Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 62

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.387 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Mayıs 2006       Mesaj #611
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
.: Sevgililer Günü Rüyası :.

Sponsorlu Bağlantılar
Günlerce ne alacağını düşündü. Okuldaki bütün oğlanların peşinden koştuğu kıza öyle bir şey almalıydı ki, kız hediyeyi aldığında onu ne kadar çok sevdiğini, gerçekten, bugüne kadar selâmlaşmalar dışında hiç konuşmasalar bile aşkının büyüklüğünü anlasın. Aslında nelerden hoşlandığını bile bilmiyordu. Önce ona şöyle pahalı, göz kamaştırıcı bir mücevher almayı düşündü. Kızlar parlak şeylere bayılır, hele mücevherlere... Gözlerinin yeşilinde bir taş? İncecik, uzun boynuna ışıktan bir çizgi çekecek pırlanta bir gerdanlık?

Geceyarısını çoktan geçiyordu. Kurduğu hayaller büyüktü ama gerçek çok farklıydı. İstese bile böyle bir şey alacak parası yoktu. Hem zaten kızın böyle şeylere ihtiyacı yoktu. Onun için değişik bir şey sayılmazdı. Peki ama ne olabilir diye düşündü. Örneğin bir giysi mi? Bazı dergilerde, filmlerde öyle güzel giysiler görürdü ki, hep o ünlü oyuncuların üstünden giysiyi çıkarır, ona giydirirdi. Uzun boyu, ince, kayar gibi zarif yürüyüşüyle hepsinin içinde bambaşka olurdu. Hayır, hayır, bir giysi sıradan bir şeydi. Çok farklı çok özel bir giysi bulmaksa çok zordu. Yarın ilk işi, eski eşyaların satıldığı semte gitmek olmalıydı. Belki orada çok eski, çok değerli, anılarla dolu bir şey bulurdu. Artık kimsenin ilgilenmediği, belki istese de bulamayacağı türden bir şey. Ne olabilirdi ki? Ah, belki de bir gramofon. Evet, bu harika bir fikirdi. Bir gramofon ve bir plâk. Bir taş plâk.

Uykusu iyice açıldı. Acaba bulabilir miydi? Ona kimbilir kaç kez kafasında kurup da söyleyemediği duygularını anlatacak bir plâk. Eski bir şarkı. Eve gidip de gramofonu kurduğunda, plâğı çalacak ve elbette her şeyi anlayacaktı.

" Herkesin sevdiği, herkesin aşık olduğu, herkesin peşinden koştuğu birine seni seviyorum demek amma da zor," diye düşündü. Sabah erkenden kalkıp eskicilerin olduğu semte gitmek üzere yattı. Bir süre sonra uykuya daldı. Rüya perisi ona ışıltılı çubuğuyla dokundu. Onun yüreğinde, hayatı boyunca unutamayacağı bir kıpırtı olduğunu, bundan böyle onun için aşkın bu kıpırtının ta kendisi olacağını biliyordu. Bu çok özel geceyi unutmamasını istedi ve ona çok güzel bir rüya verdi.

Çocuk rüyasında uçsuz bucaksız bir yeşillikte kızla dansediyordu. Yerde biraz ötelerinde duran eski gramofonda " Sen İçimde Bir Yerdesin" adlı tango çalıyordu. Kız hiç ağzını açmıyordu ama çocuk onun, " Çok mutluyum ve bana beni sevdiğini söylediğin için bu günü asla unutmayacağım" dediğini duyuyordu. Yeşilliklerin içinde dönüyorlardı ve çocuk hep " Ne kadar güzel bir gün. Güneşin ışıklarının, bu kadar parlak olabileceğini bilmiyordum," diye düşünüyordu.

Sabah uyandığında rüyasını olduğu gibi hatırlıyordu ve unutmamak için kendi kendisine tekrarlayıp durdu. Acaba ne anlam çıkarmalıydı bu rüyadan. O gün Sevgililer Günü'ydü. Eskicilerin olduğu semte gitmekten vazgeçti. Doğruca okula koştu. Kız geldiğinde onun yanına gitti. Arkadaşları ilgiyle ona baktılar. Hiç aldırmadan kıza:

" Bugün Sevgililer Günü, onun için sana bir şey aldım," dedi.

" Öyle mi," dedi kız, " ne aldın?"

" Aldım ama veremeyeceğim, çünkü o bir rüya," dedi çocuk.

" Rüya mı?" dedi kız. Ötekiler, " Ne garip bir hediye, insan bir rüyayı nasıl hediye edebilir ki?" diye kendi aralarında gülüştüler.

" Evet, bir rüya," dedi çocuk, " seni çok sevdiğimi anlatan bir rüya. Çünkü bunu anlatmak için gerçek olan hiçbirşey bulamadım. Çok aradım ama öyle bir şey yoktu."

" Güzel bir rüyaymış," dedi kız. " Bugüne kadar aldığım en güzel hediye olduğunu söylemeliyim."
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
8 Mayıs 2006       Mesaj #612
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
BUYUR TEYZE

Sponsorlu Bağlantılar
17 Ağustos gecesi Adapazarı'nda yaşlı bir teyze, gece saat 2 buçukta ana caddedeki apartmanlardan birinin zillerini çalmaya başlamış. Kimse kadına kapıyı açmamış, hatta uyandırdıkları için, camı açan bağırıp çağırmış. Üst katlardan bir adam, "Gecenin bu saatinde ne istiyorsun teyze?" diye sormuş. Kadın, "Karnım aç oğlum. Bir parça ekmek var mı?" deyince adam, "Yok, yok. Allah Allah, gecenin bu saatinde ne bu yahu?" demiş. Yatağa döndüğünde karısı, yaşlı kadının aç olduğunu öğrenince, "Keşke verseydik" demiş. Teyze zillere basmaya devam etmiş. En üst katta yeni evli bir çift oturuyormuş. Kadının ne istediğini öğrenince kapıyı açıp yukarı çağırmışlar. Evin hanımı, hemen yiyecek bir şeyler hazırlamış. Kadına eşlik edip beraberce yemişler. Yemek bitince kadıncağız, "İçimde bir huzursuzluk var. Bir an evvel dışarı çıkalım" diye yalvarmaya başlamış. Genç çift, sırf kadını kırmamak için sokağa inmiş. Daha dışarı adım atar atmaz da her yan sallanmaya başlamış.
Depremde o koca apartman yerle bir olmuş. O binada oturanlardan sadece yeni evliler ve kocasına, "Keşke yemek verseydik" diyen kadın ölümden kurtulmuş. Onu da 3 gün sonra enkazın altından çıkarmışlar.

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
8 Mayıs 2006       Mesaj #613
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ağladığımda Mendilim Ol

Dün yine gökyüzünün masmavi görkemi ve hayalini çizdiğim bembeyaz bulutlarının altında seni bekledim. Uzaklarda gülümseyen gökkuşağının renkleri içinde aradım seni, yoktun. Yokluğun, bir canavarın dişlerinde yüreğimi kemirip duruyor. Yokluğun cehennemim, yokluğun zifiri karanlığım, zindanım oldu. Belki, bir köşeden çıkıp gelirsin diye bütün gün seni düşleyip, gözlerim ufukta, kucağım dolu sevgi, yüreğimde binbir umut yeşertip ve ölesiye bir özlemle bekledim seni, gelmedin... Seni ne kadar özlediğimi bilmiyorsun. Bir bilsen seni ne kadar çok özlediğimi; dağları, tepeleri aşar, denizleri, ovaları devirip gelirdin bana...

İçim özleminle nasıl dolup taşıyor, özleminle nasıl tutuşuyor bir bilsen. Yüreğimin bütün bentleri paramparça sensiz. Şimdi yüreğimin her kıyısından özlem sızıyor. Yüreğime de söz geçiremiyorum artık. Biz bu dünyada seninle çıkarsız, yalansız, hilesiz hesapsız sevdik birbirimizi.. Yüreğimizin bembeyaz tuvaline maviyi fonlayarak ve aşkın da kıpkızıl resmini de çizerek; insanları, kuşları, dağları, çiçekleri, suları da öyle hilesiz sevmiştik.

Biz seninle bütün engellere rağmen, bitmez tükenmez bir azimle sevginin doruğuna erişmek için tırmandık hayat yokuşunu. Ve bitip tükenmeyen bir aşkla sevdik birbirimizi. Biz seninle uzak dağ başlarına yazdık umutlarımızı. Denizlere, dalgalara, fırtınalara, acılara, korkulara, uçurumlara yazdık sevdamızı. Biz seninle kanatları sevdalı iki güvercindik mavi göklerde. Kanat çırptıkça yükseldik sevdalara, yükseldikçe sevdalara avcılar düştü peşimize.

Zamanın acımazsızlığına, aramızdaki mesafelere, etrafımızdaki çirkinliklere, günübirlik aşklara, saldırılara, satılık sevgilere rağmen, biz yine de yüreğimizde hiç sönmeyen bir yangınla özledik birbirimizi, en kutsal aşkla sevdik, kirletmeden umutlarımızı bekledik...

Senden ayrılalı günlerin, ayların, yılların nasıl geçtiğini bilemez, hesabını tutamaz oldum. Her seher uyanınca dağların esen rüzgarlarına açıyorum penceremi, o ölümüne özlediğim kokunu getirir diye. Bir nebze de olsa dindirir yada söndürür diye yüreğimdeki özlemin ateşini...

Her gece menekşe rengi gözlerini demledim hayalimde. İpek saçlarını, sevdalı gülüşlerini, inci dişlerini demledim. Ne çok severdin yayla yollarında türküler söylemeyi, ellerimi avucunun içine alıp, başını göğsüme dayamayı. Şimdi her gece, insana hayat veren ve yüreğime nakış nakış işleyen sevda sözlerin dolaşıyor kulaklarımda , paylaştığımız ümit dolu tatlı hayalleímiz.

Yılmak yoktu bizim için bu yolda. Ağlamak, sızlanmak yoktu, geriye dönmek hiç yoktu. Zordu, çetindi bizim sevdamız ama her şeye ve çekilen tüm acılara değerdi. Sabır diyordun. Sabrı, ümit etmeyi, sevmeyi, zorluklara karşı direnmeyi de senden öğrenmiştim. Konuşurken insanın yüzüne dosdoğru bakmayı, dürüst ve namuslu bakmayı, merhameti, acımayı, insan gibi düşünmeyi senden öğrenmiştim. Senden öğrenmiştim sevdalara türkü yakmayı...

Şimdi Ren nehrinin kıyısında dalgın bakışlarla dalıp dalıp gidiyorum uzaklara. Gökyüzü masmavi ve saatler yorgun bir su gibi akıp gidiyor gözlerimde.. Ufka, gökmavisinin kızılla birleştiği o ince sıcak ve yumuşak çizgiye bakıyorum. Bir kuş gelip konuyor saçlarıma, yüreğimi ipekten kanatlarına sarıp sana gönderiyorum...

Seni düşünüyorum. Seni düşünmek gökyüzü olmak gibi bir şey bazen, ya da rotası belli olmayan bir gemiye binip, yeni iklimlere yelken açmak gibi. İnsan olmayan bir adada inip, Robinson gibi insansız bir yaşam kurmak istiyorum. Ve o adada bir ömür yalnız seni beklemek istiyorum...

Saatler su gibi akıp gidiyor. Bir gemi yanaşıyor kıyıya, inen yolcuları izliyorum, sen yoksun. “ Kahretsin !”. diyorum.” Ne olur çıkıp gelse, sarılsa boynuma.” Bir gemi uzaklaşıyor limandan. Suların devinimleri akıyor gözlerimde, karışıp gidiyor uzaklara... Seninle suyu pırıl pırıl bir pınarın başında buluşmak, ellerini tutmak, yüreğinin sımsıcak yerinden, menekşe gözlerinden, narçiçeği dudaklarından öpmek, serin nefesini doyasıya içmek ve doyasıya içime çekmek geçiyor içimden... Sonra sarılıp, sımsıkı kucaklamak ve sevinçten havalara uçmak geçiyor ...

Ağladığımda mendil, güldüğümde kahkaha, susadığımda su olmanı, uyuduğumda rüyalarıma girmeni, her sabah alnımdan öperek uyandırmanı istiyorum...

Her gece kuş olup sana doğru uçmak, ardında serin rüzgarlar bırakarak, dağlar, denizler, ormanlar aşıp, bir pınarın başında menekşe gözlerine konmak geçiyor içimden. Dalgın bakışlarından, sevdalı yüreğinden öpmek geçiyor. O an bütün ağaçlar diz çökmeli diyorum, özleminle kanayan yüreğime. Bütün yıldızlar göz kırpmalı mutluluklara. “Allahım bu kadar mutluluk çok.” deyip, ellerimi gökyüzüne kaldırıp ağlamalıyım. Gökler de ağlamalı benimle, bulutlar, ırmaklar, yıldızlar da ağlamalı...

Şunu bilmelisin ki, nerede olursam olayım, hangi iklimde kalırsam kalayım, vakti geldiğinde bir gün mutlaka, yüreğim alıp beni sana getirecektir. Ben buna bütün kalbimle inanıyorum, sen de bütün kalbinle inan. Hiç bir yol bilmesem de, gelmeye kalmasa da mecalim geleceğim inan... Bekle...

Sevgiler büyüttüm
kır çiçeklerinden, güneşin kanını emen
umutlar yeşerttim bahar renginde al yeşil
dağlarda kar erirken ceylanlar emzirdim
melekler uyandırdım her tan ağardığında
toplamak için bütün düş kırıklarını aynalardan
yıldızlarla selam yolladım sana
ve her gece mavi bir kuş tutup avuçlarıma
dudaklara gül ve rüzgar iliştirdim dağların doruklarına
gelmedin.

upuzun köprüler kurdum içimdeki yolculuklara sana kavuşmak için
beyaz günlere uzandım beyaz atlarla, sana getirsinler diye umutlarımı
seninle öpüşürken
beyaz beyaz güvercinler kanat çırpıyordu mavi göklerin burçlarında
bütün ayrılıkların, savaşların, ihanetlerin üzerine bir çizgi çekiyordum
en güzel barış çiçeklerini versin diye dünya

ak alınlı taylar koşarken alnımın çayırlarında
al türkülerle inledim lekesiz sabahlara her bahar
özlemler kanatıp gecelerin sayfalarında
mavi rüzgarların terkisinde sevgiler yolladım sana
çoğaldıkça çoğaldı çılgınlığım
kanımda milyonlarca yıldız tutuştu
alevler içinde parlayan nehirler aktı yüreğime her defasında
her suyun sesine bir damla gözyaşı bıraktım senin için
gül desenli yaylalara bilmedin

bilki sensiz uzak bir dağbaşı ıssızlığıyım
yoksan ürpertilerde tiril tirildir yapraklarım
seni özlemenin korkunç girdabında
göğünü ve yönünü yitirmiş göçmen bir bulut olup
her gece uçurumlara ağlarım

hasret ateşine bürünürken geceler
uzun ayrılıkların dağladığı sevdalarda
korkunç alevler içirdim seni seven yanıma
iç çekmeyi öğrendi bir yanım, acı çekmeyi bir yanım
ve ardından oturup ağladım küskün ırmaklar gibi
karışıp gitti gözyaşlarım çağlayanlara
silmedin

ey kırçıl saçlarımda yıldız tutuşturan
alıp savuran yangınlara yalnızlıklara
hazan bahçelerinde yaralı bir güldür kalbim şimdi
dört mevsim aşkı kanayan
sen ki, yüreğimde demlenen aysın her gece
gözlerimde çiçeklenen aşk
uzun saçlı hasretimsin
geçen bütün mevsimlerde seni bekledim
gelmedin

özlemlerle yaralı bir yağmur bulutuyum şimdi
firari bir hüznün girdabında yitirdim güldesenli sevinçlerimi
bil ki, çağlayan bütün nehirler benim gözlerimdir
benim yüreğimdir ağlayan bütün denizler
su içtiğim bütün pınarlarda seni susarım
seni sorarım geçtiğim bütün yollarda
düştüğüm her uçuruma bir tutam çiçek bırakır gibi
bir tutam kor ve bir demet gözyaşı bıraktım senin için
gelmedin bilmedin silmedin...

Bir gün gökyüzü gülünce ve geçince üşümesi kalbimin
bütün hasretleri yükleyip rüzgarın kanatlarına
yüreğimde taşıdığım sevda aleviyle
upuzun yollardan çıkıp geleceğim sana... Bekle...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Mayıs 2006       Mesaj #614
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ayazda İki Yürek
Bu sabah beni uyandırmadan işe gitti. Giyindiğini duydum, ama kalkmadım. Kalkmak istemedim. Bir ara yatağa eğilip bir süre yüzümü seyretti. Soluğunu hissettim. Uyumadığımı farketti sanıyorum. Ama birşey demedi. Gözlerim kapalıydı, ama yüzüme umutsuz bir hüzünle baktığını hissettim.

Günlerdir doğru dürüst birşey konuşamıyoruz. Birbirimizden saklanarak yaşıyoruz sanki. Oysa bir yıl önce ne büyük bir hevesle başlamıştık birbirimizi sevmeye... 5 aydır bende kalıyor. Günlük hayatın o basit, o bayağı ayrıntıları sevgimizi acımasızca kemiriyor. Ama o bu konuyu açmaktan ısrarla kaçıyor. Ne zaman ilişkimizin nereye gittiğini konuşmak istesem, ya konuyu değiştiriyor, ya kaçamak cevaplar veriyor...

Kalktığımda mutfakta notunu gördüm:
Sevgilim, öyle güzel uyuyordun ki, uyandırmaya kıyamadım. Bu gece işyerinde nöbetçiyim. Beni merak etme. Sevgiyle, yazıyordu...

Notunu okuyunca gözlerim doldu. Bir bıçağın ucu kalbimde hafifce gezindi sanki... Ona karşı hoyrat davrandığımı hissettim bir an. İlişkimizin sürmesi için asıl çırpınan oydu sanki. Bir de bana bu aralar çok ihtiyacı vardı. Başka bir eve taşınacak gücü yoktu.

Aslında ben de onu hayatımdan kolay kolay çıkaramazdım. Bir tek onunla huzur içinde uyuyabiliyordum.Bu sevginin en gerekli koşullarından biridir, bilirsiniz. Ama başka bir sevgiliyi, başka bir aşkı özlüyordum. Ve bu kentten uzaklara, çok uzaklara gitmek istiyordum. Hem onsuz uyuyamıyordum, hem de çok yalnızdım. Ben ondan uzaklaştıkça, o da benden uzaklaşıyordu. Uzaklaştıkça ruhumuz üşüyor, üşüdükçe de örtünüyor, birbirimizden gizleniyorduk. Gizlendikçe daha bir yalnızlaşıyorduk...

Bütün gün onu düşünüp içtim. Başka hiçbir şey yapmadım. Akşam oldu. Şehrin ışıkları yandı. Kalktım internetimin başına geçtim. Aslında yaptığım büyük bir hataydı. Bu ilişkiyi tamamen bitirebilirdim. Ama nedense kendime karşı koyamadım. Ve internette onun sayfasına girdim... Sayfasının ismi Ayazdaki Bir Yürek’ti. Fransız yönetmen Claude Saute’nin bu filmini birlikte gözyaşları içinde seyretmiştik... Filmin ismini günlerce sayıklayıp durmuştu. Benim de yüreğim hep ayazdadır, diyordu. Sinema tutkunuydu. Para bulduğunda çekmeyi düşündüğü birsürü senaryosu vardı... Ama parası hiç olmuyordu. Zamanının daraldığını düşünüyor, yaptığı işlerin onu asıl yapmak istediklerinden uzaklaştırdığını farkettikçe hırçınlaşıyor, bu yüzden çalıştığı yerlerde fazla barınamıyordu...

Kendimi tiyatrocu Ümit olarak tanıttım ona... Dedim ya, yaptığım büyük bir hataydı diye...

"Sizi tanımak istiyorum.. Ben tiyatroyla uğraşıyorum. Adım Ümit. Arada sırada dublaj yaparım."

Adını söyledikten sonra, onu aramama iten nedenin ne olduğunu sordu.

"Sitenizin ismi Ayazda Bir Yürek. Yanılmıyorsam bu bir filmin adı..."

"Evet, Claude Saute’nin filmi. Çok etkilenmiştim. Siz seyrettiniz mi?.."

"Seyrettim. Ben de çok etkilenmiştim. Sinemayla ilgilisiniz galiba."

İlgili ne demek. Sinema benim tek tutkumdur. Senaryo yazıyorum. En büyük idealim yazdığım senaryoları çekebilmek... Ama para meselesi işte...

"Şu an ne iş yapıyorsunuz?"

"Reklamcılıkla ilgili bir dergide editörlük yapıyorum.Çok sıkılıyorum ve atılmam an meselesi... Sizin işler nasıl?"

"Pek iyi sayılmaz, hatta berbat diyebilirim. Tiyatro çevresini bilir misiniz, bilmem. Hep ahbap çavuş ilişkileri geçerlidir. Yoz, çürümüş bir dünya. İdealist, dürüst insanlara yer yoktur bu dünyada..."

"Desenize sinema dünyasından pek bir farkı yok. Peki söyler misiniz, bizim gibi insanlara ne zaman şans tanınacak?"

"İşimiz çok zor. Ya kurallara uyacağız, ya da köşemizde bekleyip hüzün biriktireceğiz..."

"Hayır, ben köşemde oturup beklemek istemiyorum. Mutlaka birşeyler yapmalıyım."

"Şu an neredesiniz?"

"Lanet olası işyerimdeyim. Bitirilmesi gereken sayfalar var. Yarın dergi baskıya girecek. Ya siz, siz neredesiniz?"

"Ben evimdeyim. Ve canım hiçbir şey yapmak istemiyor."

"Yalnız mısınız?"

"Evet, yalnızım"

"Birlikte olduğunuz kimse yok mu?"

"Neden sordunuz?"

"Hiç işte, öylesine sordum."

"Hayatımda biri var. Ama şu an evde değil. Peki siz, sizin hayatınızda biri var mı?"

"Evet, var..."

"Ne iş yapıyor?"

"Yazar. Oldukça da tanınmış bir yazar. Bir yılı aşkındır beraberiz."

"Nerede yazıyor?"

"Nerede yazdığını söylemesem. Onu bilmenizi istemiyorum. Kitapları da var. Peki, siz ne zamandır birliktesiniz?"

"Ne tesadüf bizim de ilişkimiz bir yılı aştı. Ama yolunda gitmeyen şeyler var. Tıkandık. Galiba. Birbirimizden gizlenerek yaşıyoruz ne zamandır. Aynı evdeyiz, ama birbirimizden çok uzaktayız..."

"Bizim ilişkimiz de pek farklı sayılmaz. Biz de tıkandık. Ne zamandır yoğunlaşamıyor bana. Varsa yoksa yazıları ve okurları. Bazen beni görmediğini bile düşünüyorum. İlişkimiz tıkandıkça kendini yaptığı işe daha çok veriyor ve benden daha çok uzaklaşıyor."

"Hayatında başka biri olabilir mi?"

"Biri değil, birileri var. Flört etmeyi çok sever. Ama ilişkiler biraz derinleşmeye, ciddileşmeye başlamaya görsün, hemen bitirir. Bağlanmaktan çok korkar."

"Peki, nasıl katlanıyorsunuz bu duruma, çok zor olsa gerek. Ben olsam dayanamazdım. Ayrılmayı düşünmüyor musunuz?"

"Çok düşündüm. Ama bu konuda biraz korkağım galiba. Bir de ona çok alıştım. Yalnızca onunla uyuyabiliyorum."

"Sizin de hayatınıza başkaları giriyor mu?"

"Evet, giriyor. Ama hiçbiri onun yerini tutmuyor. Hay Allah, neler konuşuyorum sizinle ben böyle... Ben en yakın arkadaşlarımla bile bunları rahat konuşamıyorum..."

"Ama bana rahatça anlatıyorsunuz..."

"Bilmiyorum, belki sizi hiç tanımadığım için, bana bir yabancı olduğunuz için bu kadar rahatım sizinle... Hiç tanımadığı insanlara daha kolay anlatıyor insan kendisini... Peki, siz birlikte olduğunuz insanla herşeyinizi konuşabiliyor musunuz?.."

"Evet, desem yalan olur. Ben de sizin gibi hiç tanımadıklarıma daha rahat anlatıyorum kendimi..."

"Sevgilinizin yerinde olmak istemezdim..."

"Ben de sizin sevgilinizin yerinde olmak istemezdim."

"Hayatımız ne kadar yorucu değil mi? Belirsizlikler beni çok yıpratıyor. Herşey net olsun isterdim. Hiç tanımadığım birine en gizli şeylerimi anlatmak bana acı veriyor. Kendimden utanıyorum. Ama yine de yapıyorum. Ne kadar yalnızım demek ki, ne kadar susamışım birine kendimi anlatmaya... Sabah işe gelirken onu uyurken seyrettim. Öyle masum görünüyordu ki... Neden hiç başladığı gibi sürmez ilişkiler..."

"Aşk çok güzel birşeydir, ama kısa ömürlüdür."

"Kısa ömürlü olduğuna inanmıyorum. Aşkta hata aramayalım. Aslında bizler benciliz. Sahip olduklarımızın değerini bilmiyoruz, hemen tüketiyoruz. İlk günlerimizi öylesine çok özlüyorum ki. Soluk alamazdım bazen. Kış günü bütün pencereleri açardım. Yanımdayken bile özlerdim. Soluksuz kalıp öleceğim sanırdım hep. Nereye dokunsam ona dokunmuş gibi olurdum. Nereye gitsem beni gördüğünü hissederdim. Tanrım gibiydi o. Bedenime dokunurdum ve dokunduğum yer hazla titrerdi. Çünkü kendime dokunduğumda ona dokunmuş gibi olurdum. Kanardı dokunduğum heryerim, tıpkı onunla sevişirken kanadığı gibi... Ama son zamanlarda onu öptüğümde bir boşluğu öper gibiyim... Artık birbirimize tahammül etmek zorundayız. Para biriktiriyorum, ayrı bir eve çıkmak için. Bir süre daha onun evinde kalmaya ihtiyacım var."

"O bunları biliyor mu?"

"Biliyor, ama bunları hiç konuşmuyoruz onunla. Gitmemi bekliyor sanırım. Yalnızlığı ve yazılarıyla başbaşa kalmak istiyor ve uzaktaki bir sürü sevgilisiyle... Ayazda iki yüreğiz biz şimdi..."

"Soluksuz kalırdım, dediniz ya, aklıma birşey geldi. Gazetelerden birinde yazmıştı. Küçük bir çocuk karpuz yerken, çekirdeklerinden birini soluk borusuna kaçırmış. Aradan günler geçmiş. Çocuk gittikçe soluk almakta zorlanıyormuş. Tıkanmaları artınca doktora götürmüşler. Röntgen çekilmiş ve soluk borusunda karpuz çekirdeğinin kök yaptığı görülmüş... Soluğunu tıkayan buymuş. Hemen ameliyata sokmuşlar ve bu kökü söküp almışlar. Çocuk rahat soluk almaya başlamış. Ama birkaç gün sonra ölmüş!.. Aşktan sözedilince hep bu olay gelir aklıma.(1) Aşıkken soluk almakta zorlanırız, ama aşk olmayınca, onu bizden aldıklarında ölürüz. Ve kimse niye öldüğümüzü anlamaz..."

"Çok kötü oldum. Bütün bedenim ürperdi. Bana ne yaptınız böyle. Herşeyi unutmaya çalışıyordum oysa. Bütün duygularım ayaklandı birden... Sizde anlayamadığım birşey var..."

"Nasıl birşey?"

"Sanki sizi çok eskiden beri tanıyormuşum gibiyim... Biliyor musunuz, insanda uzun yola çıkmak duygusu uyandırıyorsunuz."

"Aşık olduğumu hissettiğim anlarda uzun bir yola çıkmayı çok isterim.."

"En çok nereye mesela?.."

"Trabzon’daki Uzungöl’e... Orada hem kendinizi sonsuzluk içinde hissedersiniz, hem de acı veren, ama şefkatli bir korunaklılık içindesinizdir... Tıpkı aşk gibi..."

"İnanmayacaksınız belki ama, ben de orasını düşünmüştüm.Ne tuhaf, internette kurulan dostluklara, yakınlıklara pek inanmaz, gülüp geçerdim. Ama şu an sizi görmeyi ve yüzyüze tanışmayı öyle çok istiyorum ki..."

"Farkında mısınız, sabah oluyor?.."

"Evet, vaktin nasıl geçtiğini farketmemişim bile. Peki siz, siz benimle yüzyüze görüşmek istiyor musunuz?"

"İstemiyorum, desem yalan olur.. Hatta ben sizinle hemen bugün Uzungöl’e yola çıkmak istiyorum.."

"Siz ciddi misiniz, yoksa benimle dalga mı geçiyorsunuz?"

"Hayır, hiç olmadığı kadar ciddiyim. Ama siz bu yolculuğa hazır mısınız, sorun o..."

"Hazırım... Ben biraz deliyimdir.Siz benim deli yanımı bilmiyorsunuz daha..."

"Peki işiniz, asıl önemlisi sevgiliniz..."

"İşimin canı cehenneme. Zaten bugün yarın çıkartacaklardı. Onlar atmadan ben ayrılırım şerefimle..."

"Peki sevgiliniz?.."

"Nasıldı o dizeler: Can çekişen aşkları vurmalı / Vurmalı ve sıradan bir intihar süsü verilmeli... Akif Kurtuluş’un dizeleri yanılmıyorsam.."

"Sevgilinizin yerinde olmak istemezdim..."

"Nerede ve kaçta buluşuyoruz?"

"Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde, saat 12.00’de... Peki sevgilinize ne diyeceksiniz?"

"Onu arar, herşeyi söylerim, o işi bana bırakın. Hadi, şimdilik hoşçakalın..."

Ve birkaç dakika sonra telefonum ardarda çaldı. Açmadım tabii ki, telesekreter devreye girdi. Telesekreterin sesini iyice açtım. Konuşması tedirgindi. Beni incitmekten korktuğu belliydi: Canım, birbirimizi çok sevdik, ama ne zamandır sevgimiz bizi korumuyordu. Son günlerde ikimizde çok yalnızdık. Bitmesi ikimiz için de iyi olacak. Seni hep güzel anmak istiyorum. Uzun bir yola çıkıyorum. Beni merak etme ve bekleme. Belki bir gün seni ararım. Hiç beklemediğin bir anda... Seni incittiysem bağışla.

Evet, ben de en az onun kadar deliydim. Hemen bavulumu hazırlamaya koyuldum. Beni görünce ya mahvolacak ya da uzun yola çıkacaktık. Birlikte ne zamandır çıkmayı düşlediğimiz, ama birtürlü çıkamadığımız o uzun yola...
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
9 Mayıs 2006       Mesaj #615
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
ANZAKLI ÖMERİN HİKAYESİ

1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastahanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
"Amerika'ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil. Newyork'da Medical Center Hospital adlı bir hastahanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektro kardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında. İngilizce konuşuyorum. Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki.. pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim. Siz Türk müsünüz?
Kaşlarını yukarıya kaldırarak "Hayır" manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum: Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir? "Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki: “Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...” Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
“Siz Türk müsünüz?” “Evet Türk'üm” İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı:
“Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de, orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak'tım, Avustralya Anzaklarından... İngilizler bizi toplayıp dediler ki: Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. Biz de inandık sözlerine vaatlerine... Savaşmak isteyenler arasına katıldık. Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu: “Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler o zaman Mısır'da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman... Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.”
Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:
“Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. iyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki, kendi kendime:
Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla "Yazıklar olsun bana" dedim." Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum. Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış" diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce..... Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. işte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte”
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: “Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar... Buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle
"Bana adınızı söyler misiniz? dedi. "Ömer" cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu:
Peki niçin Ömer ismini, vermişler sana ? Babam müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adı vermiş.
Yahu senin adın müslüman adı mı?
Ben "Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
“Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi. Şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.
"Olsun. Peki doktor beni müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu?" Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için, soramadığı için konuşamıyormuş.
Tabii dedim müslüman olmak çok kolay. Sonra kendisine imanın ve islamın şartlarını anlattım. Kabul etti. Hem kelime-i Şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı islamiyete olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı... Mırıldandı: Siz müslümanlar tesbih çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tesbih çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
Beni yalnız bırakma olur mu?
Ne gibi Ömer amca?
Ara sıra gel de bana islamiyeti anlat! sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor. O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım.
Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum . Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum.
"Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!" Dedim ki içimden "Bizim Ömer amca galiba yolcu?" hemen yukarı çıktım.
Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile, koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şahadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti....
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletineolan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu.
"Ne yalan söyleyeyim, ağladım."
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
9 Mayıs 2006       Mesaj #616
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ayrılığın İlanı

Gidiyor musun diye sorma bana. Gönderen sensin. Ne terk etmeyi istedim seni, ne de daha yaşamadığımız bu aşkı toprağa gömmeyi. Senin kadar öfkeliyim ben de, senin kadar endişeli...

Bir dokunuşunla bin kenti yıkacak güç verirdin bana, ama inandıramadım seni. Sen sorgularken beni kafanda, ben gözlerinin içine bakıyordum kuşkuyla. Bir tek sözün bağlardı beni sana, oysa sen hep susmanın koynunda..

Aşkın içine bir kez girdi mi kuşu, teslim alır bedenleri de. Sütten çıkmış at kaşık değildim ama yalanı sokmadım iki kişilik dünyamıza.
O dünya ki, bazen minicik bir odada bazen kentin ortasında şekillendi. Nasıl da güzeldi. Zaten varsın diye her şey güzeldi ama sen buna inanmadın.

Ah bu sorular... Yaşamak varken sevdayı delice, niye boğarız sorularla? Nasıl ikna edebilirdim seni? Ben "aşk" dedikçe sen "hayır" dedin. Zaten az konuşan sen, olumsuz ne kadar sözcük varsa bulup çıkardın ortaya. Ben bir şey diyemedim.

Ne kadar zarar vermişim sana meğer... Nasıl değiştirmişim seni... Oysa hiç böyle düşünmemiştim. Kimseye zarar vermek istemem ben. Kimseyi olduğundan farklı bir hale getirmek istemem. Ama öyle oldu işte... Demek ki gitmelerin zamanı geldi şimdi.

Çocukluğuna sığınır atlatırsın bu acıyı. Ne sevişmelerimiz kalır aklında ne sevda sözlerimiz. "Rahat değilim" diyordun ya, rahat ol artık. Gülüşlerini saklaman için bir neden kalmadı. Tedirginliğinin sebebi be kalktı ortadan.

Gidişim yürekten değil, zorunluluktan. Sanma bu toy sevdayı başka kimliklere taşırım. Sanma ki benden sakladığın dülüşlerini yalancı yüzlerde ararım. Seni de götürürüm yüreğimde. Yokluğunu taşırım.

Bulup bulup kaybettim seni.. Ne yazık ki toz-duman edemedim kuşkularını, ne yazık ki kalamadın bana. Öpücüğümün kokusu kalacak kapının eşiğinde. Kokladıkça bizi bir yanlışa mahkum ettiğini anlayacaksın.

Ne çok tanıdığımız var ayrılığımıza....
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
9 Mayıs 2006       Mesaj #617
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HARİKA Bİ EVLENME TEKLİFİ...

Günlerce, gecelerce hep onu düşünmüştüm. O ise beni sadece bir iş arkadaşı olarak görüyordu. Hatta bir seferinde, kız arkadaşıyla kavga etmiş ve bana cep telefonunu uzatarak, onu aramamı ve ikna etmemi rica etti. Göz yaşlarımı içime akıtarak, kıza telefon açıp barışması için ikna etmeye çalıştım. Sanki tanrı dualarımı duymuştu. Kız hiçbir şekilde barışmaya yanaşmıyordu. Ben üstüme düseni fazlasıyla yapmıştım. Aradan birkaç hafta geçmişti. Haldun olanları unutup, eski neşesine kavuşmuştu. Bir akşam saat 22:00 sularında cep telefonuma bir mesaj geldi. Mesajın sahibi Haldun’du. Mesaj şöyleydi.

-Yarın bana son kez yardım etmeni istiyorum. Hayatımın aşkını buldum. Ne olur benimle evlenmesi için onu ikna et. Bu mesaj beni beynimden vurmuştu. Gün ışıyana kadar yanağımdan süzülen yaşlar yastığımda acı ve unutulması mümkün olmayan bir iz bırakmıştı. İşe giderken ayaklarım beni geri geri götürüyor, yol bitmesin diye sürekli dua ediyordum. Hayatımda ilk ve son kez aşık olmuştum ve bu aşkı ben kendi ellerimle yok edecektim. Mesaime yarım saat geç gittim. İçeri girer girmez Haldun , bu günün hayatındaki en mutlu gün olduğunu ispatlar gibi neşeli ve bir çocuk gibi heyecanlı yanıma geldi. Ben ise yenilgiyi çoktan kabullenmiştim. Ama sevdiğimin mutluluğu beni teselli ediyordu. Haldun, iyi günler dedikten sonra hemen konuya girdi.

-Yeşim, senin hakkını nasıl ödeyeceğim bilmiyorum. Ama inan çok yüce bir olaya vesile oluyorsun. Elindeki telefon numarasını bana uzattı. Bu numarayı arayıp, karşı tarafa;

-Haldun seni hayatını paylaşacak kadar çok seviyor. Lütfen onu kırma ve evlilik teklifini kabul et. İnan seni şimdiye kadar kimseyi sevmediği kadar çok seviyor. Dememi istedi. Masama;

-Bu emeğinin karşılığı değil ama, diyerek küçük bir hediye paketi bıraktı. Elimdeki telefon numarasını çevirmeye başladığımda parmaklarımdaki titremeyi görecek diye çok endişelendim. Telefon çalmaya başlamıştı. Birden masamdaki kutudan love story müziğini duydum. Telefon halen kulağımdaydı. Bir yandan da kutuyu açmaya çalışıyordum. Kutuyu açtığımda bir cep telefonu gördüm. Telefonu aldım ve açtım. Haldun bir hamle ile masamdaki iş telefonunu kulağımdan aldı. Ben ise gayri ihtiyari cep telefonunu kulağıma götürmüştüm. Haldun şimdiye kadar duymayı her şeyden çok istediğim, bir kerecik duyduğumda ölmeyi bile kabul edeceğim o cümleleri söylemeye başladı. Ben ise göz yaşlarımı tutamadım ve boynuna sarıldım.. Crying


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Mayıs 2006       Mesaj #618
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Zengin bir iş adamının bahçesinde yan yana dikilmiş iki limon ağacı vardı.mayıs ayı sonlarında açan limon çiçekleri bütün bahçenin havasını bir anda değiştirir ve apartmanlara hapsolmuş insanlara baharın geldiğini müjdelerdi.ancak limon ağaçlarından biri diğerinden cılız ve şekilsizdi.bu yüzden büyük ağaç her fırsatta onu küçümser ve tepeden bakardı.ev sahibi de küçük boylu limon ağacından ümit kesmiş görünüyordu.ona göre ağaç bu gidişle kuruyup ölecekti.bu yüzdende onu fazla sulamaz be bakımını yapmayı pek istemezdi.
Günün birinde esen sert bir poyraz karlı dağların yamaçlarındaki bir gurup çiçek tohumunu iş adamının bahçesine uçurdu.fakat bahçenin her tarafı parsellenmiş sadece limon ağaçlarının altında yer kalmıştı.bir an önce filizlenmek zorunda olan tohumlar limon ağaçlarının yanına gelerek onların altında yeşermek için izin istedi.büyük ağaç iyice kasılarak:
-Böyle bir şey asla mümkün olamaz diye atılı.eğer dibimde çoğalırsanız suyu emip beni kurutursunuz.
Aslında büyük ağacın çekindiği başka bir şey vardı.çiçekler rengarenk açtıklarında limon ağacının sarıya çalan beyaz çiçekleri sönük kalacak ve bahçe sahibinin gözünde değeri azalabilecekti .oysa ki ağacın kendinden güzel olanlara hiç tahammülü yoktu.
Küçük ağaç uzun boylu arkadaşının tohumlara verdiği cevabı beğenmemişti.çünkü o kendisine hayat verenin o hayat için gerekli olan suyu da vereceğini çok iyi biliyordu.bu yüzden aklına bile gelmiyordu susuzluk.tohumların teklifini kabul ederken:
-Sizlerle birlikte olmak,bana mutluluk verir dedi.böylelikle yalnızlık çekmeyiz.
Büyük ağaç bu işten hoşlanmamıştı.küçük limon ağacı altında filizlenen tohumlar birkaç hafta içinde cennet çiçekleri gibi açıp bütün bahçenin göz bebeği haline geldi.Bu arada ağaç elinden geldiği kadar kendilerine yardımcı olmaya çalışıyor ve çiçeklerin sevdiği yarı güneşli ortamı sağlamak için eski yaprakları döküyordu.
Çiçekler kısa süre sonra mis gibi kokular yaymaya başladı.bahçe sahibi o ana kadar hiç duymadığı bu kokunun nereden geldiğini araştırdığında davetsiz misafirleri bularak hayrete düştü.adam ancak rüyalarında görebildiği bu çiçeklerin güzelliğini devam ettirebilmek için sabahları artık erken kalkıyor ve onları en kaliteli gübrelerle besleyip bol bol suluyordu.küçük limon ağacı köklerinin en ince ayrıntılarına kadar ulaşan bu suları çiçeklerle birlikte içiyor ve büyük bir hızla serpilip büyüyordu.çiçekleri sevgiyle kucaklayan ağaç ertesi bahara kalmadan o civarın en büyük ağacı haline geldi ve birbirinden güzel kelebeklerin ziyaret yeri oldu.daha sonra da kendi çiçeklerini açarak bahçenin güzelliğine güzellik kattı.
Şimdi küçük ve yalnız kalmış olan limon ağacı ise komşusuna duyduğu kıskançlıkla için için kuruyordu.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
9 Mayıs 2006       Mesaj #619
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Kekre
Güzel bahçeli bir bahar istemekteki haklılığımı yazmak niyetindeydim. Hazır nisan ayının sınırları içinde geziniyorken başlamak lazımdı çünkü. Herşey için çok geç olmadan günün anlamını ve/veya önemini belirten bir yazı karalamalıydım. Okuduğunuzda bisiklete binen bir küçük çocuğun heyecanını duyacaktınız.(hala heyecanlanabiliyorsunuz değil mi?) Evet. İlk baharı anlatacaktım. İçine biraz kırmız gül yaprağı serperek, "bana kalbin kadar temiz olan bu sayfayı ayırdığın için" diye başlayan hatıraların yazıldığı en güzel sayfalara çiziktirdiğim, en renkli düşüncelerimle.. Daha doğmadan ölen bebeklerin kırgınlığını üzerimde taşımanın verdiği eziklikle bütün her şeyi haykırmak gibi pestenkerani düşüncelerimin olduğunu anlayasınız diye..

Dilim damağım kurumuştu. Her ne kadar yürek çarpıntılarımın azalışı beni telaşa sürüklüyor idiyse de umudumu korudum. Güneşin sıcaklığını vekızgın kumun çıplak ayaklarımı yakışını hiç düşünmeden yürüdüm. Nerede bir serinletici gölge varsa ben oradaydım. Biraz kekreydi içtiğim suyun tadı. Umursamadım. Doya doya, kana kana yudumladım. Gittikçe artan bir heyecanla, gittikçe azalan bir korkuyla.. Öyle uzun, öyle sıcak bir çölden dönmüşlüğüm vardı ki.. Artık beni ne acının gerçek yüzü, ne de kördüğüm olmuş karanlık ilişkilerin yorgunluğu yıldırabilirdi.

Binlerce kez öldüm. Girdiğim bütün savaşlardan boynu bükük çıktım. Tekrar tekrar yenildim. Yenilişlerimi defterime yazdım. Hep aynı tuzağa hep aynı biçimde düştüm. Düşkırıklarımdan karakalem resim yaptım. Elimde, ne kadar şiir kırıntısı, hayal eskisi, masal kaçkını, aşk külü, nergis yaprağı, zümrüt yeşili ve baldıran çiçeği varsa, hepsini yaktım. Isındım..


Sen yoktun. Kırlangıç gülüşlerini özlediğim çocukluğumda yoktu artık. Köşe başındaki bakkal rüstem amca süpermarket hezeyanına tutuldu. Baş döndüren türünden rüzgarın, beni alıp götürdü; beyaz saçlı, yüzünde kırışıklar olan bir adamın ruhuna. Hayır bu ben olamam. Hayır bu filmi daha önce görmüştüm. Dedem, sonrasında anneannem böyle böyle yaşlandılar ilkin ve sonra musalla taşına uzanması boylu boyunca insanların. Dayanamadım. Ses tellerimi yırtarcasına bağırdım. Tüm evrene ulaştı çığlığım. Veryansınlarımı duyup ta yetişen kimse olmadı.
Sadece zamana yenik düşmesi kaçınılmaz olan ve nihayet eskiyen fotoğraflarla avundum. Hani on altı yaşındayken. Hani çocukluğun son çırpınışları. Kravat ve gri pantolon uyuşmasızlığında yeni yeni terleyen bıyıklarla övünme zamanları. Biriktirdiğim bilyelerimi kaybettiğimden beridir çok takvim yaprağı düşmüştü hayallerimden.. Belki hiçbir tarih kitabında adına rastlanmayacak kadar basit ilişkilerden korktuğumuzdan mıdır bilinmez, birbirimize sokulmadan yürümemiz kaldırımlarda.. Kış soğuğunda.. Sonra yağmur başladı. Bilirsin her şiirde vardır yağmur. Sanki yağmur olmasa aşk olmaz. Tek kişilik şemsiyelerin ev sahibi olduğu bir sevdaya doğru yelken açmış iken ben.. Düşündüm. neydi bu? Benden uzak. Bana yakın. Aşk mı? Yok o değildi. Onu bilemezdi lise zamanı dersten kaytaran gençlik heyecanları. Yine de akışına bıraktım kendimi. Ne kaybederdim. Hatalar değil miydi doğruya götüren?

Eli elimde.. Bense, yukarıdaki yağmur yüklü bulutlara teşekkür niyetinde...

Göz açıp kapayıncaya kadar olmasa da insan ömrü baz alındığında kısa sayılacak bir zamandan sonra yanlış ile doğruyu karıştırıyor olmam sonsuzluğu isterken sona yaklaştığımızın belirtisiydi galiba. O bana haramdı. Ben ona yalandım. Gözlerimi kapadım. Düşündüm. Sebepler, sonuçlar durup durup aynaya bakmalar yoktu artık.

Sadece yaşamak. Yaşadıkça yenilemek kendini..

Heybeme umutlarımı koydum. İstemeden kırdığım kalplerin hüznünü.. Yola çıktım yeniden. Bıkmadan, usanmadan yeniliyorum kendimi. Her yenilgide bir daha bağlanıyorum yaşama. Yetişmem gerek.. Yetişmem gerek sana. Çünkü sana yetişmek arzuların en büyüğü. Yakınına gelmek, yüzündeki bitmek tükenmek bilmeyen mutluluğu görmek ve elimin ayasında hissetmek elinin terini..

Ciğerlerimi, içinde bir miktar azot barındırmakla birlikte zehirleyici etkisi bulunmayan havayla doldurdum. Cebimden bir kaç kelime çıkarttım. Konuşmaya çalışıyorum. Adını kullanmadan uzun cümlelerimde, seni anlatacağım. Belki inanırsın diye. Olmadı.. Ağzımdan çıkan tek cümle bir yakarıştan ibaretti..

Hadi. Yüreğine mahkum et beni!..
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
9 Mayıs 2006       Mesaj #620
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Acı

Sizin için ne derece önemi var bunu bilmiyorum ama ben bu satırları yazarken gözümden damlalar akıyor klavye üzerine. Erkekler ağlamaz lafı bana göre değil. Ağlamaktan hiç utanmadım,duygularım,acılarım beni boğduğu zaman hep ağladım.Yine ağlıyorum... Sizleri tanımıyorum ama sizlerle paylaşmak istiyorum.Lütfen;bu satırlara bir seven olarak sahip çıkın ve lütfen yazılı satırlar olarak geçmeyin. Okudukça yeryüzünde insanlar neleri yaşarmış diyeceksiniz buna eminim. Bir memur ailenin en küçük çocuğu olarak babamın tayininin çıktığı bir köye taşındık.Huzursuzdum,okulumu bir köy okulunda okumaktansa ,şehirde medenice okumak istiyordum.kaydımı yaptırdı babam okula.İlkokul 4. sınıftan başladım köy okuluna.Beni bir sınıfa verdiler.Öğretmen köyde yabancı olduğumu biliyordu ve hangi sıraya oturmak istiyorsan otur dedi bana.Bir kızın yanı boştu sadece oraya oturdum.Hayatımı adadığım,gidişiyle beni bitiren insanla ilk o zaman tanıştım.İsmi Altınay idi.Çocuk yaşımda bile onun güzelliği beni çok etkilemişti.Masmavi gözleri,gamze yanakları ile arada bir bana dönüp gülüşü,yanlış yazdığım notlarımda kendi silgisiyle defterimdeki hatayı silmesi beni o minik yaşımda ona bağladı.O dönemlerde çocukça bir arkadaşlıktı. Zaman ilerledikçe onsuz tek saniye geçiremiyordum.ya ben onlara gidip ders çalışıyor, yada o bize geliyordu.Mükemmel bir paylaşımcıydı.Yüreğini,sevgisini,dostluğunu daha o yaşta vermişti bana.İlkokulu birlikte okuduk ve aynı sırada bitirdik.Hep onunla hep ona biraz daha alışarak. Ortaokula geçtiğimizde ailelerimize rica ettik ve bizi aynı okula yazdırdılar, hatta aynı sınıfa,hatta aynı sıraya oturmamız için babalarımız öğretmenlere adeta yalvardılar.Başarmıştık. Yine aynı sıradaydık.Geride kalan ilkokul dönemindeki iki yılda anladım ki onsuz hayat bana huzur vermiyordu.Yaşımız olgunlaştıkça o beni,ben onu daha çok seviyordum.Çocukça başlayan arkadaşlığımız sevgiye aşka dönüşmüştü ortaokul yıllarımız bitmek üzereyken.Şehir merkezinde.Ailelerimiz liseye geçtiğimiz sırada ortak bir karar aldılar.Buna göre tek ev kiralayacak ikimiz aynı evde kalacaktık.Annem de bizimle kalacaktı.Allah'ım o karar bize iletildiğinde dakikalarca sarmaş dolaş kutlamıştık bunu.Ona aşık olmuştum.Aynı duyguları o da paylaşıyordu ve bunu fareden ailelerimiz okul bittiğinde evlendirelim diye karar almışlardı bile.Ona tapıyordum artık.Haşa Allah'a şirk koşar gibi günah işlercesine seviyordum.İlk elini tuttuğumda sakın bir daha bırakma demiştim. Yanakları kızarmıştı,utanmış ve başını önüne ! eğmiş,gülümsemiş ve elimi sıkı sıkı kavramıştı.Artık her gün elele tutuşup okula gidiyor okuldan çıkarken elele dolaşıyor geziyor öyle gidiyorduk evimize.Arada bir elleri terler ve her terleyişte elini elimden kurulamak için çekerdi.Bunu her yaptığında kızar elimi bırakma diye azarlardım,hep tamam tamam diyerek gülümser ve hızla elini avucuma sokuştururdu. Her şey harikaydı,dünya cennet gibiydi gözümüzde.Yıllar akıp gidiyordu mutluluk içinde.Nihayet liseyi de bitirmek üzereydik.karne dönemi gelmişti.Karnelerimizi aldık hiç kırığımız yoktu.Sevinçle sarıldık birbirimize elimi tuttu.bunu kutlamak için bir cafeye gidip cola içerek kutlayacaktık.Okulun az ilerisinden geçen bir çakıl yol vardı.Her zaman toz duman içinde olurdu.çakıllarla kaplıydı.O yolun benim ve ölürcesine sevdiğim insanın ayrılmasında bu kadar rol oynayacağını bilsem hiç girer miydik o yola.Neler vermezdim o yolu yürümemek için. Eli yine elimdeydi,ansızın elini çekti,terlemişti yine eli.Sanırım dört adım atmıştım.Dönüp yine azarlayacaktım.Çünkü hem elimi bırakmış,hem de geride kalmıştı.Dönüp baktığımda Dünya başıma yıkıldı.Sanki gök kubbenin altında kaldım.yerdeydi ve yüzünden kan fışkırıyordu.ne yapacağımı bilemedim üzerine kapandım yüzüne yapışmış saçlarını kaldırdığımda hayatımı bitiren o görüntüyle karşılaştım.Başı kesilmiş bir tavuk gibi çırpınıyordu.Suratına bir taş parçası bıçak gibi saplanmıştı ve bakmaya doyamadığım mavi gözlerinden biri akmıştı.Suratının yarısı yoktu.Hırlıyordu bana bir şeyler demek istiyor kanla kaplı diğer gözünü temizleyerek bana bir şeyler demeye çalışıyordu.Yoldan geçen bir kamyonun tekerinin altından fırlayan bir taş suratına saplanmıştı.Ölürcesine bir aşkı,geleceğimizi kibrit büyüklüğünde bir taş parçasının bitireceğini bilemezdim.Donuk donuk hiç konuşamadan yüzüne bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. Ellerini tuttum kaldırdım başını göğsüme dayadı ve elimi sıkı sıkı tuttu.Akan kan ellerimize damlıyordu.Yoldan geçen bir araba durmuş bizi seyrediyordu,hastaneye yetiştirelim dediğimde kanlı olduğu için almadı ve kaçtı gitti.Kimse arabaya almıyordu.çevreme bakıp yardım eden demekten,ona dönüp seni seviyorum,beni bırakma,dayan demekten başka bir şey yapamıyordum.İki dakikalık bir çırpınıştan sonra kucağımda öldü.Cennet olan Dünya 5 dakikada cehenneme döndü.Tam dokuz yıl oldu onu yitireli.Kendime olan güvenimi yitirdim.Artık kimseyi sevemem,kimsede beni sevemez korkusundan kurtaramıyorum kendimi.Bitkisel hayatta gibiyim.Tek elimde kalan bu net.bu net aracılığıyla sizinle paylaşmak istedim.Yitiren,ya da ben yitirenle paylaşmak isteyen herkese elleri terlese bile ellerimi bırakmamaları şartıyla elimi uzattım.Dost,kardeş,arkadaş ne olursanız olun ama elimi bırakmayın.Size sesleniyorum, elimi bırakmayın lütfen...

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar