Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 65

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.514 Cevap: 1.997
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
12 Mayıs 2006       Mesaj #641
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın


Sponsorlu Bağlantılar

ASIK OLMADAN BIR DÜSÜN DIYOR
CAN DÜNDAR

Evinin
seni içine sigdiramayacak kadar dar
oldugunu fark
edeceksin...
Sokaga firlayacaksin...
Sokaklar da dar gelecek...
Tipki vücudunun yüregine dar geldigi gibi...
Ne denizin mavisi açacak içini, ne piril
piril
gökyüzü...
Kendini tasiyamayacak kadar çok büyüyecek,
bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksin...
Birileri sana bir seyler anlatacak durmadan...
"Yasamak
güzel."
"Bos ver, her sey unutulur."
Sen hiçbirini duymayacaksin...
Göz yaslarindan etrafi göremez hale
geleceksin...
Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek,
az sonra
kollarinda ölmek isteyecek kadar çok seveceksin...
Hep ondan bahsetmek isteyeceksin...
"Ölüme çare bulundu" ya da "Yarin
kiyamet
kopacakmis" deseler
basini kaldirip Ne dedin?" diye sormayacaksin...
Yalniz kalmak isteyeceksin...

Hem de kalabaliklarin arasinda kaybolmak...
Ikisi de yetmeyecek...
Geçmiºi düºüneceksin...
Neredeyse dakika dakika...
Ama kötüleri atlayarak...
Onunla geçtigin yerlerden geçmek
isteyeceksin...
Gittigin yerlere gitmek...
Bu sana hiç iyi gelmeyecek...
Ama bile bile yapacaksin...
Biri sana içindeki aciyi söküp atabilecegini
söylese,
kaçacaksin... Aslinda kurtulmak
istedigin halde, o aciyi
yasamak
için direneceksin... Hayatinin geri kalanini onu
düsünerek
geçirmek
isteyeceksin.... Aksini iddia edenlerden nefret
edeceksin...
Herkesi ona benzetip...
Kimseyi onun yerine koyamayacaksin...
Hiçbir sey oyalamayacak seni...
Ilaçlara siginacaksin...
Birkaç saat kafani bulandiran ama asla onu
unutturmayan.
Sadece bir müddet buzlu camin arkasindan
seyrettiren...
Bütün sarkilar sizin
için yazilmis gibi gelecek...
Bogazin
dügümlenecek, dinleyemeyeceksin...
Uyumak zor, uyanmak kolay olacak...
Sabahi iple çekeceksin...
Bazen de "Hiç günes dogmasa" diyeceksin...
Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler...
Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin...
Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne
çikana
sarilmak isteyeceksin Nafile...
Düsüncesi bile tahammül edilmez gelecek...

Rüyalar göreceksin, gerçek olmasini istedigin...
Her siçrayarak uyandiginda onun adini
söyledigini fark
edeceksin... Telefonun çalmasini
bekleyeceksin...
Aramayacagini bile bile...
Her çaldiginda yüregin agzina gelecek...
Aglamakli konusacaksin arayanlarla...
Yüregin burkulacak...
Canin yanacak...
Bir daha sevmemeye yemin edeceksin...
Hayata dair hiçbir sey yapmak gelmeyecek
içinden...

Onun sesini bir kez daha duymak için yanip
tutusacaksin...
Defalarca aradigi günlerin kiymetini bilmedigin
için
nefret
edeceksin... Yasadigin sehri terk etmek
isteyeceksin...
Onunla hiçbir aninin olmadigi bir yerlere
gidip
yerlesmek... Ama bir umut...
Onunla bir gün bir yerde karsilasma umudu...
Bu umut seni gitmekten alikoyacak...
Gel gitler içinde yasayacaksin...
Buna yasamak denirse...
Razi misin bütün
bunlara...?
Hazir misin sonunda ölüp ölüp dirilmeye...?
O halde asik olabilirsin

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mayıs 2006       Mesaj #642
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
:::Geceye Sitem :::

Sponsorlu Bağlantılar
"Yine isyan ediyorum sana karsi, seni hatirlatan her seye karsi...
Verdigin tüm acilara inat haykirmak istiyorum adini, haykirmak istiyorum
"Seni artik sevmiyorum!"

Unutulmaz bir sevdanin ardindan kalan tek hatiran , ardinda yitik
biraktigin bu gözyaslari simdi. Yazik ki unutuluyorsun. Bir zamanlar en
degerli varligimken , simdi unutulmaya mecbur, unutulmaya mahkumsun!
Dün gece yine benimleydin. O en sevimli, o en unutamadigim halinle...

Ne zaman yanina gelsem, kaçiyordun benden , sanki suçluymusçasina .
Ardinda bir ben kaliyordum, birde yalniz bir sehir. Sokaklarda ariyordum
seni, kimsesiz, yalniz, karanlik sokaklarda. Bazi bazi karsima sarhoslar
çikiyordu. Korkmuyordum onlardan, ilgilenmiyordum. Ben seni ariyordum,
seni istiyordum tüm benligimle...
Ne kadar zaman geçmis bilmiyorum. Soguk , üsüyorum, ariyorum,
ariyorum... Geçmiste eksik kalan bir sey var aradigim. Bilmedigim bir
yerdeyim. Kimseler yok. Etraf çok karanlik, hani korktugun türden.
Sessizve issiz, bir tek köpeklerin sesleri var uzaktan gelen. Bir seyler
dolaniyor etrafimda, gölgen gibi ama göremiyorum. Hissediyorum. Kokun
sinmis her yere, o güzelim parfüm kokularin. Biliyorum sen yani
basimdasin ama sana ulasmak imkansiz.

Avucumun içindesin, dokunamiyorum, sicaksin. Ellerim yaniyor, yüregim
yaniyor, dokunamiyorum. Biliyorum ki! sen benimsin, avucumun içindesin,
kim ne derse desin, benimlesin. Çok soguk donuyorum, avucum sicak,
sicacik. Sen varsin ellerim arasinda ama seni tutamiyorum. Kayiyorsun
usulca parmaklarimin arasindan, cansiz , ruhsuz. Bakiyorum sana öylece,
anlamsiz, öylece duygusuz. Gülüyorlar seni sevmeyenler, beni
sevmeyenler. Agliyorum, agliyorum...

Ve bir an olsun geçmiyor saatler. Günler yok, aylar yok, zaman yok!
Heryer yagmur, her yer islak. Insanlar aciyor bana. Çocuklar alay
ediyor. Tekmeleyenler, lanet edenler... Bitkinim, halim yok yürümeye. Ne
zamandir bu haldeyim bildigim yok. Pismanim seni kaybettim. Ne olur
affet beni. Geri dön, dön ne olur. Dön, dön, dön!...

Belki seni tekrar yasatirim, belki de bende yanina gelirim. Artik çaresi
yok sensizligin. Pismanlik, gurur anlamini yitirdi çoktan. Bir sen
varsin, bir de askin! Dün gece yine seninleydim, yine benimleydin. "Seni
seviyorum". Bir rüyaydi , seni kaybettigim, bir hayaldi gerçeklesmesini
istemedigim. Sükürler olsun ki uyandim, sükürler olsun ki yanimdasin!"


Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
12 Mayıs 2006       Mesaj #643
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Yaşlı Kadın İle Meşe Ağacı

Kuraklık o yıl, New Jersey’in yemyeşil çayırlarını kahverengine çevirmiş ve tüm New Jerseylilerin gurur kaynağı yüzyıllık dev ağaçların yapraklarının zamanından önce dökülmesine neden olmuştu. Kuraklığın kırküçüncü gününde, küçük bir kentin yoksullar mahallesinden geçen Tom Greenfield adlı genç bir tarım uzmanı, tozlu yolda bir kova suyu sürüklercesine taşıyan yaşlı bir kadına rastladı.Otomobilinin camını indirdi ve yaşlı kadına seslendi:“Sizi gideceğiniz yere kadar götürebilir miyim, bayan?”Yaşlı kadın teşekkür etti ve bir kilometre kadar geride kalan evini işaret etti:“Zaten şu kadar kısa bir yoldan geliyorum” dedi ve yüz metre ötedeki dev bir meşe ağacını göstererek “Zahmet etmenize gerek yok...” dedi. “Iki üç adımlık yolum kaldı.”Greenfield, kadının bir kova suyu ne yapacağını merak etti. Onu arkasından izledi. Yaşlı kadının, zorlukla taşıdığı kovayı bahçenin uzak bir köşesindeki büyük meşe ağacına kadar sürükleyip, sonra da kovadaki suyla meşe ağacını suladığını görünce, hem hayran kaldı, hem de şaşırdı. Yanına yaklaştı ve sordu: “Bu ağacı sulamak için mi o bir kova suyu bir kilometre öteden taşıdınız? Güçlükle kaldırdığınıza göre kova galiba çok ağırdı.” Yaşlı kadın, genç adama gülümseyerek baktı.“Tam 81 yaşımdayım. Bu ağaç ise, yaşamdaki tek dostum. Küçük bir kızken arkadaş olmuştum onunla. Şimdi hiçbiri yaşamayan tüm arkadaşlarımla bu ağacın çevresinde, bilseniz ne oyunlar oynadık, onun gölgesinde nasıl dinlendik... Bu ağaç kurursa ne yaparım, ben?”Genç tarım uzmanı, yüzyıllık dev meşe ağacına uzun uzun ve dikkatlice baktı. Deneyimli gözü, ağacın giderek kurumakta olduğunu görmekte gecikmedi.Yaşlı kadın, meşe ağacıyla arkadaşlığını anlatmayı sürdürdü:“Annem beni dövdüğü ya da azarladığı zaman bu ağaca tırmanırdım, onun kollarına sığınırdım” dedi. “Nişanlım, parmağıma nişanı ağacın altında taktı. Benim için böylesi anılarla dolu olan bu ağaç için, bir kilometre öteden bir kova su taşımamı gerçekten çok mu görüyorsunuz?” Yaşlı kadın ertesi gün elinde su kovasıyla yine meşe ağacına giderken, ağacın çevresinde beş altı işçinin çalışmakta olduğunu gördü. Kovayı yere bıraktı ve işçilere doğru koşarak “Bırakın ağacımı” diye bağırdı. “Dokunmayın benim ağacıma...” Işçilerin başındaki adam kasketini çıkardı ve yaşlı kadınısaygıyla selamladı: “Ağacınıza kötü bir şey yapmak için değil, onu kurtarmak için geldik, hanımefendi” dedi. “Ağacınızın köklerinin çevresinde kanallar açtık ve onları tankerimizin deposundaki suyla doldurarak, ağacınızı bol bol suladık.”Yaşlı kadı tankerinin üzerinde yazılı olan “Greenfield Fidanlığı” adına takıldı.“Fakat ben sizi çağırmadım ki?” dedi. “Kim gönderdi sizi buraya?”Adam, saygılı tavrıyla yanıt verdi:“Bizi buraya gönderen kişi, adını söylemedi, efendim” dedi.
Yaşlı kadın, yeterli suya kavuşan arkadaşı meşe ağacının altında durdu ve işçilerin tek tek ellerini sıktıktan sonra bindikleri kamyonun arkasından yaşlı gözlerle baktı.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mayıs 2006       Mesaj #644
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
AÞK MI?
Benim duygularým yok...
Ya da ben yokum parçalanmýþ,yüreðim, hislerim kurumuþ;kurutmuþlar...
Ne istiyorlar benden, yüreðimden, insanlar neden acýmasýz ve zalimler bu kadar neden anlamýyorum.
Koskocaman dünyada bir küçük zerreyim ben, bir küçük zerre...
Yaþanmýþ en küçük bir his bile benim için çok önemlidir. yeter ki yaþanmýþ olsun!
Yeter ki sevgi dolu kýpýrtýlar olsun yüreðim de budur önemli olan benim için budur duygularýmý harekete geçiren yaþanmýþlýk... Her insanýn kalbinde bir his bir hezeyanlar vardýr.
Hepsi gerçektir bunlar gerçek...
Ve siz insanlar...
Sakýn aþk dýþýnda bir gerçek aramayýn.
Aþkýn dýþýnda bir gerçek daha yoktur.
Çünkü aþk Tanrý'nýn yarattýðý en güzel þeydir.
Aþký aramayýn, aþký beklemeyin, aþký var edin ve yaþayýn onu.
Ýþte o zaman sonsuzluða varmýþ olursunuz...
Gerçek anlamda var olmuþ olursunuz.
Ben aþýðým yüreðimde, ben seviyorum gönlümde, ben ömrümü tükettim onun izinde evet ben...
Birgün kimsenin bana gereksinimi kalmadýðý bir anda ellerimi gönüllerinizden çekip gideceðim.
Tek bir veda sözcüðü bile söylemeksizin...
Giderken kendimi de alacaðým, benden bir iz kalmayacak içinizde.
Ama ben giderken sizleri de alýp götüreceðim gönlümde...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
12 Mayıs 2006       Mesaj #645
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Romantik Sevgili

Günlerce, gecelerce hep onu düşünmüştüm. O ise beni sadece bir iş arkadaşı olarak görüyordu. Hatta bir seferinde, kız arkadaşıyla kavga etmiş ve bana cep telefonunu uzatarak, onu aramamı ve ikna etmemi rica etti. Göz yaşlarımı içime akıtarak, kıza telefon açıp barğıması için ikna etmeye çalıştım. Sanki tanrı dualarımı duymuştu. Kız hiçbir şekilde barışmaya yanaşmıyordu. Ben üstüme düşeni fazlasıyla yapmıştım.
Aradan birkaç hafta geçmişti. Haldun olanları unutup, eski neşesine kavuşmuştu. Bir akşam saat 22:00 sularında cep telefonuma bir mesaj geldi. Mesajın sahibi Haldun’du. Mesaj şöyleydi.
-Yarın bana son kez yardım etmeni istiyorum. Hayatımın aşkını buldum. Ne olur benimle evlenmesi için onu ikna et.
Bu mesaj beni beynimden vurmuştu. Gün ışıyana kadar yanağımdan süzülen yaşlar yastığımda acı ve unutulması mümkün olmayan bir iz bırakmıştı.
İşe giderken ayaklarım beni geri geri götürüyor, yol bitmesin diye sürekli dua ediyordum. Hayatımda ilk ve son kez aşık olmuştum ve bu aşkı ben kendi ellerimle yok edecektim. Mesaime yarım saat geç gittim. İçeri girer girmez Haldun, bu günün hayatındaki en mutlu gün olduğunu ispatlar gibi neşeli ve bir çocuk gibi heyecanlı yanıma geldi. Ben ise yenilgiyi çoktan kabullenmiştim. Ama sevdiğimin mutluluğu beni teselli ediyordu. Haldun, iyi günler dedikten sonra hemen konuya girdi.
-Yeşim, senin hakkını nasıl ödeyeceğim bilmiyorum. Ama inan çok yüce bir olaya vesile oluyorsun.
Elindeki telefon numarasını bana uzattı. Bu numarayı arayıp, karşı tarafa;
-Haldun seni hayatını paylaşacak kadar çok seviyor. Lütfen onu kırma ve evlilik teklifini kabul et. İnan seni şimdiye kadar kimseyi sevmediği kadar çok seviyor.
Dememi istedi. Masama;
-Bu emeğinin karşılığı değil ama,
diyerek küçük bir hediye paketi bıraktı. Elimdeki telefon numarasını çevirmeye başladığımda parmaklarımdaki titremeyi görecek diye çok endişelendim. Telefon çalmaya başlamıştı. Birden masamdaki kutudan love story müziğini duydum. Telefon halen kulağımdaydı. Bir yandan da kutuyu açmaya çalışıyordum. Kutuyu açtığımda bir cep telefonu gördüm. Telefonu aldım ve açtım. Haldun bir hamle ile masamdaki iş telefonunu kulağımdan aldı. Ben ise gayri ihtiyari cep telefonunu kulağıma götürmüştüm. Haldun şimdiye kadar duymayı her şeyden çok istediğim, bir kerecik duyduğumda ölmeyi bile kabul edeceğim o cümleleri söylemeye başladı. Ben ise göz yaşlarımı tutamadım ve boynuna sarıldım.


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Mayıs 2006       Mesaj #646
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
:::Geceye Sitem :::


"Yine isyan ediyorum sana karsi, seni hatirlatan her seye karsi...
Verdigin tüm acilara inat haykirmak istiyorum adini, haykirmak istiyorum
"Seni artik sevmiyorum!"

Unutulmaz bir sevdanin ardindan kalan tek hatiran , ardinda yitik
biraktigin bu gözyaslari simdi. Yazik ki unutuluyorsun. Bir zamanlar en
degerli varligimken , simdi unutulmaya mecbur, unutulmaya mahkumsun!
Dün gece yine benimleydin. O en sevimli, o en unutamadigim halinle...

Ne zaman yanina gelsem, kaçiyordun benden , sanki suçluymusçasina .
Ardinda bir ben kaliyordum, birde yalniz bir sehir. Sokaklarda ariyordum
seni, kimsesiz, yalniz, karanlik sokaklarda. Bazi bazi karsima sarhoslar
çikiyordu. Korkmuyordum onlardan, ilgilenmiyordum. Ben seni ariyordum,
seni istiyordum tüm benligimle...
Ne kadar zaman geçmis bilmiyorum. Soguk , üsüyorum, ariyorum,
ariyorum... Geçmiste eksik kalan bir sey var aradigim. Bilmedigim bir
yerdeyim. Kimseler yok. Etraf çok karanlik, hani korktugun türden.
Sessizve issiz, bir tek köpeklerin sesleri var uzaktan gelen. Bir seyler
dolaniyor etrafimda, gölgen gibi ama göremiyorum. Hissediyorum. Kokun
sinmis her yere, o güzelim parfüm kokularin. Biliyorum sen yani
basimdasin ama sana ulasmak imkansiz.

Avucumun içindesin, dokunamiyorum, sicaksin. Ellerim yaniyor, yüregim
yaniyor, dokunamiyorum. Biliyorum ki! sen benimsin, avucumun içindesin,
kim ne derse desin, benimlesin. Çok soguk donuyorum, avucum sicak,
sicacik. Sen varsin ellerim arasinda ama seni tutamiyorum. Kayiyorsun
usulca parmaklarimin arasindan, cansiz , ruhsuz. Bakiyorum sana öylece,
anlamsiz, öylece duygusuz. Gülüyorlar seni sevmeyenler, beni
sevmeyenler. Agliyorum, agliyorum...

Ve bir an olsun geçmiyor saatler. Günler yok, aylar yok, zaman yok!
Heryer yagmur, her yer islak. Insanlar aciyor bana. Çocuklar alay
ediyor. Tekmeleyenler, lanet edenler... Bitkinim, halim yok yürümeye. Ne
zamandir bu haldeyim bildigim yok. Pismanim seni kaybettim. Ne olur
affet beni. Geri dön, dön ne olur. Dön, dön, dön!...

Belki seni tekrar yasatirim, belki de bende yanina gelirim. Artik çaresi
yok sensizligin. Pismanlik, gurur anlamini yitirdi çoktan. Bir sen
varsin, bir de askin! Dün gece yine seninleydim, yine benimleydin. "Seni
seviyorum". Bir rüyaydi , seni kaybettigim, bir hayaldi gerçeklesmesini
istemedigim. Sükürler olsun ki uyandim, sükürler olsun ki yanimdasin!"
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
13 Mayıs 2006       Mesaj #647
arwen - avatarı
Ziyaretçi
AŞKIN GÖZÜ

bir gün aşk,nefret,düşüncesizlik,hırs kısaca tüm duygular toplanmışlar. canları sıkıldığı için bir şeyler yapmak istemişler. aralarından biri saklanbaç oynıyalım demiş. düşüncesizlik düşünmeden atlamış ben ebe olucam diye. sonra saymaya başlamış.herkes saklanıyormuş.hırs bir çuvala saklanmaya çalışmış ama çuvalı yırtmış . mutluluk göle saklanmış ama suyun altında duramadığı için oda yakalanmış düşüncesizlik saymaya devam ediyomuş.aşk ise saklanmaya yer bulamamış. düşüncesizlik sayıyormuş 89, 90 ,91 aşk son çare olarak dikenlerin araına atlamış. düşüncesizlik herkesi bulmuş ama aşkı bulamamış o sırada içlerinden biri aşk dikenlerin arasında demiş. düşüncesizlik bir sopa ile dikenlere vurmaya başlamış. aşk yüzünü tutarak dikenlerin arasından çıkmış. yüzü kanıyormuş bir süre sonra aşkın kör olduğunu fark etmişler. düşüncesizlik sormuş senin için ne yapa bilirim diye . aşk düşüncesizliğe sen bundan sonra benim gözün olucaksın demiş.

o günden sonra aşkın gözü kör olmuş . düşüncesizlik ise aşkın gözü olmuş.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
13 Mayıs 2006       Mesaj #648
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Sevda Uğruna Ölüm

Kadın yirmi yedi yaşında... Yüreği, kar beyaz soğuklara terkedilmiş
ama inat bu ya hala sımsıcak. Düşünceleri kah hayatın gitgide
ağırlaşan gerçeklerinde kah aydınlık hayallerde dolaşıyor nefes
nefese.. Elinde samur fırçası, geçmişi karalayıp bugünü
renklendiriyor hiç durmadan. Renkler kıpır,kıpır , içindeki çocuk
haşarı mı haşarı... Gözleri ise buğulu bakmakta hüzünlere yenik...
Hayatı sorgulamaktan çoktan caymış.

Omuzları bir küçük kız çocuğun
şımarıklığını sergilercesine “Bana ne” ifadesinde. Kıpır,kıpır ya
içi.. Arayışları var kendisinden bile sakladığı. Bela da geliyorum
demez ya... İşte böyle bir anda; ruhu, sanal dünyanın kapısından
sızıverir içeri sessiz, habersiz.. Hani şu chat canavarı var ya bu
günlerin belalısı. Orada kendisi gibi şaşkın yüreklerin arasında
buluverir kendini.
Ve... olanlar olur o zaman. Hiç beklenmeyen anda buzda
kayar gibi “Hooop” havada bulur duygularını darmadağınık. Sanki
başında deli rüzgarlar hiç esmiyormuş,

esenler de yetmiyormuş gibi.
Erkeğin yaşı otuz. Hırslı, kendinden emin. Kendisiyle
barışık ve yaşadığına memnun.

Kahkahası ekrandan yüreklere taşan,
mutlu ve duygu dolu bir bulut adam. Eşi ve çocuğu için yaşamakta
olduğunu saklamadan kadını davet eder sanal dünyanın sanal aşk
oyununa. Acemidir kadın. Belki genç adam da öyle.

Oynadıkları oyunun
tehlikesinden habersiz bir masalı yaşamaya başlarlar.
Ekranın karşısında nefeslerini tutup beklerler sevdalının
gelmesini.

Karşılaşmaları her defasında kahkahaları hatırlatırcasına
şen olur. Zamanın koordinatları buluşamadığında, birbirlerine teğet
geçtiklerinde, hüzün yayılır gecelere.

Uyku tutmaz bekleyişlerde
ikisini de. Sabah yeni umutlara gebe başlar. Ve ekranda doğarlar her buluşmayla yeniden..
Duyguların en fırtınalısına yakalanırlar.

Birbirlerini gerçekten merak ederler.

Bulut adam kadının açlığından, üşümesinden
bile sorumlu tutmaya başlar kendini.

Kadınsa adamın yorgun hallerine dayanamaz.
Elleri dokunmasa da ellerindedir artık. Birbirlerini el
üstünde tutarlar anlayacağınız.

Günler, aylar geçer...

Hayaller ekranlara sığmaz olur.

Artık görmek isterler birbirlerini. Dokunmak
sarılmak isterler. Hatta çılgıncasına sevişmek...
Kadın kıvranır onsuzluğun acılarında.. Özlem şiddete
dönüşür. Acıtır... İşkencelere yatırır kadını. Oyun değildir artık
bu. AŞK ekranda değil hayatın ta içinde yaşamaktadır.

Bulut adam sorar durmadan ;
-N’olacak şimdi...
Kadın, adam kadar cevapsız...
“Bilmiyorum” der.”Bilmiyorum”
Artık sorgulamalar başlar duyguları ...

”Bu nedir?...Bunun adı ne..?”
Kadın aşkı tanımlar ama çare değildir tanımlamak..
Yaşananlardır gerçek olan. Hissedilenlerdir.
Her sevdanın başını bir karabasan bekler ya...Beklemese
sevda denen şey olmaz zaten.
İşte bu bir sevdadır ve başında karabasanlar.
Kadın unuttuğu aşk gözyaşlarını hüzünlere, sancılara,
onulmaz ağrılara boyar, alaca bulaca.
Artık her şeye gözlerindeki buğuların ardından
bakmaktadır.
Ve ekrana şunları; buzların arasından aldığı yüreğinin
kalemiyle yazar. Yüreğini buzlara iade etmek üzere...
“Beni ignore et*.Ne olur bunu yap.”
Bulut adam şaşkındır belki ama adı gibi bilir. Doğru olan
budur. Düşünür bir süre.Susar ekran. Susar kadının yüreği...Ölüm
anıdır bu.Verilen son nefestir sanki..
“Sevdam HAYIR dese” “ Sensiz yapamam dese” diye bekler
nefes almak için.
Bulut adamın suskunluğu bozduğu yerde ölecektir kadın..
Bunu ikisi de bilirler.
Bir yazı belirir ekranda çaresizce okunan
“Netten çıkıyorum o zaman” “Hoşçakal”
Mavi üzerine siyah yazılmış sözcükler kararlı ve kesindir...
Titreyen ve cansızlaşan parmakları son bir kez tuşları
gezinir kadının
“Hoşçakal”
Düşer Bulut adamın gülen yüzü ekrandan.
Ve
KADIN ÖLÜR...
JeLiBoN - avatarı
JeLiBoN
Ziyaretçi
13 Mayıs 2006       Mesaj #649
JeLiBoN - avatarı
Ziyaretçi


HİKAYEMİ ANLATMADAN GİT!
Gözlerini açtığında ne zaman sırtüstü döndüm diye düşündü. Sağ bacağını karnına çekip, yüzünün tamamını yastığa gömerek yorganı kucakladığı andan bu yana ne kadar zaman geçtiğini anımsamaya çalıştı.. Uyumuş muydu? Uykunun rehavetli anlarını düşündü belli belirsiz.. Deliksiz uykularını hatırladı. Güneşli, pırıl pırıl bir sabaha uyanmayalı ne kadar zaman olduğunu sordu kendine? Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle uyandığı sabahlardı onlar. Miskin bir kedi gibi gerinerek kollarını yukarı uzatıp bacaklarını gerdiği, mutlulukla gülümseyerek yanında uyuyan adama sokulduğu, onun kokusunu içine çekerek uyandığı sabahlar. O mutluluğun ve huzurun sonsuza dek süreceğinden emin; uykudan uyanışlarını düşündü. “O’nu düşünmenin içini yakan acısı hala çok tazeydi. “O’nu düşünmek ve onu düşünürken hala acı hissetmekten başka bir şey gelmiyordu elinden.
Kendini hafifçe sağa döndürmeyi, yüzünü pencereden giren günışığına çevirmeyi istiyordu. Ancak bedeni bu isteğe cevap veremeyecek kadar güçsüzdü sanki. Bir milim kıpırdanmak istemiyordu bedeni. İnsanın özlemleri hiç bitmiyor dedi yüksek sesle. Gözlerini tavanda bir noktaya dikti. Özlemleri, hatırlamaları bitmiyordu da ümitleri ne çabuk tükeniveriyordu? Tavanda, gözlerini ayıramadığı o noktada bir “çünkü” arıyordu. Yataktan kalkmalıyım “çünkü..” Bir şeyler yemeliyim “çünkü..” Evden çıkıp biraz yürümeliyim “çünkü…” Hiçbir davranışının “çünkü” ‘sü yoktu artık.. Sadece bu özlemin “çünkü” ‘sü vardı içinde. Özlüyordu. “O’nu çok özlüyordu.</SPAN>
Koskoca bir yıl geçirmişti “O’nsuz bu evde, bu yatakta. Çevresindeki herkes alışacaksın diyordu. Alışılmıyordu. Her sabah başka bir güzelliğe uyanılırdı “O” yanındayken. Neşeli kahkahalar, keyifli kahvaltılar, romantik akşam yemekleri yaşanırdı bu evde. Haftasonları beraber evi temizlemek bile eğlenceli bir oyundu. Huzur kokardı evin her köşesi. Her sabah “O’na sokulduğunda içini dolduran mutluluk duygusu sonsuzluk duygusuydu aslında. “O”, her sabah başka eğlenceli hikayeler anlatırdı. Beraberliklerini, yaşadıkları minicik bir olayı katardı sabah hikayelerinin içine. Dünyanın herhangi başka bir yerinde yaşayan iki kişiydi hikayelerin kahramanları. “O’nun anlattığı hikayelerde o çift; bahçedeki asmanın altına kurulmuş çardakta demli çaylarını yudumlarken hayırsız çocuklarını çekiştirirerek yaşlanırdı. Evlatlar çocuk yetiştirilecek bir dünya olmadığına kanaat getirip evlenmemiş, çocuk yapmamış olurlardı. O yaşlı çift yıllara meydan okuyarak hala sevgi dolu bakardı birbirlerinin gözlerinin içine. İkisi de o kadar yaşlanmış olurlardı ki hikayelerin sonunda; kulakları az duyduğundan söylenenleri yanlış anlar hatta bazen hafızaları berrak olmadığından birbirlerini tanımazlardı. O hikayeler hem umut yüklüydü hem çok komikti. Alışılmıyordu. Hele sabahlar; o hikayeler olmadan işte böyle “çünkü”’süz kalıyordu.
Birlikte geçirdikleri o son sabah hikaye anlatması için o kadar ısrar etmeseydi, şimdi yanında olur muydu acaba? Yine miskin bir kedi gibi yatağında gerinir,sokulup kokusunu içine çekebilir miydi? O son sabah anlattığı hikayede yaşlı çift birbirlerini tanıyamamışlar, sanki ilk kez görüşüyormuş gibi aksi aksi konuşmuşlardı. Kadın da adam da birbirlerinin kim olduğunu unutmuşlardı yine. Hikayenin sonu bu kez mutlu bitmemişti.

O kadar ısrar etmeseydi, “hikayemi anlatmadan gitme demeseydi”, şımarık bir çocuk gibi kapris yapmasaydı,”O” her zamanki saatinde evden çıksaydı, çıkabilseydi şimdi yanında olur muydu acaba? Sabahları işe gitmek için bindiği servis aracına yetişebilmek için telaşla apartmanın kapısından fırlamasaydı, servis otobüsünün şoförü dikiz aynasından onu görsün diye caddenin ortasına atılmasaydı. Köşedeki bakkalın ehliyetini yeni almış oğlu panikten fren pedalına basıyorum diye kamyonetin gaz pedalına yüklenmeseydi, çağrılan ambulans sabah trafiğinin yoğunluğunda sıkışmasaydı, yetişebilseydi…..

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Mayıs 2006       Mesaj #650
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Nice Lodoslar Yorgunu Moda

BABALAR VE KIZLARI... YA DA “ALWAYS ON MY MİND”

Nice lodoslar yorgunu Moda’nın köklü ailelere mensup, görmüş geçirmiş, soylu erkekleri ikiye ayrılırlardı... Elvis koleksiyonerleri ve Beatles koleksiyonerleri...
Bunlar birer tür sığınışlardı... Çağlarca sürmüş çatışmaların düğüm noktası, kıtaların buluştuğu arıza lokalin, fırtına yemekten bezmiş, depresif insanlarının sığındığı birer koy ya da... Çünkü bir Modalı kolay kalamazdı hayatta... Mutlaka genç yaşta başına bir şey gelir ve ölür giderdi... Çünkü çağ hastalıkları, derin melankoliler, yadsıyıcı duyarlılıklar, sanatçı kavrayışın gelişkinliğinden mütevellit ince hastalıklar, kentli kaygılar ve daha niceleri asla peşini bırakmazdı bu bedbin semtin yaşamdan istifa etmeye can atan karamsar insanlarının...
Moda sokaklarında rastladığınız ak saçlı, yaşını başını almış, sıhhatli, mesut, dingin ihtiyarlar asla Modalı değillerdir. Ya emekli asker aileleri, ya kıdemsizlik yıllarını tamamlamış bürokratlar ya da parayı güngörmüşler arasında yemeye gelmiş eşraftan taşralılardır onlar. Çünkü gerçek Modalı yaşlanmaz... Bir kelebek gibi, kısacık bir zaman diliminde solar gider... Yarım kalmış tutkular kalbinde, bir yarım şarkı kulaklarında, gözü yaşlı, yadigar kadınlar bırakmış geride, gamlı...
Ve fonda hep o ağlatan şarkı “Always on my mind”... Elvis’ten...
O, Moda’nın sadece görmüş geçirmiş bir ailesinin yenik erkeği değil, sağlam bir Elvis koleksiyoneriydi aynı zamanda... Ve de belki de Kadıköy’ün en talihsiz adamı bir de... Çünkü kötülüklerin kuşattığı bir çağda, aymazlıklar otağı olmuş bir cangılda bir küçük melek yetiştirmek zorundaydı aynı zamanda...
Kimi zaman onun evden çıkarak Kadıköy’ün hırpani kalabalıklarının arasına dalmasını kederle izlerdi. Her biri birer Tarantino figürüne dönüşmüş, kaba sabalığı ve serseriliği çağcıllık ya da avangardizm sanan, kötü yetişmiş, berbat erkekler arasına küçük meleğini saldığında kederden ölecek gibi olur, hiçbir zaman inanmadığı tanrıya yüzünü çevirerek yalvarmaya başlardı: “Tanrım ne olur ona dokunmasınlar... Bu adaletsizliğe izin vermemelisin... Bedeli neyse benden alabilirsin...”
Bu yalvarışlar yatıştırıcı olmaya yetişmezdi çok zaman... Ancak eski yıllardan kopup gelen balladların koynuna kendini atarak yatışmayı başarabilirdi... İlk önce yine hep aynı şarkıyı, yine “Always on my mind”ı dinler ardından soylular arasında geçen bir Rus nehir romanının karlı sayfaları arasına dalarak her şeyi unutmayı denerdi... Ama yine de, Anna Karenina’nın bir Petersburg vakansını okurken bile, puslu, karla kaplı stepler ve taygalar arasından sıyrılır gelir Küçük Melek’in ilk makyaj yaptığı gün döktüğü gözyaşlarını yanaklarında hissederdi... Yine kapı aralığında durup, onun bir Tolstoy kahramanı, sosyeteye ilk defa çıkacak bir Küçük Bayan Kuprinska gibi süslenişini görürdü hep...
Bir erkeğin kendi kızına duyduğu aşk neden hep gözyaşıyla kaplıdır?.. Bunu kim bilebilir?.. Her kız babası bilebilir mi?.. Asla!.. Ama Moda’da yaşamış bir Elvis koleksiyoneri rind... Hıms, neden olmasın?.. Yeter ki öyküsünün kahramanı Küçük Melek kadar güzel olsun... Ve bir de şarkısı: “Always on my mind” kadar...
...
Tanrının, olasılıkla övünmek için yarattığı bu küçük melek Dekadans Bar’a her girdiğinde absürdün “dalağı” yarılırdı gözümde... Masumiyet ve güzelliğin bu rafine tezahürü, tikilerin, cikslerin, mış gibi yapan rocker özentilerinin, yuppilerin, cosmoların, kaba saba feministlerin, hooliganların, kart zamparaların, şarlatan sanatçıların, kompleks dolayısıyla yazar geçinen kıroların, kız tavlamak için ressam görüntüsü veren maymunların, sahte işadamlarının ve müzik otoritesi kılığına girmiş kurnazların arasında belirdiğinde nasıl bir absürd duygusuyla sarsılırdım, anlatamam... Onu hayranlıkla izler, her adımını gördükçe içimin erimesine mani olamazdım... Onun şiir yazma telaşını, entelektüalizm heveslerini, sanat yapmaya çabalamasını, en çok da kendini anlayabilecek bir genç adam aramasını kaygıyla izlerdim... Çünkü bunlar olanaksızdı... Çünkü o, yazmak için değil yazılmak için doğanlara benziyordu ve onun duyarlılıklarını, inceliklerini ve telaşlarını anlayacak genç adamlar üretmiyordu bu çağ... O, romantikler çağından kopup gelmiş bir Shakespeare figürü gibi ortalıklarda çaresizlikle dolaşırken aleladelik her taraftan eline ayağına sarılmaya çalışıyordu... O, yanlışlıkla cüzzamlılar arasına atılmış bir Sappho’ydu oysa... Kendine dokunulmasını engellemekten başka bir tasası olmamalıydı hayatta... Ama tüm melekler gibi bunu bilebilmesi olanaksızdı...
O yüzden kendine yapılan kötülüklere ve sefilliklere mani olamaz, bu haliyle kalbime acı veren öykülerin kahramanı olurdu hep. Kimi zaman ortalara atlamak, kavga-dövüşe bulaşmak ite kopuğa haddini bildirmek ve saygı duyulması gereken bir kutsal ikonaya karşı takındıkları alçakça tutumlar için hesap verecekleri mahkemeler kurmak üzere harekete geçmek isterdim. Ama bunları asla yapamazdım. Hiç de azımsanmayacak yaş farkımız dolayısıyla kötü bir görüntü vermekten korkardım. Bir kart zampara olarak görülmekten korkardım...
Evet onu çok seviyordum ama bu, bir azizeye duyulan tapınma ve saygı gibi bir şeydi... Güzellik karşısında şairane ilhamlara düşmek gibi bir şey... Ya da nasıl söylemeli!.. En basit şekilde ifade etmek gerekirse, siyah-beyaz Türk filmleri zamanından kalma, gelinliklerin gökyüzünden süzüldüğü aseksüel aşklarda olduğu gibi süblime bir duygu.... Neredeyse, “Son Hıçkırık” filmindeki kadar budalaca ve naif ve ama bir o kadar da yüce, saf ve çocuksu...
Bu şaşkın anlatımlara kapılarak onu gökyüzünden gelinlik içinde inen Hülya Koçyiğit imgesi ile anmayı düşünmek büyük yanılgı olur... Çünkü o, örneği fresklerde görülebilecek duru güzelliğiyle, yaşadığı çağı lanetleyen bir azizeye benziyordu daha çok. O yüzden de zaten hiç gülmezdi. Hüzünle kaplıydı yüzü hep... Ve bu, onu görmekten bir azize görmüşçesine mutluluk duyan bana da hüzün verirdi...
Kimi zaman, sefil genç adamların, hesapçı, fesat, gayretkeş kuşatmalarından sıyrılıp yanıma geldiğinde birkaç kelime konuşma olanağımız olurdu. O vakitler çok mutlu olurdum ama onu mutlu edecek sözler sarfetmek yerine hep müzmin yakınmalarımı sayar dökerdim. Onda çok zaman sitem gibi tınladığını sonradan farkettiğim bu konuşmalardan sonra binbir pişmanlık duyar, sabaha kadar uyuyamazdım... Sabaha karşı, martılar son çöp artıklarını da kapışmak için çığlık çığlığa harekete geçtiklerinde, Moda sahillerinde ilk vapur düdükleri çınladığında ona bir kısa mesaj geçer ve bitkinlikten uykuya dalardım: “Always on my mind.”
Çünkü bu şarkı çok özeldi...
Çünkü bana bunun öyküsünü anlatmıştı. Çünkü bu şarkı ona aşık, soylu ve geçkin, Modalı Elvis koleksiyonerinin şarkısıydı... Ve nedense Dekadans Bar’da geçen konuşmalarımızda hep bana bu şarkıdan söz ederdi. Babasının imgesiyle benim aramda bir korelasyon kurma olasılığını hiddetle aklımdan kovar ona sevdiğim çok sevdiğim Elvis öyküleri anlatırdım çok zaman önce geçmiş yazlarda dolaştığım tavernalardan... O güneşli günleri kendini masallara kaptırmış bir çocuk gibi mutlulukla dinler, dalar giderdi...
Sonraki günlerde “Always on my mind” aramızda bir sinyal müziği haline gelmişti. Hep birbirimize onu dinletir, Dekadans’taki dj’lere yalvararak onu çaldırırdık birbirimiz için... Hatta radyo dj’lerine bile yalvardığımız ve bu şarkıyı birbirimiz için çaldırdığımız olmuştu...
“Always on my mind” çınlıyordu artık gösterişçilikle malul, sert gözükme çabası içindeki, naif özentilerin takıldığı rocker mekanlarında Kadife Sokak’ın... Romantikler çağından kalma bir budala için çalıyordu bu şarkı... Bir azize yetiştirmekten bitap, Modalı, soylu bir Elvis koleksiyonerinin evinden kopup gelen şarkı... Hatta bir gün koca bir albüm kopup bana geldi o evden...
Küçük Melek, babasının tüm plaklarını taramış ve en çok sevdiklerini benim için bir diske kaydedip getirmişti... Onu bana armağan ettiğinde bile o gün için kafama taktığım bir küçük mesele için kırgınlık çıkarıp onu nasıl incittiğimi düşündükçe hala üzülürüm... Rezil bir genç adamın kendisi ile konuşmasına izin vermesini affedemediğim için girdiğim öfke krizlerinden biri olabilirdi bu saçmalık... Ya da başka bir şey... Ama kesin olan şuydu ki; bu duygularla dolu minik bir meleğin, dünyada en çok sevdiği adamın, babasının koleksiyonundan derlediği bu albümü armağan olarak bana getirdiğinde sergilediğim küstahlık utanç vericiydi...
Yine de buna aldırmadı Küçük Melek... İşte tıpkı o çok eleştirdiğim, mahkum ettiğim kaba saba yeni çağ tikileri gibi davranıyordum. Ve o buna aldırmıyordu. Israrla bana armağanı vermeye çabaladı. Ve orta yaşlı küstah yazar beyler sonunda lütfedip ağmağanı kabul ettiler... Tanrım... Nasıl da küçültücü, utanç verici şeyler yaptırıyorsun bazan yaratıklarına!.. Oysa aynı esnada övünmek için yarattığın azize, rencide olduğunu bile düşünmeksizin gerçek bir melaike gibi, gurur filan gibi küçük insan hesapları yapmaksızın armağanını ve sevgisini vermeye çalışıyor... Romantikler çağından kalma bir karakter gibi...
...
Sonunda benim olan albümü her gün her gece defalarca dinledim. Bunu ona sezdirmedim ama her kederin tesellisini o albümde aradım. Yine onunla küçük küçük konuşmalarımız oluyordu ama artık kopup başka yerlere gitmişti, biliyordum... Yine de aramızdaki sinyal müziğini bir “ahit”e dönüştürme kararı almayı başaracak kadar sağduyu gösterebildik. Buna göre o bir azizeydi ve o yüzden beni korumalıydı. O yüzden, her zaman bir şövalye gibi davranmak zorunda olan ben, soylu kaygılarla girdiğim bir kavgada her zor duruma düştüğümde o küçük meleği, o azizeyi uyandırmak için ona kısa mesaj atacak ve “Always on my mind” diyecektim. Bunu görecek ve beni koruyacaktı...
İşte öyle tuhaf, çocuksu, tatlı, masal gibi bir şey...
Bu oyunu uzun yıllar boyunca oynadık... O yüce güven duygusunun kollarında kendimi gerçekten de çok iyi hissettiğim mücadeleler yaşadım... Bu harika bir duyguydu. Çatışmadaydım ve bir küçük melek beni koruyordu... Bir azize...
Sonra araya başka üzüntüler girdi... Görmeye dayanamadığım bazı görüntüler... Küçük Melek kendine göre birilerini aramaya çabalıyordu ve ben bunu görmekten hiç hoşlanmıyordum. Çünkü biliyordum; ona göre biri yoktu. Bu konuda tıpkı o görmüş geçirmiş, Modalı, Elvis koleksiyoneri bey gibi düşünüyordum... Ama Küçük Melek bu konuda ısrarlıydı. Israrla aradı öyle birini... Aradıkça da asla layık olmadığı üzüntüler yaşadı. O, bu üzüntüleri yaşarken tüm Kadıköy’den ve Moda’dan olabildiğince uzak durmaya çabaladım. Beyoğlu’nun ücra barlarında bezgin edebiyatçılar, gözükara desperadolar, geçkin aylaklar ve kaybetmiş film starlarıyla düşüp kalktım. Hepsi de iyi geldi. Moda’yı ve Küçük Melek’in kendisi gibi birini, yani olanaksızı arama serüvenini görmemek her şeye yetiyordu. O yüzden, artık zorlu kavgalara girdiğimde “Always on my mind,” mesajı atarak meleğimden yardım dilenmeyi de kesmiştim. Çünkü artık ona inanmıyordum.
O inancı ve onun desteğini yitirdikten sonra girdiğim her kavgayı kaybettim. Her geçen gün biraz daha battım. Olabilecek her şeyin daha da kötüsü olabileceğini kanıtlayan serüvenlerde daha daha dibe battım...
Bir gün... Ruhumu yitirmiş, bezgin, mahmur bir halde düştüğüm Kadife Sokak’ta sık sık gittiğimiz bir barın kapısındaki ilanda adını gördüm. O akşam Küçük Melek yapacaktı müziği... Kilitlenmiş halde tabelaya bakıyordum. Yakın dostum barmen Son Mohikan yanıma geldi.
“O zor adam ölmüş,” dedi.
“Hangi zor adam?” diye sordum meraksızca.
“Küçük Melek’in babası.”
“Yaa?..” dedim. Şaşırmamıştım aslında. Ama öylesine işte “yaa” dedim. Soylu bir Modalı bey, bu kirli çağda bir küçük melek yetiştirirken nereye kadar dayanabilirdi ki zaten?..
“Bu akşam onun için çalacak Küçük Melek,” dedi.
Hemen bara girdim. Bütün günü barda geçirdim. Akşam Küçük Melek dj kabinine girdiğinde solgun ve perişan gözüküyordu. Bir “tribute” albümü için toplanmış rock müzisyenlerini andıran genç insanlar vardı çevresinde. İçkiden bitmiş bir haldeki beni gördü barda. Hiç konuşmadık.
“Always on my mind,”ı çaldı ilk önce...
Bunun benim için olmadığını biliyordum. Saygıdeğer bir Modalı bey içindi. Hüzünle yere baktım. Gözümden bir damla yaş süzüldü. O sırada Son Mohikan bir şişe Bacardi’yi yere düşürdü. Bunu bilerek mi yoksa kazayla mı yaptı anlayamadım. Ama kırılan şişenin gürültüsüne sığınıp elimdeli kadehi yere bıraktım... O da kırıldı... Ayağımla yerdeki cam kırıklarını ezdim...
Modaya sis çöküyordu. Küçük Melek barda, dj kabininde ağlıyordu. Elvis “Always on my mind,”ı söylüyordu.
Bense utanıyor ve gözyaşlarımı saklıyordum.
Modalı soylu beylerse, o geceden sonra bambaşka bir şekilde ikiye ayrılıyorlardı... Bu hayata dayanamayıp, albümleri ve romanlarıyla birlikte toprağın altını seçenler... Ve anlamazlığa vurup yaşamaya devam edenler sefiller...

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar