Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 72

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.549 Cevap: 1.997
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
18 Mayıs 2006       Mesaj #711
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
PASTA
Firina geldigimde, ortalikta ekmek görünmüyordu.Eski bir dostum olan
Sponsorlu Bağlantılar
firinci:
- Biraz bekleyeceksin hocam, dedi.Iki-üç dakikaya kadar çikartiyorum.
Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken,içeriye yaslica bir adamin
girdigini gördüm. Eskimis ceketinin sol yakasi altinda bir madalya
parildiyor ve yürürken hafifçe topalliyordu. Selâm verdikten sonra:
- Ekmeklerimi alayim, dedi. Benim ikizler acikmistir.
Firinci,adamin kendisine uzattigi torbayi alarak tezgâhin altina egildi ve
bir gün öncesine ait oldugu anlasilan ekmeklerden dört bes tane
koydu.Ekmeklerden bazilarinin alti yanmis, bazilari da her nedense seklini
kaybetmisti.Firinciya dogru sokularak:
- Neden taze ekmek vermiyorsun? dedim. Biraz sonra çikacak ya!..
Firinci:
- Bozuk ekmekleri kendisi istiyor,dedi.Çok fakir oldugundan, ona yari
fiyatina veriyorum.
- Kim bu adam? diye sordum.
- Kore gâzilerinden,dedi.Ogluyla gelini bir trafik kazasinda vefat
edince,ikiz torunlarini yanina almisti.Yillardir onlara bakiyor,hem de çok
az bir maasla.
Firincinin anlattiklari karsisinda içimin yandigini hissediyor ve ufak da
olsa bir seyler yapmak istiyordum.
- Aradaki farki ben vereyim, dedim. Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler.
Firinci, teklifimi kabul etti ve biraz sonra çikan sicak ekmekleri büyük
bir umursamazlikla adamin torbasina doldururken:
- Çok sanslisin haci amca, dedi. Çocuklar için bugün sana pasta gibi ekmek
verecegim.
Yasli adam, bir evlât sevgisiyle kucakladigi torbayi gögsüne bastirirken:
- Allah senden razi olsun evlâdim,dedi.Bugün onlarin dogum günleri oldugunu nereden anladin?

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Mayıs 2006       Mesaj #712
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ateşin İki Biçimi Üstüne Bir Aşk Hikayesi

Sponsorlu Bağlantılar


1855 yılının güvercinlerin, kedilerin ve köpeklerin bile gölge ve kuytu bir saçak altı aradıkları; çınar, ıhlamur ve badem ağaçlarının serinliğine, bulunan ilk fırsatta kaçıldığı sıcakların sürdüğü bir temmuz sabahı, Beyoğlu’nun ara sokaklarından birinde genç bir adam, henüz şehrin üstüne güneş doğmamış, toprağı ve yol taşlarını ısıtmamışken, evlerin cumbalarının neredeyse birbirine değecek gibi olduğu dar sokaklardan, Unkapanı’ndaki nalıncı dükkanına doğru düşüncelere dalmış yürüyordu. Herkesin uykuda olduğu bu saatlerde, genç Selim’in yolda olmasının sebebi, İbrahim Paşa’nın yedi çift nalın siparişinin yarına yetişmek zorunda oluşu dışında, o gün, yamak olarak on yaşlarındayken yanında işe başlayan Davut’un, esnaf erbabından birkaç kişinin de bulunacağı bir törenle kalfalık makamına yükselişi vardı. Bu yüzden gün ağarmadan yola çıkmıştı.

Bir taşa takıldığında, fenerini almadığı için kendi kendine söylendi. Evlerin arasındaki boş arsalardan ara sıra görünen deniz, derin bir uzlete çekilmiş gibi görünüyordu. Gündüz bir ışık ve renk cümbüşü sergileyen İstanbul, geceleri, eğer ay da yoksa karanlık bir örtünün altında, yalnızca siluetlerin meydana getirdiği tuhaf şekil ve gölge oyunlarının arka arkaya sahne aldığı, semanın ve karanın birbirine karıştığı dipsiz bir uçurumu andırıyordu. Fenerlerin, belli başlı sokakları ve meydanları ya da meyhanelerin, kahvehanelerin kapılarını aydınlattığı, küçük pencerelerden kedi gözleri gibi parladığı ve gemi fenerlerinin denize yansıyan ışıklarının tatlı tatlı oynaşarak titrek danslar yaptığı bu ıssız manzarayı seyretmek doyumsuz bir haz veriyordu Selim’e. Kapkaranlık korular, meydanlar ve sokaklar geceleri iyice ıssızlaşır ve şehir, bekçilerle köpeklerin, meyhane müdavimleriyle katil ve hırsızların, uğursuz ve sefihlerle aşk kaçamağı yapan kadınlarla delikanlıların hükümranlığına terkedilirdi.

Bir çamur birikintisinin üstünden atlayan Selim, akşamsefalarının, ıhlamur ve sabun kokan çamaşırların arasından geçerek, sokağın başını tutmuş tembel tembel uyuklayan köpeklerin yanından, neredeyse parmak uçlarında usulca ilerleyip, endişeyle sere serpe yatan kalabalık çeteye baktı. Boz renkli, kulağı parçalanmış yara bere içinde olanı tek gözünü aralayarak Selim’i şöyle bir süzdü, sonra umursamaz bir şekilde uykusuna geri döndü. Uyanmamış olmaları büyük şanstı doğrusu, yoksa bütün mahalleyi velveleleri ile ayağa kaldırmaları işten bile değildi. Defterdar yokuşundan inerek yoluna devam etti. Bu sırada sabahın sessizliğini, selatin camilerin minarelerinden yükselen, müezzinlerin hüzünlü ve yorgun sesleri doldurmuş, güneşin doğuşunu haber vermişti şehre.

Sabah kalktığında karısı Firuze henüz uyuyordu. Alacakaranlıkta, bir süre onu seyretmiş, bedeninin tenha serinliklerini örten ve her nefes alışında üstünden sıyrılacakmış gibi ahenkle hareketlenen geceliğinin her bir kıvrımında hayat bulan; hüzün ve neşeyle, sevgi ve nefretle dolu acı hatıraların izlerini sürmüş, mühürlenmiş geçmiş zamanları düşünmüştü hüzünlenerek. Bir cevap bulamadığı soruları. İlk karşılaşmalarında olduğu gibi hala güzelliğiyle kendisini şaşkına çeviren tuhaf büyünün devam ettiğine sevinerek gecenin sessizliğinde Firuze’nin huzurlu soluklarını dinlemişti…

Venedikli bir mimara yaptırılan Tophane-i Amire’nin önüne vardığında, kesif bir barut kokusu sarmıştı sabahın bu duru havasını. Döküm ustalarının Ejderhan, Balyemez, Zorbozan gibi isimler verdiği, Avrupalıları gürültüleriyle korkudan hop oturup hop kalkmalarına sebep olan dev topların döküldüğü imalathanenin bacalarından yükselen kara duman, döküm ocaklarının demir ve bronzu eritmek üzere hazırlığa başladıklarını gösteriyordu. Sabah namazı için Kılıçalipaşa Camisine girip, abdestini almak üzere çeşmenin başına gitti. Cemaatten birkaç kişiye selam verdi ve ayakkabılarını sonra da yandan kopçalı mestini çıkarıp ayaklarını çeşmenin altına uzattı, suyun teninde bıraktığı serinliğe daldı bir süre.

Henüz bir çocukken, Firuze’yi gördüğü ilk anı hatırladı. Feridiye mahallesinde birlikte büyüdükleri Yusuf ile oyun oynamaya iki sokak ötedeki boş bahçeye gitmişlerdi. Haytalıklarıyla mahalle sakinlerini canından bezdiren bu iki kafadarın, girmedikleri bostan, aşırmadıkları erik, peşinden koşmadıkları köpek kalmamıştı nerdeyse. Yüksek duvarlarla çevrili ve içinde bir kısmı yanmış ve terkedilmiş bir köşkün bulunduğu bahçede tek başına oynarken tesadüf etmişlerdi Firuze’ye. Yusuf’la beraber boş vakitlerinin çoğunu geçirdikleri ve hayallerinde canlandırdıkları serüvenlere masal dekoru olan bahçede, bir peri kızı gibi karşılarına çıkan küçük kız ikisini de büyülemişti. Uzak diyarlardan getirilmiş, isimlerini bilmedikleri, uzun süredir bakımsız kaldıkları için sık dokunmuş bir kilim gibi birbiri içine girmiş artık geçit vermeyen devasa ve envai çeşit bitkinin, ağacın olduğu, kimi köşeleri korkutucu bu ormanda, bir orman perisi gibi karşılarında belirmesi, serseme döndürmüştü ikisini de.

Küçük bir açıklığın ortasında bulunan iki metrelik bir çukurun önünde, ipekli kumaştan, bahçenin bütün yeşilinden daha göz alıcı şalvarı, beyaz içliği ve yeşil kadife üstüne altın sırmalı cepkeniyle, zamanın akışına hükmeden bir saflık ve güzellik tanrıçası gibi kendi kendine oyun oynuyordu. Onun dışında akan zaman sanki yavaşlamıştı. Bulunduğu yer, her şeyin merkezi olmuştu. Her şey onun içindi ve her şey onun etrafında dönüyordu. Saf bir ışık kaynağı ormanın ortasında parıldıyor ve bu kaynağın cazibesiyle, gelip geçen her şeyin onu izleyebilmek için durduğu, sonra sudaki dalgalanmalar gibi hızını kaybederek kaybolduğu ve her şeyin flulaşıp bozulduğu garip bir tablonun içine sıkışıp kalmışlardı sanki. İki kafadar şaşkınlıklarından sıyrılıp birbirlerine baktıklarında, aynı efsunlanmaya maruz kaldıklarını anlamışlardı.
Çalılıkların arasına iyice gizlenerek onu seyretmişlerdi. Bahçede arıların, böceklerin ve onun billur sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Küçük kız kuyunun yanı başında piştov gibi kullandığı bir tahta parçasıyla yürekli ve atak, patlama benzeri sesler çıkartarak, oyun oynuyordu. Yürekli, ama bir yandan da korkuyordu: Küçük kızın korkusu, ne yalnızlığından ne esen rüzgardan ne de içinde bulunduğu ormanın karanlık köşelerindendi. O’nun korkusu kuyudandı! Küçük kız kuyu’nun yanı başında, ıslak dudaklarında bir tekerleme, telkinde bulunuyordu sanki kendine. Bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyordu kuyudan. Kuyuya her yaklaşışında kendi kendine mırıldanıyordu:
- “Ortada kuyu var yandan geç!”

Ne olduysa o sırada oldu. Çukurun yanına fazla yaklaşan küçük kız bir taş gibi yuvarlanıp, birden gözden kaybolmuştu. Afallamış olan iki arkadaştan, kendine ilk gelen Yusuf ‘tu. Her zaman gözü pek, atılgan ve fiziğine güvenen Yusuf, tereddüt etmeden çalıların arasından çıkıp koşmaya başlamıştı bile. Selim de, bir iki metre geride, sert çalıların bedeninde açtığı çizikleri umursamadan var güçüyle Yusuf’un peşinden koşuyordu. Koşmaları esnasında devam eden sessizlik, endişelerini bir kat daha artırmış: “Bu küçük orman perisinin yer altı güçlerince kurban edildiği” düşüncesini zihinlerine getirmemeye çalışmışlardı. Selim’e göre daha iri yarı ve güçlü kuvvetli olan Yusuf, vakit geçirmeden kendini çukurun içine bırakmıştı. Ancak, gördükleri manzara karşısında şaşakalmışlardı. Öfkeden kıpkırmızı olmuş yüzüyle, canının yanmış olmasından çok, “nasıl düştüm?” diye kendine kızan bir peri vardı karşılarında. Bir yandan dizini ovuşturuyor, bir yandan da berelenmiş eline bakıyordu… Birdenbire karşısında peydahlanan iki delikanlıyı gördüğün de, onlar kadar, o da şaşırmıştı... O gün, aşk ateşinin yüreğine düştüğü gün oldu. Gizemli aşk yolunun, ehil yolcusu olması da Firuze’nin yaktığı ateşle başlamıştı…

Camiden çıktığında sokaklar da hareketlenmeye başlamıştı. Kemankeş Sokağından, Haliç istikametinde yürüyerek sahile ulaştı. Sabaha kurşuni bir rengin hakim olmasına yol açan sis, İstanbul’un tepesinde asılı duruyordu. Marmara denizi ve Haliç’in kıpırtısız yüzeyi üzerinde usul usul sallanan mavnalar, salapuryalar, buharlı ve yelkenli gemiler, Sultanın beyazlar içindeki saltanat kayıkları, limanı dolduran renk renk yüzlerce irili ufaklı, ince uzun tek ya da çift kürekli kayıklar, bu kurşuni örtü ile birlikte esrarlı ve uçucu bir görünüm sergiliyordu. Fener, Balat ve Hasköy, istikametine giden yolcular kayık bulma derdine düşmüş telaşla kürekçilere sesleniyordu. Limana yanaşmak üzere olan, uzak denizlerden gelmiş bir buharlının yeknesak sesi martılara eşlik etmekteydi. Parça parça dağılan, ani bir esintiyle yırtılıveren sisin ardından, sihirli bir dokunuşla ortaya çıkmış gibi duran yeşillikler, dev çınarlar, akça ağaçlar, çamlar ve serviler içine saklanmış köşkler, kasırlar, kimi kagir, kimi ahşap birbiri üstüne yaslanmış gibi duran şahnişinli evler, kubbeler, fildişi kuleler gibi gökyüzüne doğru uzanan hepsi birer sanat şaheseri olan minareler, köşkleri çevreleyen büyük bahçeler, günün ilk ışıklarının altında mücevherler gibi parlıyordu.

Saray Burnu’ndan başlayıp bütün tepeyi gerilere doğru, Sultan Ahmet meydanına kadar kuşatan ve yedi cihana hükmeden Sultanın; yalnızlığı, şehveti, suikastları, entrikaları, aşkları, zaferleri ve bir kan deryasında kaybolan hülyalarını keşfettiği mutantan Topkapı sarayı bütün heybetiyle gözler önüne serilmişti, sisin dağılmasıyla.

Yedi tepe üstüne kurulmuş, şairlerin, gezginlerin, sofistlerin, çeşitli milletlerden insanların ikbal aramak için peşine düştükleri bu nazlı ve büyülü şehir, Sultanın kimi zaman merhametli, kimi zaman da zalim kanatları altında, güneşin bu açık davetiyle yeni bir güne hazırlanıyordu. Sabahın ilk saatleri olmasına rağmen, güneşin yüzünü göstermesiyle birlikte, günün ne kadar sıcak geçeceğinin ilk işaretlerini de vermeye başlamıştı. Köprüye vardığında kalabalık daha da artmıştı.

İmparatorluğun başkenti İstanbul, yeni güne telaş ile başlarken, bu karmaşadan uzakta Selim zihnin de başka alemlere yelken açmış, Firuze’ye alacağı ipek atlas kumaş için nihayet birkaç akçe ayırabileceğini düşünürken, sırık hamallarının, “destur!” sesleriyle daldığı rüyadan uyandı. Şimdiden terlemişti; kuşağından çıkardığı mendille alnını, ensesini ve yüzünde boncuk boncuk birikmiş terleri sildi. Nereden çıktığı bilinmeyen bir esinti yüzünü okşadığında biraz ferahladığını hissetti. Beyaz mintanından içeri giren esinti, göğüs tüylerini titreterek yoluna devam ederken, başkalarını da serinleterek, İstanbul üzerindeki gezintisini sürdürmek üzere uzaklaştı. Selim korkuluklara yakın durup yüzünü bu esintiye çevirdiğinde, köprünün dubalarından gelen gacırtılara kulak verip, Boğazı seyre koyuldu. Kısmi bir ferahlık sağlamış olsa da, aslında bu rüzgarın bir felakete dönüşeceğinden habersizdi. Kefeleri balık dolu bir tablakârın bağırtısı, daldığı manzaradan çekip çıkardı. Yürümesine devam edip, köprüdeki kalabalığın arasına karışarak gözden kayboldu.

Gün doğumundan, gün batımına kadar tuhaf bir kargaşanın sürdüğü köprü, bir kıtadan diğer kıtaya akan çeşitli milletlerden insanları bir araya getiren bir geçitti sanki: Koskoca yüklerin altında iki büklüm, kalabalığın arasından kendine geçit bulmaya çalışan hamallar bir anda yerlerini, ipek taftalar içinde Cenevizli bir sefir karısının bulunduğu sedef kakmalı bir tahtırevana bırakıyordu. Biraz ilerde kara cüppeleri içinde bir papaz sakalını sıvazlayarak geçiyor, öte tarafta kuşağında hançerleriyle bir Çerkez, omuz atıp yanından geçen bir Gürcü’ye sırıtarak bakıyordu. Buhara’lı bileyici sırtında çarkı, yorgun argın bir mahalleye doğru giderken, yeşil cüppesi ve beyaz sarığıyla ulemadan biri dualar mırıldanarak geçiyor, bir başka köşeden çıplak tenleriyle Afrikalı esirler görünüyordu. Sonra sırtlarında yükleriyle salınarak üç deve ilerliyor bir tacirin arkasından. Kırmızı sarığıyla bir Faslı, Venedikli bir soylu, rengarenk feraceleri içinde harem ağasının peşi sıra giden hareme ait kadınlar, deve kılından hırkasıyla bir derviş, beyazlar içinde bir Bedevi, bir Acem, sarı cübbesi içinde hızla yürüyen bir Yahudi, kulağında koca halka küpeleriyle yalınayak bir Çingene. İtalyan ya da Rum hastanelerinde görevli rahibelerin peşinden bir Arnavut geçiyor belinde kubur piştovu ile, kemerli burnuyla Trabzonlu Ermeni kendine yol açmaya çalışıyor, hemen arkasından atlarına binmiş kalabalığa tepeden bakan imparatorluk askerleri göğüslerini gererek ilerliyordu. Sırtında kırbasıyla, su satmaya çalışan bir sakanın bağırtıları duyuluyordu uzaklardan. Bir arabaya kurulmuş peşinde maiyetiyle bir paşa, genç beyler arayan yosmalar, sandıklarıyla kundura boyacıları aksıra tıksıra müşteri bakınıyor, omzunda sırığıyla bir ciğerci, çıplak ayakları ile berberler, şerbet satanlar karmakarışık geçit yapıyor. Çeşitli dinlere mensup, çeşitli tarikatlardan rahipler, din bilginleri, Cizvitler, dervişler, dilenciler, Galatalı sırık hamalları, fesli zabitler, kuşağında palası ve dokuz patlarıyla Zeybekler, Rumca bağırarak gazete satmaya çalışan çocuklar, hırsızlar, dubaracılar, cellatlar üç kıtanın payitahtı olan İstanbul’da bir araya geliyordu sözleşmişçesine. İtalyanca’ya Fransızca karışıyor, Don Kazak’ının söylediğine bir Bulgar cevap yetiştirirken, Kur’an ayetlerine, kabalacı mırıltılar eşlik ediyordu…

Selim, bu telaşlı kalabalığın arasında ilerlerken, karısı Firuze’nin onu uğurlarken söylediği sözler aklına düştü:”Birine ulaşmadıkça yolun ne anlamı kalır Selim!”sonra da “ Seni seviyorum,” demişti karısı. “ Ben de seni seviyorum”, diyememişti. Buna kibri mi engel olmuştu , yoksa başka bir şey mi bilemiyordu. Ama, ne olursa olsun akşam eve döndüğünde ilk işi “ben de seni seviyorum “ demek olacaktı.
Doğumundan dört gün sonra ölen Seher’in kaybıyla dünyaları alt üst olmuştu. İki koca yıl geçmişti. Zamanın bu hoyrat ilerleyişini çok fazla umursamıyordu Selim. Selim’i asıl üzen şey, anneliği bu kadar çok isteyen Firuze’nin bir daha hamile kalamayacağı gerçeğini bir türlü kabullenemeyişiydi. Bu süre zarfında gitmedikleri üfürükçü, kullanmadıkları kocakarı ilacı neredeyse kalmamıştı. Epeydir de, bu gerçeği kabullenmeye başlamış görünüyordu. Ama, küçük de olsa bir umudun varolduğu düşüncesine sarılmaktan vazgeçememişti. Bu çaba Firuze’yi rahatlatıyordu. Bu yüzden ara sıra kulağına çalınan bazı üfürükçülere gitmeyi ihmal etmiyordu. Neler denememişti ki: komşuları, altı çocuklu Yarımdünya İsmet’in evinde kıl çuval içinde yuvarlanmış, sonra yine çok çocuklu bir kadının kocasına ait ceketi giyip yatmıştı, külotunun önünde de uzun bir süredir muska taşıyordu. Artık çok fazla ses etmiyordu Yusuf. “Bizi yakan bu ateş bir gün aydınlanmaya da götürür. Her şeye rağmen, seni tanıdığım güne şükrediyorum,” diye içinden geçirdi.

Mısır çarşısına girdiğinde yoğun bir baharat kokusu burnuna doluverdi. Çeşitli otların terkibiyle oluşan rayihaları ile, aynı zamanda bir renk cümbüşü meydana getiren aktarların önü, dertlerine derman olacak bir ilaç bulmaya çalışan insanlarla doluydu. Baş ağrısına, pekliğe, öksürüğe karşı Hindistan’dan, Mısır’dan, Arabistan’dan gelmiş her türlü baharat: saç boyamak, narin elleri güzelleştirmek için kına, asabi kadınlar için yatıştırıcı bitkiler, iştah artırmak için Amber, nefes darlığı için Günlük ağacı, iktidarsızlığa karşı Hüsnüyusuf, yemeklere lezzet katması için çeşitli otlar, güzel kokular, macunlar ve merhemlerle insanı serseme çeviren bu karışım, çarşıdan çıkıncaya kadar peşinizden gelmeye devam ediyordu.
Şimdiden kalabalıklaşmaya başlayan Hasırcılar Sokağında dükkanlarını açan, temizlik yapan esnafın, alışverişe gelmiş Anadolulu tüccarların, hamalların arasında yürürken, ani bir kararla güzergahını değiştirip, Odun Kapı Yokuşuna saptı. Kasnakçılar Sokakta tütüncü dükkanı olan, Yusuf’a uğramaya karar vermişti. “Onu da alır Gediğe beraber gideriz” diye düşünmüştü. Daracık, karanlık, yan yana dükkanların sıralandığı sokağın sonundaki dükkana girdi. Çuvallar içinde, envai çeşit tütünün bulunduğu dükkanda, altın sarısı ince kıyım saray erkanının tercihi tütünden, Yenice ve Kırcali’de yetişen, Ege’den, Karadeniz’den, Anadolu’dan gelen sigaralık, pipoluk, tömbekilik şark tipi tütünlerle doluydu dükkan. Selim içeri girdiğinde Yusuf’un çırağı temizlik yapıyordu. Çırak, yaptığı işi bırakıp selam verdi Selim’e.
- Yusuf usta nerelerde? diye sordu çırağa.
- Ustam henüz gelmedi, Cibali’de bir toptancıya gideceğini söylemişti dün, ne zaman gelir bilmiyorum, dedi.
- Allah Allah! Halbuki o da gedikteki törene gelecekti bugün, diye daha çok kendi kendine söylendi Selim.
Tekrar yola düştüğünde, Yusuf’un gelmemiş olmasından çok, son günlerdeki tuhaf davranışlarını düşündü. Derdinin ne olduğunu sorduğunda da, ısrarla hiçbir şeyi olmadığını söylemiş, pederiyle biraz tartıştığından, buna canının sıkkın olduğundan söz etmişti. Kırım’da Ruslarla iki senedir devam etmekte olan savaş sebebiyle Yusuf’un işleri çok iyiydi. Cepheye sigara ve tütün yetiştirmekte zorlanır hale gelmiş; hatta birkaç kez karaborsadan tütün almıştı. Baharda başlayan savaş hazırlıkları yaz boyu devam etmiş ve Sivastopol’de yoğun çarpışmalar yaşandığı yönünde haberler gelmeye başlamıştı.

Zambak sokağın köşesinde durmuş, ileriye doğru bakan Yusuf, ne yapacağına karar verememiş düşünüyordu. Sıcak yüzünden sayfiye yerlerine gitmiş ya da evlerinin serin köşelerine çekildikleri için bomboş kalmış sokakta, bir iki köpek hımbıl hımbıl dolaşıyordu. Aynı kıza aşık olan iki arkadaşın, yıllardır Firuze için yaptıkları yarışı, Selim’in galip bitirmesini bir türlü hazmedememişti. Firuze’nin çulsuz Selim’e varması, zihninden atamadığı bir saplantıya dönüşmüş, mağlubiyetin getirdiği yürek acısını dindirmek mümkün olmamıştı. Yüreğinin sesini dinleyerek kaç kez gelmişti buraya artık hatırlamıyordu. Giderek bir buhurdanlığa benzeyen sokağın başında, sıcaktan çok, başka sebeplerden terleyen ellerini sürekli mendiliyle kurulamaya çalışırken, güneş yakıcı bir soru gibi tepesine dikilmiş, geçen her saniye hararetini artırarak, eyleme geçmesi için kışkırtıyordu sanki Yusuf’u. Biraz daha vakit kazanmak için gölge bir yer bulabilme ümidiyle çevresine bakınan Yusuf, vazgeçip hedefine doğru kararlı adımlarla yürümeye başladı.

Dükkana vardığında, Davut temizliğini bitirmiş Selim’i bekliyordu. Dükkana kilit vurup, Fatih’teki gedik merkezine birlikte yürümeye başladılar. Törene Davut’un ustası ve yol göstericisi olarak katılacak olan Selim aynı zamanda, gedik teşkilatının muteber isimlerinden biriydi. Gedik düzeninde, tezgah başında zanaat, zaviyelerde ise edep öğretilmesi esastı. Din ayrımı gözetmeksizin, Gayr-ı Müslim tebaanın da bu meslek örgütlenmesi içinde yer alması, temelde iyi ahlaklı, yardımsever ve cömert olmasıyla mümkündü. Herkes eşit sayılır, ancak aşama bakımından küçükten büyüğe doğru bir saygı vardı teşkilatta.
Şeriat Kapısı, Tarikat Kapısı ve Marifet Kapısı olarak üç aşamalı, dokuz dereceli olan bu teşkilata, hırsızlar, cinayet işleyenler, küçültücü davranışlarda ve işlerde bulunan, çevresinde iyi tanınmayanlar alınmazdı. Çıraklar yalnızca mesleki olarak değil, manevi olarak da eğitimden geçer; Türkçe, Farsça, Arapça, matematik ve edebiyat öğretilir, tasavvufi bilgiler verilirdi. Haftanın belirli günlerinde de, ata binmeyi, kılıç, kalkan, ok ve mızrak kullanmayı öğrenirlerdi. Gedik sahibi olabilmek için, çeşitli mertebelerden geçip ustalık makamına ulaşmak gerekirdi. Ancak o zaman bir dükkan sahibi olunurdu.

Zaviyede toplanan gediğin ileri gelenleri yerlerini almış, törenin başlamasını bekliyordu. Altıncı basamaktan biri eline tuz alıp, topluluğun ortasında duran suya saldı. Esnaf ve sanat erbabı salavat getirip dua ettikten sonra, kalfalık makamı alacak Davut gösterilip öne çıkartıldı. Eğitim aldığı ustayı sordular, Davut saygıyla Selim’i gösterdi. Gediklilerden biri sordu:
- De bakalım Ahiliğin açığı kaçtır?
- Dörttür.
- Say gelsin.
- Eli, yüzü, gönlü, sofrası.
- Kapalısı kaçtır?
- Üçtür.
- Say gelsin.
- Gözü, beli, dili.
Bu sorulardan sonra iyi ahlakına kendi ustası dışında üç usta daha tanıklık etti. Herkes ayağa kalkarken, o sırada bir hoca da dua okuyordu. Gedik başkanı kalfalık kuşağını Davut’un beline sarıp, üç düğüm atarken, öğütlerde bulundu. Davut kalfa, ustasının ve orada bulunan büyüklerinin elini öptükten sonra şerbet içilmiş ve zaviyeden dışarı çıkılmıştı. Gediğin önünde toplanmış çeşitli esnaftan çıraklar hararetle kalfayı kutladılar…

Hızır Külhani Sokaktaki dükkana vardıklarında saat on olmuştu. Babasından Selim’e kalan nalıncı dükkanı, babasına da dedesinden kalmıştı. Üç kuşaktır nalıncılık yapıyorlardı. Keseriyle yontuğu nalınların yongalarını topladığı meşin önlüğü giyip, hemen işe koyulan usta ve kalfası, İbrahim Paşanın siparişi olan nalınları hazırlamaya başladılar. Davut Kalfa bir yandan da çevre esnafının kutlamalarını kabul ettiği için, işin çoğu Selim’e kalmıştı. Paşanın hanımı için yaptığı nalına ayrı bir itina gösteriyordu Selim. Abanozdan yontuğu mercan kakmalı nalının, sırma ile karışık inci işlemeli kadife kemeriyle uğraşıyordu. Raflar, şimşir ya da abanozdan yapılmış, sedef işlemeli, gümüş tel sırmalı, mercan kakmalı ya da ayna kırıkları ile süslenmiş nalınlarla doluydu. Babasından ona kalan keseriyse bir yonga kümesinin üstünde yanı başında duruyordu. Bu sırada, sabahtan beri giderek şiddetini arttıran rüzgar, dükkandan içeri girerek yongaları dağıtırken, sokağın tozunu da beraberinde getirmişti. Hemen kapıyı kapatan Selim, başını cama dayayıp bir süre rüzgarın güçü karşısında eğilen ve çatılara sert darbeler vuran ağaçları seyretti. Taburesine oturduğunda biraz önce yongaların dağılmasıyla devrilmiş olan baba yadigarı keseri eline alıp kucağına koydu. Rüzgar, sanki içeri girebilmek için kuvvetli kollarıyla zorluyordu kapıyı…

Kapının sesiyle, daldığı işten korkuyla sıçrayan Firuze, mutfakta una bulamakta olduğu patlıcanları bırakıp ellerini yıkadı, ocağın üstündeki tencerenin kapağını araladı, telaşla kapıya doğru seğirtti.
- Kim o? diye seslendi .
- Ben Yusuf, Selim’den bir haber getirdim Firuze!
Yeşillikler arasındaki küçük ev Selim’e babasından kalmıştı. Merakla kapıyı aralayan Firuze:
- Ne oldu Yusuf bey hayırlı bir haberdir inşallah, diyerek tasalı bir ifadeyle baktı.
- Hayırlı hayırlı, buyur etmeyecek misin biraz soluklanayım hele?
- Kusura bakma Yusuf bey, kimseyi beklemiyordum… böyle siz gelince şaşırdım.
Kenara çekildi içeri girmesi için.
Sade döşenmiş oda da, boydan boya bir sedir, şal kaplı yastıklar, bir iki sehpa, beyaz örtüler, Yağcıbedir işi bir Yörük halısı, ilmi ve dini birkaç kitap, duvarda asılı Kur’andan ayetler ve hadisler içeren birkaç tane hat vardı. Uzun boylu, siyah dalgalı saçları, deniz rengi yeşil gözleri, beyzi yüzüne tarifsiz bir güzellik katan kalın siyah kaşları, hafif kemerli burnu ve narin dudaklarıyla yirmi yaşlarında güzel bir kadındı Firuze. Bahar dallarının serpiştirildiği basma şalvarı, beyaz gömleği ve gelişi güzel saçlarını örttüğü eşarbıyla kaşları kalkık soru sorar gibi konuşmadan Yusuf’a bakıyordu. Kuşağında duran tütün kesesini çıkarıp bir sigara sardı Yusuf.
- Sana da sarayım mı Firuze?
- Kullanmadığımı biliyorsunuz Yusuf bey.
- Ne zamandan beri bey olduk Firuze, sen yine eskisi gibi Yusuf de bana.
Yusuf, bir duman perdesinin ardında kalan gözlerine, şalvarın içindeyken bile belli olan vücut hatlarını, diri dolgun memelerinin uçlarını gizleyemeyen gömleğinden kalçalarına doğru hiç utanmasız kısa bir seyahat yaptırırken, zihninde de başka seyahatler yapıyordu.
“ Ne kadar çok inanmıştım sana, aşkımıza, meğer nasıl da aldanmışım! Peşinde olduğum yıllar boyunca, yüreksizliğim yüzünden sana açılamadığım için nasıl pişmanım şimdi…

Kim bilir, belki de yalnızca kuruntuydu tüm bunlar. Karmakarışık olmuş bir dimağın hezeyanlarıdır belki de bu düşündüklerim. Aslında, senin davranışların ve sözlerin üstüne inşa ettiğim bu temelsiz ve çatısız binanın altında kalmadım mı bir anda, Selim’e varınca? Arkamdan ne kumpaslar dönmüş ve ben hiç birini görememişim meğer…

Neler düşünüyorum böyle. Bu ben miyim? Tüm o davranış ve sözler arasında kurduğum yanlış ve doğrulanabilir hiçbir zemine oturmayan bir bağlantının tuhaf, ama o kadar da çaresiz bırakan karmaşık gerçekliğinde yatıyor her şey.

Aşk yalnızca bir yanılsama. Bir çocuğun tekmelediği bir teneke kutu gibi gürültüyle oradan araya savruluyorum tutunamadan. Halbuki senin için yaptım her şeyi. Sırtımdan hançerlediniz beni. Yosma!.. Firuzem!”

- Şerbet içersiniz herhalde, diyen Firuze’nin sesiyle daldığı düşüncelerden uyandı.
Bir cevap vermesini beklemeden mutfağa geçen Firuze, bir yandan serinlikte bekleyen sürahiye uzanırken, diğer yandan da zihninde dolanan sorulara bir cevap bulmaya çalışıyordu.
Gülsuyu kokan şerbetle içeri girdiğinde Firuzeyi şöyle bir baştan ayağa süzdü.
Pembe avuç içleri hafif terlemiş olan Firuze şerbeti uzattığı sırada eline dokundu Yusuf. Firuze elini çekmeye fırsat bulamadan, gömleğinin manşetinden sıyrılan ince beyaz bileğini yakaladı Yusuf:
- Otur hele şöyle yanıma, dedi sırıtarak.
Bileğini hızla çeken genç kadın canının yanmasından değil, kirlenmiş olduğu duygusuyla bir süre ovuşturup durdu bileğini. Hiddetten kıpkırmızı kesilmiş yüzünde, yıllar önce çukura düştüğü sırada oluşan aynı ifade vardı.
- Ocakta yemeğim vardı, ne diyecekseniz deyin Yusuf bey! dedi sinirlenerek.
- Ne o öyle, türbe eriği gibi kızardın. Kızma hemen. Aynı alaycı sırıtış yapışıp kalmıştı suratına sanki Yusuf’un. “Kaltak! Benim sayemde oldu her şey: evliliğiniz, Selim’e verdiğim borçlar. Bende olmayan ne var Selim’de? “ diye, giderek kabaran bir öfkeyle düşündü.
Kadının tedirginliği, sessizlik uzadıkça giderek çoğalmaktaydı Yusuf ise gözlerini dikmiş mütemadiyen kadını seyrediyordu. Birden ayağa kalktı:
- Ben artık gideyim,dedi.
Şaşırmıştı kadın, yeşil gözlerinde bir gölgelenme oldu.
-Selimden haber getirmiştiniz, diyecek oldu kekeleyerek. O an, hışımla üstüne atıldı genç kadının. Bir yandan öpmeye çalışırken, bir yandan da galiz konuşmalarla gömleğini çıkartmaya çalışıyordu. İtirazları bir işe yaramayınca yumruk vurmaya, ümitsiz gözlerle eline geçirebileceği bir şey aramaya çalışıp kendini müdafaa eden Firuze, hiddetle bağırmaya başladı. Ancak, eşiği çoktan geçmiş, gözü şehvetten kararmış olan Yusuf, tüm bu karşı koymalara, haysiyet üzerine yapılan kısa kesik konuşmalara kulaklarını çoktan tıkamıştı.
- Sensiz bir hiçim Firuze! Firuzem! Kelimelerinden başka bir şey çıkmıyordu ağzından. Firuzem! ismini sayıklamaktan başka bir şeyi düşünecek halde değildi. Güçlü kolları arasında ümitsizce çırpınan genç kadının arzusuna hilafın yaptığı bu davranışı kavrayacak durumu da kalmamıştı artık. Genç kadının feryatlarını da, üst üste yüzüne vurduğu kuvvetli tokatlarla kesince, dışarıda köpürmekte olan rüzgarın uğursuz uğultusundan başka bir ses duyulmaz oldu. Tamamen sessizleşen genç kadının gövdesinden yayılan ter, heyecan ve kederden oluşan buğu, esrarlı bir tütsü gibi daha da sarhoş etmişti Yusuf’u. Bu savunmasız, dilsiz gövde, yepyeni bir sultanlığın kapısını açmıştı sanki. Onun şehvetinin hizmetine giren; sonsuz emirlerin, isteklerin fütursuzca karşılanabileceği, dilsizleştirilmiş hizmetkarından hiçbir itiraz gelmeden faydalanabilirdi artık.
-Firuzem, Firuzem! diyerek, dudaklarını ve göğsünü öpüyor, pervasız ve hoyrat ellerini gezdiriyordu genç kadının mermerden gövdesinde.
Onun zorla boyun eğişindeki kendini beğenmişlikte, erkekliğinin aşağılanışını gören Yusuf, daha da hırçınlaşarak, kaba ve hor davranışlarla bu çıplak, dilsiz ve masum kadının üstüne tüm güçüyle abandı. Sonra tekrar. Tekrar. Tekrar… Tekrar…

Her şey bitmişti. Soluk soluğa kalmıştı. Soluğunun bir düzene girmesini, ateşin kendi bedeninden ayrılan son su damlasıyla sönmesini bekledi. Çılgınlığının yatışması pek uzun sürmedi. Yavaş yavaş, yüzünü dayadığı Firuze’nin yanağından uzaklaşırken, yüzüne yapışmış genç kadına ait kan, ter ve gözyaşıyla ıslanmış uzun, simsiyah saçlarından kurtulamadı bir süre. Dizlerinin ve iki elinin üzerine doğrulduğunda, kurbanını ona bağlayan tek bağdan da kurtulmuş oldu böylece. Kadının kıpırtısız gövdesinden birkaç santim uzağında, ağzından kan gelen narin yüzüne baktı. Giderek yatışan deliliğinin gözünü kör eden perdeleri kalktıkça, bu ayrıksı sükunetin varlığı odayı doldurdukça, elinde kalan tek şeyin, dehşetle yüzleşmek olduğunu kavramaya başladı.
Rüzgarın şiddetiyle çarpan bir kapının gürültüsüyle kendine geldi. O sırada, birkaç dakikalığına kapanan duyularının tümünün açılmasıyla, burnuna ve genzine dolan dumanı fark etti. Firuze’ye saldırdığı sırada elinden düşürdüğü sigara, içi kuru ot dolu olan sediri tutuşturmuştu. Ayağa kalkıp sağına soluna bakındı, bir şal alıp alevlere vurmaya başladı. Ne yapsa fayda etmiyordu, sanki söndürmeye çalıştıkça daha da büyümekteydi alevler. Elindeki şal da tutuşmuş, alevler canını yakmıştı. Bu kez bir seccade kaptı, onunla dövmeye başladı köpüren alevleri. Ancak alevler o denli hızlı hareket ediyordu ki, yetişmekte güçlük çekiyordu. Bir çekirge misali, bir sedirden diğerine, bir yastıktan diğerine atlıyordu. Sonunda bu çabadan vazgeçip son kez Firuze’ye baktı, sonra dışarı attı kendini. Köpeklerden ve elinde şemsiyeleri ile birkaç ev öteden gelen iki kadından başka kimse yoktu sokakta. Üstünü başını düzeltip, aksi istikamette hızlı adımlarla uzaklaştı…

Mis Sokaktan Beyoğlu’na çıktı. Bir vitrine bakarak oyalandı bir müddet. “Tanrım ne yaptım ben? Nasıl yapabildim Firuze’ye bunu? Sızlanmanın ne faydası var şimdi. Hakketmişti yosma! Oyuna gelecek adam mıyım ben? Firuzem!”
Bu med-cezir içinde vicdanıyla boğuşan Yusuf, gerisin geri eve doğru koşmaya başladı. Sokağa girdiğinde bir çıra gibi yanan evle karşılaşınca donakaldı.

Yüksek ökçeli natır nalınlarına bakan bir müşteriye, nalının ince işleri ve kullandığı malzemenin sağlamlığı üstüne bilgi veren Selim, sonunda ikna olan müşteriye malını vererek, yüzünü ıslatmak üzere arka kısmına geçti dükkanın. Bunaltıcı sıcağın etkisinden kaçabileceği bir yer yoktu. Başına da döktüğü suyla biraz olsun serinlemişti: “Bugün İstanbul yanıyor!” diye düşündü.

On bir sularında başlayan yangına mahalleli müdahale etmeye çalışıyordu, ancak Beyoğlu çeşmelerinin çoğu sakalar sularını çoktan dağıttıkları için kilitliydi. Komşular evden getirdikleri küçüklü, büyüklü kovalarla yangını söndürmeye çalışıyor, ama tüm çabalar yetersiz kalıyordu; yangın bütün evi sarmıştı ve kimse içeri giremiyordu. Rüzgar da, üzerine düşeni yapmaya başlamıştı. Beraberinde taşıdığı bir alevi, mıhlandığı yerden kurşun gibi fırlayan kor olmuş bir çiviyi, komşu eve ulaştırmıştı bile. Yusuf büyük bir keder ve pişmanlıkla, bu kadar hızlı yayılabileceğini düşünmediği yangını önce uzaktan seyretmiş, sonra o da alevlerle savaşanların arasına katılmıştı.

Beyazıt kulesinin nöbetçi katındaki köşklü, esen şiddetli rüzgarda tutunduğu yerden ayrılıyormuş gibi sesler çıkarıp, zangır zangır titreyen çember şeklindeki ahşap odanın içinde, avını gözleyen bir atmaca gibi İstanbul’un üzerinde belirecek olan kıyamet habercisi kara dumanı gözlüyordu. Galata’nın sırtlarında ince uzun yılankavi dumanı gördüğünde beti benzi attı önce, gözlerini fal taşı gibi açarak dikkatlice baktı. Sonra bir koşu işaret katına çıkıp bir döşeğe uzanmış dinlenen Ağasını dürtüp, kule geleneklerine uygun olarak, biraz da telaşla seslendi:
- Ağam, Ağam kalk bir çocuğun oldu!
- Kız mı oğlan mı?
- Kız!
Galata ve Serasker kulesinin tepesindeki köşklüler dumanları görüp, gündüz yangınlarını haber veren kırmızı bayrakları koymuş ve Tophaneden atılan yedi pare top atışıyla felaket bütün İstanbul’a duyurulmuştu.

Limanın olağan kargaşası içinde bir ses duyuldu: Tulumbacılar!
Köprünün üstünü işgal eden kalabalık hızla kenara çekildi. On kişilik bir güruh, Allah! Allah! nidaları ile gürültüyle koşuyordu. Üstleri çıplak, kurşuni şalvarları, vücutlarının çeşitli yerlerine kızgın demir ya da antimuanla yapılmış dövmeleri, kimi çıplak ayak, kiminin ayağında tulumbacıların giydiği karakaçan, suratlarında vahşi bir ifade, ter içinde nefes nefese kalmış koşarak geliyorlardı. İki kişinin omuzlarında taşıdıkları yirmi beş kiloluk, emme-basma tulumba, her birinin elinde balta, kürek, kazma, urgan, hortum, merdiven, teneke ibrikler, naralar atarak kimi genç, kimi ihtiyar, kimi de iri cüsseli, saçı başı dağınık serdengeçtilerden kurulu Eminönü Ocağının tulumbacı bölüğü, Pera yönünde hızla gözden uzaklaştı.

-Yangınnnn vaaaaaaaaar! Yangınnnn vaaaaaaaaaaar!
- Haaaayt! Karada aslan, denizde kaplan, yetmiş iki buçuk millete duman attıran, yaman gelir, yaman gider. Kasım Paşanın yiğitleri bunlar! Nidaları ile ilk tulumbacı bölüğü görünmüştü sokağın ucunda.
-Yangınnnnnn vaaaaaaaaar! Feridiyedeeeee yangınnnn vaaaaaaar!

Yangının başladığı Feridiye mahallesine Harbiye nazırı, zabitler, farklı semtlerden tulumbacılar gelmeye başlamıştı bile. Daracık sokaklar, birbirine yakın evler ve rüzgar, yangını söndürmek için verilen uğraşıyı güçleştiriyordu.
-Yaman gelir, yaman gideriz Tophaneli aslan tulumbacılarız! Zaman ilerledikçe, gelen tulumbacıların sayısı artıyorken, yangın da aynı oranda büyüyordu sanki.
Halk telaş içinde evlerinden mobilyalarını, değerli eşyalarını, hatıralarını kurtarmaya çalışıyor, ancak herkes kendi derdine düştüğü ve yeterli hamal bulunamadığı için her yerde bir düzensizlik hüküm sürüyordu.

Yaptığı işe dalmış olan Selim kapalı duran dükkan kapısının ötesinde geçen koşuşturmayı gördüğünde, insanların fırtınadan kaçtığını düşünüyordu. Komşu esnaftan Zımzım Mustafa’yı kapıda görünce gülümsedi. Kalkıp kapıyı açtığında Zımzım Mustafa’nın yüzündeki kederli ifadeden ters bir şeyler olduğunu anladı.
- Zımzım ne bu suratının hali, Çarşamba pazarına dönmüşsün!
- Haberin yok galiba, Feridiye’de yangın varmış…!
- Aman Tanrım!
Bir balyozla vurmuşlar gibi, allak bullak olmuştu Selim. Hemen toparladı kendisini:
- Ben eve gidiyorum Davut, dükkanı sen kapatırsın… Önlüğünü çıkarıp bir köşeye attı.
- Ustam, ben de geleyim seninle, bakarsın yardımım dokunur.
- Peki, nasıl istersen. Sen paşanın mallarını hazır et, sonra da gel. Daha fazla oyalanmadan yola koyuldu Selim.

Herkes sokaklara fırlamış ve yangın yerine doğru büyük bir kargaşa içinde koşmaya başlamıştı. Beyoğlu eşrafı ne yapacağını bilemez haldeydi. Yangın henüz birkaç evi küle döndürmesine rağmen yakın mahallelerdeki insanlar eşyalarını pencerelerden atıyor, bağırış çığrış içersinde koşturup duruyordu. Yangın yerindeki kalabalık çoğaldıkça, başıbozukluk da artıyordu. Çalışmayan tulumbalar, yetmeyen su, çeşme bekçilerinin geç kalışı, suyun uzaklardan getirilmek zorunda oluşu, tulumbacıların düzensizliği karmakarışık bir yün yumağına çevirmişti ortalığı sanki.

“Ne yapıyor acaba şu an tek başına. Herkes kendi derdine düşmüş yardım edeni de yoktur. Allah’ım ayaklarıma, ciğerlerime güç ver, yanına varayım Firuze’min.”
Selim’le birlikte aynı yöne koşan kalabalık, şimdi bir engel gibi görünüyordu Selim’e. Elleriyle önünde koşanları çekiştirerek yol açıyor, insanlara çarpıyor, tökezler gibi oluyor, sonra toparlayıp kendini zaman ve ateşle yaptığı yarışa devam ediyordu. Köprüyü geçince, hangi yol daha kısadır? diyerek bir yandan koşmasını sürdürürken, kararsızlıkla muhakemede bulunuyordu. Kalabalık, tıpkı yatağını bulmuş bir nehir gibi akıyordu. Öylesine gürültülü ve zorlu bir akıştı ki, bundan kurtulması pek mümkün görünmüyordu zaten. Selim de kendini bu akıntıya bıraktı tevekkülle.

İzdihamdan ve daracık sokaklardaki karmaşadan müteşekkil bir korku her yanı sarmıştı. Ateş ilerledikçe, yangınla savaşmaya çalışan tulumbacılar ve zabitler mahalle mahalle geri çekilmeye başlamıştı. Rüzgar, alevleri oyunbaz bir kedi gibi oradan oraya sıçratarak yangını söndürme ümitlerini de azaltıyordu. Alevler evlerin çatılarından diğer evlerin çatılarına bir şelale gibi dökülerek, hala içerde birkaç parça eşyasını kurtarmaya çalışan insanların üzerine yağıyordu. Selim nihayet yangın yerine ulaşmıştı. Ancak, evinin olduğu sokağa gitmek imkansız gibiydi. Yangının vahametini o zaman anlayan Selim, telaş içersinde tanıdık birilerini aramaya başladı. Rüzgarın dalgalandırdığı yaprak hışırtılarına karışan yangın çatırtıları, tuhaf bir musikiyle peşrev yapıyordu henüz. Daha cehennem şarkısı başlamamıştı. Bir saat içinde Zambak sokakta yanmayan tek bir ev bile kalmamıştı. Rüzgarla birlikte eğilip bükülen alevler, dolambaçlı yollar izliyor ve önüne çıkan her şeyi dümdüz ediyordu. Bir sokağın ucundaki evi kurtardım diye düşünürken, sokağın öteki ucunda, arkadan dolanarak gelmiş yeni bir yangın uç veriyordu. Kalabalığın arasında tanıdık bir sima görür gibi oldu Selim. O yöne doğru giden Selim, koluna yapıştı Tahtaburun Cemil’in. Yüzü gözü yağlı isten kararmış, nefes almakta zorluk çekiyor ve aksırıp tıksırıyordu.
- Cemil, benim Selim! Tanıyamamış gibi yüzüne baktı bir öksürük nöbetine tutularak. Zorla konuşabildi.
- Büyük felaket Selim! Her yer yanıyor.
- Firuze’yi gördün mü Cemil? O iyi mi? Bir şeyi yok ya!
- Hiç görmedim. Yangın sizin evden başlamış diyorlar.
- Oy Firuzeee, gülüm!..
Cemil’i iki büklüm olmuş öksürük kriziyle baş başa bırakıp, sokağına ulaşabileceği bir yol bulmak üzere oradan ayrıldı. Her yer, yangından kaçırılmaya çalışılmış ve çoğu yanmış kitaplar, der top edilmiş halılar, üstüne basılıp kırılmış müzik enstrümanları, parçalanmış arabalarla doluydu. Bunların arasında yürümek ve yangının olası tuzaklarına dikkat ederek geçmek gerekiyordu. Yokuşlardan, içine gözyaşları karışmış erimiş metal pınarlar akıyordu. Pencerelerin camları büyük bir şamata ile kırılıyor, parçaları insanların çıplak ayaklarını kesiyor, yüzüne gözüne sıçrıyordu.

Tarlabaşına doğru yayılan yangın, Büyük Parmak Kapı ve Hasnun Galip Sokağa sıçramış, oradan Mis Sokağa, sonra Farabi, Ağa Cami ve Sakız ağacı ve nihayet Kalyoncu Kulluğa kadar yayılmıştı. Her yanda bir korku, şaşkınlık, telaş hüküm sürüyordu. Yangın taşkın bir sel gibi hızla yayılıyor, aileler perişan bir vaziyette kayıp yakınlarını, çocuklarını arıyordu. Sanki yüz kişi tarafından ayrı ayrı yerlerden kundaklanmış gibi her bir yanı sarmıştı alevler. Birkaç saat sonra Beyoğlu’nun yarısı alevden tuzakların altında inim inim inlemekteydi. Kapkara dumanlar, rüzgarın da yardımıyla kara bir örtü gibi Pera’nın, Galata’nın, Haliç’in bütün mahallelerini örtmüştü. Kızgın korlar, çiviler, metal parçaları uçuşuyor, nereye gideceğini bilemezmiş gibi havada bir tur atıyor, sonra bir volkanın lavları gibi evlerin çatılarına akıyordu. Karadenizli ahşap ustalarının titizlikle işledikleri, ahşap sanatının eşsiz örnekleri, şahnişinler, çatı kenarı süslemeleri, camilerin ahşap minareleri bu cehennemden paylarını alıyordu. Sokakların bu olağanüstü aydınlanması, sıcağın bu dayanılmaz yüksekliği karşısında insanlar çaresiz kalmıştı. Seraskerlikten, köşklülerden insanlar sağa sola emirler yağdırıyor, neredeyse İstanbul’un bütün tulumbacı ocaklarından gelen bölükler canla başla alevlere karşı amansız bir savaş veriyordu. Köpek sürüleri korkuyla uluyor ve kaçacak delik arıyor, buldukları küçük bir açıklığa sığınıyor ama alevler oraya da ulaşınca gerisin geriye acı feryatlar atarak kaçıyorlardı. Askerler yanmış üniformalarıyla yangınzedelere yardım ediyordu. Kavrulmuş saçlarından hala duman tüten insanlar acı içinde kıvranıyor, başıboş dolaşan atlar, yaralıların, yanmış cesetlerin arasında sahibini arıyordu. Dar sokaklara yığılan eşyaları kurtardım diye düşünürken, sinsi bir düşman gibi arkadan gelen alevlere teslim oluyordu eşyalar ve insanlar. Bir alev çemberinin ortasında kalmışlar gibi kaçacak tek bir delik bulunamıyordu.

Bütün bunlar olurken, şehrin bütün haydutları, çeşitli milletlere mensup fedailer ve hırsızlar da, sözbirliği etmişçesine yangın yerine akın etmişti. Eşya kurtarıyorum diye eve dalanlar ortalığı talan edip, ganimeti yüklenip kaçıyordu. İmparatorluk askerleri neyle uğraşacağını şaşırmış durumdaydı. Yangınla mı yoksa bu hırsız sürüsüyle mi baş edeceklerdi şaşırmıştılar? Tulumbacılar, sakalar ve hamallar kendi aralarında anlaşıp bazen bu talana karışıyor ya da para karşılığı yardım ediyordu. Hırsızlar birbirleriyle çatışıyor, cinayet işleniyor, kılıçlar, palalar, hançerler havada uçuşuyordu. Tam bir başıbozukluk hakimdi her mahalle ve sokakta.

Selim de oradan oraya koşturuyor, kapkara olmuş yüzünde iki aydınlık çukur gibi duran gözlerinde, yaşanan büyük felaketin, facianın yol açtığı dehşetin izleri okunuyordu. Bu cehennem sıcağında hummaya tutulmuş gibi titreyen bir adam, aklını kaçırmış kendi etrafında pervane gibi dönüp kaybolmuş çocuğunu arayan genç bir anne, elinde kılıcıyla, ganimeti paylaşamadıkları için kavgaya tutuştuğu hasmının canını alan zebella gibi bir harami, bir kenara yığılmış acı çığlıklar atarak kavrulmuş ellerine bakan genç bir delikanlı; hepsi ve daha nicesi bu uğursuz ve garabet oyunun uyumsuz aktörleri gibi, cehennem ateşiyle aydınlanan bu sahnede bir araya gelmişti. Evine varabilmek için yaptığı her hamlesi, ateşten bir duvar tarafından engellenen Selim, yaralılar ve cesetler arasında Firuze’yi arıyordu.
Dokunmaya kıyamadığım sedef tenine, gül yüzüne tekrar bakabilecek miyim Firuzem?”, diyerek deli gibi dolanıyordu. Kalabalığın arasında bir ara Yusuf’u görür gibi olmuş, ama gözden kaybetmişti. Sokak sokak Firuze’yi ararken, ateşle dansın ölümcül sahnelenişini görüyordu her yerde.
Kuvvetli, ayağına çabuk cesur tulumbacılar, ateşin içine naralar atarak dalıyor, kundağında unutulmuş bir bebeği ya da ayakları tutmayan bir ihtiyar kadını kurtarıyordu. Müslümanlar ve diğer dinlerden olan insanlar bu ortak düşmana karşı cengaverce, birlikte meydan okuyor ve çarpışıyordu. Dünya malı, dünyada kalır diyen insanlar canlarını kurtarmaya bakıyor, kimisi nasılsa yangından kaçırılabildiği bir taburede, keder içinde, evinin yanışını seyrediyordu. Gündüz gözüyle kara bir gece yaşanıyordu sanki.
Yangının tahribatı büyüdükçe, kalabalık arasındaki kargaşa daha da artıyor ve deliren ümitsiz insanlar boş gözlerle enkazın arasında dolanıyordu. Yanmış, kömür olmuş bebeğini bağrına basmış anneler, derileri kalkmış, soyulmuş, su toplamış acı içinde feryat eden ihtiyarlar, çocuklar ve kadınlar, ağlaşıp dövünerek sahile kaçmaya çalışıyordu. Her dilden dualar işitiliyordu. Kaçan kalabalık, hala dört bir yandan gelen tulumbacılar, askerler, saray habercileri, paşalar, haydutlar, kayıp ailelerini bulmak için gelenlerle tıpkı, iki ordunun göğüs göğse çarpışması gibi daracık ve kül yığınıyla, kor ateşle dolu sokaklarda birbirlerinin üstüne yığılıyordu…

Sabaha karşı, rüzgarın da durmasıyla söndürülen yangınının geride bıraktığı zayiat çok ağırdı; sekiz bin ev yanmış, üç bin insan ölmüştü. Sahil, sanki bir düşman tarafından buraya kadar püskürtülmüş insanlarla doluydu.
Selatin camilerinden duyulan müezzinlerin ıstırap ve hüzün dolu sesleri, güneşin doğuşuyla birlikte, ışıl ışıl bir yaz günün başladığını haber veriyordu. Felaketten canlarını kurtarabilenler, birkaç parça eşyası ve ailenin sağ kalan fertleriyle birlikte, ateşin bir dost olduğu kadar, nasıl bir şiddeti de içinde taşıdığını, yaşam kadar ölümü de kucakladığını anlıyordu. Bir sofistin dediği gibi: Bir odun ateşinin yanarken söylediği şarkının romantikliği kadar, bir volkana da dönüşebileceğinin dramatik bilgisine varmanın gizemini çözmeye çalışıyorlardı…

Selim, sokağına ulaşmış, evinden geriye kalan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yönünü kaybetmiş gibi evinin nerede olduğunu bulamadı önce, sokak boyunca sağlı sollu uzanan bir kül ve enkaz yığınından başka bir şey yoktu. Nihayet evinden arta kalan bahçeye vardı. Hala dumanlar tütüyordu enkazdan. Kapının basamakları önüne, günün bütün yorgunluğuyla dizleri üstüne çöktü kaldı:

”Birine ulaşmadıkça yolun ne anlamı kalır Firuze!”

Elinin yanmasına aldırmadan yerden avuçladığı külleri öfkeyle havaya savurdu. Yağmur gibi üstüne başına yağarken küller, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

“Her şey küle döndü, ateş söndü. Ya ruhumdaki ateş, onu nasıl söndüreceğim?”

Bu sırada bir el omzuna dokundu. Bir umutla bu elin sahibine baktı. Keder içindeki kadim dostu Yusuf’u gördü.

- Ah Yusuf, yalnız İstanbul değil, yüreğim de yandı!
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
19 Mayıs 2006       Mesaj #713
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HAYIR VARDIR

Bir zamanlar Afrika da ki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına
gelsin ister başkasının,ister iyi olsun ister kötü,her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: "Bunda da bir hayır var!"
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi: "Bunda da bir hayır var!"
Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
"Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu? "Ve sonra
da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine
götürdüler. Ellerini,ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler. Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir, bir anlattı.
"Haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış.
İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi." "Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı. "Bunda da bir hayır var."
"Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral. "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir." "Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum,değil mi? Ve sonrasını düşünsene? "
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
19 Mayıs 2006       Mesaj #714
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Nefesim Sensizlik Kokuyor

Kırık bir kadehsin sen elimi kanatsan da.Eski bir şarkısın sen yüreğimde yankılanan.Defalarca dinleyip ,dinlemekten bıkmadığım , her dinlediğimde gözyaşlarımla eslik ettiğim bir eski ask şarkısın sen.Puslu sabahlarda yarınlarımda kurduğum hayallerimsin sen.Sen, beni terk etsen de hayallerimin en güzel düşüsün.Çekip gitsen de gönlümden kopartmaya kıyamadığım nazenin çiçeğimsin .Sönmüş bir yıldızsın sen gözlerimde ; sen uzaklarda olsan da seni gözlerimden silemiyorum ve de gözlerimi sana bakmadan alamadığım parlak yıldızım sen sen..,

O parlak gözlerinde mutlu ömrümü yasadım .Bir bahar yasadımsa kalbimin karakışlarda bil ki ;senin gözlerindeki yasama sevinçlerindeki bahar tomurcukları sayesindedir.Bin defa ölümdümse yasarken ; bil ki senin gözlerinden süzülen gözyaşlarına kıyamadığımdandır.

Ardına bakmadan, kollarımı kollarından mahrum bıraktığın için gecenin sessizliği ruhumu tırmalıyor. Hasretimin çığlıkları karanlık geceyi hıçkırıklara boğuyor. Bir mum ışığı gibi yavaşça sönüyor yasam ışığım. Ne uzanan bir el ne de ışıklar var karanlık var odamda. Karanlıklar içinde üşüyormuş gibiyim.

Kaybettim tüm yaşama sevinçlerimi, yüzümdeki seninle açan gülüşlerimi özledim.Senden kalan yalnızlıklarımda hüzün denizlerinde fırtınalarla savaşıyormuşum gibiyim.Sensiz yasarken seninle her gün ölüyormuş gibiyim...Asırlar geçse de solmaz derken askımız ,ilkbaharları bırakıp karakışlara yenildik.Bir ömür boyu bitmez derken sevdamız hüzün denizindeki ayrılık fırtınalarına yenildik.Hayallerimizde Cennetteki Leyla ile Mecnunu yasarken sevdanın gururu altında ezildik ve sevdamıza ask-ı memnu derken şimdilerde birbirimizi gördüğümüzde ayrı iki yabancı gibiydik.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
19 Mayıs 2006       Mesaj #715
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi


ikikalpAşk Kapıyı Çaldığında


Hep özlediğim, beklediğim aşkın böyle aniden kapımı çalıvereceğini, izin almadan yüreğimde bir köşeye yerleşeceğini hiç düşünmememiştim. Göz göze geldiğimiz anda. Başımdan aşağıya buzlu su dökülmüş gibi hissettim.


Bakışları içimi titretti, bilmediğim, tanımadığım bir dünyanın kapıları açılıverdi önümde... Kimde, neydi, hangi sınıfta öğrenciydi, daha önce onu görmemiştim. Bütün gün bu sorularla boğuştum. İlk şoku atlatıp kendime geldiğimde okulda onu aramaya başladım. Gerçeği öğrenmem hiç zor olmadı tabii ki! Suratıma tokat gibi çarpan gerçeği...

O okulumuzda yeni görev yapmaya başlamış bir öğretmendi çok genç olduğu için öğrencilerden ayırt etmek mümkün değildi. Böyle şeyler yalnız filmler de olur sanırdım. Oysa ben sırılsıklam aşık olmuştum. Gözleri başımı döndürecek kadar güzel olan yalnızca adını ve öğretmen olduğunu bildiğim biri, kısacık bir zamanda hayatımı değiştirivermişti.

Ona aşık olmam benim suçum muydu? İnsan hesap kitap yaparak aşık olmazdı ki? Tamam itiraf etmeliyim, ben pek normal biri değilim. Başkalarına göre farklı yanlarım çok., özellikle de aşk söz konusuysa hiçbir zaman sıradan biri olmadım ama bu kez tamamen kaderdi. Sonunda ona söylemeye karar verdim. Madem aşık olacak kadar cesaretliydim, söyleyecek kadar da cesaretli olmalıydım.

Söyledim. Şaşkınlığımı ifade edecek sözleri şu an ben bulamıyorum. Düşün bir kez, çat kapı bir öğrenci geliyor ve ‘’ ben sizi gördüğüm ilk andan beri seviyorum’’ diyor. Ne hissedersiniz bilemem ancak o bana karşı çok olgun, anlayışlı davrandı. Yaptığım çocukluklarla hayatını cehenneme çevirdiğim halde sevgiyle yaklaştı.. incitmemek için çok uğraş verdiğini şimdi anlıyorum oysa o zamanlar çok incitmiştim. Bir gün bana hak vereceksin demişti evet onu anlıyorum ve hak veriyorum. En doğrusunu yaptı. Zaman belki çılgın aşkımı bitirdi. Ama ona olan saygım ve sevgim sonsuza kadar sürecek.
ikikalp
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
19 Mayıs 2006       Mesaj #716
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Aşk Dedikleri

Aşk: en yalın biçimde anlatılan tek kavramdır o,adı kendisidir zaten.Onu anlatmak için sonu gelmez cümleler kurmanıza gerek yoktur.''Aşık oldum'' dediğiniz an akan sular durur,küçücük çocuk bile sizi rahatlıkla anlar.Çünkü aşkın dili tektir.Aşk cesaret ister,kocaman bir yürek ister.Nedir bu aşk denilen şey?Elle tutulmaz,gözle görülmezbir şeyse nedir bu yaşanan somut acılar,güzellikler?Aşk,hayatın bize hazırladığı en güzel sürprizdir,bu yüzdende kalpleri ne zaman ele geçireceği hiç belli değildir.Daha ne olduğunu bile anlayamadan onun hükümdarlığına giriverirsiniz.Aşkın zamanını biz ayarlayabilseydik eğer ve kime neden aşık olduğumuzu anlayabilseydik,aşkın sırrınıda çözerdik herhalde.Ama o zamanda aşkın insanı alıp götüren büyüsü tamamen kaybolurdu.Aşk hayata ve zamana karşı işlenen en büyük suç ortaklığıdır,aşk hayatın bütün tek düzeliğine,bütün sıradanlığına en soylu baş kaldırıdır.Ondan korkup kaçmak hiç kimseye yakışmaz.Ve elbette yaşanılan aşkı suçlamak,yargılamak,karala! mak da aşka yakışmaz.Bu önce haksızlık kendinize saygısızlık olur.İnsan sonuna kadar savunmalı aşkını karşılık görmesede,acı çekeceğini hissetsede,yarın terk edileceğini bilsede,ailesini karşısına alacağını bilsede taviz vermemeli aşkından.''SENİ SEVİYORUM'' diyebilmeligöğsünü gere gere.Aşk işte o zaman aşktır.Ve bunun doğrusu yanlışı yoktur,zaten aşkın kendisi doğrudur.Kime karşı duyuluyorsa bu aşk,doğru insanda işte odur.Aşkın zamanı yoktur hep hazırlıksız yakalar insanı.Evli olmanız,sevgilinizin olması,bir ayrılığın taze yaralarını kurutmaya çalışmanız,bağlılıktan korkmanız,ailenizden çekinmeniz,hatta sevilenin hapse girmesi bile onun hiçmi hiç umrunda değildir.İşte aşk bütün bunlara tek başınıza karşı gelme yürekliliğidir,belkide yeni hayata geçebilme yoludur...Aşkın ne zaman geleceği belli olmadığı gibi,ne zaman gideceğide hiç belli değildir.Fazla vakti yoktur onun,uzun süre beklemeye ve bekletilmeye tahammülüde yoktur.Bir başka göze bakmaya bir başka tene dokunmaya baş!
laması okadar da zor değildir... Aşktan değil onun kaçmasından korkun ve doğruluğuna yanlışlığına bakmadan sonuna kadar savunun aşkınızı. Biliyormusunuz hayat zaten kocaman bir yalan.Bu kadar sahteliğin içinde gerçek ve doğru olan tek güzellik AŞK lütfen ona haksızlık etmeyin.Aşkına,sana aşık olana sahip çok ve onu kaybetme.''SENİ SEVİYORUM'' demek için geç kalma! Sevgiyle kal...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
19 Mayıs 2006       Mesaj #717
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bir Bitişin Hikayesi
Tam tamına 17,5 yaşındaydım o gün.Bütün eyitin hayatımı adadığı ve sonunda başardığım üniversitemin bahçesinde onunla konuşup bir ilişkinin temellerini atmak üzereyken küçük bir çocuktum.Günü birlik ilişkilerde, geçici flörtlerden hoşlanmadığımı belirtecek kadarda büyük. Üniversite hayatinin başlangıcı bu muhteşem birlikteliğinde başlangıcı oldu. Günler büyük bir hızla geçiyor ve gecen gün aşkımızda ayni hızla büyüyordu.

Önce toplumdan, sonra da okulumuzdan soyutladık kendimizi. Her anımızı baş başa geçirmekten, İstanbulcun keşfedilmemiş yerlerin gezmekten büyük keyif ali yorduk. Onun dinine çok bağlı olması, benim bugüne kadar bilmediğim görmediğim şeyleri yapıyor olması hoşuma gidiyor, ben de her gün yeni şeyler öğreniyordum.


Bu aşk romanlarından fırlamış mutlu günler daha doğrusu seneler 4 yıl sürdü. Kesintisiz 4 yıl. Bu arada o benim aileme, bende onun ailesine girmiştik .Evleneceğimiz günler şayiliydi.

5. yılımıza girdiğimiz ilk günlerinde her şey alt üst oldu hayatımda. Senelerdir görmediğim bir arkadaşımı ziyarete gittim ve aşık oldum. Hayatımızda başka insanlar olmasına rağmen bu garip duygusal çekim bizi yakaladı, ama hemen kendimizi toparlayarak uzaklaştık. İşte yine ben eski bendim. Her şeyi çözmüş ilişkime sağlam bir şekilde dönmüştüm .- Döneme mimiydim yoksa Bir kaç ay sonra İnternet ve chat ortamını keşfettim. Seneler sonra ilk kez farklı erkeklerle konuşmak gerçekten ilginçti gelmişti. İleri gidip teflonlaşmaya ve hatta bir kaç kez görüşmeye bile vardırmıştım işi. Ama hep kendimi haklı çıkaracak sebepler aradım. Kötü bir şey yapıyordum, onu anlatmıyordum. Yada bana öyle geliyordu.

Başka bir adama aşık olmamla başlayan kavgaların, tartışmaların yerini şimdi chat kavgaları almaya başlamıştı. Bu seferde netten yüzünü bile görmediğim bir adama aşık olmam, olayın patlama noktası oldu. Çünkü artık sözlerin yerini tokatlar almıştı. Çıktığım tatiller, görüşmeme kararları, ilişkiyi kurtarma çabaları hiçbir işe yaramıyordu. Elimizde hiçbir şey kalma misti artık. Bizi bir arada tutan o güçlü bağ,aşk,sevgi,saygı,hoşgörü. Hepsi uçup gitmişti.şaşkındım. nasıl bu hala gelebilmişti her şey. Bitmeliydi. Bitecekti. Ve bitti. 5. yıldönümümüze 1 ay kala bitti büyük aşk masalı.

Biliyorum. Ben suçlu görünüyorum. Ama hala kendimi haklı çıkarmak için çok fazla sebep bulamıyorum. Pişman mıyım. Hayır. 23 yaşındayım artık ve elimde kalan hala bitmemiş bir okul. İlişkim bitti ama okul hala duruyor. Aşk mı bir daha asla.

ikikalp
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
19 Mayıs 2006       Mesaj #718
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
FAKİR VE KÖR





Kibirli ve zengin birisi kapısına gelen bir fakire bir şey vermediği gibi, onu hem paylar hem de kapıyı yüzüne kapatır.. Zavallı fakir içlenir; bir tarafa çekilir ve oturur, ağlamaya başlar.. Bir kör, onun ağlamalarını duyar. Kalkar yanına gelir, niçin böyle üzgün olduğunu, ağladığını sorar.

Fakir olanı biteni anlatır.

Kör, teselli vererek, üzülmemesini, kendi evine gelmesini, evinde kalmasını, ekmeğini çorbasını kendisiyle paylaşmasını ister ve ısrarda eder. Fakir onun içtenliği ve ısrarı karşısında kabul eder, onunla gider.

Kör ona karşı çok güzel bir konukseverlik gösterir. Fakirin, hem karnı doyar hem de gönlü hoş olur. Gönlü öyle hoş olur ki, o hoşnutluk içinde:

- Sen bana evini açtın, sen bana gönlünü açtın, Kadir Mevlamda senin gözünü açsın, diye dua eder.

Gece olur, körde bir gariplenir bir gariplenirki, o gariplik içersinde gözünden birkaç damla yaş damlar, gözleri birden açılır. Görmeğe başlar.

Körün görmesi ile ilgil i haber bir anda şehirde yayılır. Yer yerinden oynar. Bu haberi onu kapısından kovan, kovmakla kalmayan taş yüreklide duyar. İşin doğruluğunu anlamak için gözü açılan şahsa gelir:

- Çok şanslıymışsın. Gözün nasıl açıldı, kim açtı.

- Hey! seni gidi gafil seni, sen nasıl bir adammışsınki, öyle bir mübarek zatı azarladın, üzdün, yüzünü yıktın. devlet kuşunu bıraktın, baykuş ile meşgul oldun. Gözümün kapısını, senin yüzüne kapıyı kapattığın o kimse açtı.

- Desene kendime yazık ettim, öyle bir doğanmışki öyle bir devletmiş ki, kıymetini bilemedim, bana değil sana nasip oldu, ben avlayamadım sen avladın, der ve kıskançlıkla parmağını ısırır.

Dişini sıçan gibi hırsa batırmış kimse koca doğanı nasıl avlayabilir? İyilerin bastıkları toprak dermandır, göz açar. Ancak gönül gözü kör olanlar o dermandan gafildirler, kıymetini ne bilsinler.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Mayıs 2006       Mesaj #719
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gelinlik Kız

Çocukken gidilen evler iki türlüydü: Annemin seçtiği dostluklar ve gitmek zorunda kaldığı yerler. Annemin gönlünce kurduğu dostlukları severdim ben. Çoğu dünyadan elini, eteğini çekmiş kimselerdi. Öyle yerlere gideceğimizde annemin ince kıvrımlarla biçimlenmiş dudakları sevinçle çözülüyor; ruj, dudaklarda hafifçe gezinip kızıla dönüştürüyor kırmızısını. Kapıdan kedi adımlarıyla çıkıyoruz. Annem, dikkatle sokak kapısını kilitlemiyor. Sonra sokak yazsa daha bir iç açıcı serinlikte, sonbaharı yaşıyorsak iyicene iliklerimizi ısıtan ılık güneşlerle dolardı.

Yollarda dönüp dönüp gerime bakıyorum. Şifa'nın denize çıkan burnunda sakızağaçları vardı. Artık deniz banyolarından vazgeçilmiş günlerde, gençler onların altlarına otururlardı. Yoğurtçu tarafından sandallar çıkıyor; Kurbağalıdere'nin ağzına gelince ya Kalamış kıyılarına uzanırlar ya da Şifa'dan Moda'ya kadar gezinirlerdi. Öğlen güneşinin omuzlara eğilişi, okşayışı.

Annemin yeniden gençkız gibi yollardan geçtiği sıralarda, yağmurlardan bile gönenirdim. Bu yağmurlar ergenlik yıllarımın ve şimdinin yağmurlarına yabancıdır. Rüzgâr üşütmezdi; soğuk rüzgârlar yağmurluğumun yakasını, eteklerini açıp uçurtmazdı. Yağmurda yürüyüşlerimiz annemle. Tramvayların, otobüslerin, vapurların, ender bindiğimiz otomobillerin pencerelerine iri damlalar vururdu. Damlanın bütünleşerek cama çarpışı; dağılarak kendince su yolları açıyor. Binlerce resim çizerdim kafamda. Annemi görürdüm, kuşlar uyduruyorum, ayyıldızlı Türk bayrakları... Yağmurun çiçekdürbününden binlerce şekil geçerdi arka arkaya. Bulutlarla da hep bu oyunu oynardık. İncilâ Abla'yla. İncilâ Abla, annemin isteyerek, özleyerek gittiği evin kızıydı.

Annemin onları nereden tanıdığını çıkaramıyorum. Belki uzaktan bir yakınlık, hısımlık vardı aramızda. Bizim geldiğimizi görünce delicesine sevinirlerdi. İffet Hanım beni kucaklar, saçlarımı defalarca öpüp koklardı. Taşlıktan girilince karşımıza düşen odaya koşardım. Burada İffet Hanım'ın annesi yaşıyor. İffet Hanım'ın annesi, ben hatırladığımda çok yaşlı bir kadındı. Vücudunun yorgunluğuna karşın, aklı dinçti. İhtiyarlığından yerinden kalkmıyor, sabahtan akşama kadar bir köşe koltuğunda dua ediyordu. Mor kadife üzerine sırma işlemeli kesesinden elyazması Kur'an'ını çıkarır, hiç sıkılmadan ezbere bildiği ayetleri tekrar tekrar okurdu. Onun elini öperdim. Bu el, her vakit tuhaf, baygın bir menekşe kolonyası kokardı. Kolonyası Nuhbe Hanım'ın başucunda dururdu. Yuvarlak, tombul şişenin kapağı sincap rengiydi.

Nuhbe Hanım kına yakardı saçlarına. Önü işlemeli beyaz tülbentlerle örterdi saçlarını. İncecikti saçını örttüğü tülbentler. Yatağının ayak ucuna konmuş bohçasında kalın tülbentler vardı, lavanta torbacıklarıyla sarmaş dolaş. Nuhbe Hanım azıcık kıpırdanıp hareket ettiğinde terliyordu ve kızı sırtına kalınca tülbentlerden koyardı. Elbiselerinin yakalarına rokoko yapraklar işlenmiş; ikide bir ellerini bu yapraklara değdiriyor Nuhbe Hanım. Benle büyük insanmışım gibi konuşuyor. İffet Hanım'a, "Çocuğa bir bardak tükenmez versenize canım," diyor. İffet Hanım hâlâ tükenmez kurardı kış aylarında. Benim için taze meyveler, balbademler, içfıstıkları getirir; sessizce bir yana bırakırdı. Gerçekte onurun saklatdığı bir yoksulluk, odalardan taşlığa, taşlıktan mutfağa belli belirsiz sinmişti.

İncilâ Abla'ların evi. Bahariye'nin arka sokaklarındaydı. Buradaki üç kârgir konakları, zenginlik çağlarını kapadıklarından kiraya verilmişti. Ev sahipleri, herhalde pek önceden karşı yakaya taşınmışlardı. Bazı günlerde, havanın açık ve aydınlık olduğu günlerde at arabasıyle gelirdik İncilâ Abla'lara. Öteden sokağa sapar sapmaz dantelalı mendil kenarlarını hatırlatan çatı çıkmaları görünürdü. Tahta oymalar çok güzeldi. Nicedir konağın yüzü yağlıboya görmediğinden kararıp çirkinleşmişti. Damında hep sazlar bitmişti. Kırık döküktü pencerelerin kepenkleri. Bahçeden girince, konakta kimselerin yaşamadığını düşünüyordu insan. Dutağaçlarıyle akasyalar bakımsızlıktan yabanıllaşmışlardı ..

İncilâ Abla'lar, hemen bahçeye açılan en alt katta oturuyorlardı. Ama pencereleri kapalı durduğundan mevsimlerin rengi, ışığı, kokuları konağın kilerinden bozma eve giremezlerdi. Evin içi suskunluk ve sıcak; İncilâ Abla'nın yeşil marul yapraklarıyle beslediği kanaryasının ötüşleriyle dağılırdı. Taşlıkta duvarlar ak badanaydı. Nuhbe Hanım'ın odasında gülkurusu. Kireç badananın üzerine yapışmış fırça kıllarını ayıklamaya bayılırdım.

Nuhbe Hanım'ın eşyası yıllardır yenilenmemişti. Evin kökeni gibiydi eşya. Duvara dayalı, parlaklığını yitirmiş pirinç topuzlarla bezeli yüksek, demirden karyolası; sağlı sollu, yastıklarla tıka basa doldurulmuş koltuk; üzerinde iki büyük gaz lambasının durduğu aynalı konsol... Şimdi sadece bunları anımsayabiliyorum. Sonraları Nuhbe Hanım'ın yanından ayırmadığı İncilâ Abla'nın mevlut şekerlerini bir de.
İffet Hanım'a, kolay kolay, Nuhbe Hanım'ın kızıdır denemezdi. Ufak tefekti, içi tez kadındı. Çok çökmüştü, yaşını kestiremezdim bu yüzden. Annesine sigara saran elleri, tütünden olacak, sapsarıydı. Modası geçmiş uzun elbiseler giyerdi. Giysileri değişir, göğsüne taktığı elmas iğne değişmezdi: Ne dalı olduğu anlaşılmayan bir altın çubuğa oturtulmuş taşlar. Taşların tümüne su kaçmıştı, kara karaydı. Saçları topuzdu İffet Hanım'ın. Başındaki kemik tokaları, firketeleri ne zaman saymaya kalksam, sonunu getiremezdim.

Dışarda yaşanan kalabalıklardan, eğlencelerden, sevinçlerden, hatta üzüntülerden ve kederlerden bu eve sızabilen bir tek bizlerdik: Annemle ben.

İncilâ Abla, geçmiş zamanlardan kalma bir perikızı gibiydi. Kızıl saçlarını omuzlarına döker, ağır ağır tarardı. Papatya sularıyle yıkanıyordu kızıl saçları. Papatya kaynıyor ocakta. İkimiz ufalıyoruz papatyaları. İncilâ Abla'yla karanfil kurusu kaynatıp esans yapıyoruz. Onunla birlikte olmaktan mutluluk duyardım. İlişirdim kucağına. Defterime kenarsüsü yapardı Faber kalemlerimle. Çukulata yaldızlarını biriktiriyor, kırışıkları ince parmaklarıyle düzeltiyor; ben gelince bana verecek. Kimi vakitler annesi gibi saçlarını topluyor, ama onun topuzu sıkı değil. Aralardan kaçan yumuşak bukleler ensesine düşerdi.

Başka gelen giden yok muydu oraya? Sanki üst katlarda kimse oturmuyordu ve biz, kimsenin yaşamadığı bir konağa tanıktık. Öbür kiracılarla merdiven başında, bahçede, dut ağaçlarının gölgeliğinde, hiçbir yerde hiçbir yerde karşılaşmadık. Nuhbe Hanım'ın sözünü ettiği insanlar geçmiş, göçmüşlerdi. Solgun yüzleri, sarkık yanaklarıyle çektikleri fotoğrafları gösterirdi bana eski tanıdıklarının. Anılarıyle yetiniyordu. İffet Hanım'sa böyle şeyleri düşünmeye, anmaya fırsat bulamazdı sanırım. Evi evirip çeviren, kotarandı İffet Hanım. İncilâ'yla birlikte bütün günler çalışırlardı. Kasnağa geçmiş işler biter bitmez, İffet Hanım satmaya götürürdü. İncilâ'nın babasından kalan azıcık emekli aylığına, dul ve yetim maaşına İffet Hanım'ın zorlukla sattığı işlemelerin, göz nurunun, el emeğinin pek ucuza gider karşılığını eklerlerdi. Üçü bir başlarına erkeksiz yaşıyorlardı. Belki de dış dünyayla ilgisiz yaşamları bundandı. İffet Hanım'ın elinde en canlı iplikler hüzne bulanır; en göz kamaştırıcı çiçekler acı çökertirdi. Oysa İncilâ Abla'nın suzenîleri, sarmaları, hesapişleri huzur verirdi içimize.

Annem, onlara gittiğimizde daima hediyeler götürürdü. Sırayla Nuhbe Hanım'a, İffet Teyzeye ve İncilâ Abla'ya. Ama bu hediyeler, annemin gitmek zorunda kaldığı yerlere götürdüğü buket çiçeklere, lüks fondanlara benzemezdi. Paketleri gizlice taşlıktaki ayakları sallantılı yemek masasına bırakırdı. İffet Hanım hemen farkeder, "Kızım ne diye zahmet ediyorsun," derdi. Sesindeki titreyiş, bende onlardan, o taşlıktan ve odalardan kaçmak ihtiyacını uyandırırdı.

Taşlıkta ayakkabılarımızı çıkartırdık. Naftalin kokulu terlikler getirirdi İncilâ Abla. Terlikler ayaklarıma biraz büyük geliyor. Çay vakti kızarmış küçük ekmeklere sürülü reçel ve tereyağıyla kahvaltı ediyoruz. Birden iştahım kapanırdı. İncilâ Abla'nın gözlerini aradım. Bakışlarımız birleştiğinde dinerdi midemin sinsi bulantısı.

Bunca eski, yalın eşyanın ortasında çay fincanları harikulâdeydi. Bunlar porselendi. Kulplarıysa çaya eğilmiş, çatı yudumlamaya hazır gümüş kuşlardı... Çay içtikten sonra İncilâ Abla bize ut çalardı. "ek deveci develeri engine / Şimdi rağbet güzel ile zengine" diye bir Güney-Anadolu türküsü söylerdi. Nuhbe Hanım, bu türkü söylendiğinde İncilâ Abla'ya nedense dargın, küsmüş bakardı. Ya da bana öyle geliyordu. Çünkü akşamın karardığı saatlerde kapının gıcırdayarak sokaktan açılmayacağını bilmek, bende çözemediğim duyguların başlangıcı sayılır. Sözgelimi bize sunulan gümüş kuşlu fincanların kırıldığını duyardım. Kafesteki kanaryanın bir sabah öldüğünü. Bahçedeki camları boydan boya çatlak limonlukta sıkışmış arıları. Biz eve döndüğümüzde babamı beklerdik.

Şaşırmam gereken konulardan biri, İffet Hanım'la İncilâ Abla'nın bize hiç gelmemeleriydi. Nuhbe Hanım'ın yaşlılığına, yürüyemeyecek kerte yorgun oluşuna bağlardım bunu.

Bir gün olağanüstü bir şeyle karşılaştık İncilâ Abla'larda. Nuhbe Hanım'lara annemle benden başka misafir gelmezken, ilkyaz öğleden sonrasında, genç ve yakışıklı bir adam, taşlıktaki masayı çevreleyen iskemlelerden birine oturmuş, kahve içiyordu. Pencerelerin kepenkleri aralanmıştı üstelik. İçeriye yansıyabilen, nihayet odaları dolduran gün ışığı ansızın eski eşyayı büyülemiş, şenlendirmişti. Genç adamın saçlarından bir demet alnına dökülmüştü. İffet Hanım annemi karşıladığında, o da ayağa kalktı.

"Ne iyi ettiniz de geldiniz," dedi İffet Hanım, "erişte kesmiştim ben de."

İncilâ Abla ibrişimleri, elvan elvan iplikleri topluyordu telâşla. "Kusura bakmayın," dedi anneme.

"Biz yabancı mıyız İncilâ?"

"Cahit," dedi İffet Hanım. "Tanıyacaksın Süheylâ, Hasan amcayla Kâmran yengenin oğlu."

Annem gülümsüyordu. Hasan amcayla Kâmran yengenin adlarını ilk kez işitiyordum.

"Mühendis çıkmış bu sene Cahit. Binbir güçlükle arayıp bulmuş burasını sağolsun."

Ben hemen mühendis olmaya karar veriyordum. Genç adam, hemen benim Cahit ağbim oluyordu ve ben, büyüyünce tıpkı ona benziyordum. Geniş omuzlu, uzun boylu, insanın elini sıkarken güvenç veren.

Cahit ağbi saygıyla annemin elini sıktı. Benim de. Galiba hayatımda alaysız elimi sıkan birinci insandı o.

Dün gibi hatırlıyorum: O gün kandil simitleri yedik Nuhbe Hanım'ın odasına doluşup. Nuhbe Hanım bayağı gençleşmişti. Cahit ağbinin getirdiği siyah-beyaz damalı başörtüsünü göstermişti anneme. Onları arayıp soran bir başka insanın gizli gururunu taşıyordu. "Cahit ağbine şiir okusana" dediler bana. Cahit ağbime başımı çeviriyor, sonra utançla yere eğiyordum. Bahçeye çıktık; İncilâ Abla, Cahit ağbi üçümüz. Camları boydan boya çatlak limonlukta kuru otlara oturduk. Taşlığa girip pıtpıt terliklerimizi giydiğimizde güneş batıyordu. Nuhbe Hanım'ın odası alacakaranlığa bürünmüştü. Cahit ağbi, alacakaranlıkta, İncilâ Abla'yı seyrediyordu sezdirmeden. Cahit ağbiye defterimi, İncilâ Abla'nın yaptığı kenar süslerini gösterdim. Çarpım cetvelini çıkardım okul çantamdan. Boncukların yerlerini değiştirdim. Pergelle suda halkalar çizdi defterime Cahit ağbi. Nuhbe Hanım, oradan oraya koşturan İffet Hanım'ın terli yüzüne bir şeyler mırıldanarak üfledi. İncilâ Abla ud çalmadı. Eriştelerimizi patiska bir torbaya koydu İffet Hanım; "Sana da vereceğim Cahit," dedi. "Size gelip yerim teyzeciğim." Hasan amcanın, Kâmran yengenin yinelenen adları. Nuhbe Hanım'ın kadife kesesinden çıkan elyazması Kur'an. Ayrılırken annem, İncilâ Abla'yı sevecenlikle kucaklıyor.

İlkyaz aylarında Cahit ağbiye hep rastladık Nuhbe Hanım'larda. Misafir odası şimdi, bize olduğu gibi, onun için de açılıyordu. İşe girmişti Cahit ağbi. Mühendisliğin önü şimdi açıktılar, herkes mühendis olmak istiyordular... Kadıköyü'ne geçtiğinde, ne yapıp ne edip, Nuhbe Hanım'larda erişte yiyordu.

İffet Hanım kasnakları konsolun gözüne kaldırmış durmadan bir şeyler dikiyordu. Sayfalarını çevirdiğim Manidifata'lar da yoktu ortalıkta. Taşlıktaki masanın altına beyaz kâğıtlar yayılıyor, kumaşlar biçiliyordu. Sokağa çıktığımızda anneme sordum:

"Anne, Cahit ağbi onların nesi oluyor?"

"İncilâ Abla'yla evlenecekler. Allah yüzünü güldürsün İncilâ'nın."

"İncilâ Abla gidecek mi buradan?"

İncilâ Abla'yı yitirmekten ürküyordum. Çocuk kalbime hançerler batıyordu. İncilâ Abla limonlukta yine ut çalıyor, Cahit ağbi gür sesiyle "Etme beyhude figan vazgeç gönül" şarkısını okuyordu. Nuhbe Hanım, odasının penceresini ardına kadar açmış, dinliyordu. Kafesteki kanarya güneşlerde bahçeye çıkartılıyordu. Ot gövermiş, harap bahçeler azmıştı. Nuhbe Hanım'ın sedefli kavuklarına yerleştirilmiş cılız küpeçiçekleri bile tomurcuklanmıştı. Ben konağın oymalı dam çıkmalarından hoşlanmıyordum, limonlukta yükselen kalın erkek sesini sevmiyordum, Cahit ağbi dostum olmuyordu.

İffet Hanım'ların odasındaki cilalı tahta sandık açılıp kapanıyordu. Okul çıkışlarında genellikle buraya geliyorduk annemle. Tahta sandığın açılıp kapanışlarına. "Eskiden," diyordu Nuhbe Hanım, "kızların çeyizinde bir teli ipekten, bir teli ketenden kıvır kıvır dokunmuş hilâli gümlekler makbuldü." Herkes gülüyordu onun anlattıklarına. Aralık kepenklerden şişman dut sinekleri giriyordu odaya. Hevessiz, coşkusuz günlerim. İncilâ Abla'yı, o dutağaçlarının gölgelediği evden ayrı düşünemiyordum. İncilâ Abla bir perikızı olmaktan uzaklaşıyor, etiyle-kemiğiyle gerçeğe dönüşüyordu. Çarşaflardan sıcaktutacağına, her şey hazırlanıyordu çeyizde.

"O uğursuz mum çiçeklerinden," diyordu da, başka bir şey demiyordu annem. Nişan elbisesi dikilirken söz bozuldu. Cahit ağbinin gelişleri seyrekleşmişti. Limonluğa geçip şarkılar söylemiyordu artık. İncilâ Abla'yı kucaklayışlarında soğuktu, bıkkındı. Oturup kalkması, giyinip kuşanışı başkalaşmıştı. Defterime gönyesiyle üçgenler yapmadı boy boy. Mum çiçekleri limonlukta kendi kendilerine bitmişlerdi. "Yıllarca otun üremediği limonlukta."

Cahit Ağbi'nin İncilâ Abla'yla nişanlanmayışının nedeni belirsizdi. Annem konuşmuyordu sorduğum vakit. Ben onlara gitmediğimizde çarçabuk unutuyordum. Zaten tatil yaklaşıyordu, yazın esrikliği vurmuştu başıma.

İffet Hanım'ı kıpkırmızı gözlerle buluyorduk. Uçuk pembe tafta nişan elbisesi eski gardıroba asılmıştı. "Üzülmeyin İffet Abla." diyordu annem.. "nerde İncilâ gibi bir kız bu zamanda. Kısmeti kapanmadı ya." Kendi de inanmıyordu söylediklerine pek. Kanarya eski yerine kondu. İncilâ Abla'nın yüzünde yaşamadan tükenmiş umut ışığı gülümsemeler. Sonra sonra zayıflamaya başladı. İnce vücudu ateşlerle kavruluyordu. "Bu yapılır mıydı," dedi annem, "bu yapayalnız, sığınaksız insanlara yapılır mıydı bu!"

Annemin misafir gününde beyaz eldivenler geçirmiş, güneş şemsiyeli bir kadın, "İncilâ'yı da bundan sonra kimse almaz," dedi. "Az gezmedi o mühendis çocukla. Limonlukta şarkıların bini bir paraydı. Gökleri çınlattı âvazeleri." Hallerini bilmeyişlerinden söz edildi İffet Hanım'ların; Kızılay'a satılan hesapişleri, mürver iğneler, civan kaşları.

Nişan bozulmasından bir yaz geçmişti. Koskoca bir yaz geçmişti. Cahit ağbiyi yanında kısaca boylu, çok şık bir kızla Moda'da görmüştük. Deniz Kulübü'ne giriyordu. Gençkızın saçları bukle bukle kesilmişti. Perçemleri, yokuşta Cahit ağbiye yaslanışları... Deniz Kulübü'nde caz çalıyordu. Kayıklarla gelip dans edenleri seyrediyordu halk. Cahit ağbi, anneme selam vermek istemişti: Hasan amcayla Kâmran yengenin oğlu, "Tanıyacaksın Süheylâ." Buz gibi durmuştu annem. Bana el sallamıştı Cahit ağbi, kolumdan çekip sürüklemişti annem.

Düğünler yaşanıyor. Gelin güleryüzle iniyor merdivenlerden. Çocuklar geziniyor ortalıkta. Kadınlar aynalarda yapılı saçlarını düzeltiyorlar. Düğün pastası kesiliyor.

Ben hiç düğünlere gitmiyorum.

İçinde akide şekerleriyle bir tek lokumun olduğu pembe kâğıdı açmıştım. Pembe kâğıt külahta İncilâ Abla'mın soluk baskılı fotoğrafını görmüştüm. Limonluğa kar yağıyordu. Kar, çatlak camlardan içeriye yağıp eriyordu.

Kuru ayazın ardından yağmurlar geldi.

"Hoş geldiniz, "dedi annem.

"Şakır şakır yağmur, manşonumu ıslattı," dedi annemin güneş şemsiyeli konuğu. Çizmelerini çıkardı. Manşonunun tüylerini kabarttı. Soba yanan odaya girerken, "İşittiniz mi?" diye sordu. "Sizin İncilâ'nın Cahit, eski elçilerden Regaip beyin kızıyla nişanlanmış, yıldırım nikahıyla evleneceklermiş." Bir an sustu anlamlı göz süzmelerle. "Regaip bey çok seviniyormuş. Sevinir elbet, Cahit hem güzel çocuk hem de istikbali açık."

Annem, misafir hanıma muzlu pastadan tutmuyordu.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
19 Mayıs 2006       Mesaj #720
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Borcum vardi

Oldukça yaşlı bir adam ,kendisi gibi kamburalaşıp yere yanaşmış bir ağacın altında ağlıyordu. Biraz önce irikıyım bir genç yanına sokulmuş ve kendisinden içki parası istedikten sonra bir de tokat atmıştı. Yaşlı adamın yere yıkıldığını görenler, hemen yardımına koşup:

- Geçmiş olsun dede ,dediler. O serseri ne istedi ki senden?

Adamcağız bir şey olmamış gibi toparlanmaya çalışırken:

- Eski bir borcum vardı, onu istedi , dedi. Yapması gerekeni yaptı sadece...

Çevresindekiler, ihtiyar adamı yerden kaldırdıktan sonra eline bastonunu tutuşturup aceleyle işlerine koşuştular. Herkes ayrıldığında, hadiseyi başından beri görmüş olan bir delikanlı onun koluna girerek:

- Fazla hırpalandınız, dedi. Ağacın gölgesinde biraz oturalım mı?

Yaşlı adam yorgun bakışlarını yukarıya yöneltip :

-Benim bu ağacın altında dinlenmeye hakkım yok yavrum dedi. Ölünceye kadar da olmayacak.

Delikanlı, söylenenden bir şey anlamamıştı. Meraklı gözlerle kendisine bakarken, onun tekrar hıçkırıklara boğulduğunu farketti.

Yaşlı adam ,iniltiye benzeyen bir sesle:

- Elli yıl kadar önceydi,diye devam etti. Rahmetli babamı,sigara parası almak için bu ağacın altında azarlamıştım. Yani biraz önce evladımın beni dövdüğü yerde.

Delikanlı ne diyeceğini bilemedi ve şimdi biraz daha bitkin görünen ihtiyarın sakinleşmesini bekledikten sonra, onu arabayla evine bırakmayı teklif etti.

Adam, titrek adımlarla yoluna koyulurken:

- Evim oldukça uzaklarda yavrum. Ama ben yürüyerek gideceğim oraya. Babamın da onu azarladıktan sonra, üzüntüsünden yayan döndüğü gibi. Hem şehir dışındaki kabristana uğrayıp bir Yasin le öpeceğim ellerinden...



Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar