Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 69

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.685 Cevap: 1.997
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #681
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Son Yaprak
Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse
Sponsorlu Bağlantılar
tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur
bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı.
Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu.

Günlerden bir gün kız arkadaşlardan biri zatürree hastalığına yakalandı.
Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken
o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu...

Geriye doğru sayıyordu; "Oniki" dedi, biraz sonra da "onbir"; arkasindan
"on", sonra "dokuz"; daha sonra, hemen birbiri ardina "sekiz" ve "yedi".
Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba?
Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki
tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş,
yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.

Dönüp arkadaışna "Neyin var?" diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde" altı" dedi.
"Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane vardı.
Saymaktan başıma ağrı giriyordu. Ama şimdi kolaylaştı.
İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi."
"Beş tane ne?" diye sordu arkadaşı. "Yapraklar, asmanın yaprakları.
Sonuncusu da düşünce, ben de mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu."

Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü.
Fakat o: "İşte bir tanesi daha gidiyor. Hayır, çorba filan istemiyorum.
Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü
görmek istiyorum.. Ondan sonra ben de gidecegim." diyerek cevap verdi.

Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt katta ki yaşlı ressama
ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı adama.
Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen
arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş
gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetle esen
rüzgârdan sonra, bir asma yaprağı hâlâ yerinde duruyordu.

Sapına yakın tarafları hâlâ koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi
tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak,
yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu.

"Bu sonuncusu" dedi hasta kız."Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm.
Rüzgârı duydum. Bugün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim."
Ağır ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma
yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyorlardı.

Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır
aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı
hâlâ yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun uzun yaprağı seyretti. Sonra
arkadaşına seslendi. "Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan
olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu.

Ölümü istemek günahtır. Şimdi biraz bana çorba verebilirsin." dedi.
Akşamüstü gelen doktor ayrılırken; şimdi alt kattaki bir hastaya
bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree.
Yaşlı adamcağız çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama
daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor dedi.

Ertesi gün doktor : "Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız." dedi.
O gün öğleden sonra arkadaşı artık iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki
yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş.

Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken
bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir
haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti
kimse. Sonra, hâlâ yanık duran bir gemici feneri, yerinden sürüklene
sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine
karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça
bulmuşlar. O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgâr estiği zaman
bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı adam,
son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı.


O.Henry

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #682
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bu mektubu sana cok uzaklardan yazıyorum birtanem. Kimbilir bu kaçıncı cesaretlenişim, kimbilir bu kaçıncı mektup... Her biri senin için yazıldı, her biri seni anlattı, ancak hiç birini de gönderecek cesareti bulamadım kendimde, ve hepsi her defasında atese atıldı.
Kendine kurduğun hayatı zedelemekten korktum hep, fakat bu kez, ve belkide en son kez hasta yatağımdan sana bu satırları yazıyorum...
Sponsorlu Bağlantılar
İçimde biriken en son duygular, satırlara döktüğüm en son sözler bunlar, ve yine her mektubumdaki gibi değişen hiç bir şey yok. Yalnızca her geçen gün en son umut damlacıklarımı yitiriyor, hem yaşamaktan, hemde senden gitgide uzaklaşıyorum. Biliyorsun, sen yokken yaşamıyordum zaten, ama "yaşamak" demekle, "seni sensiz yaşamayı" kastediyorum, artık bu da olmayacak...Zaten en iyisi de bu belki, çünkü sensizliğin verdiği acıyı çekmekten yoruldum artık...Sensiz yılların verdiği dört duvar arasındaki yalnızlık, çaresizlik yaşamı çileye dönüstürüyor yavaş yavaş...
Biliyormusun gözümün nuru, senden sonraki hiç bir günü günden saymadım ben...
Yüzümdeki sahte tebessümlerin altında hep o giderken bıraktığın burukluğun izleri vardı, gözlerimdeyse hala tek bir damla gözyaşı saklı...
Ya içim? İçim hala alev alev yanıyor, taze değil, epeski bir yangın bu, ama hala o an ki gibi büyük. Hiç kimse, hiç bir şey söndüremedi bu yangını...
Kalbimdeki yerin ise hiç dolmadı inanırmısın? Hayalin gözümün önünden hiç kaybolmadı, ne yana baktıysam hep seni gördüm. Hep seninle kapadım gözlerimi, hep seninle açtım....Yoktun, ama aslında her yerde sen vardın. Satırlarımda, sigaramın dumanında, karışımda, aklımda, içimde, her bir yanda, her tarafta sen vardın adeta. Hiç yalnız değildim ki ben aslında...
Senden kalan acı tatlı hatırlarla yetindim ben, hiç bir zaman geri dönesin diye nefsime uymadım. Eğer mutlu edecektiyse seni bir başka insanla bir başka şehirde yaşamak, gitmeliydin...
Geri dönmemeliydin, olduğun yerde kalmalıydın, alışmalıydım bu sürprize...
Kendime yeni bir hayat kurmalı, unutmalıydım seni...ama olmadı.
Ne seni unutabildim, ne de yeni bir hayat kurabildim kendime. Hala bıraktığın gibiyim, yıllar beni değiştiremedi. Beceremedim birtürlü bir vefasız olmayı...
Bu şehir de senden sonra bütün güzelliğini yitirdi biliyormusun?
Ne denizdeki o eski mavilik, ne yıldızlardaki parıltı, ne güneşteki aydınlık, ne de aydaki gizem kaldı. Hepsini aldın götürdün sanki!
Ya da , ya da ben hiç birini göremez oldum...
Ne bir beklentim kaldı, ne bir ümidim, ne bir sevinç, ne de anlamı hayatın. İçimde sadece, ama sadece SEN kaldın...gerisi hep boş, hep yalan.
Nasılda bukadar yüceltmişim seni ufacık yüreğimde, hiçbir yere sığdıramamışım...Hayalini her gece yorgun rüyalara taşıdım, gün ışığı bir kez olsun silemedi ismini...Diyorum ya, dolu dolu, hep seninle yaşadım senden sonraki yılları...
Keşke gelişinle zuhur etmeseydin beni, sevdirmeseydin keşke kendini böylesine, ya da keşke ben bir kalpsizin teki olsaydım da sevmeseydim seni...Belki böyle bedbaht olmazdım.
Yinede bu keşkelere rağmen seni bana verdigi icin Allah'a şükrediyorum...Çünkü bütün bu acılara, bütün bu çektiklerime rağmen şuana kadar ayakta kalmamı sağladı. Sabretmesini, şükretmesini, isyan etmemesini, sevmesini, insanın içinde bir sevgi olduktan sonra, yalnız da yaşayabileceğini öğretti. Ve en önemlisi; bana SEN'i sevdirdi...Yanımda olmasanda, sevgimin karşılığını göremediysemde, çıkarsızca sevmesini öğretti...
Suan inanırmısın, ne yazdığımı bile bilmiyorum. Hepsi yüreğimden dökülen son sözler. Ve bu kez bu mektubu sana göndermeye söz verdim kendi kendime. Yıllardır söyleyemediklerimi artık söyledim sonunda, ve bu kez bu mektubu ateşe atmayacağım...Allah izin verirde tamamlayabilirsem.
Nefes almamda gitgide güçleşiyor, öyle yoruldum ki birtanem, şu an tek dileğim bu mektubu tamamlayabilmek. Ne kadar sevildiğini bilmeni istiyorum çünkü. Ama karşılığında hiç bir şey beklemiyorum senden, sadece, ama sadece hatırlanmak, hepsi bu.
Sana getirdiğin güzellikler için teşekkür ediyor, götürdüklerini ise saymıyorum ela gözlüm...İnanki sana kırgın değilim, hala şükrediyorum seninle gelen her seye, çünkü SENSİZLİK bana öğrenmem gereken çok şey öğretti...
Birtanem, bana bir söz vermeni istiyorum, bu senden ilk ve son isteğim. Çok görme olurmu? Bu satırları okurken bırak ağlamayı, gözlerinin dolmasını bile istemiyorum, buna asla izin verme. Kurduğun yuvaya yansıtma içinden geçenleri, sanki bir hikayeymiş gibi okuyup unut bunlari...Mutluluğunuzu bozmaya asla razı olamam.
Sana şimdiye kadar etmediğim gibi bundan sonra da sitem etmeyeceğim tutkum, dualarım hep seninle...
Sevdiğin insana eşi bulunmaz bir mutluluk verdin, bundan güzel ne olabilir ki? Gurur duyuyorum seninle birtanem, ailene mutluluk sunmaya devam et olurmu?
Sana yakışanı yap daima, içindeki güzelliği etrafına yansıt...
Bu mektubu aldığında ben belki hayatta olmayacağım. Senden isteğim mezarıma gelip bir gül bırakıp gitmen değil, beni arasıra da olsa hatırlaman, unutmaman, benim için dua etmendir...
İşte bana ancak o zaman daha önce hiç tatmadığım güzellikleri vermiş olursun...
Beni hatırladığını uzaklarda olsamda hissedecek, rahat uyuyacağım...
Allah katında ne kadar mutluluk, ne kadar güzellik varsa, hepsi senin olsun, çünkü sen her şeye fazlasıyla layıksın...
Yüzün daima gerçekci gülsün tutkum.
Dualarım hep seninle...
Allah'a emanet ol NURTANESİ...


Ve son bir kez daha:

Seni.........."

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #683
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Göğsünün Sıcaklığına Düşür Beni Yüzünün eşiğindeyim,
sana bakıyorum, içine, barikatsız beni bekleyen güzelliğine.

Bir şeyler katmalıydı insana düşünmek... Yaşam korkusu boşuna çekilmemeliydi. Boşluğu dolduranlar olmalıydı ve boşlukta sallananlar bir de. Dönenler dönmeyenlerden sormalıydı hayatı, bilemeyecekleri sorulara cevaplar vermeliydi yaşam usulca...

dedikten sonra yeniden başlamalıydı yaşam...
Başladı.

Karda iz bıraktığı sürece donmuyor insan, nafile, kader alnının tam ortasında yazanı silmiyor...

Dedim...

Ne gariptir, ilk defa müsveddesiz seçmekteyim kendimi. Gecenin bu ben vakti, sokulduğum bir nefese daha da sokulmak niyetindeyim ya; biten sigara izmaritlerini sayıklamaktayım düşlerde. Düşerek, adım attıkça göğsündeki hazneye gülümseyişimi daha da yerleştirerek... Ayaklarım falakadan kanasa da, önemi yok artık, yağmurlar silecek izlerimi, her damlasına vefalı bir harf sığacak sonra...

Okudum...
Şifrem çoktan çözülmüş...


Bana alış hadi, öğret nasıl alttan alınır üstüne gelenler, neden beni hayatta tutan ellerin bu denli güçlü, neden nedensizdir aşk... Özlet kendini, baktığımda can çekişsin dilim, fırtına ol, geceyi bekle hatta, yaklaş...

Bahçeye bıraktığım her kelime seninle arınıyor, selin kaybetmiş hüznü, bizi konuşmakta her köşe.

Gördüm,
Bahar geliyor yüzünün eşiğinden içeri bakarken ben…



Perçemine dokunmakmış aslında varlığıma anlam veren. İki nokta arasına bulamadığım cümlelermiş yüzüme astığım hüzün...
Gördüm.

Çocukluğundan miras acılarına sahip çıkmış bir benle sarhoştum ne vakittir. İkimiz de acemiydik o zamanlar. Ustası kalfası çırağı belirsiz bir atölyenin basma kalıp işleriydik belki, ne bileyim, dündük sadece.
Sustum.

Her dört duvarı gördüğünde susacaksın demişti tanrı, emanete bıraktığım gülümseyişi gizlice satan şeytandan bi haber kendimi sevmeye başlama vaktine kadar ağladım bende.

On yıllık bir nesil bırakılmış alnıma, anladım, her damla infaza gelmiş gibi nefretle asarken umutlarımı, isyanı göremediğim her aynaya tükrük bezlerimde beslediğim nefreti kustum.

Sokaklar buldum sonra, yüreğimin köşe başlarına levhasını asmayan nice ihanet mektuplarını okudum gezerken tek tek, durdum...

Yolumdan çık diyenler oldu, kendini terk et, düşlerini katlet hatta,

Gülümsedim...

Bildimki bu ben başka ben,
bekledim.




Oturdum pencere kenarına, şehrine karşı şarap içiyorum. Zamanın herhangi bir yerine sıkıştırılmış hayatımın sana bakan yanını düşünüyorum, avunuyorum belki, hüzün desem o değil, umut desem hiç değil, bilmiyorum, kendime vuramadığım sıkılganlık notları, evet bu olabilir işte, acıyan düşlerine sebep bu belki de, yeni bir şehir ihtimali yok aslında, ve çatlamış yanıma dokunma hasreti, ne dersin; yağmurlarınla arınmak, geçirdiğim depremsiz gecelerime denk düşer mi?

Fırtına yaklaşıyor
Korunaklı bir yere göm kendini...


Çocuktum daha, paslı bir çakıyla dolaştığım günlerdi. Aşkın aşk olmadığı, annemle babamın yaşadığı zamandı en son hatırladığım. Akşam üstlerine doluşan masa başı sohbetlerinden kalan ılık bir sevgiyle beslerdik içimizi, sırayla, ablam ben ve kardeşim. Beyaz örtülü masanın üzerine bir yığın huzur konulurdu her sabah, isteyen istediği kadar alır, arta kalan yarın olmadan çöpteki yerini alırdı...

-dı...

En çok bu gidip gelmeler yordu beni.
Düzgün olmayan ve tekil yaşanılan kocaman günler bir de.






Hep aynı bağ, tırnak işaretlerinde saklanan tuhaf anlar, çoğulluk belki de, ağrıyan yanlarıma toz konduramamak. Geri dönüş yolunu unuttuğum onca geceden biri daha, şarap içerken söylenebilecek onca küfür ve keskin bir yalnızlık kokusu, arka sokaktan gelen arabanın sesi bir de... Tenimden yere düşen kabukların yaraya bir hayrı yok ya, üşüyor açılmış yerler ve inadına sisli bir gece...

Göremediğim yerlere denk düşüyor yüzün,
Sırf bu yüzden...




"Parmaklarımda canımı yakan kelimelerin tuhaf acısı, saçlarımı avuçlarımın arasına alıp, sıkıyorum başımı. Damla damla akıp da kaybolsam diyorum, sessizce, yazmadan, okumadan, duasız, sus payım bile olmadan, damla damla, usulca. Korkmadan basıyorum toprağa, dağlara doğru kaldırıyorum başımı, uzak, derin, dipsiz bir boşluk yok artık gördüğüm yerde, üşümüş parmaklarımı göğsüme gizleyerek, yüreğim düşecekmiş gibi bakıyorum gökyüzüne, yaramı öpüyor rüzgar, sarmalıyor, kucaklıyor, kestirmeden giriyor hep içime. Kıyısında dursam da yaşamın, olsun, kıyısından da olsa tutunuyorum işte, gittiği yere kadar..."

Sisin ardında yanan bir şehir mi var bilmiyorum, penceremin bunu göstermeye mecali yok belki de, sadece birileri sisi kaldırsın diye bekliyorum, birileri anıların üzerine silindi yazmalı, yüzümü yıkayan çıldırasıya bir sövgü buluyor ellerim, birileri tutsun istiyorum yeniden.

Birileri acımasın artık, göğsünün sıcaklığında uyutsun istiyorum.


Her gece…





Yüzünün eşiğine düştüm.
Şimdi hangi yöne eğilsem sen bakıyorsun kirpiklerimin penceresinden.

Hangi durağında kaldım istanbulun, hangi sessizliğin sokak aralarında katledeceğim avazımı, ki sana özenmişse bu hangiler;
yaktım işte sesimi.
düştüğüm yer yağmurda ıslanan kaldırımlarda kalsın...

sen kal karaladıklarımın içinde. Bir kareden kareye, sağdan sola soldan sağa fark etmez, ama kal.

Yüzünün eşiğine düştüm.
sesin, yüreğimin orucudur, bilesin.
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #684
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
ALTIN RENKLİ BOŞ KUTU
...Bir süre önce bir arkadaşım,
üç yaşındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kağıdını
ziyan ettiği için cezalandırmıştı.
Durumları iyi değildi ve kızının, kâğıtları
ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması
onu çok sinirlendirmişti.

Buna rağmen küçük kız,
ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi
ve "Bu senin için babacığım." dedi.
Arkadaşım, gösterdiği tepki için kendini suçlu hissetti
ama kutunun boş olduğunu görünce için için sinirlenmekten de
kendini alamadı.

Kızına bağırdı:
"Birine bir hediye verdiğin zaman
içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun?”.
Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi:
"Ama babacığım, kutu boş değil ki.
Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim.
Hepsi senin için babacığım."

Babanın içi paramparça olmuştu;
kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı.

Arkadaşım, bu altın renkli kutuyu yatağının baş ucunda
yıllarca sakladığını anlattı bana.
Ne zaman cesaretini kaybetse,
kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor
ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu.

Gerçek anlamda bakmak gerekirse, hepimiz,
arkadaşlarımız ve ailelerimiz tarafından
bize sunulan, karşılıksız sevgi ve
öpücüklerle dolu altın renkli kutulara sahibiz.

Dünyada sahip olabileceğimiz
daha değerli bir şey olamaz.

Hayata iyi bakın...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #685
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Seni Seviyorum


Tolga’ya…


- İki basamak aşağıda duruyordum seni ilk gördüğümde. Omuzlarına dökülen saçlarından kalbime damladı sevgin. Seni ilk görüşte sevdim -

“Şimdi nasılsın, ağrın var mı hala?”
“Evet.”
“Çok mu?”
“Hayır, hafifledi artık…”

Çok acıyor canı. Gülümsemeye çalıştı. Dudaklarının iki yanında hafif çizgiler oluştu. Acısına rağmen başardı gülümsemeyi, sırf beni üzmemek için…
Seni seviyorum… Çıkmadı sesim. Ona söylersem veda ediyor gibi olacak. Zamansız bir veda. Sırası değil şimdi. Hem iyileşecek, gereksiz yere sinir bozmanın anlamı yok. Onu sevdiğimi biliyor zaten. Şimdi sırası değil, hiç değil…
Pencereye çevirdi yüzünü. Gözlerine kutuplardan gelen kar renkli bir parlaklık yerleşti. Derinleşti bakışları, uzaklara gitti. Soğuk, içimi titretti.

“Sıcak bir çay yapayım mı sana, ne dersin? İçimiz ısınır biraz…”
“İyi olur…”

Çabuk tarafından lezzetli bir çay demledim. Mutfaktan sürekli onunla konuştum. Sesini duymadığım her an… ne bileyim, insanın aklına kötü kötü şeyler geliyor işte. Oysa bugün daha iyi. Yine de şimdiye kadar onu bu kadar çok sevdiğimi düşünmemiştim, hissetmemiştim. Tam şurada… iki göğsümün arasında hissediyorum onu.

“Çaylar geldi!”

Daha uzun cümleler kurmak istiyorum. Coşkunluğu, mutluluğu devam ettiren daha uzun, daha kahkahalı, daha sıcak cümleler… Böylesi yapmacık duruyor. Onu mutlu etmeye çalıştığımı, hele de üzüldüğümü fark etmemeli.

Yatağında doğrulmasına yardımcı oldum. Bir yastık daha yerleştirdim sırtına. Küçük bir tane de ensesine, kafasını duvara yaslamasın diye. Koyu kumral saçları ellerime dolandı. Yüzümü saçlarına gömüp doyasıya koklamak istedim, kokusunda yanmak… Battaniyesini karnında bıraktım. Çayını komodinin üzerinden alıp eline tutuşturdum. Yanındaki koltuğa oturdum.

Çayından küçük bir yudum alıp bana döndü. Bütün yüzümü bir anda gördü. Tanrım! Gözlerimdeki yaşlar kurumadı mı yoksa? Sakin olmalıyım. Kar yağmış teninde iki derin okyanus gibi gözleri. Hala ışıl ışıl. Seni seviyorum… Ne yapıyorum ben, şimdi anlaşılacak! Yüzümü ateş bastı. Kesin kızarmışımdır.

“Sevil aradı sen uyurken. Nasıl olduğunu sordu. Akşama uğrarım, dedi. Sana sevdiğin hindistan cevizli kurabiyelerden getirecekmiş.”
“Ölüyor, deseydin” Daha güçlü güldü bu sefer, meydan okudu korkuya.
“Saçmalama lütfen. Bu şekilde düşünerek daha çok acı çekiyorsun. Hiçbir şey olacağı yok. Gereken her şeyi yapıyoruz.”
“Bunu sen de biliyorsun, kabul et artık”
“Bir şey bildiğim yok benim. Böyle konuşmaya devam edersen…” Devamının ne olduğunu bilmiyorum.

Fincanı bir kenara bırakıp ayağa kalktım. Dev dalgalar kabardı içimde. Gözlerime çarparak içime akıp, boğazıma biriktiler. Arkamı dönüp, cama doğru yürüdüm. Güneşe rağmen, kar, ışıl ışıl bir soğukluk yayıyordu insanın içine. Öyle kolaydı ki, bu ışıltının içinde sıcacık hayallere dalmak…

Plaklara yöneldim. Hiç tereddüt etmeden birini aldım. Kışın en çok Piaf dinlemeyi sever… Müzik odayı sıcak bir renge boyadı hemen. Geri döndüm. Güneş cılız ışıklarını kızartmış, birkaç küçük mum gibi aydınlatmıştı odayı.

Gözlerini kapatmış, şarkıya eşlik ediyor şimdi. Saçlarının çerçevelediği mutluluğun dışında kalakaldım. Hep yapar bunu. İçindeki mutluluğu paylaşamadığını söyler. Yalnız yaşanır bu mutluluklar, der. Özgür ruhum, bilsen seni ne çok seviyorum. Hele bir iyileş, bak o zaman her gün söyleyeceğim seni ne kadar sevdiğimi. Ama şimdi değil, sırası değil…

Birden vazgeçti şarkıdan. Vücudu gömüldü yastıklara.

“Seni çok seviyorum, biliyor musun?”

Bir hamlede yanına varıp sımsıkı sarıldım. Hiç bitmeyen bir soluk çıktı dudaklarından, ellerimde küçüldü vücudu…
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #686
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
BEBEK

Genç kadın, bebeğin güzelliği karşısında
büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri,
kalkık bir burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla
bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar
gördüğü en cana yakın kız çocuğuydu.
Onun ipek yanaklarını doya doya öpmek ve
cennet kokusunu içine çekmek için eğildiğinde :
"Dokunma bana ..." diye bir ses duydu.
"Beni okşamaya hakkın yok senin..."
Kadın korkuyla irkilip etrafına bakındı.
Bebekle kendisinden başka içerde kimse yoktu.
Aynı sesi tekrar duyduğunda bebeğe döndü.
Aman Allahım!.. Yeni doğmuş gibi görünmesine rağmen
konuşan oydu. "Bana yaklaşmanı istemiyorum"
diye devam etti. "Hemen uzaklaş benden..."
Kadın, biraz olsun kendini toplayarak :
"Çocuklarımız hep erkek oluyor" dedi.
"Onlar da güzel ama kız çocukları başka.
Bu yüzden seni öpmek istedim."
"Beni öpemezsin" diye ağlamaya başladı bebek.
"Benim de seni öpemeyeceğim gibi..."
"Neden ?" diye sordu kadın."Neden öpemezsin ki ?"
Bebek, hıçkırıklara boğulurken :
"Bunun sebebini bilmen gerekir" dedi.
"Düşünürsen mutlaka bulacaksın..." Kadın, neler olup
bittiğini hatırlamak üzereyken kendine geldi.
Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor
ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu.
Aile dostları olan tanınmış doktor,
odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini
vazodan çıkartıp kadına uzatırken :
"Geçmiş olsun hanımefendi" dedi.
"Başarılı bir kürtajdı doğrusu.
Ha..! Sahi, "kız"mış aldırdığınız bebek."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #687
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Melekler Geçiti


Gecenin koyu saatleri. Birkaç adam belirdi Sufi ’ nin karşısında. Saçları ıslaktı , kendini düşünmenin en saklı biçimini izliyordu.
"Ölülerden korkar mısın ? " dedi kalın gövdeli adam. Demek sonunda ölmüştü.
" Hayır " diye yanıtladı Sufi.
Korkarsa gelmeyeceğini biliyordu.

Bir bahçe doğdu zamanda .Belli belirsiz , demirden ve çiçeksiz bir çardağın önünde mıcırların üzerinde göründü ölü. Lacivertti. Parmağını kaldırıp " işte bak bir ölü " dedi kendine hayretle , pardesüsü ışıldayıp söndü. Sakalları vardı. Yanına gidip sakallarını çıkartmasını istedi Sufi. " Ve bu giysileri de çıkart , bunlar sana yabancı " dedi.
Bir ara sokağa çıktılar birlikte. Cihangir ’ de yokuş yukarı ağır bir gece. Onlar yürüdükçe sokak lambaları altında ışıldayan su birikintileri geride kaldı teker teker. Bir telefon kulubesinin önünde durdu oğlan.
"Kimi aradın" dedi Sufi.
" Torbacıyı mı ? "
" Ne oldu peki , neden üzgünsün ? "
" Olmadı o kadar param yok "
" Öldüğün için artık kazanamıyorsun tabi , ama bükme yüzünü ..."
" Benim hesabımda 90 milyon var , onu sana vereceğim "
Peki diyerek baktı melek . Saçları ve boynu arasındaki boşluğun ardında yağmur çiseliyordu.
" Ne alacağız ?"
" Ot alırız " diye yanıtladı. Bu kez yüzünün yarısı görünüyordu.
Ellerini pantolunun ceplerine sokup avuç dolusu kanlı sargı bezleri çıkarttı , bezlerin arasından şırıngası göründü. Eroin alacağını anlamıştı Sufi , üzerinde durmadı. Kuzular gibi sakin , gözlerine bakıyordu Sufi ’ nin. Sufi kendi yüzünün ardında ; otları yalayan rüzgarları duydu. Hemen ensesinde , herşeyden serin ve sakin otları buldu. Ne heyecanliydi Sufi ne asik.
" Sadece kardeşimi görmeliyim gitmeden " dedi.
Bir kardeş koynunun sıcaklığında aralandı zaman. Yavaşca kalktı koynundan. Üzerini örttü ve mutfağa yöneldi.
" Aman Tanrım ! Ne arıyorsun burada sen ! Ölü olduğunu görmemeli o çok yumuşaktır , çabuk görünmez ol ! " dedi meleğe , incitmemeye çalışarak . Görünmez oldu melek bunun üzerine. Kardeşi yalınayak koşup boynuna atıldı ablasının. " O ses senden mi geldi abla ? "
" Hayır " diye yalan söyledi Sufi. Annemle babam çıkartılar aslında o sesi. Uyurken hep düşüncesiz olurlar bilirsin. Kapı aralandı , annesi ve babası yatakta başaşağı yatıyordu. Rahatladı kardeşi . Herşey normaldi.
Bir oda dolusu yatakta yan yana uzanıyordu Sufi ’ nin hiç tanımadığı arkadaşları. Sıkışık ve kasvetli ahşap çatı iniyordu üzerlerine , pahalı kotu olan itici çocuk sırıtarak " Ahu ! Astı da ne oldu salak karı kendini ! " diye alay etti.
" Kapa çenenii ! " diye gürledi Sufi.
" KAPA ÇENENİ ! "
Sufi bağırınca tüm sesler deliklerine çekildi . Suların sesleri kanalizasyonlara , arabaların sesi tekerlerin altına , elektiriklerin sesi ışığa kaçtılar .
" Seni duyabiliyorlar sersem ! " diye koşarak yer altına indi. Alt geçite . Duvarlarından sular akıyordu tüm geçitin , melek ayakları havada yere çapraz bir görünüp bir yok oluyordu. Çekmiyordu.
Duymamış olması için Tanrı ’ ya bir kez dua etti.
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #688
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
ADA
Bir zamanlar, bütün duyguların
üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve
tüm diğerleri, Aşk dahil.

Bir gün, adanın batmakta olduğu,
duygulara haber verilmiş.
Bunun üzerine hepsi,
adayı terketmek için
sandallarını hazırlamışlar.
Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş.
Çünkü, mümkün olan en son ana
kadar beklemek istemiş.
Ada neredeyse battığı zaman,
Aşk, yardım istemeye karar vermiş.
Zenginlik,
çok büyük bir teknenin içinde geçmekteymiş.
Aşk,
"Zenginlik, beni de yanına alır mısın?"
diye sormuş.
Zenginlik,
"Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın
ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.
Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki
Kibir'den yardım istemiş.
"Kibir, lütfen bana yardım et!"
"Sana yardım edemem Aşk.
Sırılsıklamsın
ve yelkenlimi mahvedebilirsin."
diye cevap vermiş Kibir.
Ü
züntü yakınlardaymış
ve Aşk, yardım istemiş:
"Üzüntü, seninle geleyim..."
"Off, Aşk, o kadar üzgünüm ki,
yalnız kalmaya ihtiyacım var."
Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş
ama o kadar mutluymuş ki,
Aşk'ın çağrısını duymamış.
Aşk, birden bir ses duymuş:
"Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."
Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş.
Aşk o kadar şanslı ve
mutlu hissetmiş ki kendini
onu yanına alanın kim olduğunu
öğrenmeyi akıl edememiş.

Yeni bir kara parçasına vardıklarında,
Aşk'a yardım eden, yoluna devam etmiş.
Ona ne kadar borçlu olduğunu
farkeden Aşk, Bilgi'ye sormuş:
"Bana yardım eden kimdi?"
"O, Zaman'dı" diye cevap vermiş Bilgi.
"Zaman mı?
Neden bana yardım etti ki?"
diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş:
"Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar
büyük olduğunu anlayabilir..."

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #689
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
kuzgun


Kara kuş hafifçe süzüldü yeni başlayan yağmura aldırmadan. Bu dünyanın bir insanı her gün, bir kuzgunu ise her saniye daha da boğan anlamsızlığında kendince küçük şeyler arıyordu meraklı ve sinsi gözleri. Keyifsizliğinin bir işareti olarak belki de yada sırf iş olsun diye o çirkin sesiyle çınlattı üzerinden geçtiği ıslanınca kömür rengine dönmüş bu mutsuz sokağı. O zamanlar insanlara yasak olan gökyüzünün mahremliğine sığınarak süzdü tekrar sokağı. Altında gezinen zavallılara baktı. Bir kere daha o çirkin sesi çıkarttı onlara meydan okurcasına.

Ama insanlar, sağa sola koşturan o zavallılar, gökyüzüne bakmaktan bihaber oldukları için hep böylesi yağan bir yağmurun altında, onu fark etmediler bile. Kuzgun kanatlarını hafifçe açarak süzüldü tekrar. Tekrar çınlattı sokağı, bir kez daha meydan okudu insanlara ve gökyüzünden gelen parıltılı cevaptan ürkerek kayboldu ortadan hızla.

Kendince salındı bir başka tanıdık çatı arasını kollayarak karanlık gözleri ile caddelerin üzerinden, serseri kuzgun. Küçük krallığının bir yağmurun ömrü kadar sürecek mutlu halini süzdü o garipçe parıldayan iki kara gözüyle. Ve dar bir sokağın geniş göğünde birkaç tur attıktan, yalnızlığının lanetini kutsadıktan sonra mutsuzca, kondu yıkık dökük bir çatıya. Küçük başını iki yana doğru salladı keyifle. Yağmur damlalarına karışan kara tüylerinin üzerindeki ağırlığı serpti dar sokağa.

Uzak kelimesinin az çok bir şeyler ifade ettiği bir zamandan kendisine seslenen küçük kıza emanet etti gözlerini ve meleklere adanmış çirkin bir çığlık daha saldı gökyüzüne. Kimse kalmamıştı etrafta; keyfi kaçtı birden. Bu sıkıcı öğleden sonrasında kara şehrin, tüylerini ıslatan yağmura aldırmadan tanıdık çatının saçaklarından birine doğru ilerledi sıçrayarak. Bir çirkin çığlık daha çıktı sivri gagasından sıyrılarak gırtlağından ve yavaşça girdi çatı arasına. Karanlık mabedinin kapısından sızan bir parça ıslak güneş ışığı ona yol gösterdi durgunca. Işığın eriştiği yere yığdığı eşyalarına baktı onları bulduğu ve buraya getirmeye başladığı o ilk günkü meraklı gözleri ile.

Küçük ama parlak şeyleri topluyordu burada. Köşe başında duran küçük yılan kafatasını gagaladı neşeyle ve koleksiyonunun en değerli parçasını ele geçirip kaybettiği geceyi hatırladı kurumuş bir başka kemik parçasını süzerken. Tekrar o çirkin sesi çıkarttı ve hızla çıkıp gitti; arkasında kurumuş bir parmak kemiği, gagalanmaktan delinmiş bir yılan kafatası ve garip bir hikaye bırakarak yıllar öncesinden kalma...

Çirkin sesi yağmurun ıslattığı bu kara şehrin pas kokan göğünde yankılandı umarsızca ve ben tekrar o garip öyküyü hatırladım onun ıslanmış silueti buradan uzaklaşıp giderken.

* * *

Kabul etmek gerekirdi ki bu güneşli gün artığı öğleden sonrasında başlayan yağmur, artık iyice can sıkmaya başlamıştı. Boğucu bir sıcağın arkasından sararmış dişlerinin arasından yapışkan bir sıvı saçan gri bir şeytan çökmüştü sanki şehrin gökyüzüne. İlahi gökyüzünü kirleten bu küfürbaz melek, gözyaşları ile yolları kir ve insan kalabalığından temizlerken, dünyaya serptiği bu tatsız suyunun fısıldadığı cümlelerin hiçbirine aldırmadı büyük caddeden yürümeye devam eden genç adam. Akşam olmuş ve karanlık denilen şeytanın üçüncü silueti bir kez daha kaplamıştı dünyayı. Güneşi bir daha göremeyecek olmanın kaygısıyla ihtiyar adamlar yemek başında ailelerine kısa ve erdemli vaazlar verirlerken, bir dolandırıcının son dakikada edeceği tövbenin hazırlıklarını yapıyor olmasının farkında bile olmadan yürümeye devam etti. Tam yanında durduğu elektrik direğinin yağmur altında homurdanan cılız tellerinden çıkan küçük kıvılcımların aydınlattığı apartman dairesinin camından güçlükle de olsa seçilebildiği üzere bir profesyonel kendince hazırlığını yapıyordu her akşam ki gibi.

Şeytanın üçüncü sureti, karanlık, hafifçe gülümsedi elektrik direğinden çıkan kıvılcımların aydınlattığı sokağa doğru. Akşam hain bir gülümseme ile getirmişti ayı da beraberinde. Tehlikeli ve donuk bir tebessümle süzmeden önce ayın karanlık yüzü, gülümsedi genç adam. Elektrik direğinden çıkan kıvılcımların aydınlattığı pencere camında nefesi kesildiği için ölen o ihtiyar adamın ağzından çıkan son duaları duymadı uğuldayan kulakları. Adam dünya değiştiriyordu zavallı bir şekilde oysa onun aklında bambaşka şeyler vardı, akşamın yeni yetme karanlığının ele geçirmeye çalıştığı tenha bir sokağın girişinde dururken.

Bu yolu yüzlerce kez kullanmıştı ve şu an elinde bir demet çiçek sevdiği kadının o insanın içine huzur veren evine gülümsemesine ulaşmak için “yüzlerce kez”e bir “kez” daha eklemeyi planladı birkaç saniye içerisinde. İki sokak ötedeki meşhur Agah Efendi Caddesinin kadim karanlığındansa burayı tercih ediyordu. Aklı karışmıştı biraz. Etrafında olan onca şeyin bir etkisiydi belki görünmez bir şekilde. Ama o bunu bilemiyordu işte. Hepimizin yaptığı gibi gülümsedi zavallı bir çocuğun mutlu yüreği elindeydi. Ellerine baktı. Elindeki çiçeklere baktı bir kez daha. Bir garip hava sarmıştı bedenini. Anlam veremedi. Vermeye de uğraşmadı zaten.

Birkaç katlı blokların üzerine tünemiş siyah bir kuşun kendisini izleyen merakla açılmış kocaman gözlerinin farkında olmadan yelek cebinde duran köstekli saatini çıkarttı. Zaman hayli ilerlemişti ve geç kalmak üzereydi. Hafifçe silkindikten sonra sokağa daldı. Burası onu bir kez daha olması gereken yere tam vaktinde ulaştıracaktı. Öyle olmasını diledi. Sağa sola yayılmış çöplere basmamaya çalışarak sokak girişinden içeriye doğru ilerlemeye başladı.

Gün boyu yaşadıklarını şöyle bir gözden geçirmeye başladı bilinçsizce. Dar sokaktan geçerken geçecek olan bir dakikalık zamanda bunu yapabilirdi. Düşünmeye başlamayı düşünmesine gerek bile kalmadan işlemeye başladı beynindeki kaydedici başa sarılmış jelatin rulolarının üzerinde duran resimleri hızla gözünün önünden geçirirken.

Bugün onun için gerçekten önemli bir gündü aslında. Çalıştığı o küçük ofiste kıdeminin yükseltilmesinden tutunda evlilik yıldönümünün bugün olmasına kadar bir sürü şeyi art arda sayabilirdi. Gün geçtikçe (yıl geçtikçe de denebilir) artan önemli şeyler nedense hep bugün de sonuçlanıyor, ortaya çıkıyordu. Yarından kime neydi ki? Bütün önemli şeyler hep ekimin birinde olurdu... İki ekimde evi toplamak, yeni bir şeye başlamak yada çöplerden kurtulmak gerekirdi. Ama bir ekimde mutlu olmak yeterdi yaşamak için. Gülümsedi, bir ekim önemli bir gündü onun için. Bir ekim bugündü.

Anlamsız bir ışık bütününün sokağın karanlığına alışmaya başlayan gözlerini rahatsız etmesi ile kendine gelir gibi oldu. Durdu. Sokağın karanlık diğer ucunda belirten ışık kaynağını seçmeye çalıştı dalgın gözleri ile. İlerlemeye devam etti mutlu bir şekilde. Sokağın neredeyse çıkışında duran ince bir şekil gittikçe belirmeye başladı gözlerinin önünde. İlerlemeye devam etti. Ona doğru yaklaştıkça içinde garip bir ürperdi beliriyordu sanki ince siluetinden ayrı olarak. Durdu tekrar. Birkaç saniye bekledikten sonra kendisine ve bu kuruntulu haline kızdı. Garip şeklin orada dikilen yada kendisi gibi bu ara sokağı tercih eden birisi olduğuna karar verip yürümeye devam etti.

Çatıdaki kara kuş halen onu merakla gözlüyor ve sokağa sızan ince gece lambalarından ve sokağa cephe olan oda lambalarından yansıyan zayıf ışık bütünlerinden geçerken küçük bir parıldama yakalamaya çalışıyordu. Kuş birden başını öne doğru eğip dikkatle bir sonraki ışık demetinden geçmek üzere olan adamı izlemeye çalıştı. Genç adam kuşa rahatsızlık vermek istercesine ışık demetinden koşar adım geçip gitti. Burada daha fazla oyalanmak istemiyordu. Kuş kızgınlıkla karışık çirkin bir çığlık attı. Alt perdeden ve dişleri olmayan bir ağızdan çıkan bu sesi hemen alt katta oturanlar bile duymamıştı. Binanın sert duvarlarında yankılanan kısık ve kalın ses karanlığın içinde kayboldu. Kuş gagasını havaya kaldırıp sokağın öbür yanına baktı. Küçük beyni başka bir merak dalgasının içerisine doğru sürüklenirken hafifçe havalandı. Diğer yanda duran binanın üzerine kondu ve artık daha iyi görebildiği genç adamın bir başka ışık demetinden geçmesini bekledi.

Genç adam tahsilini tamamladıktan hemen sonra çalışmaya başladığı sıradan bir devlet dairesinde duyulması en çok beklenen ve özlenen şeyi duymuştu bugün. Kendisine saçma sapan gelen bu sıkıcı memurluk hayatını yaşayan herkesin beklediği şeyi yaşamıştı. Ofisin sorumlu müdür yardımcısı bugün onu ofisine çağırmıştı.

Elini sevecen bir tavırla omzuna koymuş ve “Evladım Nihat” demişti. Evet adı buydu. “Son üç yıldır birlikte çalışıyoruz. Gerek iş gerekse aile yaşantın ile hepimize örnek olan bir insansın. Senin kadar genç bir arkadaşımızın böylesi tertipli, mutlu ve dürüst bir hayata sahip olması emin ol ki bizi çok sevindiriyor. Üstelik bu bize kendimize çeki düzen vermek konusunda bir nevi destek bile oluyor. İşindeki gayretin ise ayrıca göz dolduran cinsten, doğrusunu söylemek gerekirse” Müdür yardımcısı sigarasından derin bir nefes daha aldı.

Gözleri hafiften puslu bir şekilde anlatmaya devam etti. “Sende gençliğimi görüyorum desem yeridir” dedi. Genç adam bu sözü duyduğunda olacakları tahmin etmekten bir adım öteye geçerek emin olmaya çalıştıysa da müdür yardımcısının sözünü kesmek gibi bir şey yapamayacağı için susmaya gayret etmişti. Gözleri önünde devam etti dinlemeye daha sonra; içindeki coşkuyu biraz daha bastırmaya çalıştı.

“Ben de ilk olarak bu ofise atandığım zaman senin gibiydim. Zaman denen illetin benden alıp götürdüklerine ve yerine bıraktıkları” göbeğini okşamıştı orta yaşlı adam. Hafif bir gülümseme ile devam etti “bazen beni biraz hüzünlendirse de belirtmeliyim ki sen bana her sabah şu kapıdan girmenle birlikte bir çalışma isteği veriyorsun. Bu anlatılmaz bir şey. Neşen, ahlakın, çalışkanlığın sadece beni değil tüm mesai arkadaşlarını çokça motive ediyor.”

Genç adam sokağın ortasına gelmişti artık. Sokağın öbür yanındaki adam biraz önceki ışık yoğunluğunun bir çakmak yada kibrit yakılması olduğunu belirtir şekilde sigarasından dumanlar alarak sokağın karanlığına sızan ince ışık demetlerinin üzerine üflüyordu. “Ne garip insanlar var” diye düşündü. Sebebini bilmeden garip addettiği adama karşı kendince mahcup olarak bu fikri kafasından hızla uzaklaştırdı sonra. Yürümeye devam etti.

“Bu ofisteki geçirdiğin üçüncü yılın, öyle değil mi; yanılmıyorum?” diye devam etmişti müdür yardımcısı. Genç adam “Evet” diyebilmişti ancak. Aslında iki yıl, on bir ay ve birkaç gün diye düzeltmek istediyse de ağzından çıkmak üzere olan sese gırtlağını temizleme görünümü vererek suskunluğunu korudu başarıyla. İçinden gülümseyerek geçirmişti neşe içinde; ne kadar komik bir durumdu bu. Müdür yardımcısı devam etti. “Artık senin sıradan bir memur olman doğru değil, Nihat.” Kendince muzip bir tavır takınarak gülümsedi. Elleri önünde birleşmişti. “Müdür bey ile oturup senin durumunu konuştuk. Gerekli izinleri de aldıktan sonra seni Ofise Şef Memur olarak atamaya karar verdik.” Göz kırptı. “Umarım yanılmamışızdır.”

İşte günün anlamını bir parça daha artıran şey de buydu. Yarın o çok sevmediği ama hakkında asla şikayet etmek gibi bir niyeti olmadığı ufacık ofise, son üç yılını, daha doğrusu iki yıl on bir ay ve birkaç gününü duvarları arasına mahkum edilmiş bir şekilde geçirdiği o soğuk, taş döşemeli apartman dairesine şef memur olarak girecekti. Çok mutluydu. Maaşı artacaktı. Çok fazla çalışmasına gerek kalmayacaktı. Artık bir çocuk sahibi olabileceklerdi rahatça. Buna ayıracakları zamanları ve paraları olacaktı artık.

Karısına o mutlu haberi vermeye gidiyordu. Paraları geçimlerine ancak yetiştiği için bu çok istedikleri şeyi tekrar tekrar ertelemek zorunda kalmayacaklardı artık. Çok mutluydu. Bir ekimi çok seviyordu gerçekten. Ekim hüzünlü bir sonbahar çocuğu değil de bir bayram yeriydi onun küçücük dünyasında her mutluluğu bir araya getiren.

Birden sokağın öbür ucuna yani çıkışa gelmek üzere olduğunu fark etti. Ama bunu fark etmesinin sebebi sokağın sonunda gittikçe belirginleşen sokak lambalarının ışıkları değil omzuna dokunan bir eldi nedense. Sokağın bu ucundaki adam olduğunu anladı. Kendisine kızdı sonra. Sokakta başka kimse yoktu ki. Ne vardı bunda anlayacak.

Adama döndü. Her zaman ki gibi kibarca hitap etti karşısında duran adama.

“İyi akşamlar beyefendi.”

Adamın suratını kısmen aydınlatan ışığın altında gülümsemesini görebiliyordu. Bir neşeyi ifadeden çok bir alışkanlığı belirtir şekilde suratına yerleşmiş olan bu gülümseme onu bir parça rahatsız ediyordu. Adama sorar gözlerle bakmakla yetindi. Adam sol elindeki sigarasında duran bakışlarını ağırca karşısındakinin gözlerine dikti ve karşılık verdi.

“Size de iyi akşamlar.” Gülümsemesinin altından görülemeyen dişlerinin sigara içmekten sarardığına kanaat getirdi genç adam. Diğeri başını sağ yanına eğip devam etti.

“Saatiniz kaç acaba?”

Genç adamın istem dışı bir şekilde bir süre durduktan sonra bu halinin ne kadar kaba olduğunu fark edip hızla elini yelek cebinde duran saatine götürdü. Sokağın bulundukları bölümü fazla aydınlık olmadığı için saatin kaç olduğunu göremedi. Elini saati avucunda olduğu halde ışık demetlerinden birine doğru uzatırken bir alışkanlıkla karışık söylendi.

“Affedersiniz.” Işık demetinin altından saatini okuduktan sonra adama dönüp saati söyledi. “Saat 8 efendim.”

Adam suratında aynı soğuk gülümseme ile teşekkür etti. Tam genç adam yanından geçip gitmek için izin isteyecekti ki konuşmaya başladı.

“Aslında ne kadar garip bir zaman öyle değil mi?” dedi eliyle gökyüzünü göstererek. Ay hilal şeklindeydi.

Genç adam gökyüzüne baktıktan sonra anlamadığını belirtir bir şekilde sordu.

“Pardon?”

“Ay...” dedi adam. Biten sigarasını yere atıp ayakkabısının ucuyla ezdi. “Sanki gökyüzü tüm o karanlık sıfatıyla bize gülümsüyor” dedi. Cebinden bir kutu çıkartıp kapağını açtı. İçerisinde ince sarılmış sigaralar duruyordu. Genç adama uzattı kibarca. “Almaz mıydınız?”

Genç adam gülümsedi. “Teşekkür ederim. Kullanmıyorum.” Tekrar başını gökyüzüne çevirip aya baktı. “Özür dilerim ama söylediğinizi anlayamadım” diye mırıldandı gözleri hilal şeklindeki aya takılmış bir şekilde. Tiz bir sesle irkilerek başını gayri ihtiyari adama doğru çevirdi. Sokağa sızan ışık demetlerinden bulundukları yere kadar ulaşan birkaç cılız yansımanın usulca parlattığı gördü gözleri. Adam elinde uzunca bir çakı olduğu halde sırıtarak karşısında duruyordu.

Duvarın üzerine tünemiş olan kuş olan biteni ilgiyle izliyordu. Başını hızla sağa ve sola çevirerek karşısında gelişen olayı daha iyi takip edebilmek istiyor gibi bir hali vardı.

“Öyle mi?” diye sordu adam alaycı bir gülümseme ile. “Bunda anlaşılmayacak bir şey yok” dedi. “Gökyüzü, o kara çehresini ve ruhunu saran tüm kötülüğü ile gülümsüyor bize bakın” diye işaret etti elindeki çakı ile gökyüzüne doğru. Sonra başını genç adama çevirip devam etti. “Aynı benim sizin karşınızda şu an ki gülümsemem gibi...”

Genç adam benliğini saran korku dalgasından kurtulmaya ve soğuk kanlı davranmaya çalışarak adamın gözlerinin içine baktı. Ne kadar uğraşsa da karşısında duran adama karşı çok fazla bir telkini yoktu bu halde gözlerinin. O kadar zaman üzerinde çalıştığı etkileyici görünme sanatı kendisini bir hırsız daha da kötüsü muhtemelen bir katille baş başa bırakıp hızla oradan uzaklaşıp gitmişti. Gecenin karanlığında ortadan kaybolan cesaretine ve nezaketine birkaç kötü söz söyleyip içinden yutkundu.

Adam başını öne eğip sıkılmışçasına başını sağa sola salladı. “Sadede gelelim” dedi. “Canınızı yakmak derdinde değilim. Sadece paranızı istiyorum beyefendi.”

Genç adam donmuş bir halde aklını toparlamaya çalışıyordu. Düşündü.

Birkaç gün önce maaşını almış ve karısının tüm ısrarlarına rağmen her ay yaptığı gibi bankadaki hesaplarına yatırmak yerine birkaç gün yanında taşımaya karar vermişti. Evin bir ihtiyacı olabilir bahanesinin ardında bütün ay emek verdiği şeyin karşılığını yanında taşıyarak, belki de oturdukları semtin meyhanesinde birkaç saatlik bir eğlence için hazır bulunduruyordu bilinçsizce. Bunun için fanilasına gizli bir cep bile diktirmişti karısına. Karısı bunu yaparken gönülsüzdü. Biliyordu ki bu cep oraya dikildikten sonra adamın aldığı kısıtlı maaş kolay kolay bankaya yatmayacaktı artık. Genç adam bir an parasını düşündü. Bütün ay boyunca bunun için çalışmıştı. İlginç bir tutkuyla bağlıydı buna. Parasına olan tutkusu korkusunu alt etmesine yardımcı bile olabilirdi.

“Ama bu zorbalık” dedi aciz bir şekilde. “Sizin gibi bir beyefendi neden böylesi bir şeye gerek duysun ki?” diye devam etti mantıklı bir nokta ararken içinde bulunduğu durumdan kurtulmasına yarayabilecek.

Adam hafif bir kahkaha attı. “Lütfen kuzum, yapmayınız; karşınızda yirmi yaşında toy bir çocuk yok” dedi. Adamı yakasından yakalayıp duvara yasladı hızla. Genç adamın elindeki çiçek demetinden yapraklar sağa sola saçıldı. Yakasında hissettiği basıncın etkisi henüz geçmişti ki göğsünde hafif bir sızı hissetti garip bir şekilde. Gözleri göğsüne doğru indi kocaman açılarak.

Diğer adam bıçağıyla olabildiğince kibarca dürttü karşısında duran genç adamı çiçek demetinin üzerinden. Üzerinde çokça durulmaması ve vakit kaybedilmemesi gereken zavallı bir avdı onun için genç adam.

“Üstelik” diye devam etti. “Bu benim mesleğimdir, takdir edersiniz ki. Sizin memuriyetiniz size ne ifade ediyorsa bu işte bana aynı şekilde görünür. Şimdi çok fazla uzatmadan taahhüt ettiğimiz şeyleri karşılıklı olarak yerine getirip yolumuza devam edelim lütfen.”

Genç adam memuriyetim diye düşündü. Adam kendisini tanıyordu. Belki de bir süredir kendisini izliyordu bu kötü niyetli adam. Bu düşünce onu biraz önce olduğundan daha kötü yapmıştı. Eğer öyleyse bu adamdan basit birkaç yalan ve cebindeki küçük banknotları kendisine vererek kurtulamazdı. Kendine lanet okudu. Bu adamı nasıl olurdu da fark edemezdi.

Sonra tüm bu düşüncelerden sıyrılıp istem dışı bir şekilde gülümsedi. Mantıklı bir şeyler söylemeye çalışacaktı. Bıçak ince ceketinin üzerinden tenine batıyordu. “Ama bu cidden çok gülünç. Ben size bir taahhütte bulunmadım ki efendim” dedi.

Adam suratında yine o aynı gülümseme ile cevap verdi. Elindeki çakıyı biraz daha bastırarak.

“Zaten size bir taahhütte bulundunuz demedim. Ben bir taahhütte bulunacağım sizin için ve karşılıklı olarak bunu yerine getirip yolumuza gideceğiz.” Sigarasını yere attı boşta kalan eliyle. Daha yüksek ve sert bir ses tonu ile devam etti.

“Bana üzerinizdeki tüm değerli eşyaları veriniz ve ben de sizin bu sokaktan canlı çıkmanızı sağlayayım.”

“Ama bu bir soygun. Yani, yani beni gasp ediyorsunuz” dedi genç adam. Diğer adam eliyle bir tokat attı karşısındakine. Çatıdaki kara kuş birbirine iyici sokulmuş vaziyette duranları biraz öncekinden daha büyük bir dikkatle izliyordu. Tokat sesi ilgisini had safhaya çıkartmıştı.

“Lütfen, zorlaştırıyorsunuz ama. Bana paranızı veriniz ve bende sizi serbest bırakayım. Bunun bir soygun olduğu ortada ve bunu yinelemeniz bir şeyi değiştirmiyor gördüğünüz gibi” dedi sırıtarak.

Genç adam başını sallayarak olumsuz bir yanıt vermeye çalıştı. “Size istediğinizi veremem bayım”dedi. “Bu imkansız. Ben bu vermemi istediğiniz...” durdu. Karın boşluğunda ince bir sızı hissetti. Konuşmaya çalıştığı sırada adam elindeki bıçağı karnına saplamıştı. Ellerini karnına doğru götürmeye çalıştı ama adam bıçağını çekip birkaç kez daha sapladı genç adamın kocaman açılmış gözleri karanlıkta çokça seçilemeyen suratına bakarken.

Genç adam karnını tutarak yere çökmeye çalıştı. Diğer adam yakasından yakaladığı genç adama doğru bıçağını sallamaya devam etti. Son üç darbenin göğüs kafesinde kaburgaların arasından ince bir yer bulup kalbe gelmesinden emin olduktan sonra iyice fenalaşan adamı yakasından bıraktı. Genç adam yerde iki büklüm bir şekilde uzanmış yatıyordu.

Sokağın iki ucuna bakındıktan sonra yerde yatan kurbanının ağzını eliyle kapatıp yanına çöktü. Bıçağını son bir kez daha sol göğsüne sapladıktan sonra kurbanını sırt üstü çevirdi. Ceplerini aramaya koyuldu.

Pantolon ceplerindeki küçük banknotları cebine indirdikten sonra artık delik deşik olan yeleğin cebinden kibarca köstekli cep saatini çıkarttı ve onu da ceket cebine koydu. Adamın üzerini yeniden kontrol ederken fanilasına dikilmiş gizli bir cep olduğunu fark etti. Adamın kanlanmış beyaz gömleğini kabaca açarak faniladaki cepten bahsi geçen meşhur parayı çıkarttı. Küçük bir banknot dizisi özenle katlanmıştı işte.

Güldü. “Aptal” diye geçirdi içinden. “Bunun için öldün işte. Aptal seni”

Daha sonra ceket ceplerini tekrar kontrol ederken birden gözleri adamın parmağındaki yüzüğe takıldı. Güzel bir altın yüzüktü. Bir alyansın iki belki de üç katı kadar kalınlıktaydı. Kötü hafızasına lanet ederek adamın elini kucağına aldı. Genç adam henüz ölmemişti ama hiçbir tepki verecek halde de değildi. Hemen yüzüğü çıkartmak için harekete geçti. Gülümsedi. Bu yüzük bu akşamki avının kendisine sunulma sebebiydi. Şişmeye başlayan parmakları birbirinden ayırmaya çalışarak yüzüğü çıkartmak için sağa sola çevirmeye başladı.

Çatıda duran kuş daha bir dikkat kesildi. Evet, aradığı; gözüne çarpan parlak nesne buydu. başını sola çevirip sağ gözüyle baktı adama. Yüzük şişmeye başlayan parmakta her bir sağa sola dönüşünde parıldıyor ve sonra tekrar karanlığın içine gömülüyordu. Kara kuş sağ gözünü kırpıştırdı. Küçük zihninde gördüklerine bir anlam vermeye çalıştı.

Adam artık şişmiş olan parmaktan yüzüğü bu şekilde çıkartamayacağını anladı. Uzun zamandır oradan hiç çıkmadığı belliydi. Gülümsedi ve ağır bir küfür ettikten sonra kanlı çakısını adamın yüzük parmağına dayadı. Çakıyı kuvvetlice bastırarak gittikçe solgunlaşan parmak derisini kesmeye koyuldu. İnce kesikler ve küçük ama derin yaralar açmak için özellikle uç kısmı keskinleştirilmiş olan ince çakı çok ince hışırtılar çıkartarak deri üzerinde yaralar açarken bükülmeye başladı.

Adam lanetler okuyarak yere iyice yayılan kanın üzerine bulaşmaması için gayret gösterirken ince çeliğin kırılmaması için kısa darbelerle kurbanının yüzük parmağına vurmaya başladı. Bıçak kırılmak üzereydi. Bıçağı yere bırakarak adamın elinin yüzük parmağı ile birleştiği yere bakmaya başladı. Gülümsedi, eğer kemiği kırabilirse parmağı kolayca kopartabileceğini tahmin ediyordu. İki eliyle uzun ceketinin uç kısımlarını kucağına doğru topladı ve yüzük parmağını ve genç adamın elini iki eliyle tutup kuvvetlice eklem yerinin tersine doğru bastırdı. Küçük ve tok bir ses çıkartan parmak kemiğini nazikçe eklem yerinden kırmayı başarmıştı. Ama bu bütün parmağı yerinden çıkartmak için yeterli değildi. Çakısını tekrar almak için hafifçe onu bıraktığı tarafa doğru uzandı. Bu esnada sokak girişlerine bakmayı da ihmal etmiyordu. Çakıyı yerden aldıktan sonra ustaca elinde çevirerek eklem yerine dayadı. Tam bastırıp kemiğin üzerine sarılmış olan et parçalarını kesmeye başlayacağı anda bir düdük sesiyle irkildi. Buraya çok yakın olmasa da etrafta bir bekçi dolaşıyor olmalıydı. Küçük bir panik yaşadıktan hemen sonra derin nefesler alarak düdük sesini unutmaya çalışarak yüzüğün takılı olduğu parmağa ve işine odaklanmaya çalıştı. Adam birkaç sokak ötede olmalıydı. Bu işi hemen bitirirse yakalanmadan uzaklaşabilirdi.

Çatıya tünemiş olan kara kuş aniden kaba bir çığlık attı. Adam başını hızla sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Kuşu gördüğü anda biraz şaşırmışsa da kuşunda düdük sesini duymuş olabileceğini ve buna karşılık o sesi çıkarttığını düşünerek işine koyulmaya karar verdi. Düdük sesi gittikçe yaklaşıyordu.

“Aptal yaratık” diye mırıldandı hızla nefes alıp verirken. Çakıyı kırık eklem yerine bastırdı. Aldığı nefesi vücudunda tutarak gücünü dengeledi ve mırıldanmaya devam etti. “Başka yapacak” çakıyı bir kez daha bastırdı. Birkaç sinirin eklem yerine bağlanmış olan uç kısımlarını kesmeyi başarmıştı. “işin yok sanki, burada iş yapıyoruz görmüyor musun” diye söylendi sırıtarak. Parmağı tekrar eklem yerinin tersine doğru bastırdı. Parmaktan tok bir ses çıktı. “İşte böyle” diye mırıldandı. Sinirleri biraz gerilmişti. Kendi kendine söylenmenin genelde iyi bir şey olmadığını düşündü eklem yerinin etrafında kalan son birkaç siniri daha kesmeye çabalarken. Sinirleri bu çakı gibi sert olmalıydı. Düdük sesinin giderek yaklaştığını fark etti. Yüzük parmağını ölü adamın elinden ayırmak için kendisine doğru çekti. Acımasızlık noktasında duran bir adama göre çok fazla ürkek bir ruh hali içerisindeydi. Büyük ihtimalle bekçi onu fark etmeyecekti bile. Ama yine de o bu riski alamazdı. Yüzük parmağını kendisine doğru çekti ve eklem yerine doğru çakısını son bir kez daha bastırdı. Parmak kopmuştu. Eli kan içerisindeydi. Parmak hafifçe titriyordu. Buna bir anlam vermeye çalışırken kesmiş olduğu parmak ve ucunda duran kanlı ganimet ellerinden kaydı. Düdük sesi bir sokak ötesindeydi artık. Elini kan içerisinde kalmış olan sokak zeminine uzatarak parmağı aldı. Sonra yüzüğü çıkarttı elleri titreyerek. Parmak gerçekten de titriyor olamazdı. Sadece biraz gergindi. Parmağı bu yüzden elinden düşürmüş olacaktı. Çatıya tünemiş olan kuşu düşündü. “Aptal yaratık” diye mırıldandı. Düdük sesi yaklaşmaya devam ediyordu. Yüzüğü sokağı aydınlatan ışık demetine doğru uzattı. Evet bu oydu.

Birden bütün bedenini saran bir ürpermeyi hissetti. Aklını yitirecek gibi oldu. Küçük bir çığlık atarak bacağına dokunan şeyden kurtulmak için kendisini yere attı. Biraz önce defalarca bıçakladıktan sonra öldürdüğünü sandığı genç adam ağzından akan kanın suratında çizdiği korkunç bir ifade ile kendisine doğru uzanmaya çalışıyordu. Yüzüğü çıkartmak için kesmek daha doğrusu kopartmak zorunda kaldığı parmağın kanayan yarasının olduğu eli bacağına dolamaya çalışıyordu. Yüzüğe uzanmaya çalışıyordu.

Adam kendisini hızla toparlayarak yüzüğü tuttuğu avucuna çakısını alarak sıkıca kapattı elini. Çeliğin dokusunun soğukluğu onu biraz kendisine getirmişti. Hızla adamın yanına gitti ve saçlarından tutarak başını geriye doğru çekti. Bıçağın keskin tarafını genç adamın gırtlağına bastırdı ve hızla sağa doğru çekti. Sonra bıçağı tekrar aynı yere doğru götürüp birkaç kez daha aynı şeyi yaptı. Genç adam gırtlağını tutmaya çalışarak yere yuvarlandı.

Adam ayağa kalkarak hızla sokaktan çıkmak için sokak çıkışına doğru yöneldi. O anda kesik düdük sesini bir kez daha duydu. Olduğu yerde durdu. Gözleri kocaman açılmış bir şekilde geriye döndü. Düdük sesi sokağın diğer girişinden geliyor olmalıydı.

Ama nedense düdük sesinin geldiği yöne değil biraz önce göz göze geldiği kara kuşun durduğu çatıya doğru baktı bilinçsizce. Başını hafifçe sağa sola sallayarak kendine gelmeye çalıştı tekrar. Derin bir nefes aldıktan sonra avına son hamlelerini yapmadan hemen önce sıkıca kapattığı avucunu açtı ve yüzüğe bir kez daha bakma isteği duydu. Yüzük orada yoktu. Çakıyı alırken düşürmüş olmalıydı. O sırada yerde yatan genç adamın zayıf hamlelerle ilerlemeye çalıştığını fark etti. Yüzük oradaydı demek. Bu lanet olası aptal herif neden ölmedi halen diye mırıldanarak hızla onun yanına gitti. Yüzüğü yerden aldı. Düdük sesi neredeyse karanlık sokağın içinden geliyordu. Hemen gitmesi gerekiyordu. Ama o böyle yapmayacaktı. Çakısını elinde döndürerek yerde yüzüstü yatan adamın yanına çöktü ve elindeki çelik parçasını adamın ensesine sapladı sert bir şekilde. Yerdeki adam son bir kez daha çırpındıktan sonra yavaşça hareketsiz kaldı. “Nihayet öldü” diye mırıldandıktan sonra yüzüğü tekrar ışığa doğru kaldırdı. Bunun içindi demek bu kadar uğraş. Gülümsedi. Yüzüğü cebine koymak için elini ceketine doğru götürdü. Düdük sesi artık gerçekten sokağın içinden gelmeye başlamıştı. Sokağın diğer ucunda duran bir karartı kendisine doğru seslenirken hızla sokağın diğer ucuna doğru koşmaya başladı. Yüzüğü cebine sokmaya çalışıyordu. Sokağın başına geldiğinde çakısını ustaca kapatıp iç cebine koydu. Arkasından gelen ayak seslerine aldırmadan koşmaya devam etti. Birkaç dakika sonra buradan yeterince uzaklaşmış olacaktı. Gülümsedi, yorucu ama kazançlı bir gün olmuştu.

Yorucu, kazançlı ve garip bir gün...

Çatıda duran kara kuş bekçinin karanlık sokaktan hızla geçip kaçan adamı takip etmesini izledi. Bekçi koşarken belinden silahını çıkartmaya çalışıyor bir yandan da düdüğünü olanca nefesi ile öttürüyordu. Ama kara kuş bunların hiçbiriyle ilgilenmiyordu. Bekçi sokağı aydınlatmaktan aciz olan ışık demetlerine girip çıktıkça parıldayan rozetine ve ceket düğmelerine bakıyordu o sadece. Bekçi son ışık demetinin yanında durup yerde yatan genç adama bakarken bir şey fark etti. Kahverengi elbiseli bu adamın düdüğünü rahatsız edici bir şekilde çalarak uzaklaşmasından sonra yere indi.

Yerde duran genç adam artık ölmüştü. Ama bu halinde bir gariplik vardı. Gözleri bir acının son belirtileri içerisindeyken bilinçsizleşmemişti. Yarıya kadar açılmış gözlerinin önünde duran şeye gülümsüyordu sanki. Kara kuş birkaç kez sekerek adamın baktığı yere doğru ilerledi. Yerde duran kana bulanmış şeye gagası ile birkaç kez vurdu. Başını sağa sola oynatarak dikkatle baktıktan sonra yerdeki şeyi gagasının arasına sıkıştırarak hızla oradan uzaklaştı. Gagasındaki parlak şeyin üzerinde duran koyu sıvının ince diline dokunması ile hafifçe irkildi. Tekrar çatıya kondu. Gagasındaki şeyi bulunduğu yere bıraktı ve ona bakmaya başladı. Bir kahkahayı andıran o çirkin sesi tekrar çıkarttıktan sonra parlak şeyi tekrar gagasının arasına aldı ve uçup gözden kayboldu. Bu biraz önce ele geçirmek için uğraşılan geniş kesimli altın yüzüktü...


* * *

Katil, soyguncu, serseri; bütün bunlardan hangisini kendisine uygun gördüğünü kestirmeye çalışan adam hızla şehrin liman semtlerinden birine (en eskisine) doğru yöneldi. Başına gelen garip olayı düşünmemeye çalışıyordu. Lanet herif diye mırıldandı tanıdık bir evin kapısına doğru yönelirken. Her taraftan düdük sesleri yükseliyordu. Hızla kapıyı çaldı. Bir süre daha bekledi ve sokağı tekrar süzdü kısık gözleri ile. Kapıyı bir kez daha çaldı. Ağır bir küfür daha ettikten sonra tekrar kapıyı çaldı. Kapıyı hemen açmaları için sesini biraz yükselterek bir kez daha küfürle karışık söylendi.

İçeriden kalın bir erkek sesi geldi. Kim olduğunu soruyordu. Adam ilginç bir şekilde aniden hatırladığı adını söyledi sokağı süzerken kaygılı gözlerle. Kapı ağırca açıldı. Adam gülümsedi. Hızla içeri girdi.

Burası bu geceki son durağı olacaktı. Sonra ellerini yıkayıp buradan defolup gidecekti. Gidip bu akşamı unutana kadar içecek ve sabahın ilk ışıklarında başı deli gibi dönerken evine doğru yollanacaktı. Kapıyı açan iri adam elinde duran silahı indirmeden onun içeriye girmesini izledi. Üzerinde ince bir gömlek ve kısa bir pantolon vardı. Aceleyle giyinmiş olduğunu anlamak için bu haline bakmak yeterliydi.

Dışarıdan gelen adam hızla üst kata çıktı. Üst katta geceliğe bürünmüş zayıf bir kadın onları bekliyordu. Kadın telaşını bastırmaya çalışarak adamın kolunu tuttu.

“Tamam mı?”

Adam gülümsedi. “Tamam”, göz kırptı, “hallettim...” Kadın rahatlamış gibi derin bir nefes alıp verdi. İri yarı adam da üst kattaydı artık.

İri yarı adam keyifle gülümsedi ve kollarını açtı. Gecelikli kadın hızla kollarına atıldı. Sarılıp öpüştüler. Adam ona sevgiyle bakarak uzun saçlarını elleriyle geriye attı. Tekrar ortaya çıkan yüzünü eliyle okşayarak bir kez daha öptü kadını.

Sonra adama döndü. “Bunu kutlamalıyız.”

* * *

Kara kuş birkaç blok daha kat edip sokaklardaki insanları izledi. Gagasında parıldayan geniş kemerli altın yüzüğü düşürmeden uçtu ve karanlık sokağa geri döndü. Burası eskisi gibi tenha değildi. Sokağı dolduran insanlara baktı dikkatle. Kimisi üzülen, kimisi bir anlam vermeye çalışan, kimisi de lanetler okuyan insanları süzdü siyah gözleri ile. Ama en çok yakasında o parlak rozetleri taşıyan kahverengi ve siyah giyimli adamları izledi dikkatle. Sokağı aydınlatan ışık demetleri yeterli gelmediği için etrafa saçılmışçasına dağıtılmış olan el fenerlerinin refakatinde parlak metal düğmelere baktı. Şaşkınlığından yada sevincinden midir bilinmez, o çirkin sesini çıkartmak için gagasını açacak olduysa da yüzüğü düşürmemek bundan defalarca vazgeçti. Sonra kayboldu gitti gecenin karanlığında. Onca arbedenin içerisinde kimse bu kara kuşun uzaklaşmasını umursamadı ve kimse onun kanat çırpışlarıyla ilgilenmedi.

* * *

İçerideki odaya geçtiler. İri yarı adam elinde büyük bir içki şişesi ile en arkalarından geldi. Şişeyi açtı ve ellerindeki kadehleri doldurdu sırayla.

“Para nerede?” diye sordu kadın.

Adam elini cebine sokup kanlanmış ince banknot destesini çıkartıp içerideki eski tahta masanın üzerine fırlattı. “İşte burada” dedi. “Fanilasından çıktı” diye devam etti gülümseyerek. “Aynen anlattığın gibi orada bir cepte duruyordu hepsi.”

Kadın karanlık bir tebessüm oturttu suratına. “O cebi ben dikmiştim...” dedi. Adam içtiği içkinin tadına yorduğu bir şekilde gözlerini kıstı. İğrenen bir ses tonuyla devam etti.

“Sen gerçekten kötü bir kadınsın, Maria”

“Bana bunu söyleyene bak” dedi kadın elindeki içki kadehini bir defada midesine indirirken. “Para için adam öldüren sen değil misin?”

“Bu benim işim küçük hanım; açıkçası gereği ne ise onu yaparım.” Durdu. Gözleri ile camın önünde beliren şekli süzmeye başladı. Çok yorucu bir akşamdı diye düşündü. Tekrar kadına döndü. “İşi ayrı tutarsak, çünkü burada kişisel bir şeyden bahsediyoruz; ben kimseyi aldatmaya da taraf değilim. Ama neticede bu bir iş benim için...”

İri yarı adam aralarına girdi konuşmanın tartışmaya dönüşmesini önleme çabası ile. “Bırakın şimdi birbirinize laf atmayı.” Adama döndü. “Nasıldı?” diye sordu kıskanç bir ses tonu ile. Kadınını elinden aldığı adamı kendi elleri ile öldürmek istiyordu. Ama kadın bunu yapmasını istememişti. Daha doğrusu aşığının üzerinde sihirli bir otorite kurmayı başaran her güzel kadın gibi bunu yapmasını ona yasaklamıştı. Adamda buna uymuştu.

“Çok kibar bir adamdı. Çok beyefendiydi, toprağı bol olsun; başta zorluk çıkarttıysa da sonra bir şekil de anlaşmayı başardık” dedi adam dalgın bir şekilde tekrar cama doğru bakarken. Orada bir şey görmüştü sanki. Keskin ve işi gereği birçok görüntüyü hızla beynine yollamaya alışkın gözleri tanıdık bir şeyi seçmişti sanki. Daha sonra camda duran şeyin bir kuş olduğuna karar verip diğerlerine döndü. Endişelenecek bir şey yoktu ortada. “Sonuçta o yada bu şekil de öldü. Ve hepimiz de istediğimizi aldık” dedi.

Kadın aklına bir şey gelmiş gibi başını öne eğip adama doğru yaklaştı. Gözleri kaygılı bir şekilde açılmıştı. Adama sordu.

“Peki ya yüzük? Onu da aldın mı?”

“Aldım” dedi. “Parmağından çıkartamadım; parmağını kesmek zorunda kaldım” Bahsettiği şeyin kadını kötü yapacağını düşünerek söylememiş olmayı diledi sonra. Ama kadın ilginç bir şekilde cevap verdi.

“Bende çıkartmayı başaramamıştım. O yüzden seni tuttuk zaten.”

Adam durdu. Gülümsemesi bir anda kayboldu. Aklına adamın ayağına sarılması gelmişti. Bu yüzük neden bu kadar değerliydi ki? Kadına dönüp bunu sormaya karar verdi.

“Çok önemli bir şey olmalı bu şey” elini cebine attı. “Bu kadar önem verdiğinize göre” dedi.

“Hayır” dedi kadın. “Büyük babam evlenirken hediye etmişti o yüzüğü Nihat’a, o pisliğin onu daha fazla taşımasını istemedim.”

Adam tekrar sordu. “Ama bu çok saçma. Yani adam öldükten sonra nasıl olsa o yüzüğü sana geri verirlerdi. Neden ille de bu gece getirilmesini istedin?”

“Bu seni hiç ilgilendirmez...” diye kestirip attı kadın. Elini adam doğru uzattı. “Şimdi yüzüğümü istiyorum.”

Adam elini cebine doğru uzatırken dışarıdan bir anda düdük sesleri ile karışık sirenler duyulmaya başladı. Hepsi birden cama doğru ilerlediler. İri yarı adam kadını göğsüne bastırırken elindeki silahı adama doğru tutarak camı işaret etti.

“Camı aç, ne olduğuna bir bakalım” dedi.

Adam kendisine hiç güvenilmediğini bir kez daha hissederek usulca cama doğru ilerledi. Camın dışında biraz önce kendisini heyecanlandıran şey vardı. Bir kuş diye geçirdi içinden. Yağmurdan korunmak için buraya sığınmıştı herhalde. Fakat birden aklına sokaktaki o kuzgun geldi. Adamı öldürürken kendisini izleyen o kara kuş. O olabilir miydi? Hayır, o sıradan hatta itiraf etmek gerekir ki; aptal bir kuştu sadece. Cinayeti görmesi neden onu kötü yapmıştı ki. Kendisine kızdı ve gülümseyerek camı açtı muzip ve abartılı hareketlerle.

Camın önünde gerçekten de bir kuş duruyordu. Ama bu kuş pencerenin açılması sırasında uçup gitmesi gerekirken istifini hiç bozmamıştı. Adam önce şaşırdı. Garip bir şey oluyordu. Aklına tekrar sokakta onu izleyen kuzgun geldi. Kocaman açılmış gözlerini iki kat yukarıdaki çatının üzerinden görebilmişti. Birden ürperdi. Bu kuşta garip olan bir şeyler vardı sanki. Hiçbir kuş öyle bakmazdı. Eli titreyerek istem dışı bir şekilde elini camın önünde duran kuşa doğru uzattı. Kuş hafifçe biraz ileriye zıpladı ve adama doğru döndü. O çirkin çığlığını attı tekrar.

Adam bir anda irkildi ve kendini yere attı. Elini çakısının durduğu cebine götürdü ve hızla bıçağını çıkarttı. Kuş adamın ani hareketinden ürkerek uçtu ve karanlığın içerisine doğru süzüldü. Birkaç kanat çırpıştan sonra iyice gözden kayboldu.

“Lanet şeytan” diye söylendi adam cebinden çıkarttığı çakısını ileride tutarak pencere doğru ilerlerken.

İri yarı adam yerdekine doğru seslendi. “Kıpırdama” silahını ona doğru sallayarak devam etti. “Bir numara mı çevirmeye çalışıyorsun sen?”

Adam ağlarcasına bir ses tonu ile söylenmeye başladı. Çakısını gülünç bir tedbir olarak halen pencere tarafına doğru tutuyordu. “Bu lanet kuş, beni gördü. Nihat’ı öldürürken beni izliyordu. Onu göğsünden bıçakladığımda, parmağını keserken hatta yerden kalkmaya çalışırken boğazını kestiğimde, evet bunu birkaç kez tekrarladığımda bile beni izliyordu. Sonradan fark ettim. Lanet olsun, şeytan! Buraya kadar beni izlemiş, o şeytan; parmağı keserken bana bakıyordu; anlamıyor musunuz? Görmediniz mi hiç korkmadı benden. Lanet yaratık, o bir şeytan!”

Kadın acırcasına baktı yerdeki adama. İri yarı adama biraz daha sokuldu ve ona doğru seslendi öfkeyle.

“Palavra, bırak şimdi bu deli saçmasını da yüzüğü çıkart.”

Adam biraz olsun kendisini toparlamaya çalışarak yerden kalktı. Derin nefesler alarak bir anda aklına gelen onlarca tekinsiz öyküyü düşünmemeye çalışarak elleriyle saçlarını düzeltti. Kanlı çakısını kapatıp cebine koydu usulca. Gülümsedi tekrar. Birkaç derin nefes aldıktan sonra kendine gelir gibi oldu. Cidden saçmalamıştı.

Elini ceket cebine doğru götürdü ve aranmaya başladı. Köstekli saati çıkartıp masanın üzerine koydu, sonra adamın cebinden çıkan diğer banknotları da onun yanına iliştirdi. Ama yüzüğü henüz bulamamıştı. Diğer ceplerine bakınmaya başladı.

İri yarı adam sinirli bir şekilde “Yüzüğü çıkart” diye söylendi. Adam dış ceplerini yoklamaya başladı. Mendilini çıkartıp içerisine baktı. Yoktu, yüzük kaybolmuştu. Okkalı birkaç küfür savurarak pantolon ceplerine bakınmaya başladı. Ama biliyordu, emindi; ceket ceplerine koymuştu yüzüğü. Sonra birden aklına camı açtığında gördüğü o kara kuş geldi. Tekrar küfürler edip lanetler okuyarak iri yarı adama ve kadına döndü.

“Yok, bulamıyorum” dedi. Gözleri söylediklerine inanmalarını ister gibi büzüldü masumca. “düştü herhalde.”

“Ne demek düştü?” dedi kadın. İri yarı adamın elinden silahı aldı ve adamın yüzüne doğrulttu. “Ne demek düştü, ha? Bizi kandırmaya mı çalışıyorsun adi herif? Buna inanır mıyız sanıyorsun ha, bizi atlatacaksın o küçücük beyninle öyle mi? Hemen yüzüğü çıkart!”

Adam kadının sözlerine karşı kendisini kontrol etmekten vazgeçip öfkeyle cevap verdi.

“O lanet yüzüğün ben de değil pis kaltak. Kimi korkutmaya çalışıyorsun sen?” dedi cebinden kanlı çakısını çıkartarak. “Senin tanıdığın insan kadar adamı öbür tarafa yolladım ben. Hemen o haltı indir yoksa bunun tadına bakarsın, zavallı kocana davrandığımdan daha iyi davranmam sana! ”.

Kadının üzerine doğru yürümeye başladı. İri yarı adam üzerine atlamaya çalıştıysa da usta bir hamle ile onu kenara çeldi ve çakıyı bacak arasına doğru sapladı. İri yarı adam gözleri kocaman açılarak yere çöktü. Adam bıçağını iri yarı olan adamın boynuna doğru sapladı. Bıçağı geniş bir yara açacak şekilde çevirerek çıkarttı.

Gözleri öldürme güdüsüyle büyülenmişçesine kızarmaya başlamıştı. Çıldırmış gibiydi, bu lanet kadın ve onun lanet ihtirası yüzünden neredeyse ölecekti. O yüzüğü nerede düşürdüğü umurunda değildi. Başından beri sevmediği bu fahişeyi parçalara ayıracaktı.

Kadın silahın tetiğine asıldı ve adamı göğsünden vurdu. Silah bileğini neredeyse kırıyordu. Geri tepmenin etkisi ile yere yuvarlanmıştı. Aşığının yerde kıvranması onun silaha karşı olan dikkatini dağıtmıştı. Adam sendeledi ve dizlerinin üzerine çöktü. Kadın yerden kalktı ve silahı tekrar adama doğrulttu. Bir kez daha ateşledi. İki atış ilkinden daha da kötüydü. Adama isabet ettirememişti bile. Adam ağırca ayağa kalktı ve göğsünü tutarak kadına doğru yaklaşmaya başladı. Kadın üçüncü defa tetiğe bastı. Bu da adama gelmemişti. Adam çakısını elinde ustaca çevirdikten sonra kadına doğru yapabildiğince hızla savurdu. Kadın tekrar tetiğe asıldı ama silah bu sefer de en iyi vuruş şeklindeyken tutukluk yapmıştı. Çakı kadının koluna saplandı. Kadın kendisine iyice yaklaşmış olan adamı eliyle iterek silahı tekrar doğrultmaya çalıştı. Adam kadını gırtlağından yakalamayı başardı ve çakısını son bir kez daha indirebilmek için havaya kaldırdı.

Dışarıdan silah seslerini duyup bu tarafa doğru gelmeye başlayan düdük ve siren seslerine aldırmadan bir kuş içeri süzüldü kadın ve adam boğuşurken. Gagasında o kanlı yüzüğü taşıyordu. Hiçbir şeye aldırmadan masanın üzerine kondu. Silahın son bir kez daha patlamasından sonra garip bir şekil de paniğe kapılarak o çirkin çığlığını gagasından salıp hızla uzaklaştı. Kanlı yüzük kara kuşun gagasından kurtulmuş ve yere düşüp yuvarlanmaya başlamıştı.

Kadın silahı tam zamanında ateşlemeyi başarmış ve boğuşma esnasında şans eseri adamı gırtlağından vurmuştu. Üzerine yığılıp kalan adamı güçlükle kenara iterek ayağa kalktı. Yüzüğün yuvarlanarak yanlarına kadar gelişini fark etmemişti bunca boğuşmanın ortasında. Elleriyle saçlarını düzeltti ve sonra silahı eline alıp kabzasını hızla yerde yatan adamın kafasına vurdu. Bunu birkaç tekrarladı. Adamın kafasından sızan kanı gördükten sonra artık güvende olduğuna kanaat getirip derin bir nefes aldı. Rahatlamıştı. Fazla vakit kaybetmeden adamın üzerini aramaya başladı. Yüzüğü adamın elinin yakınında bir yerde buldu. Hızla ayağa kalktı ve arkasına bile bakmadan odadan çıktı. Yan odadan elbiselerini aldı ve sokağa çıktı. İlk polis arabası gelmeden iki sokak öteye ulaşmıştı bile...

İşte Maria Atahan bir kuzgunun gölgesinde ilk cinayetini böyle işlemişti.
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #690
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Annenin Gözyaşları
preciousbundle4ym


Orta yaşlı kadın, evin içinde telaşlı bir haldeydi. Eşyaların yerini değiştiriyor, örtüleri düzeltiyor, arada bir mutfağa gidip pişmekte olan yemeğe bakıyor, tekrar salona dönüyordu. Sokaktan gelen her seste pencereye koşuyor, her duyduğu kapı zilinde de, başkasının zili olduğunu anlayıp üzülüyordu.

Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu. Her anneler gününde, çocuğunun ona “Anneciğim, annler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşündü, “-ya gelmezse, ya izin alamadıysa.” İçini özlem dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissetti.

Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı.. Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu;” Bu telaşın niye?” diye ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “-Bu gün evde işim çok, sen git-gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica-minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti.

Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “-Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de..” İçinde sıkıntı armaya başlamıştı; “-Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh.. yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…”
Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “-Gelmeyecek, telefon bari etse..” diye düşündü istemeye istemeye. “-Sesini bari duymuş olurum”. Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı., ekranına baktı, arayan oğluydu.
Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna?
Açtı telefonu;
-Alo..
-Alo, nasılsın anneciğim?
-Sağol yavrum, sen nasılsın?
-İyiyim anneciğim.
-Ne yapıyorsun, işler nasıl?
-Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım.
-Öyle mi yavrucuğum.
Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmiyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu;
-İzin aldın mı yavrum?
-Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin.
-Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı?
-Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim.
-Sen sen.. bunun için izin almadın mı?
-Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum.
Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı.
-Öyle mi, nasıl biriymiş bu?
-Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi.
-Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur.
-Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne?
-Dışardaydı yavrum. Hah.. kapı çalıyor, sanırım baban geldi.
-Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzüelinin kapısındayım.
-Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol.
Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu.
Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “-Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar