Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 199

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 500.293 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Kasım 2006       Mesaj #1981
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur...Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında. Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya... İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır...Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu...Birazdan sabah olacak...Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek...

Sponsorlu Bağlantılar
Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak...
Aşkta yarın yoktur sevgili...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Kasım 2006       Mesaj #1982
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Uzun bir yürüyüşün ardından evine dönmüş olmak ile Melisa müthiş bir huzur duydu yüreğinin en derinlerinde. Seviyordu aslında dışarda; -insanların arasında olmayı ama tilki misali dönüp dolaşıp evcazına geri dönmüştü işte! Her ne kadar aklının bir köşesi hala uzaklarda bir yerde kalmış olsa da...
Yaptığı ilk şey otomatik bir hareketle müziği açmak oldu. Müziksiz yapamazdı. Bu sırf evde bir ses olsun yada laf olsun diye açılmış alelade bir radyo kanalı değildi.
Sponsorlu Bağlantılar
-Melisa’nın çok kolay bağlanabilen bir yapısı vardı- bağımlısı olduğu bu ses evin içine usul usul yayılırken kafasından yığınlarca cümle geçiyordu. Düşündükçe dudaklarının kenarına muzip bir gülüş gelip yerleşiverdi. Aynanın karşısına geçti ve kendi kendine sordu;
-İnsan kendisine bu kadar işkence etmeyi nasıl olur da başarabilir?
Düşündü...düşündü...
kendisini mutsuz edebilecek bir şey bulamadı hayatında! Aslında yaşadıkları herkesin başına gelebilecek ufak tefek sorunlardan ibaretti. Tüm yaşamını etkileyecek bir yıkım yada travmatik bir olay yoktu aklına gelen. Buna sevinin mi üzülsün mü birden bilemedi; çünkü mutlu değildi işte...bunun başka bir açıklaması yok.
-Yani bu demek oluyor ki ben ...u ...na mutsuzum. Bari bi nedeni olsaydı...Hıh! Mutlu olmak benim elimde öyle mi?
aynı anda aynaya yansıyan görüntüsüne bakıp küçük çocuklar gibi dil çıkardı.
Hayat sana sunulanlarla yetinebilme sanatıdır!
Aklına bu cümle geldi birden... şu hayatın değerini bilebilmek ve anı yakalayabilmek için binlerce öğüt veren kitaplardan birinde okumuştu ama hangisinde olduğunu çıkaramadı.
-Ne önemi var ki! Zaten hepsi bu türden birbirine benzer cümlelerle dolu değil mi? ha şu söylemiş; ha bu söylemiş... sanki kendileri uygulayabiliyor da!
Uzun yürüyüşleri boyunca gözlemlediği insanların yüzündeki sahte gülüşler; mutluymuş gibi davranışları gözünün önüne geldi... o kadar açık seçik belliydi ki her şey.
Aynanın karşısından çekildi ve mutfağa yöneldi. Kendisine şöyle güzel bir kahve hazırlamak için...
-Ama herkes içindekileri karşısındakine belli etmemeye çalışıyor. İnsanoğlu yalnız kalamaz çünkü. Mutlaka yanında birilerinin varlığını hissetmek ister. ancak o şekilde güven içinde yaşamını sürdürebilir...mış gibi yaşamak pahasına...bu da pek ucuz bir bedel sayılmaz hı! Sessiz sessiz ağladı bir süre! Sanki saklayacak birileri var da ağladığını görmesin diye başını öne eğdi. Gözyaşları yanaklarından süzülüp gidiyordu ve aynı zamanda kendisi hiç farkında değildi ama gülümsüyordu...
müptelası olduğu ses ise o sırada gülerek ağlamanın çok güzel olduğunu fısıldıyordu Melisa'nın kulağına...
featherSabanur

nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
27 Kasım 2006       Mesaj #1983
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
Doğruluk

Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri'ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri'nin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:

- Hasan Basri'yi (r.a.) gördün mü? diye sordular.
O gayet sakin:
- Evet, dedi.
- Nerede?
- İşte şu kulübemde...
Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri'ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:
- Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? dediler.
- Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne?
Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:
- Ey Habib! Biliyorum ki Rabb'im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? dedi.
Hazreti Habib mahcub bir şekilde:
- Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, Doğruların yardımcısı Allah'tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi.

Tevil yapmaya, bir zalimin elinden bir mazlumu kurtarmak için, yalan söylemeye ruhsatın olduğu yerler olsa bile, efdal olan, eğer Habib-i Acemi Hazretleri gibi bir teslimiyetiniz varsa, doğruyu söylemektir.

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Kasım 2006       Mesaj #1984
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Lokma lokma ver, az az tattır özgürlüğü açlığıma. Sakın beni doyurma. Hep demir parmaklıklar olsun; gözlerindeki “ben”in önünde kirpiklerin. Sakın birkaç damla ile kilidini açma. Dünyanın en güzel F tipinden salma beni yalnızlığa. Mutsuzluğa çözme prangalarımı. İçinde sensizlik olan her cümlenin telaffuzundan esirge dudaklarımı. Beni adınsız bırakma.

Az az tattır özgürlüğü tutsaklığıma. Ne bileyim hep azarla içindeki şeytanı; aramıza girme ihtimali doğarsa. Ya da aklında bir tilki varsa beni sevmene ihtilaf, tut kuyruğunda savur onu baş aşağıya. Kırıtan bir yosmadır şüphe. Sen edebini koru ne olursun şüphe yolsuzuna aldanma. O ne yaparsa yapsın, sen usunu şüphe denizinde yelkensiz, dümensiz, bensiz bırakma. Ey yoksul düşlerimin varsıl silueti! Hayallerimi öksüzlüğe atma. En fazla virgüller olsun benli cümlelerinin kucağında. Ünlemlere, sorulara ve noktalara yer ayırma. Şair der ki: “Ey sevgili! Uzatma dünya sürgünümü benim.” Ey sevilen! Sen varsan uzadıkça uzasın dünya sürgünüm; yok, sen yoksan elimi yüzümü sürgünlere bulama. Ne olursun!

Lokma lokma ver, az az tattır sevgini bana. Eli savaş baltalı nankörlüğümü kudurtma. Kıymet bilmez etme beni. Ne arşa değsin başım, nede yerin dibine batayım. En güzel ortalamalarında avut beni. Beni ortalarda(!) bırakma. Sıradan sevgilere gark etme. Beni herkes gibi herkes kadar sevme. Nasıl birdenbire sevdiysen beni; yine öyle terk et günün birinde terk edeceksen. Ben hiç ihtimal vermek istemiyorum ama...

Az az tattır mantığını duygularıma mesela. Ne Juliet ol mantığına karşı sorgusuz savunmasız teslimkar. Ne de Einstein duygularına. Çıkar artık denklemleri yüreğimizden sevgili. Tabi ki Orhan Veli’nin böcekleri gibi -arzu et sadece- demiyorum. Ama... İste ne olursun hak ettiğin her şeyi. Verdiğimle yetinme, benim istediğim gibi sen de iste. Susma örneğin. Dudaklarınla konuşmasan bile gözlerinle; olmadı yüreğinle, olmadı gülüşünle. Ne yaparsan yap ama, Ruhumu desibelsiz bırakma.
nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
28 Kasım 2006       Mesaj #1985
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
Sevda Uğruna Ölüm

Kadın yirmi yedi yaşında... Yüreği, kar beyaz soğuklara terkedilmiş
ama inat bu ya hala sımsıcak. Düşünceleri kah hayatın gitgide
ağırlaşan gerçeklerinde kah aydınlık hayallerde dolaşıyor nefes
nefese.. Elinde samur fırçası, geçmişi karalayıp bugünü
renklendiriyor hiç durmadan. Renkler kıpır,kıpır , içindeki çocuk
haşarı mı haşarı... Gözleri ise buğulu bakmakta hüzünlere yenik...
Hayatı sorgulamaktan çoktan caymış.


Omuzları bir küçük kız çocuğun
şımarıklığını sergilercesine “Bana ne” ifadesinde. Kıpır,kıpır ya
içi.. Arayışları var kendisinden bile sakladığı. Bela da geliyorum
demez ya... İşte böyle bir anda; ruhu, sanal dünyanın kapısından
sızıverir içeri sessiz, habersiz.. Hani şu chat canavarı var ya bu
günlerin belalısı. Orada kendisi gibi şaşkın yüreklerin arasında
buluverir kendini.
Ve... olanlar olur o zaman. Hiç beklenmeyen anda buzda
kayar gibi “Hooop” havada bulur duygularını darmadağınık. Sanki
başında deli rüzgarlar hiç esmiyormuş,

esenler de yetmiyormuş gibi.
Erkeğin yaşı otuz. Hırslı, kendinden emin. Kendisiyle
barışık ve yaşadığına memnun.

Kahkahası ekrandan yüreklere taşan,
mutlu ve duygu dolu bir bulut adam. Eşi ve çocuğu için yaşamakta
olduğunu saklamadan kadını davet eder sanal dünyanın sanal aşk
oyununa. Acemidir kadın. Belki genç adam da öyle.

Oynadıkları oyunun
tehlikesinden habersiz bir masalı yaşamaya başlarlar.
Ekranın karşısında nefeslerini tutup beklerler sevdalının
gelmesini.

Karşılaşmaları her defasında kahkahaları hatırlatırcasına
şen olur. Zamanın koordinatları buluşamadığında, birbirlerine teğet
geçtiklerinde, hüzün yayılır gecelere.

Uyku tutmaz bekleyişlerde
ikisini de. Sabah yeni umutlara gebe başlar. Ve ekranda doğarlar her buluşmayla yeniden..
Duyguların en fırtınalısına yakalanırlar.

Birbirlerini gerçekten merak ederler.
Bulut adam kadının açlığından, üşümesinden
bile sorumlu tutmaya başlar kendini.

Kadınsa adamın yorgun hallerine dayanamaz.
Elleri dokunmasa da ellerindedir artık. Birbirlerini el
üstünde tutarlar anlayacağınız.

Günler, aylar geçer...
Hayaller ekranlara sığmaz olur.
Artık görmek isterler birbirlerini. Dokunmak
sarılmak isterler. Hatta çılgıncasına sevişmek...
Kadın kıvranır onsuzluğun acılarında.. Özlem şiddete
dönüşür. Acıtır... İşkencelere yatırır kadını. Oyun değildir artık
bu. AŞK ekranda değil hayatın ta içinde yaşamaktadır.

Bulut adam sorar durmadan ;
-N’olacak şimdi...
Kadın, adam kadar cevapsız...
“Bilmiyorum” der.”Bilmiyorum”
Artık sorgulamalar başlar duyguları ...
”Bu nedir?...Bunun adı ne..?”
Kadın aşkı tanımlar ama çare değildir tanımlamak..
Yaşananlardır gerçek olan. Hissedilenlerdir.
Her sevdanın başını bir karabasan bekler ya...Beklemese
sevda denen şey olmaz zaten.
İşte bu bir sevdadır ve başında karabasanlar.
Kadın unuttuğu aşk gözyaşlarını hüzünlere, sancılara,
onulmaz ağrılara boyar, alaca bulaca.
Artık her şeye gözlerindeki buğuların ardından
bakmaktadır.
Ve ekrana şunları; buzların arasından aldığı yüreğinin
kalemiyle yazar. Yüreğini buzlara iade etmek üzere...
“Beni ignore et*.Ne olur bunu yap.”
Bulut adam şaşkındır belki ama adı gibi bilir. Doğru olan
budur. Düşünür bir süre.Susar ekran. Susar kadının yüreği...Ölüm
anıdır bu.Verilen son nefestir sanki..
“Sevdam HAYIR dese” “ Sensiz yapamam dese” diye bekler
nefes almak için.
Bulut adamın suskunluğu bozduğu yerde ölecektir kadın..
Bunu ikisi de bilirler.
Bir yazı belirir ekranda çaresizce okunan
“Netten çıkıyorum o zaman” “Hoşçakal”
Mavi üzerine siyah yazılmış sözcükler kararlı ve kesindir...
Titreyen ve cansızlaşan parmakları son bir kez tuşları
gezinir kadının
“Hoşçakal”
Düşer Bulut adamın gülen yüzü ekrandan.
Ve
KADIN ÖLÜR...
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
28 Kasım 2006       Mesaj #1986
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
...Hüzün....

Sabah uyandığın da midesinde bir yanma hissetti yanmanın nedeni akşam
yedikleri değil uyanır uyanmaz bugün yapacaklarının aklına gelmesiydi.
Bugün 2 yıldır götürmeye çalıştığı bir birlikteliği bitirecekti, aslında
bunda geç bile kalmıştı. Bitmeli dedi içinden her gün; bu tatsız uyanış
bitmeli. İçinde bir muhakeme başlamıştı, kendi kendine söyleniyordu..
"Ona da haksızlık etmek istemiyorum belki hatalı olan benim....
Bulunmaz,Hint kumaşı değilim ya, görünüş olarak hımm yakışıklı
çocuk denilecek biri hiç değilim.... Ama yaptım çok çalıştım bitmesin diye
kendimle mantığımla çok kavga ettim olmadı...."
Genç adam bunları düşünürken suratı şekilden şekile giriyordu.
Süratle giyinerek dışarı çıktı, bugüne kadar hiç bekletmemişti onu
şimdi de bekletmemeliydi.İstanbul soğuk ve yağmurlu bir Nisan ayı yaşıyordu.
Genç adam gökyüzüne bakarak iç geçirdi bulutlar bizim yaşayacaklarımızı biliyor
onlar bile ağlıyor halimize. Birkaç saatlik yolculuktan
sonra Kadıköy iskelesine geldi her zamanki gibi yine ilk kendisi gelmişti,
buluşma yerine.Birkaç dakikalık beklemeden sonra karşıdan kız
arkadaşının geldiğini gördü, şimdi midesindeki ağrı daha da artmıştı. Karşılama
faslından sonra Beşiktaş'a gitme kararı aldılar,yolculuk sırasında hiç konuşmadılar.
genç adam güneşin yokluğunda grileşen denize bakıyordu. Genç kız
arkadaşının bu durgunluğuna anlam verememişti öyle ya nereden bilecekti
bu gün ayrılık çanlarını çaldığını."Üşüdüm" dedi genç kız, bu yolculuk boyunca
edilen tek laftı.Beşiktaş'a geldiklerinde bir cafe de oturdular, genç kız anlamıştı.
Kendisine bir şey söylenmek istendiğini... "Bana bir şey mi söylemek
istiyorsun" dedi,genç adamın gözlerine bakarak. Genç adam gözlerini
kaçırarak "evvet"şeklinde başını salladı. Genç kız daha da heyecanlanmıştı.
Biraz da sinirlenerek"söyle öyleyse ne diye bekliyorsun."
Genç adam içini çektikten sonra sence biz nereye kadar gideceğiz
daha doğrusu biz iyi bir ikiliyiz.
"Bunları sorma gereğini neden duydun." dedi genç kız.
Genç adam söze başladı bak canım bundan birkaç ay önce akşam
saat 11:00 civarıydı sanırım, hatırladın mı?
Genç kız "evvet hatırladımm" dedi, ama genç adam genç kızın
sözünü bitirmesini beklemeden "o akşam seni düşünüyordum diğer
akşamlarda olduğu gibi senin için bir şiir yazmıştım onu o an
sana okumak istemiştim,
sana telefon açtığımda şiir'imi bile dinlemeden şimdi sırası mı
canım ya seninde işin gücün yok mu demiştin" bana.
"Biliyor musun o an bir kaç yumruk yedikten sonra kroki durumuna
düşen bir boksör gibi olmuştum sessiz kalıp özür dileyerek telefonu
kapatmıştım.Daha sonra bu şiiri benden hiç istememiştin. Ve bunun gibi bir
çok defa tartışmamız oldu. Geçenler de hasta olup yataklara
düştüğümde arkadaşlarımla birlikte sende gelmiş,Meral'in bana sen şanslısın Nalan
sana bakar sözüne karşılık sinirli bir edayla "aaaa banane işim yokta sana
bakacağım,annen baksın demiştin bunu da hatırladın mı?"
Genç kız tekrar "evvet" dedikten sonra şaşkın şaşkın "evvet ama bunları
neden hatırlatıyorsun bilmiyorum. Biliyorsun benim
kişiliğim böyle, duygusallığı sevmiyorum . Ve hasta bakıcı gibi göründüğümü
de kimse söyleyemez."Genç adam güldü "Evvet canım bak burda haklısın,sen zaten
olmak istesen bile bu kalbi taşıdığın müddetçe hasta bakıcı hemşire falan
olamazsın."Genç adam devam etti, bana simdiye kadar kaç kere sabahın
erken saatlerinde güzel sözcüklerden oluşan bir mesaj çektin, hiç hatta
günün hiçbir saatinde çekmedin. Duygusallığı sevmeye bilirsin ama sen seni
seven insanları mutlu etmeyi de sevmiyorsun,halbuki ben senin tam tersine
kendimden çok insanları mutlu etmeyi seviyorum seni tanıdığımdan beri her sabah
akşam, gece yani seni andığım her saat tatlı sözcük mesajım vardı senin
için biliyormusun?seninle ben ak ile kara gibiyiz.
Genç kız anlamıştı, "yani ne istiyorsun benden şair olmamı mı?"
Genç adam tekrar gülümsedi içinden dün gece verdiği ayrılık kararının ne kadar
doğru olduğunu düşünüyordu. Hayır dedi şair olmanı istemiyorum zaten
olamazsın da; yalnız biz ayrılmalıyız,ayrılırsak ikimiz içinde en hayırlısı bu olacak.
Genç kız şaşırmıştı,Neden ama ben seni seviyorum,seninde beni sevdiğini sanıyordum.
Genç adam iç çekerek "hayır canım sen sadece beni sevdiğini sanıyorsun,eğer
beni sevseydin şimdi burda başka şeyler konuşuyor olurduk."
Genç kızınn gözleri yaşarmıştı, Genç adam cebinden çıkardığı mendili uzattı,
genç kız göz yaşlarını silerek kesik bir sesle "Sen bilirsin,umarım beni başka biri
için bırakmıyorsundur"
Genç adam "Nasıl böyle bir şeyi düşünürsün, senden başka olmadı ve uzun süre de
olacağını sanmıyorum"
Genç adam ve genç kız iki sevgili olarak oturdukları masada artık iki yabancı gibi
oturuyorlardı.İstanbul yağmurlarla yıkanırken yağmura iki sevgilinin umutları da
karışıyordu..Birkaç dakika sesiz oturduktan sonra genç kız "kalkalım istersen" dedi.
Genç adam ben biraz daha burda kalmak istiyorum, istersen sen kalkabilirsin.
Genç kız "tamam o zaman sana mutluluklar dilerim" diyerek elini uzattı.Genç kızın
sesi ve eli titriyordu.Genç adam "arkadaş olarak beraberiz tabi sende istersen" dedi
Genç kız "evvet"anlamında başını salladı ayrılırken son kez sarıldılar birbirlerine.
Genç kız uzaklaşırken genç adam masa da dondu kaldı vakit öğleni bulurken yağan
yağmur yerini güneşe bırakmıştı... Ama genç adam titriyordu onu titreten açan
güneşe rağmen esen rüzgarmıydı? yoksa kalbinde ki ayrılık acısımıydı?Saatlerce
dolaştı devamlı kendini sorguluyordu hatayı baştan yaptım diyordu ama yaşadığı
güzel günlerde olmuştu. "allahım" dedi "allahım güç ver bana".Dostlarını düşündü
onların dediklerini düşündü. Arkadaşları sizler birbirinize zıt insanlarsınız yol yakınken
dönün bu yoldan dememişmiydiler.Tabii ya doğru olanı yapmıştı.Saatler geçtiğin de
artık güneş yerini yıldızlara bırakmıştı,eve döndüğün de yürümekten bitap duruma
düşmüştü.Kendisini karşılayan annesine hiç bir şey söylemeden odasına gitti.Gece
bir türlü bitmek bilmiyordu.Anıların ağırlığı altın da eziliyordu genç adam..

Ama sabah erken kalkıp ajansa gidecekti, bunun için uyuması gerekiyordu.
Birkaç saat sonra genç adam uykuya dalmayı başarmıştı ve sabah 7'de saatin sesiyle
uyandı genç adam.Evden çıkacağı zaman cep telefonuna baktı mesaj ve 10 tane
cevapsız arama vardı..Genç adam yorgun olduğu için duymamıştı telefonun sesini.
Cevapsız arama ve mesaj canımcım'dan gelmişti canımcım onun Nalan'a taktığı isimdi,
heyacanla mesajı açtı...

mesajda şunlar yazıyordu.......

Sadece onları sevmeyi sevdim
Hepsini onlarsız yaşadım da
Bir seni sensiz yaşayamıyorum
Bu aşkı tek kalpte taşıyamıyorum
Sana yemin güzel gözlüm bir tek seni sevdim
Ve seni severek öleceğim, ELVEDA BİRTANEM.......

Evvet genç adam şaşırmıştı, mesajin geliş saatine baktı sabahın beşini gösteriyordu.
Güldü kahkahalar atarak güldü onu tanıdığı ve arkadaş olduğu günden beri ilk defa
bir şiir alıyordu ve ilk defa bu saatte aranıyordu.Heyecanla hızlı arama yaptı,çalan
telefonu yabancı bir ses açtı.Genç adam "Nalan ile görüşebilirmiyim" dedi.
Fakat karşıdaki ağlıyordu, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.Ben onun annesiyim yavrum
canım kızım bu sabah intihar etti.Gece odasın da birilerini arayıp durdu,sabah
odasının ışığını sönmemiş görünce merak ederek odasına girdim,ama yavrum kendini
asmıştı. Genç adam beyninden vurulmuşa döndü. Bir gün önceki mide ağrısının iki
katını çekiyordu şimdi.Olduğu yerde yığılıp kaldı..
.Birkaç ay sonra...
İki doktor konuşur. Doktorlardan biri diğerine karşıda ki hastanın durumunu soruyor.
Ahh o mu üç ay önce getirdiler elindeki cep telefonunu hiç bırakmıyor,kendisi
yüzünden bir genç kız intihar etmiş o günden sonra o cep telefonu her zaman elinde
devamlı bir şeyler yazıp birine yolluyor..
Geçenler de merak ettim o uyurken gönderdiği numarayı aradım hayret ki numara 3
ay önce iptal edilmiş,ve gelen mesajlar da bir şiir

Sadece onları sevmeyi sevdim
Hepsini onlarsız yaşadım da
Bir seni sensiz yaşayamıyorum
Bu aşkı tek kalpte taşıyamıyorum
Sana yemin güzel gözlüm bir tek seni sevdim
Ve seni severek ölecegim, ELVEDA BİRTANEM.......
mesajı vardı.
iwosky - avatarı
iwosky
Ziyaretçi
28 Kasım 2006       Mesaj #1987
iwosky - avatarı
Ziyaretçi
Yaşamayı Sunuyorum
korkuyorum karanlığa gidiyor diyorum bu yol



Arkadaşım akşam beni alıyor
şehrin en zirvesine çıkıyoruz arabayla
korkuyorum karanlığa gidiyor diyorum bu yol istemiyorum gitmeyelim
sonra da diyor ki
- ben - işte yaşamı sunuyorum sana
o yüzden getirdim seni buraya
burdan yaşamı seyretmek hoşuma gider hep seviyorum yaşamayı, seni çok tanımıyorum ama
sende seviyorsun yaşamayı ben senin gözlerinde bunu görüyorum ve

tüm kötülüklerden uzaktır arınmıştır, tertemizdir havası baharda
insan gürültüsü yoktur burada sen varsındır katıksız sen
korkuyorum karanlığa gidiyor diyorum bu yol
doğru söylüyorsun görülecek günler var daha dedim
birlikte göreceğimiz günler dedi usulca...
tatlısın, hoşuma gidiyorsun sana benimle var mısın hayata diyorum diyor yine.
Bilmiyorum, bir daha ciddiyet olmadan kimseyi hayatımın merkezine almayacağım dedim o yüzden düşünüyorum seninle ilgisi yok.
- hoşuna gitmiyorsam zorla güzellik olmaz saygı duyarım diyor.
Hayat insana her zaman yaşama fırsatı vermiyor bunu biliyorum o yüzden bazen anı yaşamalı diyorum kendi kendime
Gençsin güzelsin şimdi ama yarınını düşün diyenleri duymak istemiyorum bu aşamada,
- ilişkim içinde değerli olmayı isterim senin için, diyor
- saçma –sapan anlamsız tavırların olursa bana karşı kızarım aptal değilim kabul edemem, diyor
tabi ki diyorum ‘’ilişki insana karşılıklı bir sorumluluk ta yüklemeli ’’ diyorum.anlaşıyoruz

recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
28 Kasım 2006       Mesaj #1988
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Seni seviyorum,seni seviyorum dedi usulca kadın.Utangaç ve hayli ürkekçe.Soğuktan donmuş elleri ,titreyen sesi ,ağlamaktan yorgun düşmüş gözleriyle son bir defa baktı adama.

Hayatı boyunca belki de hiç kimseyi böyle sevmemişti. Belki sevmeye hiç vakti olmamıştı. En olmayacak zamanda kapısını çalan aşk, davetsiz bir misafir gibi acımasızca benliğini yağmalıyordu. Korkuyordu, ürküyordu, imkansızdı biliyordu ama yine de heyecanla uzattı ellerini sevdiği adama. Kadın amansız bir hastalığa yakalanmış, ömrünün son günlerinde onu son bir defa görmek istediği için sevdiği adama koşmuştu. Yıllarca özlemle beklediği, sesini, kokusunu, gülüşünü görmek için yanıp tutuştuğu adama.

Adamda onu seviyordu, onun kadar değil belki ama o da seviyordu. Yıllar sonra karşısında bulduğu kadına sarıldı özlemle. Öptü ellerini defalarca. Ansızın karşısında gördüğü kadın, eski günlerini hatırlatmıştı ona. Kadın hayli güzel, alımlı, akıllı ve yıllardır asker yolunu bekleyen nişanlı bir genç kız gibi büyük bir aşkla bekliyordu kendisini. Sevilmek, karşılıksız sevilmek, beklenmek, özlenmek gurur veriyordu ona. Kadına duyduğu sevgiyi arttırıyordu belki de. Yalansız, karşılıksız, masal gibi bir aşkla sarıldı sevdiği kadına.

Yıllardır bu kadar sevdiği halde, böyle acı çektiği halde yanına gelmek bir yana, uzaktan bakmaya bile cesaret edemeyen sevdiği kadın ne oldu da böyle birden bire onun yanına gelivermiş, ansızın kapısını çalmıştı diye üşünmeden yapamıyorsa da ona sarıldı tekrar. Bütün çektiklerini unutmuş, ellerini kolllarını bağlayan bütün zincirlerinden kurtulmuş, daha önce kendine bile söyleyemediği aşkını fısıldıyordu sevdiği kadına.

Kadın durdu bir an, uzaklaştı adamdan. Gözyaşlarını silerek, ben ölüyorum dedi. Ölmeden önce son bir defa seni görmek için geldim. Adamın mutluluğu bir anda bitivermişti. Ne söylemelyidi, nasıl davranmalıydı bilemedi. Sarıldı tüm gücüyle, ağladığını görmesin diye saatlerce sarıldı kadına.

Ne yazık ki aşka geç, ama çok geç kalmıştı.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
29 Kasım 2006       Mesaj #1989
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Rüzgar, tüm hırçınlığıyla saçlarına vuruyordu bir sabah saati. Saçların, bir hapishane gibiydi adeta. Özgür kalmak istiyorlardı. Rüzgarla beraber dans etmek, hiçbir şey düşünmeden çılgınca savrulmak.Ve ben izliyordum seni saçlarının bir teline sarılmış, hayranlıkla.Rüzgar, okşuyordu sanki beni, bunu hissediyordum. Sende hissediyordun.Fakat, benden binlerce olmasına rağmen sen beni seviyordun.
iwosky - avatarı
iwosky
Ziyaretçi
29 Kasım 2006       Mesaj #1990
iwosky - avatarı
Ziyaretçi
Sana Bir Hayat Borçluyum!

Bu sessizlik ürkütüyor beni. Cehenneme özgü bir sessizlik olmalı bu. Bilirsiniz, her şeyin aşırısını cehenneme mal etmek adettendir. Cehennemin kendine has çekiciliğine kapılırız çoğu zaman; galiba sırf bu yüzden günlük yaşantımızı cehenneme çevirmeye çalışırız. Gülmeyi, oynamayı veya mutlu olmayı yasaklayan ebeveynlerin, uydurdukları yasakların eşliğinde, doğduğumuz günden beri uygulamaya bayıldıkları iğrenç bir planın oyuncularıyız aslında. Şaha giden yolda, gözden çıkarılan işe yaramaz piyonlar gibi. Oysa işe yaramaz piyonlar sayesinde mutlu sona ulaşılır çoğu zaman.

Mutfaktan sürükleyerek getirdiğim ve biraz önce tıslamaya başlayan dolu mutfak tüpünün iğrenç kokan sessizliğini bozmak için küçük odamı adımlarken, çıplak ayaklarımın ezdiği tahta döşemeden yükselen, insanın sinirlerini bozan gıcırtılar dışında, bu mevsimde yaşamaması gereken yarı ölü bir sineğin vızıltısı ve kendi nefesimi duyabiliyorum; bir de kafesinden fırlayıp gidecekmiş gibi çırpınan yüreğimin atışlarını net olarak.

Boşandıktan sonra dikiş tutturamadım yaşamda. Bir bilinmeze doğru sürükleniyorum; ardıma alacaklıları da katarak. İş adamı veya en azından küçük bir bakkal dükkanının sahibi olsam, “Ben bittim, iflas bayrağını çektim” diyeceğim. Böyle bir bahanem yok. Maaşım, kiramı, faturalarımı, taksitlerimi ödemeye yetmiyor. İki haftaya kadar haciz memurları Azrail gibi dayanacaklar kapıma. Yumruklayacaklar; açmazsam kapıyı, kıracaklar. Onlar için anlam taşımayan kitaplar ve plaklarım hariç, evde ne var, ne yok yüklenecekler. Meraklı komşular, bellerine kadar sarktıkları pencere ve balkonlardan apartman girişine dayanan kamyonu, “Ay kız komşu, bu adamdan hep şüphelenmiştim zaten. İyi de kazanıyor diyorlar. Ben başkalarının yalancısıyım; içkiye, kadına düşkünlüğü varmış. Eğer doğruysa, daha beter olsun. Gül gibi karısını elinden kaçıran adamdan hayır gelir mi hiç?” deyip izleyecekler. Evet, ben bittim. Yıllardır görüşmediğim kardeşlerim ve biricik arkadaşım Haluk hariç, şu koskoca dünyada kimim kimsem yok ki, bana yardım etsin. Ölmeliyim, bu utançtan kurtulmamın tek yolu bu. Peki, ben ölünce kim ödeyecek borçlarımı? Bu da laf mı? Bana ne!

Her duvarını ayrı bir renge dönüştürdüm odamın. Koyu kırmızı ve çivit mavisi karşılıklı iki geniş duvar, yaşamın iki önemli sıvısını, kan ve suyu hatırlatıyor bana. Boğulurken denizde, insan kan kusar mı acaba?

“Ah denizde ölsem
Su yutarak değil
Çırpınarak değil, insaf
Altımda çivit mavisi tekne
Gökyüzünü martılar kaplasa
Ha gayret deyip küreklere
Gözlerimi kapasam birden
Denizde ölsem ne olur?”

Dar duvarlar, duvar olarak önem taşımıyor benim için. Çoğu zaman onların varlığını bile hissetmem, görmezlikten gelirim. Dört duvarı tamamlayan iki küskün yükseltidir onlar benim gözümde. Olması gereken, ama duvar olmaktan çıkmış, kimlik değiştirmiş ucubeler. Kapının yanındaki dar duvarı sarıya boyamıştım yıllar önce, karşısındakini ise beyaza. Zeminden tavana kadar rafla kaplamıştım onları. Onlara dev bir kitap gözüyle bakıyorum; duvarı değil, renk renk, cilt cilt kitapları görüyorum her bakışımda. Okumak için bir kitabı elime aldığımda, rafta oluşan küçük boşluktan, bir anahtar deliğinden çıplak bir kadın bedenine bakar gibi heyecanla bakıyorum; evet beyazmış, ihmal edilmiş bir beyaz. Beyaz olmaktan sıkılan, hatta kirli beyaz olmaktan utanç duyan bir duvar.

Böyle sessiz sedasız gidemem. Haluk’un haberi olmalı. Cansız bedenim günlerce şu odada kalsa, merak edip de kapımı çalan olmaz. Kokudan rahatsız olan bir komşularım bulur neden sonra çürümüş bedenimi; belki de, görev aşkıyla yanıp tutuşan haciz memurları. Vefalı dostumu aramalıyım. Telefon etsem, koşup gelir. Ona bir hayat borçlu olurum böylece. Borçların en kötüsü hayat borcu olmalı; kolay kolay ödenecek cinsten değil. Bir ileti yazmalıyım. Öyle bir sigara istiyor ki canım, yakamam, benimle birlikte bütün binanın havaya uçması anlamsız olur. Apartman sakinleri, aynı kaderi paylaşacak kadar tanımıyorlar beni.

“Dostum, sana bir iyi, bir de kötü haberim var. Herkesin yaptığı gibi, önce iyi haberle değil, kötü haberle başlamak istiyorum. Yarın bana gelemeyeceksin, çünkü ben olmayacağım. Hazırlayacağım acılı ezmeyi, şeker gibi kavunu, pastırma dilimlerini, nefis köfteleri, çoban salatayı ve en kalitelisinden beyaz peyniri unut.
İyi habere gelince... Ben öldüm dostum. Cenaze masrafları için sana bir miktar para bırakıyorum. Kitaplıktan “NASIL YAPMALI”nın ikinci cildini bul. Sayfalarını parayla doldurdum. Senden ricam, tabutumu omuzlayıp da kendini yorma. Bilirsin, bu eziyete değmem. Büyük ihtimal sahipsiz ölü muamelesi göreceğim. Çelenk falan istemem. Zaten bıraktığım para, bunun için yeterli değil. Kendimi kötü hissediyorum. Nefes alamıyorum. Yazamayacağım. Önemli bir hatırlatma: eve girmeden önce sigaranı söndürmeyi unutma...”

En rezil yöntem bu olmalı. Ben gaz kokusundan ve kusmaktan nefret ederim. Hele ki midemde kusacak şey kalmadıysa. Yarın akşam Haluk gelecekti. Zorla renkli odama sokacaktım onu, içecektik; hem de birbirimizi tanımayana dek. Olduğumuz yerde sızıp kalacaktık. Sabah dayanılmaz baş ağrılarıyla uyanacaktık, eşek yüküyle dayak yemiş gibi. Akşamla ilgili tek kelime bile etmeden, şekersiz kahvelerimizi içecektik. Sevgili dostum kollarını sıvayacaktı bir güzel; yine temizliğe girişecekti. Dağ gibi yığılmış bulaşıkları, kurumaya yüz tutmuş kusmukları, sigara izmaritleriyle tepeleme dolu kül tablalarını sihirli bir değnek yardımıyla bir çırpıda temizleyecekti. Evin tüm pencerelerini sonuna kadar açacaktı. Eve dolan temiz hava ve güneş sayesinde, bir sonraki buluşmamıza yetecek kadar taze kan depolayacaktım damarlarıma. Ne yazık! Yaşam benden, sevebileceğim güzelliklerini, nimetlerini nedense hep esirgedi. Bana eziyet çeken, sızlayan, kahreden, başarısız, sinik, iğrenç çehresiyle göründü. Bu şartlar altında bile onu kabullenebilmeyi, her şeye rağmen ‘yaşamak güzel’ diyebilmeyi ne kadar çok isterdim. Oturduğum sandalye altımdan kayıyor gibi. Her an yere kapaklanabilirim. Yatağa kadar gidebilsem, uzanabilsem... Bir adım, iki adım; başardım.

Lise son sınıftaydım. Az önce omuz omuza mücadele verdiğim arkadaşlarım, elleri taşlı-sopalı kalabalığı görünce korkmuşlar, çil yavrusu gibi dağılmışlardı. Tek başıma kalmıştım koca bir orduya karşı. Direnebildiğim kadar direnmiş, iş çığırından çıkmaya başladığında da okulun üçüncü katından atlayıvermiştim. Aşağıda iş kamyonlarının yeni döktüğü nemli kum tepeciklerinin üstüne bırakmıştım kendimi. Kapının ardına, sınıfta ne kadar sıra, masa, dolap ve sandalye varsa yığmıştım. Kapıdaki düşman tekmeliyordu, itiyordu, küfrediyordu. Sonra, okulun girişinde, her birinde kocaman beyaz harflerle “Y A N G I N” yazan altı kovayla dizayn edilmiş kırmızı köşedeki balta ve kazmalar girmişti işin içine. Kapı kırılmak üzereyken, ortasında kara bir delik açılmıştı büyük bir patlama eşliğinde. Mermi, kapıda bir delik açtıktan sonra, saçlarımı yalayarak ardımdaki duvara saplanmıştı. Korkuyla pencereye çıkıp, kendimi boşluğa bıraktığımda, bir saniye bile sürmeyen o kısa düşüş anında ölümün ıslak heyecanını bacaklarımın arasında hissetmiştim. Demek ki ölüm, koca bir yaşamdan alamadığım zevki, o kısacak ana sığdırabilecek kadar cömertti.

Galiba bir cinnet anımda, kırmızı duvara “NASIL YAPMALI?” diye yazmışım kanımla. Çivit mavisi duvara yapışık yatağımda, kül tablasına her uzandığımda gözüme giriyor bu soru. Ne amaçla yazmışım, bilmiyorum. Ben mi yazmışım; ondan bile emin değilim. Bilgisayarın monitörüne bir damla kan düşmüş; o bir damla, ekranda zikzaklı bir yol çizmiş, ortalarda bir yerde donup kalmış. Tam bir bunalım anı görüntüsü. Sanat eseri mübarek; kıyamadım, silmedim; öylece kaldı. Haluk’a kalsa, kötü enerji yayıyormuş, hatta mikrop saçıyormuş, hemen temizlenmesi gerekiyormuş. Her defasında şiddetle reddettim.

Ölümü kıl payı kaçırmıştım o gün. Zorunluluktan üçüncü kattan atladığım ve büyük zevk aldığım o olaydan iki yıl sonra, çektiğim büyük ıstıraptan ötürü pişmanlık duyduğum bir girişimdi. İşsizdim ve işin iyisi kötüsü olmaz diyenleri haklı çıkaracak bir işte, karşı sokaktaki geniş arsaya kurulu ardiyede odun kırıcı olarak çalışıyordum. Yeni nişanlanmıştım o sıralar. Kalın ve sert meşe kütüklerini küçük odun parçalarına dönüştürürken, önceleri su toplayan ve sızlayarak patlayan, zamanla nasırlaşan ellerimle okşadığım gün Günseli’nin yumuşak yanağını, kız nedense irkilmişti; sert bir kayaya çarpan küçük bir tekne gibi. “Bu işten kazandığınla karnımızı doyurabilecek miyiz?” diye sormuştu gözlerini gözlerimden kaçırarak, aşağılar gibi. Oysa onun güzel gözlerine dalıp gitmek öyle hoşuma giderdi ki! “Hayır!” demiştim, sağ elimde tuttuğum baltayla sol bileğimi keserken, “Aylardır bu işi yapıyorum ben. Sonsuza dek bu işi yapacak değilim ya! Boş durmuyorum, daha ne? Üstelik sana, bu ardiyenin sahibiyim dememiştim ki!” Çeliğin keskin ve parlak yüzünün çekiciliğini, ilk kez hissetmiştim. O kış, bu koca şehrin birçok evinde, kanıma bulanmış odunlar yakılmıştı; onlarca bacadan yükselen, kimsenin işitemediği tiz bir çığlığın eşliğinde. Yalnızca acı çektiğimi hatırlıyorum. O dayanılmaz acı, alacağımı umduğum zevki bastırmıştı. Nişanlımın bana bir böcek gibi baktığı ve ardına dönerek koşarcasına uzaklaştığı anda hissettiğim acıdan da büyük. Bileğimden fışkıran kanları, başından çıkardığı kirli takkesiyle durdurmaya çalışan patronum, beni bir taksiyle hastaneye yetiştirmişti. Fazla kan kaybetmiştim. Bir gece yatmıştım hastanede. Patronum, sabah beni hastaneden çıkarmak için geldiğinde, bana gülümseyerek bakmıştı ve “Evlat” demişti, “Allahtan kanın kolay bulunur cinstenmiş. Genel alıcıymışsın. Ne demekse? Ben olmasaydım tahtalı köyü çoktan boylamıştın. Sakın unutayım deme: bana bir hayat borçlusun!”

Yarı ölü sinek dayanamadı, tam bir ölü oldu biraz önce. Ben de, odamın çivisi çıkmış döşemesinde, sinirlerimi bozan gıcırtılar eşliğinde yürümüyorum artık. Galiba midemde çıkaracak ifrazat kalmadı. Sürekli böğürüyorum. Başım ağrıyor, aslında bir ağrı kesici alsam geçebilir; ama midem kabul etmez asla, onu da çıkarır. O sineğin yerinde olmak isterdim, zaten ölecekti, zamanı gelmişti; biraz öne aldı gidişini, şerefli bir şekilde öldü. Hayatının en sert ve son pikesini yaparak. Şöyle havada bir an asılı kalıp, külçe gibi yığılmadı yumuşak halının üstüne. Tavana kadar yükseldi en son hızla, ardından pike yaptı, su dolu bardağa doğru. Ölürken şehitlik mertebesine yükseleceğine yürekten inanan bir kamikaze pilotu gibi. Oysa, ben uzanmış, tembel tembel ölümü bekliyorum. Sanki birazdan kapı yavaşça açılacak ve ölüm denen muamma içeri süzülecekmiş gibi, gözlerimi açık tutmaya çalışıyorum; o kadar. Gelecekse gelsin artık, kol kola girip, bilinmezliğe doğru zevkli bir yolculuk yapalım. Hayatımın en tuhaf, en yalnız, en dingin, en maceralı, en tedirgin ve en huzurlu yolculuğuna çıkmaya hazırım. Bu defa olacak, olmalı!

Bir Mayıs sabahı, daha doğrusu sabaha doğru, yatağıma uzanmış halde, kulağıma dayadığım pilli radyodan, meymenetsiz bir spikerin okuduğu son dakika haberlerini dinlemeye koyulmuştum. İçimi kaplayan heyecan, “Ne yatıyorsun, kalk, bir şeyler yap!” diyordu bana, “Tarihe geçmek için bundan daha iyi bir fırsat bulamazsın.” Evde bir başıma, “Düşün üstümden” diye kovmaya uğraştığım, bana sakız gibi yapışan inatçı sanrılarımla boğuşuyordum. Elimi çabuk tutmalıydım. Önceki kiracıların beşik için çaktığını düşündüğüm tavandaki çengellerden birine, bir çırpıda kement haline getirdiğim çamaşır ipini bağladım. İç çamaşırlarımı değiştirdim, çizgili pijamalarımı giydim ve raflarda hiçbir şeyden habersiz uyuyan kitaplarımdan birkaçını derin uykularından uyandırarak bir idam sehpası hazırladım. Yatağa oturup beklemeye başladım. Zaman geçmek bilmiyordu. “Son isteğin nedir?” diye sordu cellat rolündeki ben, bana; “Vişneli dondurma” diye cevap verdim. Cellat rolündeki ben, elinde tuttuğu paketten bir sigara çıkardı ve yaktı. “Bu saatte zor,” dedi, dumanı tüten sigarayı bana uzatırken; “İstiyorsan bir sigara içebilirsin!” “İstemiyorum!” diye haykırdım, “Vişneli dondurma yoksa, son isteğim de yok!” Pek de sağlam olmayan kitaplığa dayandı ve elindeki sigarayı güzelim halının üstünde söndürdü. “Dikkat et!” dedim celladıma, “Canlı canlı yanacağız. Kızararak mı ölmemi istiyorsun sen?” Ardından üç delikanlı gibi slogan atmak geldi aklıma. Hangi güç bana bu anlamlı cümleyi söyletti, bilmiyorum? “NASIL YAPMALI?” diye haykırdım. Duvarlardan yankılanan ses, kulaklarımda patladı. Kendi sesim, bana çok yabancı gelmişti. Dışarıda, üç delikanlıyı uğurlamaya hazırlanan “sarı bir yağmur” yağıyordu. “Bir dakika!” diye haykırdım, “Beni onların yanına gömün. Son isteğim bu!” “Bu imkansız” dedi cellat ben, “Bu hak onlara bile tanınmazken, sen ne cüretle böyle bir istekte bulunabilirsin? Yerin kulağı vardır derler. Bu söylediklerin suç, bilmiyor musun?” Cellat ben, beni iterek götürdü sehpanın yanına. Kendi isteğimle çıktım yükseltinin üstüne. Cellat ben, kemendi boynuma geçirirken yardım bile ettim. Bu davranışım sayesinde, giderayak övgü bile aldım cellat rolündeki benden. Kitaplarla yaptığım yükseltinin üstünde dengede durmaya çalışırken, idam sehpası dağıldı, boynumdaki kementle boşlukta çırpınmaya başladım. Üç delikanlı ölüm için korkusuzca sıralarını beklerken, ben ölüyordum. Tavandaki çengel ağırlığıma ve çırpınmalarıma dayanamadı birkaç saniye daha. Kocaman bir sıva parçasının kafama indiğini hatırlıyorum. Kendimden geçmiş halde, yerde boylu boyunca uzanmışken -ne kadar zaman geçti bilmiyorum- bacaklarımın arasındaki ıslaklığı hissettim bir kez daha. Üç delikanlıya yoldaşlık edememenin üzüntüsü yıkmıştı beni. Cellat ben, kendime gelmemi bekliyordu. “Beceriksizliğim sayesinde ölümden döndün” dedi, sinirli bir şekilde, “Biliyor musun, bana bir hayat borçlusun!” Günün ilk ana bülteninde işini en iyi şekilde yapmaya çalışan spikerin okuduğu haberler çoktan bitmiş olmalıydı. “Yurttan Sesler Erkekler Korosu”nun söylediği -o hüzünlü ana hiç de yakışmayan- eğlenceli bir türkü çalıyordu; sanki kutlama yapılıyormuş gibi: “Damda bacaları hey aman - adam mı sandın - sürmelim aman...”

Hiç acelesi yoktu mutfak tüpünün. Ölümü, belki de yaşamın benden sürekli esirgediği güzelliklerini yüreğimde hissetmem için zaman tanıyor gibiydi. Canım ıslık çalmak istiyor. Islık çalarak, dalga geçerek karşılamak istiyorum ölümü. Ondan korkmadığımı kanıtlamam gerekiyor. Ama bir türlü dudaklarımı büzüştüremiyorum. Ağlamakla gülmek arasında bir duygu. Kaynağında akmaya hazır iki damla gözyaşına karşın, dudaklarımda engelleyemediğim bir tebessüm var. Şu anda mutlaka çok aptal görünüyor olmalıyım. Aynaya bir bakabilsem. Ne gerek var, ürkebilirim aynadaki yansımamdan, son anda vazgeçebilirim. Gaz ve kusmuk; bu iğrenç kokuya daha ne kadar katlanabilirim?

Karım, en küçük bir açıklama bile yapmadan, kapıyı yüzüme çarptı ve gitti. “Lanet olsun” diye bağırıyordu giderken, “Yaptığım fedakarlıklar boşunaymış. Ömür törpüsüsün sen. Senin gibi bir deliyle, aynı evde bir dakika dahi yaşayamam. Bıktım senden de, kuruntularından da, kaprislerinden de. Yüzünü şeytan görsün...” Kitaplarımla tıka basa dolu bu rengarenk odaya hapsetti beni. Belki de ben böyle algıladım. Perdelerini sımsıkı örttüğüm bu odadaki kokum, “beni bırakma” diye yalvarıyor; o ağlamaklı sesi duyabiliyorum. Evimin öteki yüzünü unuttum bile. Sadece evden kısa süreli ayrılışlarda, yani bakkala, çarşıya giderken, yaşadığım bu evin iki odası, hatta geniş bir salonu olduğunun ayrımına varırım. Her duvarını ayrı renge boyadığım odamın dışında, sokak kapısını, banyoyu, mutfağı ve alaturka tuvaleti kullanırım zorunlu olarak. Bunların dışında evime o kadar yabancıyım ki, bir gün gelip de, kapıdaki kilide ******** anahtarın artık dönmeyeceğini düşünür, korkarım.

Yaşadığımı, nefes aldığımı, yürüdüğümü, rakıyı bol sulu içtiğimi kaç insan biliyor ki? Bu şehir bana düşman, beni yok sayıyor, bünyesi kabullenemedi beni. Otobüslerinde oturabileceğim boş bir koltuğa rastlamadım, hep ayakta yolculuk ederim; yeni kesilmiş, derisi yüzülmüş ve paslı kancalara takılmış, sıcak kanları mavi ışıklı vitrinin çelik zeminine süzülen koyun bedenleri gibi. Haftada en az üç akşam uğradığım meyhanedeki garsonlar beni tanımazlar; sokaktan geçiyormuşum da, ilk kez uğruyormuşum gibi hesabı şişirirler her defasında, nefret ettiğimi defalarca söylememe rağmen sosis tavayı getirirler masaya. Sürekli alışveriş ettiğim bakkal –her gün en az iki paket aldığım halde- içtiğim sigaranın markasını bilmez. Manav, domateslerin eziklerini satmaya çalışır bana; itiraz etmeye kalksam iterek çıkarır beni dükkanından. Bir defasında “günaydın” demiştim apartmanımızın kapıcısına, bön bön bakmıştı yüzüme, “nereden tanışıyoruz kardeşim” der gibi; oysa ben, yirmi yıldır bu apartmanda oturuyorum. Kısacası, kimse beni tanımaz bu koca şehirde, kendimi tanıtamadım, “Hey insanlık, ben de sizin gibi bir Ademoğluyum. Bulaşıcı bir hastalığım da yok. Benden neden kaçıyorsunuz?” diyemedim. Galiba bana katlanabilen tek insan Haluk. Çalıştığım inşaat firmasında, karşılıklı masalarda otururuz. Gözlerime bakar ve “Bugün iyi değilsin sen” der; beni çok iyi tanıdığını, bana çok yakın olduğunu ima eder gibi. Çok bilmiş dostum, ben hangi gün iyi oldum ki? İlk başlarda şüphelenmedim değil, benden istediği bir şey mi var acaba? Ne olabilir ki? Benim ona verebileceğim yegane şey, kederdir, acıdır, sıkıntıdır. Haftada bir oturup içtiğimiz dert ortağım Haluk, renkli odamda hazırladığım içki sofrasına oturmadan önce, elinde nemli bir bezle evi baştan aşağıya dolaşır. Günlerdir, belki de haftalardır tozu alınmamış işe yaramaz televizyonu, büfeyi, devasa yemek masasını, bibloları, abajurları, avizeleri özenle siler, eşyaların gerçek renklerini çıkarır ortaya. Monitördeki kan lekesi hariç.

Neden bu odada yaşıyorum? Beni bu odada yaşamaya zorlayan nedeni bir anlayabilsem?. Terk edildiğim gün, karım, “Lanet herif, seni bu odada eziyet çekmeye mahkum ediyorum” mu demişti? Hayır, kimsenin bir şey dediği yok. Üstelik, karım istedi diye bu kadar eziyete katlanmam imkansız. Bu, gönüllü bir mahkumiyet olmalı; manastıra kapanan ve dünya nimetlerinden elini eteğini çeken keşişler gibi. Neden salondan ya da yatak odasının önünden geçerken dizlerimin bağı çözülüyor? Geçmişte yaşadıklarımdan mı korkuyorum? Akılda kalıcı ne yaşamış olabilirim ki? Anıları çoktan beynimden silmiş olmalıyım. Unutulamayacak çok önemli birkaçı hariç.

O gece, kucağındaki kızımla, yatak odasının kapısını çarparak çıktığında, yaşam benim için yeniden başlıyor duygusuna kapılmıştım. Dengemi bozacak değişimlerden veya kemikleşmiş alışkanlıklarımı altüst edebilecek yeniliklerden oldum olası nefret ederim. O anda nedense aklıma gelen ilk şeyler, yeniden aşık olmak, sanki zorunlulukmuş gibi kısa süreli bir nişanlılık dönemi, evlenmek ve çocuklar... Tüm bunlardan kurtulmanın eşiğine gelmişken, neler düşünüyordum ben? Karımla anlaşmıştık; şiddetli geçimsizlik diyecektik hakime. Boşanma kararı alan tüm eşlerin ortak bahanesi. Oysa yarayı deşmeye kalksalar, anlatılamayacak, dile getirilemeyecek daha ne sorunlar, ne bahaneler çıkar? O aralar sürekli içiyordum nedense. Bir açıklayabilsem neden içtiğimi, belki boşanmazdık. Evlenme yıldönümümüzdü o akşam. Karım, kızımızı erkenden uyutmuş, en sevdiğim karnıyarık da dahil olmak üzere muhteşem bir sofra hazırlamıştı. Hafızam kötüdür; yıldönümlerini hatırlamam, belki de hatırlamak istemem. Gecenin bir yarısında zili çaldığımda, uzun süre açılmamıştı kapı. Salonu, her nefeste titreyen kör aydınlığa mahkum eden siyah şamdandaki mumlar bitmek üzereydi. Güzelim karnıyarıkların üstü, donmuş, sararmış ve çatlamış bir yağ tabakasıyla örtülmüştü. Kırmızı şarabın rengine bürünmüş kadehler, “en kötü günümüz böyle olsun” denip, tokuşturulacak anı bekliyor gibiydiler. Yapmazdı aslında, bu hareketi ondan hiç beklemezdim. Suratıma inen nefret dolu şamarı, kapı girişinde karşılamıştı beni. Ne zamandır, bardağı taşıracak son damlayı bekliyorduk ikimiz de. “Bugünün bir anlamı var, biliyor musun?” diye haykırmıştı, “Bugün bizim dördüncü evlilik yıldönümümüz. Senin için bir şey ifade ediyor mu bu söylediklerim?” Özür dilemek istemiştim, beni dinlememişti bile. Koşarak çocuğun odasına girmişti ve melekler gibi uyuyan kızımızı kucakladığı gibi karşıma dikilmişti. Üstümü değiştirmek için yatak odasına girdiğimde, tüm gücüyle itmişti beni. Ayakta durmakta zorlanıyordum, parmağının ucuyla dokunması bile beni yıkmaya yeterdi. Yatağa sırtüstü düşmüştüm. Giysilerimin bulunduğu dolabı hışımla açmıştı ve askıdaki gömleklerimi, ceketlerimi, pantolonlarımı, çekmecedeki çoraplarımı, iç çamaşırlarımı, benimle ilgili eline ne geçtiyse yatağın üstüne fırlatmaya başlamıştı. Kucağında ağlayan kızımı susturmaya çalışırken, suratıma eğilmiş ve tükürmüştü. Sonra da, “Özel eşyalarımı sen evde yokken gelir, alırım” demiş ve bir daha geri dönmemek üzere beni terk etmişti.

Yatağa uzanmış halde düşünmeye başlamıştım. Yatağın yanı başındaki komodinin ilaçlarla dolu çekmecesini açmış ve elime geçen ilk kutuyu dolduran kapsülleri -uyku ilacıydı- sadece bir bardak suyun yardımıyla peş peşe, sanki acelem varmış gibi yutmaya başlamıştım. Daha boğazımdan bile geçmemişlerdi ki, gözlerim kapanmaya başlamıştı. Zamana ihtiyacım vardı; düşünmek için, belki de babasının evine giden karımın peşinden koşabilmek için. Kapalı gözlerimin, hatta beynimin içinde uçuşan irili ufaklı yıldızlar rahatsız ediyordu beni. İşin en kötü yanı, bu intihar girişimimden de en küçük bir zevk almamıştım. Uyandığımda, başımda bekleyen sarışın hemşirenin dediği gibi, “daha yaşayacak çok şeyim vardı”. Evden ayrıldıktan sonra, çocuğun biberonunu unutup, geri dönmek zorunda kalan karıma göre ise, “beceriksizin tekiydim”. Ambulansta, farkında olmadan başımı okşayan karımın ağladığını hatırlıyorum hayal meyal. “Koca sersem”, diyordu, “Böyle olmasını istemezdim, ama bana bir hayat borçlusun!”

Artık kulaklarım duymuyor, gözlerim görmüyor. Duyabildiğim tek ses, kendi iç konuşmalarım. Görebildiğim tek görüntü, karımın ve çocuğumun gülümseyen yüzleri. Mutlu olmalılar. Onlara hayatı yaşanmaz kılan önemli bir pürüzü bir kalemde sildiler; sorunun kaynağını kökünden kuruttular kendilerince.

Sevgili dostum gönderdiğim iletiyi okudu mu acaba? Umarım bilgisayarın açıktır. Haluk acele et, lütfen çal şu zili artık. Sana da bir hayat borçlu olurum, ne fark eder? Hazırlayacağım içki sofralarıyla öderim borcumu. Ah, bir uyuyabilsem... Haz duymak istemiyorum, yeter ki acı çekmeden ölebilsem. Bu koku... Ölmek istemiyorum, yaşayabilsem...

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar