Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 64

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.387 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #631
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DENİZİN KALBİ

Sponsorlu Bağlantılar

Sabah daha kimsecikler yokken etrafta yalnız başına göğe yükselmekten canı sıkılmış olsa gerek, Güneş o akşamüzeri sahilde hayran hayran kendini seyreden bir grup tatilci ve turiste hayatları boyunca unutamayacakları bir şov seyrettiriyordu. Uzak, çok uzak diyarlara aydınlığı götürmeden önce göğü pespembe bir boyayla boyamış, parlak ışınları masmavi denizin gözlerini almıştı. Sahildeki turistler kısık gözleriyle güneşin batışını seyrederken, Tavşan Ada’sının arkasından küçük bir kayık çarşaf gibi denizi yırtarak sahile doğru ilerliyordu. Kayıkta genç bir balıkçı ve ağlara takılmış onlarca balık vardı sadece. Kayıkçının buranın yerlisi olduğu, yanık teninden belliydi. Üzerine bir yorgunluk çökmüştü. Sabah güneş daha yüzünü göstermeden çıkmıştı yola. Şimdide güç bela yakaladığı balıkları yok pahasına sahildeki turist avcısı restoranlara satacaktı. Yaşı en fazla 25’ti fakat yaşadıkları, ve ruhundaki fırtınalarla kendini oldukça yaşlı ve olgun buluyordu. “Gümüşlük, ruhunu paraya satmadan önce daha güzeldi… “ diye düşünürken usulca girdi limana…
“Daha geçen gün tanesine 7,5 lira verdim be oğlum yapma sende!” diye sitem ediyordu Sahil lokantasının sahibi. Aslında pazarlık yapmaya, iki kuruşu kurtarmaya ihtiyacı yoktu. Para hırsı mutlu olmasını engelliyordu. “Peki Fethi Ağabey, dediğin gibi olsun.” dedi ve isteksizce gözleri boş bakan balıklarla dolu kovayı uzattı. “Ben senin baban sayılırım Selim oğlum, seni de çok severim bilirsin. Baban seni bana emanet etmişti.” diyerek parayı uzattı. Umursamazca aldı parayı ve “Doğru, haklısın.” diye mırıldandı ve küçük kulübesine doğru yürümeye başladı. “Yemeğe kalsaydın oğlum.” diye seslendi arkasından Fethi. “Yok ağabey, canım istemiyor.” diye cevapladı ve adımlarını sıklaştırdı. Yemek teklifini geri çevirdiği için içinden sevinç çığlıkları attığına adı gibi emindi. Evinin yoluna girmişti ki “Hay Allah!” diye söylendi. “İstiridyelerimi unuttum!” dedi ve limanın yolunu tuttu. Balıkları sattıktan sonra bütün akşam topladığı istiridyelerle ilgilenir, onları temizler, yosunlarından ayıklar ve masasının üzerine koyardı. “Ne yapacaksın oğlum onları, atsan atılmaz satsan satılmaz!” diyen köylüler değil de iki de bir gelip istiridyelerine fiyat biçen, her şeyin paradan ibaret olduğunu sanan turistler daha çok canını sıkıyordu. “ Bu istiridyeyi alıp ne yapacaksınız acaba sorabilir miyim?” diye sorardı her defasında. Kimileri “Hiiiiiç” derdi kimileriyse yüzsüzce “Küllük yapmayı düşünmüştüm” derdi. Selim için topladığı bu istiridyeler çok değerliydi. Onların denizin kalbine giden yolu gösteren işaretler olduğuna inanırdı. Çocukçaydı belki bu inancı ama onu biraz olsun mutlu ediyordu. Çocukluğundan beri dünya üzerindeki her şeyin bir canı, bir kalbi olduğuna inanırdı. O yüzden denizden topladığı bu istiridyeleri özenle temizledikten sonra bir kenara koyar, asla bir bıçakla onları açmaya, canlarını acıtmaya cesaret edemezdi. Babası, İstanbul’a oradan da Almanya’ya göçmüştü zamanında… Ondan, birkaç mektup ve Annesi’nin canını alan bir hasret kalmıştı. Sevgiye doyamadan, kendisini seven iki yürekten de ayrı düşmüştü. Denizden esen ılık meltemler suratını okşadı ve saçlarının içine doldu bir anda. Akıllı sayılmazdı, fakirdi biraz da… Ama ne parada gözü vardı ne de pulda. Sevebileceği bir kalbi arıyordu, onu bulmayı ümit edebiliyordu sadece. Gaz lambasını söndürdü ve tahta yatağına yatıp incecik pikeyi üzerine örttü. Sabah erken kalkıp balığa çıkacaktı.
Gün daha ağarmadan uyandı. Elini yüzünü yıkadı. Aynada suratına baktı. Daha sonra kapıdan çıktı ve Hacı Bakkal’ın önünden geçerek limana indi. “Hasret” adlı kayığı dalgasız denizde bir beşik gibi sallanıyor, sahibini görünce sevinçten kuyruğunu sallaya sallaya zıplayan bir köpeği andırıyordu. Ağları kayığa yükledi ve asıldı küreklere. Aynı yolu belki binlerce kez geçmişti ve binlerce kez aynı rotayla çıkmıştı bu koydan. Suyun berrak ve şeffaf rengi yerini buz gibi tuzlu bir laciverde bırakmıştı. Çapasını attı. Durup etrafına baktı. Sahil bir hayli uzakta kalmıştı. Koskoca mavi bir sonsuzluğun ortasında o kadar savunmasız, o kadar yalnız ve o kadar küçük hissetti ki kendini bir an, dalıp bu sonsuz mavinin kalbine ulaşmak ve bir daha yüzeye çıkmamak geçti içinden. Sonra bir küfür savurdu ve balıkların gelip ağına takılmasını izlemeye koyuldu. Ne zamanki balıkların sayısını kafi gördü, o zaman ağı topladı. Üstü başı sırılsıklam olmuştu ve vuran sert rüzgardan dolayı üşüyordu. Alışkındı, aldırmadı ve küreklere asılarak her gün yaptığı gibi kimsenin bilmediği o koya doğru ilerlemeye koyuldu. Orası kendi ruhuna sahipti halen, el değmemişti ve doğaldı. Kıyıya yaklaşınca suya atladı ve kayığını karaya çıkardı. Temiz hava ciğerlerine doldu. Sonra gözlerini kapadı ve bu güzel mi güzel koyun kalp atışlarını dinlemeye koyuldu. Sonraki tatmin oldu ve ilerideki kayalıkların dibindeki minik istiridyeleri toplamaya koyuldu. “Mutluluk gerçekten varsa, böyle bir şey olmalı…” diye düşündü ve bir türkü mırıldanarak işine devam etti.
Kulübesine döndüğünde akşam yeni inmişti Bodrum’un bu şirin kasabasına. Ayın aksi denize vurmuş, Yunanistan’la Bodrum’un arasında büyülü bir köprü kurmuştu. Kullanılmaktan eskimiş bir bezle istiridyelerini temizlerken bir gölge gelip durdu önünde. “Cebi dolu bir turisttir herhalde.” dedi acı acı gülümserken. “Ne kadar güzel şeyler ya, şunlara bak sanki nefes alıp veriyorlar” dedi yumuşacık bir ses, bembeyaz ipekten yumuşak bir dokunuşla önündeki istiridyeyi kaldıran el. Biraz önceki umursamaz halinden eser kalmamıştı Selim’in. Bir an için nefessiz kaldığını hissetti. Tıpkı yakaladığı balıklar gibi boş bakışlarla süzdü karşısındaki en fazla 19 yaşındaki, beyaz elbisesinin içinde beyaz bir meleğe benzeyen kızı. “Bunları satıyor musunuz?” diye sordu kız. Selim önce kiminle konuştuğunu bilmek istedi. Yutkundu ve “Adınız ne acaba?” diye sordu. “Melike” diye cevap verdi kız umursamazca ve ekledi, “Toplu halde alsam bana indirim yapar mısın acaba?”. Selim bütün alıcılara sorduğu soruyu güzelliğiyle kalbini acıtan bu kıza da sordu. “İstiridyeleri ne yapacaksınız acaba?” diye sordu. “Bütün takılarımı kendim yapmayı severim, önceleri bir hobiydi ama giderek bir tutkuya dönüştü bu benim için. Şu sıralar inci bir kolye istiyorum fakat vitrinlerde gördüklerim pek bir ruhsuz geliyor gözüme. Kendim yapmaya karar verdim fakat istiridyeleri nerede bulacağımı bilememiştim. Yani anlayacağınız, sizi bana Allah gönderdi” dedi ve küçük bir kahkaha koy verdi. Selim şaşkındı. Ne yapacağını bilemedi. Yıllardan sonra soğumuş, açık denizlerin rüzgarında sertleşmiş kalbi ilk defa ısınır gibi olmuştu ve karşısındaki kız onun en değerli hazinesine talip olmuştu. Selim kalbini gördüğü ilk anda verdiği bu peri kızına istiridyeleri vermeyi reddetti. “Kusura bakmayın hanım efendi” dedi, ağzı kurumuş suratı terden sırılsıklam olmuştu. “İstiridyeler satılık değil ne yazık ki” dedi. Melike’nin yüzü gölgelendi, suratı asıldı. “Değeri neyse verirdik, istiridye bulabileceğim tek kişi siz değilsiniz bunu da bilin.” Dedi küstahça ve arkasını dönüp yürümeye başladı. Muhtemelen zengin bir ailenin çocuğuydu. Babasının sunduğu kolyeleri beğenmeyip kendi kolyelerini yapma arzusu da küçük bir şımarıklığın işaretiydi. Selim ardı ardına sıraladı bu olumsuz düşünceleri, bazılarına inanmasa da… Gecenin karanlığında ilerlerken Melike, Selim’in kalbini de yanına almış, götürmüştü.
O günden sonra her sabah bir saat dakikliğiyle balığa çıkan Selim’in yüzünü göremez oldu ahali. Önceleri evinden bile çıkmıyordu Selim. “Birkaç gün bekleyeyim o da evine döner bende hayatıma dönerim..” diye avuttu kendini. Evet bir aşk istiyordu belki, sevmek, inanmak istiyordu ama o kızı kendi hafif çirkin yüzüne, fakir ve yıkık kulübesine yakıştıramıyordu. Neden sonra, bir gün çıktı kulübesinden. Gözleri uykusuzluktan şişmişti. Hediyelikçileri geçtikten sonraki kahveye oturdu ve bir çay söyledi. Şekerleri atıp karıştırırken gözlerini denize kilitlemişti. Kalbinin çarpıntısı geçmek bilmiyordu. Birden bir iki adım ileride, plajda güneşlenen onu gördü. Melikeydi bu evet, birkaç gün önce tanıştığı o bakmaya kıyamadığı kızdı. Melike’nin yanında Selim’in kalbi yatıyordu. Heyecandan ne yapacağını şaşırdı. Melekler gelip Selim’in kulağına “Belki be… Belki…” diye fısıldadı. Selim, biraz daha düşündü ve, “Ne olacaksa olsun be!” diye söylenip ayağa fırladı. “Çayı hesabıma yaz Hüsnü ağabey!” diye seslendi çay ocağına ve Melike’ye gözükmeden sandalına doğru yürüdü ve denize açıldı. Hava biraz bulutluydu Güneş bir görünüp bir kayboluyordu. Uçsuz bucaksız mavilikte var gücüyle asılıyordu küreklere ve kimsenin bilmediği o cennet köşesi koya gidiyordu. Sevdiği kızla birlikte kalbini de geri almayı ümit ediyordu.
Sahile döndükten sonra var gücüyle çalıştı o gece Selim. Bir sanatçı kadar yetenekli elleri yoktu belki ama bir sanatçıdan bin kat büyük bir kalbi, bin kat büyük bir aşkı vardı. Bunca yıldır biriktirdiği o güzelim istiridyeleri bir bir parçaladı Selim, her kopan parça saplandı yüreğine… “Affedin beni” diyerek ağladı bir yandan… 10 tane inci tanesi bulmak için 100 tane istiridyeyi öldürdü o akşam Selim… Ve o 10 tane istiridyenin de usulca kalbini söktü yerinden… Gözleri yaşlıydı… Sabaha kadar uğraşıp peri masallarından çıkma bir inci kolye yaptı… İçine göz yaşını koydu, aşkını, hasretini, özlemini koydu. “Bu kolye ona yakışır ancak, bu kolye onun boynunda anlam bulur” dedi kendi kendine. Güneş denizin içinde sönmek üzereydi. Yarın tekrar küllerinden doğmak üzere bu diyarlara veda ederken güneş, koşar adımlarla çıktı kulübesinden Selim. Heyecanlıydı çok ama umutluydu da… “Sevmek güzel şey, ümitli şey…” diye tekrarlıyordu içinden. Birkaç sene öncesine kadar salaş bir kahveyken şimdi seçkin bitkisel çay seçenekleri bulunan fakat ruhuna satan onlarca dükkândan birine dönüşen Ali’nin kafesinin önünden geçerken durakladı. “İstiridyelerin canlarını fark eden o, bu ruhsuz kafede ne yapıyor?” diye sordu. İçi burkuldu… Gitmek istedi, kaçmak istedi. “Düşündüğün gibi değil, o sana göre değil!” dedi bir ses içinden… “Ona kolyeyi ver!” diyen ses baskın çıktı fakat. Çıplak ayaklarını tahta merdivenlere dayadı ve ilerlemeye başladı. Yalnızdı Melike. Adımlarını sıklaştırdı Selim. Yanına yaklaştı ve omzuna dokundu. “Melike…” diye fısıldadı. Genç kız döndü ve heyecandan titreyen bu genç adama küçümseyen bir bakış attı, “Ne o? Parasız kaldın da istiridyelerini satmaya mı geldin? Yok öyle beleş oğlum, hadi başka kapıya!” diye kustu kinini bir anda. Selim şaşırdı, dondu kaldı. Arkasında sakladığı kolyeyi çıkardı ve Melike’nin önüne bıraktı. Kız kolyenin güzelliğinden büyülenmiş gibiydi. Fakat belli etmedi döndü ve küçümser tavrını sürdürerek, “Eee napayım ben bunu?” diye sordu Selim’e. Selim, “Sen hiç âşık oldun mu?” diye sordu usulca… Melike yüksek sesle bir kahkaha attı… Kahkahalar kulaklarını acıttı Selim’in, yüreğini ezdi… “Demek âşık oldun bana ha? Bu da bana evlenme teklifin mi yoksa sana âşık olmam için verdiğin rüşvet mi?” dedi ve gülmeye devam etti… Bir gözyaşı daha döküldü ayaklarının dibine Selim’in “Sen sevmek nedir bilmemişin ki hiç…” dedi ve başını önüne eğdi. “Ya git işine be balıkçı mısın balık adam mısın nesin… Sen sevgini kendi seviyende birine ver!” diye bir bıçak gibi sapladı sözcükleri Selim’in kalbine… Artık ne kalbi kalmıştı Selim’in nede istiridyeleri. Bir hiç uğruna kaybetmişti onları… Gözü yaşlı bir şekilde terk etti orayı… Ay ışığının kılavuzluğunda bağıra bağıra ağlayarak terk etti limanı ve yalnız kalabileceği tek yere doğru yöneldi… Kayığın ucunda parçalanan dalgalar beyaz beyaz, köpük köpük dağılıyordu… Tıpkı biraz önce Selim’in kalbine başına gelenler gibi… Koya geldiğinde burnunu çekmeye devam ediyordu.
Bir keçi kıvraklığıyla sandaldan sahile atladı ve tepeye doğru koşmaya başladı.. Bodrum’un rüzgârları kulaklarında uğulduyor, kalbini acıtan o kahkahaları örtmeye yetmiyordu fakat. Zeytin ve mandalina ağaçlarının arasından Dolunayı karşısına alan bir yamaca geldi. Gümüş ay ışığı önünde uzanıyordu. Deniz sakindi fakat olacakları tahmin etmiş olacak ki, huzursuzdu. Rüzgâr şiddetini artırmaya başlamış, dalgalar yamacın dibinde parçalanmaya başlamıştı… Birkaç martı sesi duydu… Kalbi yoktu, ruhu ağır yaralıydı… Canlıydı istiridyeler aslında, dostuydu onun… Bir hiç uğruna canını almıştı onların… Şimdi kulübenin tabanında mağrur parça parça yatıyorlardı. Bu görüntüyü yakıştıramadı onlara… Sonra Melike’nin sözleri ve suratına geri fırlattığı kolye… Denizin kalbini oluşturan minik beyaz incilerden oluşmuş bir kolye… “Denizden geldin, denize gideceksin…” diye mırıldandı Selim… Gözlerini kapattı, kolyeyi öptü, öptü ve koluna doladı… Derin bir nefes aldı… Ayın ışığı engellemek istedi onu…Yetişemedi… Rüzgar havada tutmak kurtarmak istedi, gücü yetmedi… Ruhunu yitirmiş, kalbi kırılmış bir beden sessizce bıraktı kendini havaya ve bir mermi gibi denizin kalbine saplandı… Üzüntüsünden yerinde duramaz hale geldi deniz… Dalga dalga kıyıya vurdu kendini… Gemilerin güvertelerine tırmanıp intihar etmek istedi… Gözyaşları beyaz köpüklerin arasına karıştı… Ay ışığı güneşe haber vermiş olsa gerek, o sabah yüzünü göstermek istemedi bulutların arasına saklandı… Selim’in saf tertemiz ruhu göğe yükselirken gözlerini kaçırdı güneş, boğazı düğümlendi… Usul usul, ağlar gibi yağmaya başladı yağmur… Oraya ait olmayanlar, yazın son gününde yağmura yakalanmalarına lanet edip, orayı terk ettiler.

venüsün_kızı - avatarı
venüsün_kızı
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #632
venüsün_kızı - avatarı
Ziyaretçi
Neden konuşmuyorsun?

Sponsorlu Bağlantılar


Kız adamın yüzüne baktı. Cevap vermedi soruya, onun yerine çantasından mavi sigara paketini çıkardı ve beyaz çakmağını. Sinirli bir tavırla bir sigara yaktı, bir nefes aldı.

“ Neden konuşmuyorsun? ”

Hızla bir nefes daha aldı sigaradan, pastanenin beyaz plastik küllüğüne koydu sonra sigarayı. Direk bakmadı suratına adamın bu kez, kah uzaklara kah masanın üstüne, ellerine bakarak ve gözlerini kesinlikle ondan kaçırarak konuşmaya başladı:

“ Ne konuşmamı bekliyorsun ki? ” Sesi gergindi, gözlerinde her an düşmeye hazır gözyaşları... “ Her şey ortada. Ben...” Yine durakladı. Derin bir nefes aldı. “ Ben birini seviyorum, olan bu. Sen de gördün onu, sevilmeyecek biri mi? Yo, hayır. Sevilmeyecek biri olduğunu söyleyemezsin. O çok hoş, çok neşeli... Hem sen neden böyle yapıyorsun, anlamıyorum. Kaç yıl oldu biz tanışalı? Üç? Beş? Neden bu tavır? Hem neden buradayız biz? “

Yeniden sustu. Bu arada gözlerini adama dikmişti. Hüzünlü bakışları vardı adamın. “ Tuhaf, ” dedi kendi kendine “ Hiç böyle görmemiştim onu. ” Sesi her zamanki gibi etkileyiciydi adamın. Tane tane, tok sesiyle konuşmaya başladı:

“ Senin için bir önemi yok muydu? Konuştuk, dertleştik... Hem ben senin beni sevdiğini sanıyordum. Sense koluna bir adamı takmış,,,” Sinirlenmiş, bağıra bağıra konuşmaya başlamıştı. Kızdan tepki gelmeyince biraz sustu, sonra sakin bir sesle devam etti: “ Konuşulduk bir şey yok, evet. Ama öyle sanıyordum. Hayır, sanmıyordum. Emindim bunun böyle olduğuna. Bakamıyorsun bile suratıma. Utanmak değil de ne bu? İhanetin getirdiği mahcupluk... Sen de farkındasın bunun. O gün de gözümün içine baktın bir şey yapmamam için. Şimdi bana her şeyi yeni duyuyormuş, yeni anlıyormuş gibi davranma.”

Konuşurken yine bağırmaya başladığından boğazı kurumuştu. Cam sürahiden musluk suyu olduğunu bildiği halde bir bardağa su boşalttı. İki yudum aldı. Kız hala sessiz. O günü düşünüyor, belli. O gün bir arabadan inmişti kız, kırmızı bir araba yeni alınmış belli. Hoş görünüyordu her zamanki gibi. O da ne? Bir de adam inmişti arabadan, arkadaş, akraba? Adam elini tutmuştu kızın, el ele, gülüşerek gelmişlerdi masaya. Adam uzun boylu, iri yarı,,, Kız küçük, küçücük onun yanında, çocuk. Şakağında aklar var adamın, gözleri çapkın mavi. Nefret etti ondan önce, kızı kandırdığını düşündü, elini tutmasından, konuşmasından, pek beyaz dişlerini göstere göstere gülümsemesinden... Kız da bi hoş bakınca adamdan ona yöneldi nefreti. Beyaz büyük bir zarfta pek süslü olduğunu tahmin ettiği davetiyeleri dağıtmaya başlayınca şaşkınlaştı. Yavaşça masadakilere zarfları dağıtışını izledi kızın, küçük beyaz elleriyle bir zarfı da ona uzattığını gördü. Elini uzatmadı, kız gözlerinin içine baktı bir müddet, masaya koydu zarfı yavaşça. Sonra kız ağlamaya başladı, yavaşça, biraz gözyaşı döktü, kara gözleri kocaman oldu. Herkes “ mutluluktan ” dedi. Adam gülümsedi, adam herkese yemek ısmarladı, adam kızın elini sıkı sıkı tuttu, adam kızı alıp kırmızı arabayla gitti...

Kız bir sigara daha yaktı, iki nefes aldı bu sefer. Yeniden beyaz küllüğe koydu sigarayı, diğeri kül olmuştu çoktan. Sol eliyle adamın sağ elini kavradı, adamın hüzünlü gözleri parladı o vakit ama kız çekti elini. Sigaradan bir nefes daha çekti.

“ Bir işaretin için ne kadar bekledim, biliyor musun? Hep konuşmalarında, bakışlarında bir şey aradım. Beni sevdiğine dair küçük bir işaret, beni istediğine dair... Telefonun başında durup beni aramanı bekledim, şimdi arayacak beni sevdiğini söyleyecek, diyordum kendi kendime... Umutsuz bir durum, değil mi? Sen hep imalı şeyler söyledin, bazen... Bazen öyle şeyler söyledin ki sanki beni kırdığının farkında değildin. O kadar umursamaz duruyordun ki...Kız arkadaşlarını anlattın bana, iyi olduğum zamanlar kıskandırmak için yaptığını düşündüm. Öyle ya beni seviyorsun ya... ”

Sesi titriyordu, boğazına bir şeyler düğümlenmiş, ha ağladı ha ağlayacak... Bir nefes daha aldı sigaradan, adama döndü.

“ Sen ne yaptın peki? Hiçbir şey... Hiçbir şey belli etmedin. Arkadaş toplantılarında soğuk davrandın, sanki benimle hiç konuşmuyormuşsun gibi hatta beni ilk kez orada görüyormuşsun gibi... Şimdi kalkmış “ seni seviyorum “ diyorsun. Yanımda bir adam gördün, davetiyeler... aklın başına şimdi mi geldi? ” İyice sinirlenmiş, bağırarak konuşmaya başlamıştı: “ Konuşulduk bir şey yok , diyorsun. Hayır,konuşulduk çok şey var. Bir sürü söz, bir sürü anı... Benim garanti olduğumu sandın, olay bu. Hep öyle duracağımı, bir köşede seni bekleyeceğimi, her aradığında hoş sohbetler edeceğimi, hep sana güler yüz göstereceğimi... Hem sana mahcup falan değilim ben. Utanmıyorum da. O gün konuşsaydın belki değişirdi bir şeyler... Sen yine susmayı tercih ettin, benim anlamamı... Neden herkesin ortasında “ Seni seviyorum” demedin. Yine bir köşeye çektin beni, hep olduğu gibi. Yine saklanıyorsun, yine her şeyin gizli. Ne bekliyorsun, anlamıyorum. Ne yapayım? Onu bırakıp sana mı koşayım, yıllar sonra iki laf ettin diye... Sen yine imalı laflar et, ben bekleyeyim; öyle mi? Ya da keyfince yaz, gez, konuş... O beni sevdiğini söylüyor herkese, beni koruyor, beni kırmıyor. “

Sustu kız, gözyaşlarıyla ıslanmıştı yüzü, kızarmış. Adam kafasını önüne eğmişti, hiçbir şey söylemedi. Kız çantasını aldı eline, ayağa kalktı. Sakin bir sesle “ Düğüne gel, olur mu? “ dedi ve arkasına bakmadan onlara şaşkın şaşkın bakan kırmızı ceketli garsonun yanından geçerek merdivenlerden indi...

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #633
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Aylar Sonra Bugün

Aylar sonra bugün yine tıpkı beni bıraktığın günkü gibi aynı şarkıyı koyup teybe bir sigara yaktım.Bu kez yağmur yağıyordu dışarıda ve ben yine camın kenarında aylar sonra bugün beni bırakıp gittiğin günkü acıyı duyumsadım içimde.Yağmur vardı dışarıda bu kez açık bıraktım pencereyi,bıraktım damlalar dilediğince ıslatsın beni ve kalemimden aylar sonra bugün yine senin için dökülen sözcükleri...Sigaramdan derin bir nefes çektim içime sen burada olsaydın kızardın bana 'içme şu zıkkımı' derdin.Dışarının soğuğu buğulandırırdı arabanın camlarını.Ben kucağına uzanırdım,sen saçlarımı okşardın.Bak aylar geçti bebeğim hani o hiç ayrılmayacağımız günler vardı ya işte onlar hiç gelmedi!Günlerce,gecelerce bekledim,ne yağmurlar ne baharlar eskitip bekledim ama gelmedi!Aylar sonra bugün yine senin için bu satırları yazarken güneş açıverdi kapkaranlık gökyüzüne.O bizim aşkımızın üzerine hiç doğmayan güneş aylar sonra bugün yağmurların ortasına doğuverdi işte.Birazdan gökkuşağı da çıkar belki o benim sensizliğimin karanlığını aylardır aydınlatamayan gökkuşağı bu yağmurlu kış gününün karanlığını aydınlatabilir belki.Neden beni bırakıp gitmiştin sanki?Oysa daha söyleyecek öyle çok şeyim vardı ki sana içimdeki sonsuz aşkıma dair...

Hiç görmedin senin için akan göz yaşlarımı,hiç bilmedin seni düşünürken nasıl dalıp gittiğimi!Hiç hissetmedin çöl ortasında vadiyi özler gibi seni özlediğimi.Unutmaya çalıştım unutmadım SEN,UNUTAMADIĞIMSIN...
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #634
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Altin Hİkaye
Bir zamanlar bitişik çiftliklerde yaşayan iki erkek kardeş varmış ve
bunlar bir gün anlaşmazlıga düşmüş. Bu, makinelerden emek gücüne ve mala
kadar her şeyi hiç aksatmadan paylaşan yan yana iki çiftligin 40 yıldan bu
yana ilk ciddi ayrılmalarıymış.
Böylece, o uzun yıllar süren işbirligi de parçalanmış. Önceleri küçük
bir yanlış anlama ile başlayan anlaşmazlık giderek büyük bir uçuruma
dönüşmüş ve en sonunda da yerini, karşılıklı sarf edilen nahoş sözcüklerin
ardından, haftalar süren sessizlige bırakmış. Bir sabah John'un kapısı
çalınmış.
Kapıyı açınca karşısında. elinde marangoz çantasıyla duran bir adam
görmüş.
"Ben birkaç günlük bir iş arıyorum " demiş adam.
Belki bana verecek ufak tefek bazı işleriniz vardır. Acaba size
yardımcı olabilir miyim?"
"Evet," demiş büyük kardeş. "Sana göre bir işim var. şu derenin
karşısındaki çiftlige bir bak. Oradaki benim komşum, daha dogrusu orada
oturan benim erkek kardeşim. Geçen hafta aramızda bir otlak vardı, ama o
buldozeriyle ırmak bendi yaptı ve şimdi aramızda bir dere var. Bunu bana
acı vermek için yapmış olabilir, ama şimdi ben ondan daha iyisini
yapacagım. Ahırın yanında yatan şu kütükleri görüyor musun? Senden bana bir
çit yapmanı - 2,5 metrelik bir çit yapmanı istiyorum - ki onun yerini bir
daha görmek zorunda kalmayayım. Ne yaparsan yap, şunu hallet."
Marangoz "Sanırım durumu anladım. Bana çivilerin ve çukur açıcının
yerini göster ki begenebilecegin bir iş çıkarayım." demiş.
Büyük kardeşin öteberi almak için kasabaya gitmesi gerekiyormuş; bu
yüzden marangozun malzemelerini hazırlamasına yardım ettikten sonra akşam
dönmek üzere ayrılmış. Marangoz bütün gün boyunca ölçerek, keserek,
çivileyerek sıkı bir şekilde çalışmış. Güneşin batmasına yakın çiftçi geri
döndügünde marangoz da işini ancak bitirebilmiş. Çiftçinin gözleri faltaşı
gibi açılıp agzı açık kalmış. Ortada çit falan yokmuş. Derenin bir
yakasından öbür yakasına uzanan bir köprü varmış! Korkulukları ve diger
ayrıntılarıyla tam bir usta işi köprü, ve köprüye dogru, kollarını iki
yanına açmış bir halde ilerleyen komşusu, yani, küçük kardeşi varmış.
"Onca yaptıgıma ve söyledigim sözlere karşın yine de bu köprüyü yaparak
nasıl iyi bir insan oldugunu gösterdin" demiş kardeşi. ıki kardeş köprünün
karşılıklı iki ucunda duruyorlarmış ve daha sonra köprünün ortasında
kucaklaşmışlar. Geri döndüklerinde alet çantasını sırtlamakta olan
marangozu görmüşler.
"Dur, bekle! Birkaç gün daha kal. Sana vermek istedigim bir sürü proje
daha var," demiş büyük kardeş.
"Kalmak isterdim," demiş marangoz, "ama daha yapmam gereken bir sürü
köprü var."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #635
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ikikalpAşk Kapıyı Çaldığında

Hep özlediğim, beklediğim aşkın böyle aniden kapımı çalıvereceğini, izin almadan yüreğimde bir köşeye yerleşeceğini hiç düşünmememiştim. Göz göze geldiğimiz anda. Başımdan aşağıya buzlu su dökülmüş gibi hissettim.

Bakışları içimi titretti, bilmediğim, tanımadığım bir dünyanın kapıları açılıverdi önümde... Kimde, neydi, hangi sınıfta öğrenciydi, daha önce onu görmemiştim. Bütün gün bu sorularla boğuştum. İlk şoku atlatıp kendime geldiğimde okulda onu aramaya başladım. Gerçeği öğrenmem hiç zor olmadı tabii ki! Suratıma tokat gibi çarpan gerçeği...
O okulumuzda yeni görev yapmaya başlamış bir öğretmendi çok genç olduğu için öğrencilerden ayırt etmek mümkün değildi. Böyle şeyler yalnız filmler de olur sanırdım. Oysa ben sırılsıklam aşık olmuştum. Gözleri başımı döndürecek kadar güzel olan yalnızca adını ve öğretmen olduğunu bildiğim biri, kısacık bir zamanda hayatımı değiştirivermişti.
Ona aşık olmam benim suçum muydu? İnsan hesap kitap yaparak aşık olmazdı ki? Tamam itiraf etmeliyim, ben pek normal biri değilim. Başkalarına göre farklı yanlarım çok., özellikle de aşk söz konusuysa hiçbir zaman sıradan biri olmadım ama bu kez tamamen kaderdi. Sonunda ona söylemeye karar verdim. Madem aşık olacak kadar cesaretliydim, söyleyecek kadar da cesaretli olmalıydım.
Söyledim. Şaşkınlığımı ifade edecek sözleri şu an ben bulamıyorum. Düşün bir kez, çat kapı bir öğrenci geliyor ve ‘’ ben sizi gördüğüm ilk andan beri seviyorum’’ diyor. Ne hissedersiniz bilemem ancak o bana karşı çok olgun, anlayışlı davrandı. Yaptığım çocukluklarla hayatını cehenneme çevirdiğim halde sevgiyle yaklaştı.. incitmemek için çok uğraş verdiğini şimdi anlıyorum oysa o zamanlar çok incitmiştim. Bir gün bana hak vereceksin demişti evet onu anlıyorum ve hak veriyorum. En doğrusunu yaptı. Zaman belki çılgın aşkımı bitirdi. Ama ona olan saygım ve sevgim sonsuza kadar sürecek
ikikalpYaban Gülü
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #636
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
İyiliğin Karşılığ

Kavurucu çölün ortasında üç genç yor-

gun argın ilerliyorlardı. Bu gençler, Peygam-
ber efendimizin torunları Hasan, Hüseyin ile
amcalarının oğlu Abdullah idi. Mekke'den Me-
dine'ye dönüyorlardı. Çöl ortasında yiyecek
ve içecekleri tükenmişti. Çok da acıkmış ve
susamışlardı. Yüce Allah'a sığınarak yollarına

devam ediyorlardı..




coc hik iyilik 2


Biraz ilerde, çölün bittiği yerde bir çadır
farkettiler. Dizlerindeki son dermanı da kullanarak çadıra zar-zor ulaşabildiler.
Çadırdan, fakir olduğu her halinden belli
olan bir kadın çıktı. Ona selâm vererek:
- İçecek bir şeyiniz var mı teyze? diye sordular. Kadın onlara sevgiyle baktı. Çadırın içinde serin bir yer göstererek

coc hik iyilik 3


- Buyrun oturun hele, dinlenin biraz, dedi.


Yaşlı kadının bu davetlni seve seve kabul
ettiler. Oturup dinlendiler. Hazret-i Hüseyin
Efendimiz tekrar sordu.
- İçecek bir şeyiniz yok mu teyze?
Kadın güleryüzle cevap verdi:
- Bir keçim var.
Onlar kadının ne demek istediğini anlamaya
çalışırlarken, kadın da dışarı çıkmıştı.


coc hik iyilik 4
Bir müddet sonra bir bakraç sütle dönüp onlara birer tas ikram etti. Böylece susuzluklarını giderince, bu defa ne kadar aç olduklarını hissettiler.


- Teyzeciğim, karnımız da çok aç. Acaba yiyecek birşeyiniz var mı? diye sordular.



coc hik iyilik 5
Kadıncağız yine güleryüzle;


-Bir keçim var, diyerek dışarı çıktı. Çok geçmeden keçi ile beraber çadırın önüne geldi ve içeri seslenerek;
- Bana yardım ederseniz keçiyi kesip pişirebiliriz, dedi.
Bu iyiliksever kadını kırmayıp, keçiyi kesip yüzerek hep beraber pişirip yediler.

coc hik iyilik 6
Sonra da;


- Teyzeciğim bizler Haşimoğullarındanız, Medine'ye yolunuz düşerse mutlaka bize uğrayın, diyerek ona hayır dualarda bulunup yola koyuldular.
Onlar gittikten az sona kadının kocası geldi. Keçiyi ortalıkta göremeyince hanımına sordu. Kadıncağız olanları bir bir anlattı.



coc hik iyilik 7
Adam karısına şaşkın şaşkın bakakaldı. Sonra


oturup bir müddet kara kara düşündü ve;
- Biliyorsun ki o keçiden başka birşeyimiz yoktu, dedi. Şimdi ne yapacağız?
Karısının hiç de üzgün bir hali yoktu. Beyini teselli ederek;
- Allah, darda kalan kullarını gözetir, dedi.



coc hik iyilik 8
Onlar gibi temiz, asil ve nur yüzlü insanları


ağırlamak herkese nasib olmaz.
Kadın, onların peygamber torunu olduğunu
bilmediği halde, sırf Allah misafiri diye tek
serveti olan keçisini ikram etmişti.



coc hik iyilik 9
Aradan uzun zaman geçmiş ve kadınla ko-


casının yolu birgün Medine'ye düşmüştü. Alış
veriş için şehrin pazarına doğru yürürlerken,
güleryüzlü bir genç çıktı önlerine.

coc hik iyilik 10
Bu, Hazret-i Hasan'dı.


Kadını tanıyıp selam verdi ve;
- Beni hatırladınız mı? diye sordu.
Yaşlı karı koca blr müddet şaşkın şaşkın
baktılar Hazret-i Hasan'ın yüzüne. Onlar
hatırlamayınca, Hasan efendimiz açıkladı:

coc hik iyilik 11
- Bir müddet önce üç kişi sizin çadırınıza gelmişti. Onlara süt ikrâm etmiş, bir de keçinizi kesmiştiniz. İşte ben onlardan biriyim.


Kadının yüzü sevinçle aydınlandı.
- Tabii ya! Sen o hayırlı misafirlerden birisin.

coc hik iyilik 12
Hazret-i Hasan onları evine götürüp, çok


tatlı şeyler söyleyerek ikram ve iltifatlarda
bulundu. Sonra da 1000 dirhem gümüş
ve yüz koyun borç alarak onlara hediye edip,
yanlarına da bir adam kattı ve kardeşi
Hüseyin'e yolladı.



coc hik iyilik 13
Hazret-i Hüseyin efendimiz de tıpkı ağabe-


yi gibi onları güleryüzle karşıladı. O da bin
dirhem gümüşle ikiyüz koyun borç alıp hediye
etti ve onları üçüncü kişi olan amcaoğlu
Abdullah'a gönderdi. Abdullah onları sevinçle karşılayıp evine davet etti ve;
- Hasan ve Hüseyin'e uğradınız mı?
diye sordu. Kadın;
- Evet, dedi. Onlar ne kadar cömert insanlarmış ki bize pek çok koyun ve gümüş hediye ettiler.

Hazret-i Abdullah derin bir nefes aldı ve dalgın gözlerle boşluğa bakarak;
- Keşke önce bana gelmiş olsaydınız, dedi.
Onlar Sevgili Peygamberimizin torunlarıdır.
Dünya malına önem vermedikleri için mutlaka
borç altına girmişlerdir.

coc hik iyilik 14
Kadınla kocası onların kim olduklarını öğrenince karşılaştıkları bu nimet için çok sevinip şükrettiler.



Abdullah da onlara 2000 dirhem gümüşle dörtyüz koyun hediye etti ve güleryüzle uğurladı. Böylece karı koca 4000 dirhem gümüş ve yediyüz koyunla, yani büyük bir servetle çadırlarına döndüler.

Peygamberimizin sevdiklerine yapılan küçük bir yardımın karşılığını daha dünyada iken böylesine bir servetle gördüler.

Kimbilir ahirette ne gibi mükafatlarla

karşılaşacaklardı..


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mayıs 2006       Mesaj #637
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Her zamanki gibi tekduze,siradan bir gunun ardindan,geceler dostum oldu kucaklayarak karsiladi beni bir tek yildiz bile goremeden.
Hep dunlerimi yarinlarimi dusunerek oyalandim durdum ya,bu gunun tadina varamadigim bir gun daha eksildi ömrümden.
Hic bir seyin sonunun gelmedigi gibi,
icimde buruklugun verdigi aci ve huznun de sonu gelmeyecek kimbilir.
Sevincide ,huznude icice hisettim.Vefa ile ihaneti birarada tattim.
Noktayi koymam gerekirken insanlara virguller dagittim.
Gulmeyi ,eglenmeyi beceremedim ama agladim hickiriklarla doya doya.
Bugün yapilan güzelliklerin,iyiliklerin bir anda kolayca silinip ,unutulacagi bir carkin icinde dolasmanin hicte kolay olmadigini ogrendim.
Bu acilar benimdir diyerek,sahip cikip kanayan yaralarimi
gizleyerek yasamayida ogrendim.
Evet dun bitmistir deriz,bugune bakalim diye hep,oysa hayat dunden izler birakiyor ruhumuza.Oyleyse dunde bizim,yarinda bizim bir parcamiz.
Ve yalnizliklar son nefesimizi teslim edinceye dek.Herkez benim gibi yalniz midir bu dunyada,yoksa yalnizlik ben miyim bilmiyorum.yalnizliklarda asklar gibi tariften mahrum ,kisiye gore degisir.Benim yalnizliklarimsa bambaska.
Vefasizlarla basedebilmek zormus ama ne kadar haksizliga ugradiysam o kadar güçlendigimi kesfettim,bilmezdim bu kadar denli güçlü ,bu kadar aciya katlanabilecegimi.Ama yinede bir gun yikilmaktan korkuyorum.
papatyalardan taclarim olmadi hiç,dilekler tutamadim yildiz kayarken,
cünki hep köpruler kurmaya calismakla gecti günlerim.Sevgi köprüleri,dostluk köprüleri,onlar yikti ben kurdum yenilerini yilmadan,usanmadan.
Umutlarim simdi bir yanda,sonbaharlarim diger yanda,ne ileri bir adim,ne geriye bir adim atamamanin ezikligi acitip duruyor yüregimi.Bazen yangin yerine ,bazen buzdagina dönüsuyor bedenimortasini bulamiyorum.
hayat inisli,cikisli uzun bir yol.O yolda
karsima ne cikacagini bilmeden yalnizligimla yuruyorum.Ama bu yolun basi nereden ben neresindeyim bilemiyorum.
Bayram sevinci içinde uyanarak,icimden sarkilar mirildandigim
sabahlar simdi cok uzak.
Sevipte deger verdigimse vuslata hem bana hem vuslata uzak.
Olsun nasilsa bir gün seven gönüller birbirini bulacak.
Kalpler de özlenen ,beklenen bayramlar bir gün bu dünyayi dolduracak.
Dayanacaksin yüregim baska çaren yok.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
12 Mayıs 2006       Mesaj #638
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Annesiz Bir Güne Uyanmak

Gece çökünce, uzun beyaz florasanlar ile aydınlatılan koridorlarda, üzerlerine ilaç kokuları sinmiş hasta yakınları, korku, umut ve endişeyle beraber, geceyi sırtlayıp sabaha taşırlardı.

Hastanenin ikinci katında bulunan yoğun-bakım odasındaki sessizlik, karanlığı bile kıskandırmaya yeterdi. Azrail`in sık sık uğradığı bu yerde, umut zincirlerine sarılmış yaşamlar; insanca bir çaba ile sürdürülürdü. Belki anneme bir faydası olur düşüncesiyle, görevlilerin izin verdiği kadar bu odanın önünde beklerdim. Beni terk etmesine izin vermediğim umudumla...

Salı gününü çarşamba gününe bağlayan gece de, yoğun-bakım odasındaki hareketlilik gözüme çarptı. Ses avına çıkmış kulaklarımla, tüm olup biteni anlayabilmek için yaklaştığımda, görevlilerin her zaman yaptıkları gibi yaşam savaşını kaybeden birini, sarıp sarmalayıp, zemin katta bulunan morg odasına götürmek üzere çabaladıklarını gördüm. Ölen kişinin annem olabileceği korkusu, yüreğime oturdu. Üzerine bastığım mermer zemin sanki ayaklarımın altından çekildi, dengem bozuldu ve vücudumun her yeri titremeye başladı. Kendimi biraz olsun toparladıktan sonra görevlilere ; ''bu kez kim?'' diye soracakken, birgün önce hastanenin kantininde çay içip, sohbet ettiğimiz hemşirenin dost elini sırtımda hissettim. —Yaşlı amca!'' dedi. —Bir haftalık yaşam mücadelesi sona erdi. Dayanılmaz acılar çekiyordu. Ölüm belki de kurtuluşu oldu.''

Hemşirenin söyledikleri beni rahatlatmıştı ama her gün birilerinin ölmesi, sıranın anneme de gelebileceği korkusunu üzerimden atmama yetmemişti. Yine de tüm olumsuz düşünceleri beynimin duvarlarından kazımak üzere, hemşireye teşekkür edip yanından ayrıldım.

Hastanenin karşısında bulunan cami minaresinden yükselen ezan sesi; insanları sabah namazına davet ederken, İstanbul sisli bir sonbahar sabahına uyanıyordu.

Sigara içmek için kantine geldiğimde, kardeşlerimin ve babamın ayrı ayrı masalarda oturduklarını, sildikçe yenileri gelen gözyaşlarını, nafile çabalarla birbirlerinden sakladıklarını gördüm. Beni fark ettiklerinde, sorgulayan gözleri suratımdaydı.

İnandırıcılıktan uzak sözcükleri bile bulmamın günbegün zorlaştığı, kimin, kimi kandırdığının bilinmediği, insanca oynanan bir oyunun kim bilir kaçıncı sahnesindeydim. Benimle beraber umut biriktiren bu insanların, morallerini yüksek tutma zorundalığım, beni yalan üreten bir makineye çevirmişti.

Daha fazla beklemeden aklıma gelen yalanları sıralamaya başladım. ''Yoğun bakım odasında bulunan yaşlı amcayı hatırladınız mı? Hani annemin solunda bulunan. İşte o amca iyileşmiş. Ölüm riskini atlatmış olacak ki, yukarı katta bir odaya aldılar. İnşallah annem de iyileşecek! Hep beraber evimize gideceğiz!''

Söylediklerimi onaylarcasına başlarını sallayıp, hep bir ağızdan ''inşallah!'' dediler. Beraber, yoğun-bakım odasının sorumlu doktorunun, hasta yakınlarını bilgilendirmek amacıyla, saat 10.30`da yapacağı görüşmeyi beklemeye koyulduk.

Saati görebileceğim bir masa bulup oturdum. Ismarladığım demli çayımı içerken, bir de sigara yaktım. Zaman genişliyordu, genişledikçe yüreğimden gelen kabul edilmez öfke ve direniş giderek artıyordu. Henüz hayatının baharında olan annem, lanet olası bir odada ölüm-kalım savaşı veriyordu. Şuurunu kaybetmiş, kalbi de bir cihaz yardımıyla çalışıyordu. Sığındığım Allah`a dua etmekten başka elimden hiçbir şey gelmiyordu. ''Ya annem ölürse'' düşüncesi, beynimi kemiren kocaman bir kurt oluyor ve her geçen dakika daha fazla kemirgenleşiyordu. Gözlerimde tıkalı olan yaşlar, bir yol bulup akmaya başladı. Ağladım çokça...

Saatler 10.30`u gösterdiğinde, yoğun-bakım odasının sorumlu doktoru, bir sonraki günün getireceklerine kendimizi hazırlamamız gerektiğini söylüyordu. Annemin beyninde oluşan ödem, yaşama şansını neredeyse sıfıra indirmişti.

Günlerdir hastanede uykusuz, sağa-sola koşturan bedenim, doktorun söyledikleri karşısında direncini iyice yitirdi. Göz kapaklarım kendiliğinden kapandı. Eve kiminle geldiğimi, üzerimdekileri çıkartıp, yatağa nasıl uzandığımı hatırlamıyorum. Derin bir uykudan sıçrayarak uyandığımda, kardeşimin -''Hastaneye gitmemiz gerek!'' feryadının yankısı, hastaneye gitmek üzere bindiğimiz taksinin içerisinde bile sürüyordu.

Hastaneye geldiğimde, annemin parmak uçlarından kayan yaşam yıldızı, veda için bekliyordu. Henüz ısısını kaybetmemiş yanağına bir öpücük kondurduktan sonra, hıçkıra hıçkıra ağlayarak, morg odasından dışarıya çıktım. Adımlarım beni, günlerdir annemi bize bağışlaması için dua ettiğim caminin avlusuna götürdü. Kulağıma fısıldanan, nereden ve kimden geldiğini bilmediğim ''Takdir İlahi'' sözcüğü, beni ne kadar teselli edebilirdi ki?

Aynı gün, ikindi namazına müteakip kılınan cenaze namazından sonra, annemi son yolculuğuna uğurladım.

Ertesi günü, İstanbul yine bir sonbahar sabahına uyanırken, annesiz geçireceğim ilk gün başlıyordu. Canımın yarısının olmadığı...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mayıs 2006       Mesaj #639
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
UNUTMAYA DAİR...


Her başlangıç bir sonu getirir beraberinde ve her son parçasıdır bir başlangıcın.
Ne varsa sonsuzluğa dair bir bir paralanır gözlerinin önünde ve yalanlar bir bir ayyuka çıktığında anlarsın şimdiye dek hiç görmediğin sonsuzluğun koca bir hayal olduğunu... Unutursun. hafızanın aslında en büyük düşmanın olduğunu görürsün;öyle kolay harcar ki değer verdiklerini ve o kadar kolay siler ki içine sinmiş vazgeçilmezlerini, utandırır insanı kendisinden, bir iğne deliğine girercesine KÜÇÜLÜRSÜN!


Küstahtır zaman, avuçlarının içerisinden akıp giderken alır ve götürür sana ait olanları habersizce, sonra dalga geçercesine önüne seriverir tüm çaldıklarını, uzatırsın elini yetişemezsin, \"sen\"likten çıkmıştır sana ait olanlar. Sen kendini sorumlu tutarsın tüm olan bitenden, zamanın günahını üzerine alırsın ve hafızanın yarattığı koskoca bir uçurumda yuvarlanır durursun. unutursun! Unutmak için yaşar, yaşamak için unutursun, şimdi zor gelir biliyorum, kürek kürek alınıp bir eleğe atılmış kum gibi SÜZÜLÜRSÜN!


Önce çırpınırsın denizden yeni çıkmış oltanın ucundaki bir balık misali.
Dudakların büzülür, iki kelimeyi bir araya getiremezsin, bu kadar mı kolaydır unutmak ve bu kadar kısa mı sürer vedalar? Ya korkunç bir rüya ya tozu fazla kaçmış bir şaka olsun istersin gerçek olduğunu bile bile... Tek o değildir unutan, sen de unutursun, şimdi zor gelir biliyorum, bir kasabın kancasına taktığı koyun gibi YÜZÜLÜRSÜN!


Unutursun gülüm unutursun! Önce bir oyun havası bile acı bir hüzzam şarkısı gibi gelir kulağına, her söylenen söz bir küfür, her teselli bir tokat olur suratına vurulan! Ay Ağustos bile olsa, dışarıda kara kış vardır, fırtına ve kapkara bulutlar... Şimdi zor gelir biliyorum, titrersin iliklerine kadar, karların üzerine düşmüş minik bir serçe gibi ÜŞÜRSÜN!


Gözlerin artık cep telefonunun ekranında odaklanmıyorsa, her çalan kapı ziline yüreğin hoplayarak koşmaktan vazgeçiyorsan, boş bir kağıdı karalayıp şiir yazma heveslerinden kopuyorsan sonun başlangıcındasındır ve ilk adımların olacaktır bunlar nankörlüğüne!!! Bilirim hiç bir teselli fayda etmez şu an sana, her söylenen söz sadece bir harf yığınıdır aslında.
Unutursun, şimdi zor gelir biliyorum.
Korkarsın kendi benliğinden, bir köşede iki büklüm olur BÜZÜLÜRSÜN!


Her başlangıç bir sonu getirir beraberinde ve her son parçasıdır bir başlangıcın.
Demiştim sana kolaydır unutmak, küçük bir esinti söker alır hayalini hafızandan. Vazgeçersin karşı koymaktan doğanın kuralına. Küstah olan zamanın aslında tesirini geç gösteren acı bir ilaç olduğunu anlarsın. Haydi şimdi sıra başka bir başlangıçta, bir kısır döngüdür bu, bir gölge oyunu, nasıl ki her başlangıç bir \"son\"a bağlıysa her son da bir başlangıcın önünde ki halkadır. Tesellilere ihtiyaç duymaz, cep telefonunu kapatır Ağustos\'un bir yaz ayı olduğunu anlarsın.
Alışırsın canım alışırsın, ne kadar kolay olduğunu unutmanın anlarsın; ve aslında bir hiç uğruna, boşuna boşuna akıttığın yaşlarınla yıkadığın yanaklarına acır, ÜZÜLÜRSÜN!
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
12 Mayıs 2006       Mesaj #640
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
BİR MAKAS VE BİR KUTU İLAÇ


Bir makas ve bir kutu ilaç. Tercih sözkonusu olduğunda hiç düşünmemiştim hangisini seçeceğimi ama işte o an bir kutu ilaca baktım baktıkça kendimi değil geride bıraktıklarımı düşündüm. Ne yaparlardı tek tek bütün tanıdıklarımı düşündüm.
Ölüm haberimi aldıklarında ne yapacaklardı. Görmek isterdim kimin ne kadar üzüldüğünü ama şuna emindim ki üzülmeyen bir tek insan olmazdı tanıdıklarımın içinde belki tanımadığım insanlar bile yada beni tanımayanlar üzülürdü duyunca hikayemi.
Bu suçsuz insanın nasıl olurda kendi canına kıyacağını. Sonra gidip uyuyan kızımın o güzel masum yüzüne baktım.
Beni ne kadar çok sevdiğini söylediği sevgi sözcüklerini duydum kulaklarımda. Bensiz düşünemiyordu hayatı belki herkes gidebilirdi ama ben yani annesi olacaktı hep yanında. Kimse yoktu ben bunları düşünür savaşırken hayatta kalmakla gitmek arasında. Biri gelsin birşey söylesin gitme desinde işim dahada kolaylaşır diye düşündüm. Sonra tekrar kendi evim diyebileceğim ama evim olmayan evin mutfağına attım kendimi. Kardeşim arkadaşı ile gülüyor şakalaşıyordu sanki nereden çıktı bu ablamlar dercesine baktığını hatırladım bu akşamki yemekte gözlerimin içine. Bakmıştı ama tamam gidiyorum hayatından sen rahatını bozma diyemiyordum. Sırtımı dönüp o bakışı unutmak istercesine kızımı alıp kaçmıştım hemen odaya. Bir taraftan bulaşıkları yıkarsam belki fazla yorulmaz ve bize katlanabilir diye düşündüm. Ve kızımı uyutmaya karar verdim kendimle başbaşa kalabilmek için.

Çok üşüyordu minik yavrum yere serili yatakta yatarken başına pencereden gelen rüzgarı elimle ölçtüm birşeyler daha giydirip yeni aldığım hikaye kitabını okudum. Okuduğumu duymuyordum o anda kafamda bin tane düşünce savaşıyor ve kaybediyordu saniye farkla. Sonunda uyumuştu gözlerini kapattığı an başladı yaşlar süzülmeye yanaklarımdan. Kalkıp oturdum çünkü bende hastaydım ve nefes alamıyordum. Nefes alabilmek çok güzeldi ama değerini bilemiyordum. Bir süre ağladım düşüncelerime meze olsun diye.Bir hafta öncesine kadar bir odası kurulu düzeni ve çok sevdiiği arkadaşlarının olduğu bir okula gidiyordu kızım. Bir gün içerisinde değişmişti hem onun hem bizim hayatımız ama biz bile anlayamazken yaşadıklarımızı ona anlatamıyorduk. Artık kirasını bile ödeyemediğimiz evimizden eşyalarımızı alıp götürerek taşıdılar bizi kardeşimin evine. Gelmeyi düşünüp gelmemek çok daha rahatlatıcıydı oysa. Gidelim diyordum gidelim buralardan ama bir evimin olması sadece bana ait olması her zaman daha çekiciydi gözümde. Gitmemek için direndik birsüre sonra onlar geldi. Küçüklüğümün kötü adamları icra polis avukat üçlüsü.Alıp götürdüler ele dokunur ne varsa evimizden. Sanki kararın doğru taşınmalısın der gibiydiler, ne yaptıysak durduramadık bu talanı.
Eve geldiğimde eşim her yeri toplamış süslemişti. Kızımın evi görmesini istemedim, eşyaların yoklukları değil onun vereceği tepki korkutuyordu beni. Neyseki Kızım yoktu evde gittiğimde. Oh şükür dedim içimden görmemiş bize dokunan şeyler kimbilir onda ne yaralar açardı belkide onunda çocukluğundan hatırladığı bu kötü adamlarmı olurdu.

Eşim evi toplamış almayı unuttukları bir müzik çalarda hafiften bir müzik çalıyordu. Çoktandır sermediğim örtüleride sermişti sehpanın üzerine koltuklarımız ve sehpamız vardı hala onu güzelleştirmek istercesine. Aslında görmedi diye sevinmiştim ama kızımın evin o manzarasını gördüğünü ama sandığım kadar büyük bir tepki vermediğini öğrendim. Eve getirdim televizyon seyrettiği bakıcısını evinden. Eve girer girmez o akşam televizyonda oynayacak olan dizileri saymaya başladı sadece hızlı hızlı sevdiği programları sayıyor ve ağlıyordu. Onu yatıştırmak bir gün daha sabretmesini söylemeye çalışmak faydasızdı ama hala bizim ağlamadığımızı ve yalanda olsa gülücükler saçtığımızı görünce sustu. Ertesi günü televizyonumuzun geleceğini söylemiştik ona geleceğine inanmasakta. Gidecek bir yerimiz vardı oda ne zamandır gelmemizi isteyen kardeşimin eviydi. Sanki sevgi doluydu gelin abla beraber yaşayalım dediğinde ağzından çıkan kelimeler. Ama aslında kabus yeni başlıyordu. Aslında hayata sen öyle bakarsan kabus olurdu biliyorum ama artık yaşadıklarımın çok ağır gelmesi beni delirtecek güce ulaşması güzel görmemi engelliyordu hayatı. Ertesi günü bekledik ve eşyalarımızı hemen geri alamayacağımızı söylemeleri ile o akşam bir haftalık kıyafetlerimizide alarak uzaklaştık o evden sanki gecenin karanlığı herşeyi kapatıyor soğuğu ise içimize işliyordu. Otobüs beklerken yeni bir hayata başladığımı düşünüyor kızımın anlamsızca bakan gözlerine bakmamaya çalışıyordum.Zaten ağlayarak çıkmıştı o evden artık bir daha o eve gelmeyeceğini okulunu arkadaşlarını göremeyeceğini biliyordu sanki.

Çok yakında aylardır hazırlandığı 23 Nisan gösterileri yapılacaktı okulunda ve bu gösteri onun için çok önemliydi. Gösteriye katılacağını söyledik buna bizde inanmadan ve çok uzun bir bekleyişten sonra bizi kardeşimin evine götürecek otobüse bindik. Hiç konuşmak istemiyordum durakalmıştım. Oysaki en çok ben istemiştim kardeşimin evine gitmeyi neden mutlu değildim. Eve gittiğimizde kardeşim yeğenim ve bir arkadaşı yemek yiyorlardı. O zaman bu evdemi yaşayacaktım artık dedim içimden kendi evim gibi olmayacaktı hiçbir zaman ama kendi evimiz gibi hissetmek gerekiyordu huzurlu olmamız için.

Aradan bir hafta geçmişti kabus gibi bir hafta yeğenim ve kızım sürekli tartışıyor ve kardeşim ve eşim bu konuda hep kızımın üzerine geliyorlardı. Onu korumak bana aitti. Onu korumak kendimi yaşadıklarımı üzüntülerimi unutup sadece onu korumak. Bu annelik iç güdüsümüydü bilmiyorum ama o çok sevdiğim yeğenimi bir düşman gibi görüyordum kızımı üzdüğü için. O hafta sonu tekrar apar topar çıktığımız evimize gittik hala almamız gerekli şeyler vardı üstelik bir hafta sonra kalan eşyalarımızı bir depoya taşımak zorundaydık ve toparlanacak çok şey vardı. Hızla evi toplayıp sarmaladık ve yine kabus dolu bir hafta geçirmek üzere döndük kardeşimin evine.Kızımı çok seviyordu ne de olsa teyzesiydi ama oda annelik iç güdüsünden hep oğlunu haklı görüyor zaten babasız büyümesinden dolayı acıdığı yeğenimi o da kendince koruyordu.

O hafta Salı günü tatildi ve kızımın yirmiüç nisan gösterilerine katılmak gibi bir hayali vardı hala. Onu gösteriye götürmeye üşendiğimizden değilde gösteride giyeceği kıyafetleri alamadığımızdan götüremiyorduk. Ona havaların yağmurlu olduğunu ve gösterinin iptal edildiğini söyledik hiç tepki göstermedi yine korktuğum gibi olmamıştı ama benim kızım niye tepksizdi kendisi için çok önemli, şeyleri kaybettiğinde bile neden bu kadar tepkisizdi.Oda alışmışmıydı bu yokluğa bu anlamsızlığa bilmiyorum. Pazartesi günü yine çaresizliklik artık son safhasına varmış ve beni hiç istememem birinden borç istemeye kadar zorlamıştı. Herkez herşey beni o kadar incitiyor o kadar üzüyorduki bunun da üzmesi incitmesi hatta çok sevdiğim birini kaybedebileceğim düşüncesi bile beni engelleyemedi.
Ona bir faks çektim sadece yalvardım öl dese ölecektim geldese de gidecek o kadar bıkmıştım o kadar çaresizdim.Faksı çekerken avucumun içine gömmüştüm tırnaklarımı ruh gibiydim ayakta zor duruyor bir yere yaslanmak istiyordum. Çabucak kaçtım faksı çektikten sonra masamın bulunduğu odadan. Çünkü telefon çalsın beni arasın istemiyordum çünkü onunla konuşacak kadar cesaretli değildim. Kimseye yalvarmamıştım üstelik yalvardığım bu kişi başkası olsaydı belki bu kadar etkilenmezdim. Ağzımda iki kelime çıkıyordu sadece onu kaybettim kelimeleriydi. Sigaramı içerken sürekli bunu tekrarlıyor ve ağlıyordum.O anda yaşadığım o büyük acıyı ve sebebini kimseye anlatsamda anlayamaz. Ömrümden ömür silinmişti sanki ölmeyi tercih ederdim o kadar. Sonra toparlandığımı sanarak yerime gittim kardeşim onu aramış ve gelen haber olumsuzmuş.Yani bana borç falan veremezmiş çünkü onunda durumu da iyi değilmiş. Boşuna kendimi küçük düşürmüş yalvarmıştım. Peki şimdi ne yapacaktım. Onu arayamazdım artık konuşamazdım çare değil ölmek istiyordum.Kimseyle konuşmadım iş dışında ve akşam olunca yine bir ruhtan farksız olan bedenimi eve taşıdım. Bu yabancılığı bu umursamazlığı hiç bu kadar hissetmemiştim kardeşim yaşadıklarımı anlattığımda sanki hiç önemsemeden beni dinliyordu bana yabancı gibi bakıyordu çünkü onun hayatı ve heyecanları olduğu gibi kalmış kaldığı yerden devam ediyordu.

Kendimi oraya ait hissetmek için elimden geleni yapmıştım ama başaramadım o gece yanlış bir geceydi. Eşim yoktu çalışıyordu. Bir an önce ölmek tek düşündüğüm buydu saaatler geçtikçe buna daha çok yaklaşıyordum kızımı uyuttum evde sezsizlik hakimdi, kardeşim benim uyuduğumu sanıp arkadaşı ile bilgisayarda chat yapıyordu. Sanki son bakışını unuttuğumu düşünüyor oh be kendi evim kendi odam ve hayatımda bunların ne işi var der gibi salonun kapısını sıkı sıkıya kapattı. Bizi duymak görmek bile istemiyor böyle bir günde tüm olup biteni ona anlatmışken beni nasıl olurda yanlız bırakır diye düşünüyordum, kendimde değildim ve kızımı uyuttuktan sonra mutfağa gittim. Hem ağlıyor hem sigara içiyor hemde saçlarımla uynuyordum. Sanki o saçlar bana ağırlık veriyordu sanki onları kessem başımdaki bu ağırlık kaybolup gidecekti. Şimdi ilaçları içmenin tam zamanı diye düşündüm sigaramı bitirdim ve tekrar kızıma bakmaya gittim dönüşte de yatak odasında makası alıp tekrar mutfağa geldim, makasla ilaç kutusu yanyanaydı. Ölmek kafamdaki tek şeydi herşeyin sonunu ölümümden sonrasını düşündüm. Kızımı eşimi dostlarımı kendimi. Haketmediğim bir hayatı yaşıyordum hakketmediğim acılar çekip inciniyordum. Artık beni hayata ne bağlayacaktı ki. Saçlarımı avuçladım ve kestim umurumda değildi nasıl kestiğim çünkü ölecektim zaten. Kestikten sonra tekrar elimi saçlarıma götürdüm ve rahatladığımı hissettim. Sanki herşeye rağmen yaşamam gerekliydi. Kizım için yaşamam gerekliydi. İçimdeki his bana bunu söyledi. Hala umut vardı ve umutların sebeplerin en büyüğü kızımdı. Saçlarımı toplayıp çöp tormasına attım saklamadım çünkü birileri ben ölmeden onları görsün beni kurtarsın istiyordum keserkende birleri gelsin ne yapıyorsun desin diye bekledim. Kimse gelmedi makası aldığım yere bıraktım ve kızımın yanına başımda korkunç bir ağrı ile uzandım artık ağlamak istemiyordum çok yorgundum. Uyumak ve bir dahada uyanmamak hayalmiydi bilmiyorum ama bu halde uykuya daldım. Sabah kalktığımda olanları unutmuştum. O gün yirmiüç nisandı işe gitmeyecektim kızımla beraberdim.

Hala yaşıyordum ama saçlarım yoktu. Artık kimseye güzel görünmesemde olurdu. Nasıl yaşadığımı bilmeden yaşamaya devam edecektim. Sadece nefes alacak kadar kızımı sevecek kadardı yaşama sevincim. Bu kadar.


Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar