannah"
dedi.. "Bu bay'ı tanıyor musun?" Gözlüklerini
ayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden..
"Michael" dedi, Michael, kapıda, kısık sesle..
"Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?.."
"Michael" diye yutkundu Hannah. "İnanmıyorum..
Bu sensin. Benim Michael'ım." Michael
Hannah'ya doğru yürüdü yavaşça. Sarıldılar.
Hemşire yanıma geldiğinde onun da gözleri yaşlıydı..
"Gördün mü, bak?" dedim "Yaşamda, yaşanması
gereken herşey, er ya da geç, birgün kesinlikle yaşanacaktır."

***
Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar.
Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim?

Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael
beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık
bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de
lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı..
Bir nikah tanığı olarak söylüyorum bu gözlemlerimi…

Aşklarını onsekiz yaşın heyecanı ve duygusuyla yaşayan
76 yaşındaki gelin ile 79 yaşındaki damadın nikahında
keşke siz de bulunsaydınız… Altmış yıl önce bittiği
sanılan bir aşk öyküsünün, altmış yıl sonra, kaldığı
yerden nasıl filizlendiğine siz de tanık olacaktınız.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar