Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 197

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.629 Cevap: 1.997
YeRa - avatarı
YeRa
Ziyaretçi
22 Kasım 2006       Mesaj #1961
YeRa - avatarı
Ziyaretçi
Günesin Kizi

Sponsorlu Bağlantılar
Günesin Kizi derlerdi ona,
O dünyaya uzak,
Dünya da ona uzakti hep.
Günesin Kizi derlerdi ona,
O sevgiye uzak,
sevgi de ona uzakti hep.
Günesin Kizi derlerdi ona ama
O isitmak değil,
Kalbini isitacak bir günes ariyordu.
Günesin Kizi derlerdi ona
ama
O aydinlatmak değil,
Gecelerini aydinlatacak bir ay ariyordu.
Günesin Kizi bir gün Gönül Tanrisina yalvardi;
Tanri bu yalvarisa kayitsiz kalamadi,
Ve bir peri kizi ile haber gönderdi.
De ki o Günesin Kizi’na;
Herkese her istediğini hemen vermedim.
Nasil cicek acmak icin baharı,
Güneş doğmak için sabahi,
Kelebek ucmak için kozasindan cikmayi bekliyorsa,
O da, kalbini yakacak ask atesi icin bekleyecek
kader carkinin duraklarini.
Kiz sabirsizdi.
Ciceğin baharı,
günesin sabahi beklemesi kadar bekleyemezdi.
Gönül tanrisi Günesin Kizi’nın isteğini yerine getirdi
Ve
Sevgi oklarini
bir bahar günü yagdirdi Günesin Kizi’nın üzerine.
Günesin Kizi acti yüreğini,
Ask yüregine dogdu.
Bu sicaklik atese döndü, kavurdu yüregini.
Esen yele döndü, aklini başindan aldi;
Sele döndü, damla damla akti gözlerinden.
Ask sarhosu olmustu Günesin Kizi.
O sarhoslukla anlatamadi sevgisini Ay’ın Ogluna.
Ay’in Oglu diyordu ona,
O sevgiye uzak,
sevgi de ona uzakti hep.
Hic bir sey söylemeden ayrildi Günesin Kizi,
Ay’in Oglu’ndan.
Ve sonra
Gönül Tanrisinin sözü geldi aklina.
Bekleyememisti Cicegin bahari,
günesin sabahi beklemesi gibi…
Harcamisti sevdasini sabirsizligina.
Yüregindeki atesle hep bekledi Ay’in Oglu’nu
Kac bahar daha bekleyecegini bilmeden…
Yanginlardaki yüregi ile yalniz ama umutlu.
Günesin Kizi derlerdi ona
O sevgiye uzak,
sevgi de ona uzakti hep.

Alıntıdır

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Kasım 2006       Mesaj #1962
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sevgi Yarına Kalmasın Sevgi Yarına Kalmasın

Sponsorlu Bağlantılar


Telefon çaldı
-Ne oldu hayatım
-Hiç aramadın da merak ettim
-Bursa’dayım, imkanım olmadı
-Bursa’da değilsin
-Ne kadınsın ,nereden çıkarıyorsun
-Aradım, o saatte oraya araba yok,Ankara’dasın değil mi
-Hayır gerçekten Bursa’dayım.
-Neden giderken bana o kitabı bıraktın, iğrenç bir öyküsü var bana ne anlatmak istiyorsun
-Ne anlatıcam ya sen de durup durup kafandan bir şeyler uyduruyorsun
-Ben hiç bir şey uydurmuyorum,belli ki kitabın yalnızca arkasını okuyup almışsın, ama gözden kaçırdığın bir şey var ben seni hep sevdim, sevmeye de devam ediyorum
ben her şeyi biliyorum bana bir şey anlatman gerekmiyor
-Ne biliyorsun
İçi öyle acıyordu ki, sinirden tir tir titriyordu, karşıdakini ürkütmemesi gerektiğini biliyordu, o ürkerse korkunç oluyor , zeytin yağı gibi su üstüne çıkıyordu,sesini yükseltip,
-Ben her şeyi biliyorum O’na selam söyle diyerek telefonu yüzüne kapattı kocasının.
Tepkisinden ürktü, ama artık bir şey yapması gerekiyordu, ya yeniden arayıp gelince hesap soracağını söylerse,
Tekrar çaldı telefon, açıp açmamak arasında tereddüt etti
-Efendim
Kocasının sakin ses tonunu duyunca şaşırdı,süt dökmüş kedi gibi mırıldanarak,
-Hayatım, her şeyi daha da zorlaştırıyorsun, iki hafta önce her şey çok değişti
Aslı bir yandan mutfak kapısını kapatıyor,çocukların kavgalarını duymasını istemiyordu, onlar hiç bir şeyden habersiz, mutluluk içinde yaşayan anne ve babalarını seviyorlardı
Artık hem bağırıp, hem de ağlıyordu
-Ben yapmadım, hayatımıza bu belayı sen soktun, ben yapmadım
-Güçlü olmalısın, ağlama…ağlamanı istemiyorum
-Değer miydi, bir ****** için işinden olmaya
Artık ayakta bile duramıyor, dizlerinin üzerine çökmüş, neye ve kime yalvardığını bilmeden Murat’ı dinlemeye çalışıyordu, çünkü o ilk itirafını yapıyordu
-Hayatımda bi ****** yok, hayatımda senden başka kadın yok .Artık oda bağırıyordu
-Ne olur bi şey söyle ne olur bitti de , seni seviyorum de… bi şey söyle
-Tamam ağlamayı kes seni seviyorum, yok öyle bi şey kafandan uyduruyorsun gelince konuşuruz
-Ne olur konuş benimle, gelince konuşalım… inanamazsın o kadar merhametliyim ki O’nun adına bile üzülüyorum
Her zaman ki gibi son noktayı Murat koydu
-Ağlama güçlü ol diyorum sana konuşacağız…
Aslı sandalyeyi zor buldu, hem ağlıyor hem söylediklerine inanamıyordu, ****** kelimesini ilk defa kullanmıştı, hem niye O’nun içinde üzülüyorum demişti Murat’a
Neden O’nun için üzülesin ki , senin bu kadar üzülmene o üzülüyor muydu salak Aslı.


kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
22 Kasım 2006       Mesaj #1963
kambis - avatarı
Ziyaretçi

MUBERRA ILE SEHABETTIN-18

Yine mi bamya Muberra?

Ne negatif bir bakis acisi bu Sehabettin.

Niyeki Muberra? Ben sadece baska ne var onu ogrenmek istedim.

Ama sehabettincigim, bamya yemegini seviyorum, ama bugun canim baska bir sey
istiyor canim da diyebilirdin degil mi?

Yani simdi bamyayi sevmemek kabahat mi Muberra?

Sen bamya sevmiyor musun Sehabettin?

Hayir seviyorum elbette ki, sevmedigimi kim soyledi?

Biraz once bamya sevmemek kabahat mi diye sordun ya…

Nasil yani Muberra? Benim yine aklim karisti

Aslinda Sehabetin`cigim; bamya sevmek kabahat degi, ama bir bamya kadar ise
yaramamak asil sorun. Hatta benim bir bamyam bile yok diye sarkilar soyleme
durumunda olmam sorunu buyuten.

Nasil yani Muberra, istedigin kadar bamya satin alabilirsin kim seni
engelleyebilir ki?

Soyle ki saskin manavim benim; ben devamli bamya pisirirek kendimi
kandiriyorum, `bak kizim iste yedigin bamya onunde yemedigin bamya arkanda`
diyerekten

Tabi ki bu kadar bamya yemegi yapmamizda senin de bu acidan buyuk katkin
oluyor. Kendi dusen aglamaz yani Sehabettin`cigim.

Nasil ya Mmuberra ben ne zaman dustum ki ve niye aglayayim ki . Simdi bamya
yemek yuzunden insan aglar mi?

Yok, ben bamya yemedigim icin agliyorum. Yani sorun bu: Sen istedigin
bamyayi yedigin icin, ben ise istedigim bamyayi yemedigim icin agliyoruz.

Yani aslinda Sehabettin`cigim; hersey yerinde olsa, yerli yerinde kullanilsa
bizim manav beni gordugu zaman; `hah iste muberra geliyor, yasasin eldeki
son bamyalari ona satacaz` diye sevinmezdi. Hatta bizim yuzumuzden sebze
halindeki bamya fiyatlarindaki bu ani artis da olmazdi. Dusunuyorum da; nice
Muberra, bu fiyatlarin artmasi yuzunden bamya alamayip bamya hayaleri ile
yasiyorlar.

Bamyanin bu kadar sevildigini bilmezdim Muberra?

Koyunun olmadigi yerde keciye Abdurrahman Celebi derlermis yagda kizartip
yumusamasina engel olma hayalleri kurdugum dogal bamyam benim.

Bir dakika simdi anlamadim, Abdurahman Ccelebi de mi seviyormus bamyayi?

Hayir gulum; Abdurrahman Celebinin su anda bizim konusmaya malzeme
oldugundan haberi yok. Aslina bakarsan zavalli bamyanin da benim hain ve
sapik emellerimden haberi yok.

Nasil yani Muberra?

Yani soyle ki; Abdurrahman Celebinin sakali bile olamayan kecim benim,
Abdurahman Celebinin hic bir seyden haberi yok, ama senin varligindan butun
mahallenin, hatta butun sehrin haberi ver. Gecen yolda yururken bir hanim
teyze; `vah vah vah kizim, allah beterinden saklasin` dedi. Hatta `bu himbil
erkeklerin boynu altinda kalsin` dedi

Ama Muberra, sen de biliyorsun benim elimde bir sey yok. Ben bu hain yazarin
elinde bir oyuncak oldum.Ben bir mizah oyununun kurbaniyim. Oysa duslerimde
koca bir bamya olmak vardi hep. Kizartilmaya ihtiyaci olmayan. Ben sana
mektuplar yaziyorum ici ask oldu olan ama bu alcak yazar bunlari hic
yansitmiyor buraya. Bana kasti var anlasilan. Bak simdi bir suru insan
okuyor beni ama kimse benim icin vah vah yazik adama demiyor. Ezilen ben ama
mazlum olan sen oluyorsun. Bu acidan dusundugunde bu kadar stress altinda
senin bamyaya olan ozleminin hakli nedenleri yok mu hic?

Ahh gulum, sen ne kadar zavalli bir durumdaymissin da haberim yok. Ben seni
hic anlamaya calismadim oyle mi. Gel seninle elbirligi yapalim ve bu alcak
yazari yok edelim ne dersin?

Anlamadim yani nasil olacak bu Muberra

Simdi soyle ; dusun, biri bizi gozetliyor programindayiz biz. Bu korolasica
yazar bizi yaziyor ve bir suru insan bizi gozluyor. Ama biliyorsun yazarin
bile girmedigi iki oda var hadi oraya siginalim. Orda ne yaptigimizi
soylemeyelim ki hem bu alcak yazar hem de onun isbirlikci okuyuculari
meraktan olsunler.

Yapabilir miyiz Muberra?

Korolasica adam, yapacak olan sensin, nerden bileyim ben olup olmayacagini

Tamam Muberra, hadi gizlenelim bu hain yazarin kaleminden.

- -----------------
- -----------------
- ------------------

Ne olur Muberra, bagisla beni, devamli olarak bu alcak yazarin kalemi popoma
batiyor gibi hissettim. Beni anlamaya calis, arkamdan kovalayan bir kalem ve
bir suru goz var sanki.

Kalemin icindeki kursun kadar popona sacma isabet eder insallah beceriksiz
adam. Git manava iki kilo bamya al ve odana kapan ve bugun gozum gormesin
seni. ...........Gassan SATAR

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #1964
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Lisedeyken edebiyat öğretmenimiz bir gün tahtaya “Yeşil görmeyen gözler mutluluğu bilemezler.” yazmış, “Hadi bakalım” demişti; “Bir kompozisyon yazacaksınız bu cümleyle ilgili”. Böyle küt diye yazı yazmak zorunda olmaktan hep nefret etmişimdir. “İlham diye bir şey var, kardeşim!” diyemiyorsunuz tabi aynı zamanda müdür yardımcısı olan kulak çekme tekniği ile ünlü öğretmene. Otuz dakikalık bir boş boş bakma seansı sonrasında on beş dakikada kanatlarından beynime zincirlediğim ilham perisi ile birlikte bir şeyler yazmıştık (Kalbim katılmış mıydı bu işbirliğine, hatırlamıyorum). Yeşil aşık olunan gözdü (bir de edebiyat öğretmenin gözüydü ışın kılıcı gibi karşısındakini kesitlere ayıran), yeşil ağaçtı, yeşil huzurdu, tembelce uzanmayı hayal ettiğin çimendi, sahaydı heyecanlı maçların yapıldığı. Yeşil “geçebilirsin” rahatlığıydı, mutluluktu, umuttu, daha hatırlayamadığım bir sürü şeydi yeşil. Bir ders sonra kompozisyonları okuduğumuzda kocaman bir on almıştım; yeşil tatmindi, şımarıklıktı, biraz daha mutluluktu…

Keşke hep öyle kalsaydı yeşil, hep umut kalsaydı, hep mutluluk kalsaydı. Yeşil artık benim için bir kazak, geçenlerde yaktığım…
Güzel bir mayıs sabahıydı. Vapurla karşıya geçip o benim çok sevdiğim kahvede kahvaltı yapmak için plan yapmıştık onunla. Buluştuğumuz yerde etraftakilere duyurmamaya çalışarak “ Ne güzel olmuşsun böyle” demişti, ben de şımarıkça gülümsemiştim. Hava çok soğuk olmadığı halde montum çeneme kadar kapalıydı çünkü altına giydiğim gömleğin düğmesi çok uygunsuz bir yerden çok uygunsuz bir zamanda firar etmişti. Karşıya geçene kadar hava, montuma inat yaparcasına ısındı, kahvaltıya gitmeden önce çözmemiz gereken bir gömlek krizimiz vardı artık. Günlerden Pazardı, Üsküdar yeni uyanıyordu. Ne yapabiliriz diye boş boş dolanırken ortada, o an etrafta açık olan tek mağazayı gördük. İçeri girdik ne aradığımızı çok da bilmeden. Askıdakilere bakmaya başladım. Kocaman yaprakları, çiçekleri olan kocaman gömlekler, upuzun tişörtler, pek de kaliteli olmayan anne bluzları vardı. Tam çıkmaya yeltenmişken o kazağı gördüm. Mayısla beraber, pazarla beraber, güneşle beraber, denizle beraber, Üsküdarla beraber, sevgilimle beraber, montumun altındaki kahverengi gömleğimle beraber bana gülümsüyordu ( kahverengi gömleğim aslında durumla dalga geçip kıkırdıyordu gülümsemekten çok) . Uzandım, açıp baktım, merserizeydi, kolları biraz uzuncaydı ama çok tatlı bir yeşildi, çok da sportif görünüyordu ( en azından o mağazadaki en sportif şeydi) , kotun üstüne yakışırdı. Baharda rahatlıkla giyerdim ben bunu. Fiyatını sorduk, kahvaltıya vereceğimiz paradan daha ucuzdu. Deneme kabinini gösterdiler. Dükkan sahiplerinin pek de bizimle ilgilenir gibi bir halleri yoktu. Kabine girdim. O dışarıda beni bekliyordu, kabinin hemen yanında. Kazağı giydim, kabinin içindeki aynaya baktım, yakışmıştı. Perdeyi açıp “Nasıl olmuş?” diye sordum. “Bakayım” dedi, bir yandan uzaktaki satıcıları gözleyerek kabine daldı. Sonra… Sonra o kazağa baktığımda defalarca hatırladığım o kaçamak sarılma ve o öpüş… Dükkan sahiplerine yakalanma korkusu muydu o anı o kadar müthiş yapan yoksa her zamanki öpüşlerinden biri miydi bilmiyorum…
Şimdi düşünüyorum da , ne kadar parlaktı o yeşil kazak, neredeyse fosforluydu. Nasıl aldım o kazağı diye düşünüyorum. Ama hatırlıyorum, o gün benim aklım bir karış havadaydı, kafamı kaldırsam görecektim, o gün benim aklım da fosforluydu…
Keşke hep öyle kalsaydı yeşil, hep parlak kalsaydı, hep fosforlu kalsaydı. Yeşil artık benim için siyah kül, geçenlerde çöpe attığım…
O kazağı alırken onu yalnızca bir kez giyeceğim aklıma gelir miydi… Gelmemişti… Tıpkı onu daha sonra bir daha görmeyeceğimin aklıma gelmediği gibi. Ben bir gün telefonda sustuğumda yeşil kazak dolaptan beni dinliyordu. Başka bir gün, o telefonda ağlayarak “bir şans daha olabilir mi” dediğinde, ben ağladığımda, yeşil kazak da ağlıyor muydu? Kazaklar ağlar mıydı? Belki o öpüşü görenler ağlayabilirdi, olabilir miydi? Bir yaz geçti, yeşil kazak koyduğum köşeden suçlu suçlu bana baktı. Bir kış geçti. Ben suçlarcasına yeşil kazağa baktım. Bahar geldi. Her şey affedilecek kadar unutulmuş mudur dedim. Yeşil kazak giyilecek kadar olmuş mudur? Yaralar kabuk bağlamış mıdır? Önceki kız olsa “hiç işim olmaz “ derdi. Önceki kız olsa “ben işime bakarım” derdi. Bu kız neden yeşil kazağı giyemiyordu. Kazağı kapıcının kızına mı vermeliydim? Bu kız neden kapıcının kızının üzerinde bile görmeye dayanamayacağını söylüyordu? Yeşil kazak şu lavaboda yansa içimdeki özlem de onunla beraber kül olup gider miydi? Yeşil kazağın külleri lavabodan akıp gittikçe benim de içim boşalır mıydı? Bir yıldır boğazımda taşıdığım yumruyu da alıp götürür müydü peki?
Bu bir ayin olmalıydı. Yeşil kazaktan ve bütün yeşil duygulardan kurtulmalıydım. Mutfağa gittim. Lavaboya koydum kazağı. Kibriti getirdim. Yakıp üzerine bıraktım. Duymaya başladığım çıtırtı içimden mi geliyordu? Yeşil kazak giderek siyah külden bir kazağa dönüşüyordu. İşin ilginç yanı , lavaboya katlanmış olarak koymuştum ve o öylece, katlanmış olduğu halde, şekli hiç bozulmadan yanıyordu, sessizce, itiraz etmeden, isyan etmeden. Peki bu burnuma gelen kötü koku içimdeki kötü duyguların yanarken çıkardığı koku muydu? Yoksa? Yoksa yanmakta olan lavabo borusunun kokusu mu? Olacak iş değildi, lavabonun borusundan yanık plastik kokusu geliyordu. Bu ayini burada bitirmezsem artık bir lavabo borum olmayacaktı. Hayat neden hep hesapta olmayan şeylerle doluydu. Kazak yanmaya devam ediyordu. Başımı lavaboya doğru uzatsam, dakikalardır yanaklarıma akıttığım göz yaşlarımı üzerine akıtsam söner miydi bu ateş? Denemedim… Musluğu açtım. Duyduğum o “coosss” sesi kazaktan mı gelmişti kalbimden mi? Bilmiyorum… Biraz soğumasını bekledim. Artık siyah olan kazağı kalıp halinde alıp siyah bir poşetin içine koydum. Evin kapısını açtım. Biraz önce koyduğum çöp poşetinin yanına bu siyah poşeti de koydum. Biraz sonra kapıcı gelirdi, kim bilir belki kızı da yardım ederdi ona bugün bazen yaptığı gibi. Sonra bütün o çöplerle beraber bir zamanlar tutkulu bir öpüşe şahitlik etmiş olan o kazak ( ve sonrasında ağlayarak uyanmalara şahitlik etmiş, uyuyamayarak ağlamalara şahitlik etmiş kazak) çıkıp gidecekti hayatımdan. Oysa bu hikayedeki en masum şeydi o kazak…
Keşke herşey masum kalsaydı… Keşke herkes masum kalsaydı…
feather
nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #1965
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda... Yarım mil ötede Toygun Paşa'nın
son kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde,
ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapı-
sının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar... yıkılmaz bir ölüm seddi halinde "Kızılelma" yolunu kapatıyordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı.
Kuru Kadı içini çekti. Sonra "Ah..." dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa... bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi.Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş... Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin'e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş,
Toygun Paşa'nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal'den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: "Palanka... amma
topu tüfeği kaç kişi?" dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan,bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyrediyorlardı. Bağırdı:
- Oynamayın şu hayvanla...
Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı'dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir
şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona "bizim yarasa" derdi.
Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: .
- Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Kadı'nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar'a bak-
tı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.Kalbinde ağır bir elem duydu. "Hayırdır inşallah" dedi.Canı o kadar sıkılıyordu ki... Elleri arkasında, başı
önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu.
... Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölge-
den eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu.
- Hey, çavuşbaşı... Hey!...
Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa
rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
- Ne var?
- Kaleden düşman çıkıyor.
Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.
- Bize geliyorlar... dedi:
Çavuşa döndü:
- Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bugünden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu.
Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstünde daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyült-
tü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi... "Ama, yine haklarından geliriz!"
dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen "haber topları"nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen "İşaret topu" atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı.
Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzeninegirmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe
bağırdılar:
- Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız?
Kuru Kadı:
- Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de "deli" derlerdi: Deli Mehmet,Deli Hüsrev... Serhatın muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama
hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefinde gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil'at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: "İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil'at nadanları sevindirir..." derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı.
Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar,
kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saflarına saldırırlar... alevi gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı.
Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak ke-
sildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerinisöyledi.
Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin'di.
Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal'in "Vire
ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil"e, Zebur'a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiç-
bir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu.
Kuru Kadı:
- Pekâlâ!... Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı
gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü.
Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafıf kamburu içeri çekildi:
- İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz
on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış... üzerimize iki
bin kişi ile geldi. Teklif ettiği "Vire"yi kabul etmek isteyenler vârsa ellerini kaldırsın!
Kimsenin eli kalkmadı.
- Öyleyse hazır olalım. Haydi...
Bir gürültüdür koptu;
- Hazırız...
- Hepimiz, hepimiz...
- Hepimiz, hepimiz hazırız.
- Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.
-(~klanmı~ havlı_
- Yatağanlanmız keskin...
- Bugün nusret bizim.
- Amin, amin...
Kuru Kadı, "Ey alemlerin rabbi" diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi,
yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:
- Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel... Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu
at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım.
Kuru Kadı'nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldu-
lar... bir ağızdan.
- Aç bize kapıyı, aç... diye bağırmaya başladılar.Kuru Kadı'nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sapsarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile
titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir
ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.
- Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım
sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda
olsun... Özellikle yarın kurban bayramı... Fakat bakınız maksadım ne? Bugün cuma... hem de arife. Bugün
hacılarımız Arafat'ta, diğer mü'minler camilerde bizim
gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler... Bunda şüphesi olan var mı?
- Hayır.
- Hayır, asla...
- Hayır.
- O halde münasip olan budur ki, biz de namazla-
rımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua
edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünyada iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım... Ne dersiniz?
- Hay hay!
- Uygun...
- Pekâlâ!
Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdu-
lar. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin'in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri "Vire" münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı.
Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan "işaret
topları" işitildi. Bu, "Biz, dörtnala geliyoruz" demekti.
Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri
"Allah, Allah" naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi
fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.
Ovada, Grijgal'e gelen yollardan bir toz dumanıdır
kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığı-
nı anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak
beş on gaziydi.
... Bozgun başladı.
Deli Mehmet'le Deli Hüsrevin takımları düşmanı
kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini
atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin'inalayına dalmış kesiyor, kesiyor... inanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu.
Kuru Kadı'nın gözleri Deli Mehmet'i aradı.
Bakındı, bakındı.
Göremedi.
Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yereuzanmıştı... Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı... Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu
uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğ-
ruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atma sıçradı. Kaçacaktı... Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağınyor,
- Mehmet, Mehmet!... Canını verdin!... Bâşını
verme Mehmet!...
Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki... Kuru Kadı: "Vah Deli Mehmet'miş!" diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım
kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını
gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye
yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki... Lanetli hemen
yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet'in başsız vü-
cudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı'dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,
- Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı'ya doğru koşarak sordu.
- Nasıl, gördün mü bu civanı?
- Görmedin mi?
Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu
dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki
ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.
- Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya.
Düşman kaçıyor... Deli Hüsrev'in kalkması Kuru Kadı'yı baştan can verdi, "Allah Allah" diyerek ileri atıldı.
Mücahitlere karıştı.
Cenk akşama kadar sürdü.
Er meydanının kanlı yüzüne "gece siyah saçlarını"
dağıtırken çağırıcının
- Gaziler hisara!
Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kan-
lar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarıda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti... Toplattığı şehitleri hisarın önündeki mey-
dana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet'in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu.
Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Butaze mezarın başına çöktü. Ezberden "Yasin" okumağabaşladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet'in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı'nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti.
Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış
gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:
- Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir.
Kuru Kadı'nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi.
Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev'in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu di-
ye... Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir türkü söylüyordu. Seslendi:
- Hüsrev.
- Efendim?...
Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı,
başı kabak Deli Hüsrev... daha Kuru Kadı bir şey sormadan,
- Gördün mü Deli Mehmet'in zevkini? dedi.
- Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
- "Gözlüye hotti gizli yoktur!"
Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı.
...
Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet'in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın
daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaatine bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu.
Grijgal'de, komşu palankalarda Kuru Kadı için "Deli oldu" diyorlardı. Her an "sonsuzluk" badesini içmiş
ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan için-
de yaşıyordu. Fakat nasıl "deniz çanağa sığmaz"sa,onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta
daha ileri gitti, çok iyi okuduğu "Mevlid-i Şerif" lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü.
Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet'in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi
zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsreve rast geldi. Meğer o da gezini-
yormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı'nın arkasına dokundu.
- Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin?
Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın...
Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
- Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet
uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum
ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören
oldu mu?
- Bir gören daha var. O "can" herkese görünmez.
- Kimdir?
- Bilemezsin...
- Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?
- a şehitlik müjdesidir!" İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!...
Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle
berbat oldu ki... kendisini o kadar seven Vali Ahmet
Bey bile Budin'den gelince, onun hallerine dayanamadı.Nihayet "bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz" diye geriye göndermeye mecbur oldu.Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal
hisarında bile herkes Kuru Kadı'yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu.
On iki sene sonra...
Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyunuzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası nere-
sinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı.
O vakit birçok gazilerin "gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli" sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski deli kadısı mıydı?..........



Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #1966
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli herşeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndügünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı. "Tadi nasil?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "acı" diye cevap verdi. Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken ayni soruyu sordu: "Tadı nasıl?" "Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak. "Tuzun tadını aldın mi?" diye sordu yaşlı adam, "hayır" diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi: "Yaşamdaki izdıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Izdırabın miktari hep aynidir. Ancak bu izdırabın acılıği, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Izdırabın olduğunda yapman gereken tek şey, ızdırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir.
Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış...."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #1967
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gizliden gizliye gözlerini izliyorum. Seni tanıyorum. Tanıdığımı sanıyorum.
İyi bir tiyatrocu , iyi bir yalancısın , belki de gerçekten saf ve huzurlusun.
Sesin , kokun... Özlüyorum kimbilir ...
Karşımdasın , sessizce saçma sorulara cevap buluyorsun ve eğlendiriyor bu seni.
Benimse mutlu olduğum , yanımda olman.
Gevezeliğin tutuyor yanımda , ya kaçtığından ya çocukça sevincinden.
Tıpkı değer vermen gibi bunuda sıradan olanların yanında saklıyorsun.
Bense bendeki sen ile , ruhunu karıştırıyorum.
Kurnazsın sen, zekisin. Ve bu benim onaylı zekamı bile çeliyor , çaktırmadan şaşıyorum buna.
Ben sende farklı bir adam oluyorum. Kirliyi bilen , temizi seçenler vardır ya. Üzerinde bohem ağırlığı olanlar. Onlardan oluveriyorum.
Beni sevdiğini ispatlayacağım sana , bilmem buna ihtiyacın var mı?
Günden güne sevdireceğim , farkına varmadan bir gün gelecek , beni , her an beni düşündüğünü
aslında çok ünlü " O " nun ben olduğumu anlayacaksın. Ve beni ömrünün sonuna kadar sevmek zorunda kalacaksın.
Bense acı içinde olacağım , gene ölümlerden ölüm beğeneceğim.
Sana altından kalkması zor saygılar sunacağım , deliliklerini iplere asacağım. Gelmen imkansız olacak.
Acı vereceğim , kararsızlıklarla uykuların bölünecek. Her defasında adımların sert ve hızlı benimle konuşmaya geleceksin , ben bitkin düşmüş olacağım. Ertelemek için bir an düşünmeyeceksin. Bencilce söylemek için damarlarına yüzlerce kez kan pompalanacak. Aslında çaresizin ben olduğumu görmeyeceksin. Söyleyi vereceksin. Elinde sert sopalarla sırtıma , karnıma ve başıma defalarca vurur gibi yıkılacağım o anda. Paylaşmanın anlamını unutacaksın , oysa aşkın böyleside paylaşılır. Acıları vardır , utançları , hataları , sırları , mutlulukları olduğu gibi. Ama paylaşmayı bilmeyecek , bir dolu acıyı kapıma bırakıp hür yüreğini alıp gideceksin. Üstelik bir ayağımada ipleri dolayıp.
feather
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #1968
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Camı kırılmış kalbimin penceresinde ufak bir çocuk oturtuyordum. Yalnızlığını aramaya gelmişti buraya. Ahşap merdivenin yamuk basamaklarını çıkarken heyecanlıydı. Yukarıdaki küçük oda ona çok şey vaadediyordu. Düz saçlarının altından bakarken bu mavi pencereye, mavi gözleriyle sabırsızdı. Oyuncağını arıyormuş gibi. Tırmanışı uzadıkça heyecanı arttı. O ufacık, hiçbir kötülüğe değmemiş elleri mavi pervaza değince, yalnızlığım irkildi. İlkönce dümdüz kumral saçlar göründü. Sonra yay gibi kaşlar ve deniz mavisi gözler. Merak bakıyordu o gözler. Okka gibi burun, bu tanımadığı kokuyu algılamaya çalışıyordu. Tüm oda da yalnızlığım kokuyordu. Tüm oda da yalnızlığım görünüyordu.
Mavi pencereli, kırık camlı karanlık odam, bu küçük melekle rengarenk bir pınara dönüşüyordu. Ama bu meleğin adımlarının çıkardığı tıkırtılar bile yalnızlığıma dost olmuyordu. Yalnızlığım kaçıyordu bu minyatür ellerden. Hep bir köşede oturmak istiyordu yalnızlığım. Kendi, karanlık, renksiz köşesinde. Sadece kendi sesiyle yıllarca oturmanın hayaliyle yaşıyordu. Minik çocuk, tüm bu renk cümbüşünün ortasında, bu başıboşluğun merkezinde baka kalmıştı yalnızlığa. Son kez elini uzattı, çok büyük bir şevk ve istekle. Saf, çocuksu bir bakış vardı yüzünde. Yalnızlık, bakamıyordu suratına bu miniğin. O, yanı başında duran soluk, renksiz çiçek demetine odaklanmıştı. Çocuğun toz pembe dünyasından kırıntı bile taşımıyordu, bu ölüm kokan laleler. Ama çocuk pes etmemek niyetinde olduğunu belli ediyordu; laleler yaşıyordu onun gözünde. Yalnızlığım, bu miniğin ellerinde yeşeren odaya göz gezdirdi; bu yeşeren oda ona yabancıydı. Onun değildi hiçbir şey; yanında duran bir vazo lale bile. Miniğ!
in eli hala havadaydı. Yalnızlığım, bakamadığı mavi gözlerde buldu kendini bir anda. İçindeki sıcaklığı hissetti, kalp atışlarındaki artışı sezdi. Bünyesinde ki her milimetre kare yanıyordu. Nefes alışı bozulmuştu. Elleri, ayakları renkleniyordu. Hayır sadece elleri, ayakları değil tüm benliği renkleniyordu. Tüm benliği...
Mavi pencereli, kırık camlı yeşil odamda ki süslemeli bakır aynamda kendini buldu yalnızlığım. Renksizlikte boğulduğu bunca yılın ardından, bu yağlı boya tablosunda bulmuştu kendisini. Yanında da herşeyi başlatan; mavi gözlü, düz saçlı melek vardı. Herşey başlamıştı.
Yeniden başlayan hayatında sadece bu minik vardı. Ama yalnızlığım, yalnızlığını kaybetmişti. Peki bu kişiliğindeki büyük değişiklik buna değer miydi? Düşlerinde bile hiç hayal etmediği bu durum acaba çok mu iyiydi? Yalnızlığım kararını verdi. Doğasına karşı çıkamazdı. Minik çocuğa veda busesi kondurdu. Düz saçlarında dans eden dudakları bir şey mırıldandı: “donmuş bir gözyaşı gibi akmayan şu yaşantıma alışıyordum...teşekkür ederim...”
Mavi pencereli, kırık camlı yeşil odam bir çocuğun yalnızlığına şahit olmak üzereydi. Yalnızlığım tüm erdemiyle mavi penceremden aşağıya bıraktı rengarenk bedenini. Gözyaşları eşlik etti onun düşüşüne mavi gözlerden süzülen...
Yalnızlık paylaşılmamalı günahkar ruhların özünde...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #1969
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil.

Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde, geçmekteymiş.Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye sormuş.Zenginlik, "Hayır, alamam.Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş. "Kibir, lütfen bana yardım et!", Kibir "Sana yardım edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş. Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim." Üzüntü "Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var." Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki Aşk'ın çağrısını duymamış. Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş. Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşk'a yardım eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi'ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?" Bilgi "O, Zaman'dı" diye cevap vermiş. "Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk. Bilgi gülümsemiş:

"Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir"
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #1970
kambis - avatarı
Ziyaretçi
SERÇE VE GÖÇMEN KUŞUN HİKAYESİ
İhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş,
Sadakatin adı ise; bir serçeye
Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca
Küçük köyün üstünde uçmuş serçeyle beraber
Küçük sinekleri, kurtları yemişler,
Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış, derelerden su içmişler.
Masmavi gökyüzünde dans etmişler,
Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler...
Birbirlerine söz vermiş kuşlar;
Ayrılmayacağız diye.
Ama kış gelmiş,
Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış,
Serçe ise her zamanki gibi sadık
Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek.
Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için
Yaşamaksa önemli imiş göçmen için.
O, baharların tatlı eğlencesiymiş sadece
Gel demiş serçeye benle beraber...
Başka bir bahara uçalım.
Serçe ise burda bekleyelim demiş yeni baharı
Ama kış acımasızdır. demiş göçmen,
Yaşayamayız burda, aç kalır üşürüz
Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber
Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim.
Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere
Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye
Ve karar vermiş sevgiyi seçmiş
Uçacakmış yeni bir bahara...
Göçmen ve serçe çıkmışlar yola,
Ama serçe zayıfmış,
onun kanatları uzun uçuşlar için değil.
Dayanamayacakmış bu yola
Oysa göçmenin kanatları güçlüymüş
Çünkü o hep kaçarmış kışlardan
Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlara
Bir fırtına yaklaşıyormuş.
Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmış
Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış
Göçmene duralım demiş artık.
Biraz dinlenelim
Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz.
Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş.
Ama göçmen yürü demiş serçeye
birazdan okyanuslara varacağız
Serçe sevgisine uymuş ve
peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin
Birazdan varmışlar okyanusa
Kurtuluşuymuş bu büyük deniz
Göçmen için çok iyi bilirmiş buraları
Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki
Gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi
Serçe artık dayanamıyormuş,
Son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene
Artık gidemiyorum.... Göçmen serçeye bakmış,
Bakmış ve devam etmiş........
Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük
Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük...
Mavi sularında okyanusun bir minik SADAKAT ...
Yeni bir baharın koynunda koca bir İHANET...
( ALINTI )

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar