Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 123

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 522.223 Cevap: 1.997
ChinaDoll - avatarı
ChinaDoll
Ziyaretçi
26 Temmuz 2006       Mesaj #1221
ChinaDoll - avatarı
Ziyaretçi
Papatyanın Hikayesi;

Sponsorlu Bağlantılar
Koskoca bir bahçede harikulada çiçekler içinde bir papatya.. Ve papatya aşık olmuş, yanmış tutuşmuş ak sakallı bahçıvana..
Bir ümit bekliyormuş. Yüzlerce çiçeğin arasından Onunla, sadece onunla saatlerce ilgilensin.. Buz gibi suyunu sadece ona döksün istiyormuş.. Sadece ona değsin makası, Sadece ona gülsün dudakları.. Kıskanıyormuş bahçıvanı, Kırmızı güllerden, Sarı lalelerden, Mor menekşelerden.. Zambaklardan... Papatya, sadece bahçıvan için açıyormuş, Bembeyaz yapraklarını..
Bir gün, Aşkı öyle büyümüşki.. Papatya yapraklarını taşıyamaz olmuş.. Eğilivermiş boynu.. Toprağa bakıyormuş artık.. Bahçıvanın sadece sesini duyuyormuş.. Ayaklarını görüyormuş.. Bunada şükür diyormuş.. Yetiyormuş ona, bahçıvanın varlığını hissetmek.. Zaman akıp gidiyormuş.. Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş.. Ne var sanki boynumu kaldırsa Bir kerecik daha görsem yüzünü diyormuş..
Ve işte bir gün..
Bahçıvan papatyaya dopru yaklaşmış.. İncecik bedenini ellerinin arasına almış.. Elindeki sopayı, köklerinin yanına, toprağa sokmuş bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya.. Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı.. Hala göremiyormuş onu, ama bedeni kurtulmuş..
Uzun bir müddet sonra, Bahçıvan uğramaz olmuş bahçeye.. Gelen giden yokmuş.. Kahrından ölecekmiş papatya.. Ama işte bir sabah... Hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış.. Derin bir oh çekmiş.. Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş.. Birden, kendisine doğru gelen iki ayak görmüş.. Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş.. Başka birisiymiş.. Adamın elinde bir de makas varmış.. Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru..
Ne güzel açmışsın sen öyle demiş.. Bu gencecik, yakışıklı bir delikanlıymış.. Gözleri gök mavisi, saçları güneş sarısyımış.. Ama gövden seni taşımıyor demiş. Elindeki makası papatyanın boynuna doğru uzatmış.. Ve bir hamlede bağını gövdesinden ayırmış.. Papatya yere düşerken hatırlamış sevdiğini.. O ak saçlı, ak sakallı, yaşlımı yaşlı bahçıvanı hatırlamış.. Birde o gencecik, yakışıklı delikanlıyı düşünmüş.. Ve o an anlamış, neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini.. O her şeye rağmen, papatyaya emek vermiş.. Ona hiç bir zaman güzel olduğunu söylememiş, ama onu aslında hep sevmiş..
Papatya anlamış artık..
Sevgi, emek istermiş...
Yere düştüğünde son bir kez düşünmüş sevdiğini.. Teşekkür etmiş ona içinden.. Son yaprağıda kuruduğunda, biliyormuş artık..
Gerçek sevginin, söylemeden, yaşamadan ve asla kavuşmadan varolabileceğini...

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
26 Temmuz 2006       Mesaj #1222
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Boncuk

Sponsorlu Bağlantılar
Bir sabah annem bana güzel bir müjde verdi:
- Zeynep, sana güzel bir haberim var. Senin de bir kedin olacak!
Aylardır beklediğim bu müjdeyi duymamla, can sıkıntım birden kayboldu.
Nasıl da canım sıkılıyordu. Yaz tatili nedeniyle okula gitmediğim için bütün
gün evdeydim. Sabah geç kalkıyor, akşamı zor ediyordum. Günler geçmek
bilmiyordu. Beni oyalayacak bir şey istiyordum.
Demek artık benim de besleyip bakacağım, bana ait, güzel bir kedim olacaktı.
Bütün gün, annemden bu kedi konusunu tekrar tekrar anlatmasını istedim.
Beni mutlu etmekten kendisi de mutlu olan annemi dinliyordum.
— Bugün, Adapazarı’ndan teyzenle telefonda görüştüm. Komşuları Hatice
Hanımın Minnoş isimli kocaman siyah bir kedisi varmış. Hatice Hanımın uzun
bir süre, evinden ayrılmaları gerekiyormuş. Dolayısıyla Minnoşu teyzeme
bırakmak istemiş. Teyzen de, zaten biliyorsun, kedileri çok sever. Kabul
etmiş.
Annemin sözünü tamamlamaya fırsat vermeden olanca sesimle:
- Anne, anne Minnoşu almaya ne zaman gideceğiz? Diye haykırdım.
Benim bu kadar sevineceğimi bilemeyen annem. Hayretle gözlerini açarak;
- Dur kızım, diye seslendi. Minnoşu değil, onun yavrusunu alacağız.
Daha sonra annem Minnoşu anlatmaya devam etti:
- Minnoş, teyzenlere gelince suskunlaşmış. Sevdiklerinden ayrılan insanlar
gibi sessiz ve garip olmuş. Zavallı hayvan, bir hafta sonra doğuracakmış.
Karnı koskocamanmış.
Annemin uzun süren bu anlatımı bir yandan beni meraklandırıyor, diğer yandan
sıkıyordu. Duramadım, yine sordum:
- Anne Minnoşu ne zaman alacağız?
Annem sabırla başını sallarken;
- Anlatıyoruz ya, dedi. Sonra şöyle devam etti:
- Minnoş birkaç gün sonra yavrularını dünyaya getirmiş. Küçücük, minicik
dört yavru kedi. Minnoş, bir yandan minik yavrularını beslerken, öte yandan,
bazı garip davranışlarda bulunuyormuş.
Bir gün teyzen, Miyav miyav diye bağıran minik yavruların sesi üzerine
merakla küçük odaya girmiş. Bir de ne görsün, Minnoş yok... Minnoş!
Minnoş! diye seslenmiş. Ama onu bulamamış. O sırada kapı çalınmış. Teyzen
kapıyı açtığında, kapıda komşularının oğlu Küçük Ömeri görmüş.
Ben merakla annemin anlattıklarını dinliyordum.
Ömer, Teyzene kötü bir haber vermiş. İri yarı bir adamın Minnoşu
arabasına atıp götürdüğünü söylemiş.
Annem:
- Herhalde zavallı Minnoş gerçek sahibini özleyip dışarı çıkmış olmalı,
dedi. Hain bir adamın kendisini çalacağını ne bilsin?

Minnoşun kaçırılışına üzülmüştüm. Ama aklım Minnoşun minik
yavrularındaydı.
Teyzem bu yavrulardan birini bize verecekti. Artık anneleri olmayan minik
kedilerden birini ben, diğer üçünü ise Ömer, Mürşide ve Ünzile büyütecekti.
Nihayet bek!enen gün gelmişti. Ailece Teyzemlere tatile gidecek, Ankara' ya
gelirken de yavru kediyi getirecektik.
Yol, bir türlü geçmek bilmiyordu.
Akşam saatlerinde Adapazarı’na vardık. Teyzemleri evde bizi merak içinde
beklerken bulduk.
Günlerdir özlediğim minik kedimize koştum hemen. Bir de ne göreyim? Dört
minik yavru! Değişik renklerde minicik dört kedi. Birbirlerine sokulmuş
miyavlıyorlardı.
Ben, ağabeyim Emre, annem ve babam, teyzemlerle birlikte bu güzel manzarayı
seyrediyorduk. Bir süre sonra teyzemin kızı Ünzile, elinde dört biberonla
birlikte geldi. Biberonları aramızda paylaştık. Küçük yavrulara biberonlarla
süt vermeye, onları doyurmaya başladık. Onların biberonlarla süt içişlerini
seyretmek ne güzeldi! Önümüzde birbirine sarılmış dört minik kedi,
ellerimizde dört biberon... Onları doyurmanın zevkiyle neşeliydik.
Tatil günlerinin ne kadar çabuk geçtiğini bilirsiniz.
Tatilimizin bitmesine birkaç gün kala Ankara’ya döndük.
Nüfusumuz artmıştı. Artık altı kişilik bir aileydik. En küçük canlımız,
evimizin yeni misafiri Boncuktu.
Günlerimiz Boncukla geçiyordu. Onu sütle beslemek, severek uyutmak, onun
sesi ile uyanmak...
Bal rengi gözleri, minicik pembe ayakları, yumuşacık, bembeyaz tüyleri ile
Boncuk hayatımızın bir parçasıydı.
Kimi akrabalarımızın, komşularımızın kedi sevmemelerini bir türlü
anlayamıyordum. Bu güzel, bu sevimli, bu evcil yaratıklar nasıl sevilmezdi!
Annem bir ara Ebu Hüreyre adlı bir sahabenin kedileri çok sevdiğini, bu
nedenle de kedicik babası anlamına gelen Ebu Hüreyre lakabıyla anıldığını
söylemişti. İşte, o günden beri kedi sevgim daha da artmıştı.
Aradan günler, aylar geçti. Boncuk büyüdü. Onunla oyunlar oynamaya başladık.
Bizimle oynarken, elimizi acıtmadan ısırıyor, oyun gereği bizi korkutuyordu.
Evimizin mutluluğu. onun sevgisiyle daha bir büyümüştü. Pişmiş akciğer,
yumurta, dondurma, baklava en sevdiği yemekleriydi. Boncuk’la yalnız evde
değil bahçede de oynuyorduk.
Kovalamaca oynarken, tarladan geçen ve kendinden büyük, iri bir köpeği nasıl
da kovalamıştı! Evde büyüyen Boncuk, sanırım köpeğin nasıl bir hayvan
olduğunu bilemiyordu!
Boncuk, sokakla ilk tanıştığında, otlara korkudan basamıyordu. Tuvalet
ihtiyacı geldiğinde, koşa koşa eve geliyor, sonra yine sokağa çıkıyordu.
Bahçedeki oyun sonralarında pencereye çıkarak camı tıklatan Boncuk, günün
birinde eve gelmedi.
Ailece merak ettik. Akşam, gece oldu. Boncuk, yine yoktu.
Ertesi gün, kapıyı açtığımızda Boncuk karşımızdaydı. Bir günlük özlemle
hepimiz ona sarıldık, o da bizi yaladı durdu.
Günlerdir evimizde bir hareket vardı. Ailece yeni taşınacağımız eve gidip
geliyor, yeni evi temizliyor, eşyaları topluyorduk. İşte, o günlerin birinde
Boncuk yine bahçeye çıkmıştı. Ben dersimle ilgileniyordum. Saatler geçtiği
halde, Boncuk yine eve gelmemişti. Hepimiz meraktaydık. Bütün mahalleyi
birkaç gün aradık. Boncuk'a bir şey mi olmuştu? Yoksa o da annesi Minnoş
gibi kaçırılmış mıydı, bunu bir türlü çözemedik.
Evimize ayrı bir neşe katan Boncuk, bembeyaz, yumuşacık tüyleri, bal rengi
gözleri, sevimli yüzü ile gözümün önünden gitmiyordu.
Onunla ne kadar güzel oyunlar oynardık. Can sıkıntısı içerisinde somurttuğum
sıralarda oyunbaz tavırlarla yanıma gelip. ayaklarımı, ellerimi acıtmadan
ısıran, tırnaklarını içine çekerek tokalaşan, önüne atılan bir kâğıt topağı,
bir ip yumağı ile oynayan, sinek avlamaya çalışan Boncuk’un yokluğunda onu
ne kadar çok sevdiğimizi bir kere daha anladık.
- Acaba Boncuk, bizim evden taşınmamızı mı istememişti? Bu isteğini bizden
önce evi terk ederek mi göstermek istemişti?
Kim bilir!
Şimdi nerede bir kedi görsem, gözümde Boncuğun hayali canlanır, onu özlemle
hâlâ beklerim.


kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
26 Temmuz 2006       Mesaj #1223
kambis - avatarı
Ziyaretçi

  • ANLADIM
    Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını,
    kendimi bulduğumda anladım.
    Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,
    Kendi yolumu çizdiğimde anladım..
    Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak,dinleyerek değil..
    Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım..

    Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış,
    Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
    Neden hiç ağlamadığını anladım..
    Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,
    Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..
    Bir insani herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği
    acıtabilirmiş
    Çok acıttığında anladım..
    Fakat,hak edermis sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,
    Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiginde anladım..
    Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
    Yüreğini elime koyduğunda anladım..

    ''Sana ihtiyacım var, gel ! '' diyebilmekmiş güçlü olmak,
    Sana ''git'' dediğimde anladım..

    Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmiş sevmek,
    Git dediklerinde gittiğimde anladım..
    Sana sevgim şımarık bir çocukmuş,her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan,
    Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..
    Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş pişman
    olmak,
    Gerçekten pişman olduğumda anladım..
    Ve gurur, kaybedenlerin,acizlerin maskesiymiş,
    Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
    Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..

    Ölürcesine isteyen,beklemez,sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,
    Beni affetmeni ölürcesine istediğimde anladım..

    Sevgi emekmiş,
    Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş.

    Can Yücel...
€c€m - avatarı
€c€m
Ziyaretçi
26 Temmuz 2006       Mesaj #1224
€c€m - avatarı
Ziyaretçi
Tersinden Yaşam Msn Happy
Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir. Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel hatta mükemmel olurdu. Nasıl mı ?
Cami’de uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içersinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette. Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak. Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz. Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev...
Altmışlı yaşlara kadar her şey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor. Kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz.. Genel Müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak işe başlıyorsunuz. Herkes karşınızda el pençe divan...
Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz. Diğer hormonal Aktiviteler artıyor, fevkalade... Aman ne güzel günler başlıyor...
Derken bir gün patron size artık Üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor. Bu arada Babanız ortaya çıkmış, “fazla çalıştın” diyor “artık eve dön, işi bırak, okumaya başla, harçlığın benden olsun...” Keyfe bakar mısınız ?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor Ekmek elden su gölden bir dönem başlıyor. Partiler, Diskotekler, Kızların sayısı artıyor. Derken Anne ve Babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok artık...
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, “evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna” diyorlar... Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken Anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor. Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.
Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor sıcacık yumuşacık gürültü ve patırsız bir ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz. Ve günün birinde müthiş keyifli bir orgazm ile hayatınız bitiyor...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
26 Temmuz 2006       Mesaj #1225
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bana Hayatı Öğreten Adam

Gene aynı yerden yazıyorum sana... Sen aynı yerde misin bilinmez. Sevgilim gidişinin arkasından aylar geçti, yıla döndü. Belki geleceksin diye bekledim. Gelecek misin?
Giden unutulurmuş bebeğim.. Ben unutamadım, gidişinden sonra çok ağladım, sensizliğe dayanamadım, sensizlikte yandım. Sonra elime kalemimi alıp hep sana yazdım. Kitaplığımda çok şiirlerim var, çok sevdaları anlatan yazılar, hepsi sana...
Aslında sen unutulursun, gidenlerin hepsi unutulur ama ya yaşananlar... Unutmaya çalışırken hatırlana o anlar.. Sana bunları hatırlatıyorum ben unutmasam da belki sen unutmuşsundur diye... Ağlamıyorum da artık çünkü sen öğrettin bana gülmeyi, sen öğrettin bana hayatla alay etmeyi... Bana o kadar şey öğrettin ki, beni baştan yaratan sen oldun. Şimdi nasıl unutayım, kendime baktıkça hatırlıyorum seni...
Şimdi seni çok özlüyorum çok...ama biliyorum sende unutmadın beni gittiğin yerlerde...gözünde arkada olmasın sevdiğim beni bıraktığın yerde yaşıyorum seni... Sensizlikte zor çekilmiyor ama bunu bile öğrettin bana... Daha neler neler öğrettin... Tek başıma yaşayabileceğim bir aşk bıraktın bana...
Sen bana güzelliği, doğruluğu bıraktın ve bir gün beni arasan aynı yolda bulacaksın.
Senden sonra ayakta durmakta zorluk çektim, farkındasın biliyorum ara sıra yıkıldım. Şimdi ayakta durabiliyorum ama arada seni yanımda istiyorum. Bir arıyor sesini duyuyorum, yüzünü görmesem de rahatlıyorum. Sana bir defa sıkıca sarılmak istediğimi söylüyorum. Dayanamayacağını söylüyorsun. Şimdi sensiz yollardayım,gelmeyeceğini bilsem de beni bulunmayan bir dürüstlükle sevdiğini ve hep seveceğini biliyorum....
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
27 Temmuz 2006       Mesaj #1226
kambis - avatarı
Ziyaretçi

Kadınlar Ne İster ?



Harun Reşit, savaşta esir aldığı düşman general'e Hayatını
bağışlarım ama bir şartım var: Kadınlar hayatta en çok ne ister,
budur
bilmek istediğim. Bu sorunun yanıtını getir kurtar kelleni.' der.
General sorar soruşturur, bu çetin sorunun yanıtını arar ve
Kafdağı'ndaki bir cadının bunu
bildiğini öğrenir. Günlerce gecelerce at koşturur, cadıyı arar
bulur ve
sorar:
'Kadınlar hayatta en çok ne ister?
Korkunç cadının, yanıt için öyle bir şart ileri sürer ki yenilir
yutulur değil.
'Evlen benimle o zaman öğrenirsin istediğini.
'Bu ölümcül teklifi,
kabul eder General ve doğru yanıtı alır
almaz
koşar Harun
Reşid'e:
'-Kadınlar, en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek ister.'
Harun Reşit bizimkinin hayatını bağışlar ya; cadıyla evlenmek
kendi için
de söz verilmiştir. Evlenirler. O ilk gece; general bir bakar ki
o
korkunç cadı, dünyalar güzeli bir afete dönüşmüş, karanlık odada.

Konuşur cadı:
'-Benim kaderim böyle; günün sadece yarısı güzel olabilirim,
diğer
yarısı ise çirkinim. Ne dersin geceleri seninleyken mi, yoksa
gündüzleri
dışarıdayken mi güzel olayım? General düşünür ve '-Sen bilirsin,
kararını
kendin ver' der; işte o andan itibaren korkunç cadı sonsuza dek
çok güzel
Bir kadın olarak kalır.'

Peki bu öyküden çıkarılacak üç ders nedir?

1. Kadınlar en çok özgür iradeleriyle hareket etmek ister.

2. Özgür iradesiyle hareket eden bir kadın,her zaman güzeldir.

3. İster güzel olsun ister çirkin, her kadın aslında bir cadıdır
ChinaDoll - avatarı
ChinaDoll
Ziyaretçi
27 Temmuz 2006       Mesaj #1227
ChinaDoll - avatarı
Ziyaretçi
Yıldızlara sevdalı çocuk ve sevgi perisi;

O gece rüyamda ninemi gördüm.Şırıl şırıl suların aktığı vadide, pırıl pırıl bakışlarıyla karşıma çıkıverdi. 'Nineciğim, nineciğim! Ölmedin, yaşıyorsun değil mi?' dedim. "Burdayım yavrum. Bak karşındayım işte." Dedi. Birbirimize özlemle sarıldık.Saçlarımı okşadı, beni öpüp kokladı. Büyüklüğünü yüreğime sığdıramadığım bir mutluluğu ve acıyı bir arada yaşıyordum. Onun kolları arasında bütün acılara göğüs gerebilir, bütün zorluklara dayanabilirdim. Ona sarılmak bu kadar mı güzel olur ya rabbim, bu kadar mı haz verir insana! Bir özlem, bir sevgi bu kadar mı büyür insanın yüreğinde!...

Çoğu geceler ninemle gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızların altında yatardık. Etraftan hoş kokular gelirdi. Aka suların coşkun sesi, dünyanın en hoş nağmesiydi sanki. Yıldızlar değişik renklerde yanar sönerdi. Sonra "O yıldız senin, bu yıldız benim!" diye ninemle yarışır dururduk. En parlaklarını kendime alırdım tabi. "Keşke o zamanlar dünyanın bütün yıldızlarını nineme bağışlasaydım." diye hayıflandığım çok olmuştur.

Bahardı.. İnce bir nisan yağmuru çiseliyordu. Ninemin ölümünden sonra köye ilk gelişimdi bu. 50- 60 hanelik bu yoksul köyün, havası - suyu gibi, insanları da temizdi. Çoğu evlerin duvarları ker***, beyaza boyanmış ya da özensiz kaba taşlardan yapılmıştı. Bazılarının önlerinde küçük bostanları, harman yerleri vardı. Bu evlerin damları toprakla örtülü, oldukça bakımsız yapılardı.

Köyün etrafı onlarca söğüt, kavak, ceviz gibi ağaçlarla çevrelenmişti. Bu köy; sırtını dayadığı dağları, çayırları, tarlaları, yaylaları ve rengarenk çiçekleriyle, benim gözümde eşsiz bir yerdi. Ama şimdi ninemsiz köyüm bana; tatsız- tuzsuz, renksiz, ışıksız, kapkaranlıktı. Hele geceleri... Sanki gökyüzü aşağılara inmiş, o parlak yıldızlardan eser kalmamıştı.

Ninemin ölümüne bir türlü inanmak istemiyordum. Onun öldüğü gerçeğini kabullenmek, kendimi buna zor da olsa inandırmak için ağlamaklı ve perişan bir halde mezarına doğru yürüdüm. Ona kırlardan topladığım renk renk çiçeklerden götürdüm. Mezarının üstünü kuru otlar sarmıştı. Onları tek tek temizledim. Oturdum dua ettim. Beni duyacakmış gibi seslendim: ''''Nineciğim!Huzur içinde uyu. Mor dağlardan esen kekik kokulu rüzgar, ruhuna sükunet getirsin. Sana bütün özlemimi, sevgimi getirdim. Bir tek isteğim var senden, benim sevgimi kabul et!" dedim.

Ninemi çok özlemiştim.Çocukluk ve ilk gençlik yıllarıma ait anılarımı hatırladım.Gözlerim doldu. Bir yumruk geldi, tıkandı boğazıma. Daha fazla konuşamadım. Anlatacağım ne çok şey vardı oysa! Yaşama dair, ölüme, sevgiye ve özleme dair anlatacaklarım vardı... Sonra mezarının başına oturup, uzun uzun düşünürken, daldım gittim. Öylesine dalmışım ki, ninemle, sağlığındaki gibi konuştuk. Sanki birbirimizi görüyorduk, dokunuyorduk, hissediyorduk ve duyuyorduk.

Bu, sıradan bir konuşma değildi, bir itiraftı. Yıllar boyu hiç kimseye açamadığım dertlerimin, üzüntü ve sıkıntılarımın, özlemlerimin dile getirilişiydi. Konuştukça açılıyor, kendime geliyordum. Sanki yeniden yaşıyormuş gibi duygu ile doluyordum. Bütün gün böylece akıp gitmişti.. Vakit epey ilerlemişti hava kararmak üzereydi, yavaşca kalkıp omuzlarım çökük bir halde ağır ağır kafamda binbir anıyla yürüdüm köye doğru. Ne kadar zaman sonra eve geldim, bilmiyorum.

O gece sürekli yağmur yağdı. Bütün gece yatağımda gök gürültüsünü dinledim. Şimşekler ardarda çakıyor, odanın içi gündüz gibi aydınlanıyordu. Dışarıda müthiş bir fırtına vardı. Yatağımda; gök gürültülerini, yağmurun camlara vuran iniltilerini dinleyip, şimşeklerin aydınlığını izlerken, yastığımı ıslatan yaşları, neden sonra farkedebildim. Bütün gece çocukluğumu ve ninemi düşündüm.Bu düşüncelerle uzun bir zaman boğuştuktan sonra, sabaha karşı uykuya dalabildim.

O gece rüyamda ninemi gördüm.Şırıl şırıl suların aktığı vadide, pırıl pırıl bakışlarıyla karşıma çıkıverdi. 'Nineciğim, nineciğim! Ölmedin, yaşıyorsun değil mi?' dedim. "Burdayım yavrum. Bak karşındayım işte." Dedi. Birbirimize özlemle sarıldık.Saçlarımı okşadı, beni öpüp kokladı. Büyüklüğünü yüreğime sığdıramadığım bir mutluluğu ve acıyı bir arada yaşıyordum. Onun kolları arasında bütün acılara göğüs gerebilir, bütün zorluklara dayanabilirdim. Ona sarılmak bu kadar mı güzel olur ya rabbim, bu kadar mı haz verir insana! Bir özlem, bir sevgi bu kadar mı büyür insanın yüreğinde!...

Sonra nasıl oldu bilmiyorum, birden yitirdim onu. Sabahleyin, her yanımda sızılarla ve ninemi yeniden yitirmenin acısıyla uyandım. Bitkin durumdaydım. Başım zonkluyor, kulaklarım uğulduyordu. Dışarıya çıkıp çevreme bakındım. Güneş çoktan doğmuş, yükselmeye başlamıştı bile. Her yer eskiden olduğu gibiydi aslında. Hiç bir değişiklik, başkalık yoktu, terkedilmiş ve yıkılmış evlerin dışında. Doğa ve hava öylesine güzeldi ki! Ama içimin burukluğundan, bu güzelliklerin keyfini çıkaramıyordum.

Karmaşık duygular içersinde bir süre ne yapacağımı bilemedim. Sonra bir çöküntü içinde dağlara doğru yürüdüm. Köyün yollarını çevreleyen akasya ve kavak ağaçları, nazlı nazlı sallanıp, yapraklarını efil efil oynatıyorlardı. Kırlara yayılmış koyunlar ve kuzular, uzaktan, bembeyaz pamuk tarlaları gibi görünüyordu.

İnsan, bazen mutlu, bazen mutsuz yaşamında geçirdiği her evreyi, yeniden yeniden yaşar. Bunlar, eskiyen silik fotoğraflar gibidir. Renkleri solsa da, yırtılıp paralansa da; bakarsınız ki, o eskimiş dediğiniz zaman dilimleri, zihninizde tüm renkleriyle birden canlanıvermiş. İşte bana da böyle oldu.

Ninem her akşam bana, bazı hayvanlarla, daha çok kuşlarla, cinlerle, perilerle ilgili masallar, efsaneler anlatır, şiirler, destanlar okurdu. Kulağımı okşayan sözcüklerle sesi öylesine bir gizemliliğe bürünür, öylesine etkili olurdu ki; bir şarkı söylüyormuş gibi, saatlerce gözlerimi kırpmadan dinlerdim. Onu dinlemeye hiç bir zaman doyamaz, yeniden yeniden anlatmasını isterdim. Çoğu zaman beni kırmayıp yeniden anlatırdı. Öyle tatlı bir anlatışı vardı ki, sanki ağzından bal damlardı. Sıradan bir konuyu bile inanılmaz tat ve güzellikte anlatırdı. Hele uzak yerlerden, kıtalardan, ülkelerden, şehirlerden konuşurken..... Avrupa, Asya, Afrika, Amerika''dan söz ederken; adeta nefesimi tutarak dinler, bilgisine hayran kalır ve dünyanın bu denli büyüklüğüne, çocuk aklımla şaşar kalırdım. Bana göre dünya; etrafını yüksek dağların çevrelediği, her yanında buz gibi suların aktığı Caferli Köyü ve ona komşu birkaç köyden ibaretti çünkü. Hele eşsiz bir güzellikle anlattığı efsaneler, masallar ruhuma işlerdi.

Çoğu geceler ninemle gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızların altında yatardık. Etraftan hoş kokular gelirdi. Aka suların coşkun sesi, dünyanın en hoş nağmesiydi sanki. Yıldızlar değişik renklerde yanar sönerdi.
Sonra "O yıldız senin, bu yıldız benim!" diye ninemle yarışır dururduk. En parlaklarını kendime alırdım tabi. "Keşke o zamanlar dünyanın bütün yıldızlarını nineme bağışlasaydım." diye düşündüğüm çok olmuştur. Gökyüzü o kadar esrarlı olurdu ki, samanyolunu mekan tutmak, gökyüzünün çocuğu olup yıldızlarla arkadaş olmak isterdim. Mehtabı seyrederken ne kadar mutlu olurdum! Her gece, ninemin anlattığı masalların etkisiyle olsa gerek, güzel düşler görürdüm. Düşümde; gökler hep mavi, bulutlar hep bembeyaz olurdu. Gökyüzü kat kat açılırdı.
Ben de onun maviliklerinde kuşlar gibi uçardım. Öyle hafif olurdum ki! Heyecandan, kalbim sanki vücudumun dışında çarpardı. Hemen her gece , uçardım. Sabahları masmavi göklerin altında uyandığımda, bir kuş kadar hafif hissederdim kendimi.

Çocukluk çağlarımda nasıl da mutluydum. Ninemin ardında kırlarda koşarken; kuşlar kadar özgür, kuşlar kadar sevinçliydim..... O köyün kırlarında, büyük bir sevinçle toplayıp kokladığım çiçekler, ne yazık ki bir gün kuruyuverdi. Oysa, ben onları toplarken yağmur yağıyordu. Ardında ninemin o güzel sesiyle, ninnilerini dinlemiştim. Yaşadıkça o çiçekleri saklayıp koklamak istedim... Olmadı... Üzüldüm... Şimdi ise, kar yağıyor o anıların üstüne. Anılarla birlikte yüreğime. Sanmayın ki kırgınım ve de mutsuz. Hayır! Çünkü çocukluğum hala orada duruyor. Sevgim hala o köyün dağlarında nar çiceği, kır çiçeği, gül kurusu, eşkin ve kekik kokusu olarak yaşıyor. Çocukluğum bana; bazen toprak kokusu, bazen dağ, bazen serin bir pınar, bazen de, masmavi gökyüzüdür. Uzak, çok renkli, çocuksu güzel düşlerdi bunlar. Küçük ve sıradan, ama anlamı büyük, saf ve lekesiz bir yüreğin kurduğu; sevgilerin, özlemlerin çoğalttığı düşler... Gördüğüm her nazlı çiçek, duyduğum her güzel söz, hala bana o güzel günleri ve ninemi çağrıştırır...

Belki de düşler; bir çocuğun hayatında, izdüşümlerin sunduğu güzelliklerdir.Çocuğun yaşamına açılan umut pencereleridir... O uzak kalmış, gidilmemiş, terkedilmiş yıkıntılar arasında gizlenmiş umut pencereleri. Orada ne bir düşbaz, ne de bir dost vardır artık.Düşman bile yok... Yalnızca uzaklarda, tadına doyulmayan ve de dokunulmayan yaban çilekleri, alıçlar, keklik yumurtaları ve çarşıt göbekleri var... Keşke herkes, düşlerinde hasretini büyüttüğü bir yerlerde yaşayabilseydi, yaşasaydı... Ya da yaşam, düşler gibi olsaydı . Dikenlerin, taşların, zakkumların doldurduğu bahçelerde, yediveren gülleri açsaydı! Yabani bitkilerin doldurduğu tarlaları, keşke altın sarısı başak başak ekinler doldursaydı...

Düşleri elinden alınmış, sevdiklerinden uzaklaştırılmış, yalnızlığa itilmiş bir çocuk, hangi duvara yaslanabilir ve kendi içinde ne kadar gizlenebilir ki!... Düşler, yaşam mavisinin o güzel güneşi değil mi? Düşler bittiğinde güneş batmaz, umutlar tükenmez mi?...

Ninem, anlatılmaz bir azim, sabır ve inat sahibiydi. Daima güler yüzlüydü.Çok güzel olan yüzünde ışıldayan gözlerinin bir defa olsun ne bana, ne de bir çocuğa kötü baktığını, kaşlarının çatıldığını hatırlamıyorum.
Sesinde daima bir güven, yumuşaklık ve şefkat vardı. O gözlerini yumar, yüreğini açardı insanlarla konuşurken. İlkbahar suları gibi berrak akardı sözcükler ağzında. Ağzından çıkan her sözcük, ak bir güvercin olup doyumsuz bir tad ve güzelliklerle konardı dinleyenlerin yüreklerine.

Kendini iyiliklere, güzelliklere adamış fedakar bir insandı. Sanki bütün öksüzlerin, zayıfların, korumasızların barınağı; annesizlerin, sevgiye özlem duyanların sevgi perisiydi. Herkese karşı duyarlı, sevecen, içten ve herkese dostça davranırdı. Evimize gelen misafirlerle o tatlı diliyle sohbet ederken, bir yandan da misafirleri ağırlar; sofraların biri kalkar, bir yenisi kurulurdu. Haramdan, yalandan, riyadan, iftiradan çok korkardı. Hep insanların iyiliğine çalışırdı. İnsan olarak iyiliklere, güzelliklere katkı yapması gereken ne varsa, yerine getirirdi. Hele bir dua edişi vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla izlerdim. Kimi geceler uyanır saatlerce dualarını dinlerdim. Duları bitince sessizce gelip yatağına girerdi. Kimi zaman bir masal gibi dualarını dinlerken uyuyakalırdım.

Tanrısından; çocuklarını, yetimleri, düşkünleri korumasını dilerdi. Ninemin tanrısını ben de çok sevmiştim. Rikkatini, şefkatini, yüce gönüllülüğünü ve üstünlüğünü anlayacak kadar büyümemiştim henüz. ''''Her şey ol ama zavallılara karşı zalim olma.Merhamet, insanı insan eden değerlerin en yücesidir''''.derdi Düşkünlere karşı daima yumuşak ve tatlı dilliydi. Kendisini incitseler dahi, o kimseyi incitmezdi, kimseyi hakir ve hor görmezdi. Elinden geldiği kadar çaresize, yardıma muhtaç olana yardımcı olur, ama kimseden yardım beklemezdi. Durmadan nasihatler eder, büyük bir insan gibi beni karşısına alır, saatlerce bıkmadan konuşurdu. Kadın-erkek, yaşlı-genç, büyük- küçük herkesin neden ona karşı son derece saygılı olduğunu, o yıllardaki çocuk aklımla çözemezdim. Onun gücünden, bilgeliğinden korktuklarını sanırdım.

Bana sevgiyi, saygıyı, umudu, başkalarına acımayı, herkese ve her şeye karşı vicdanlı, merhametli, ahlaklı ve adil davranmayı öğretti. Çevremde gördüğüm her şeyi renkli bir nakış gibi ince ince ve usul usul usuma ördü. Yaşamı, hayvanları, bitkileri, insanları sevdirdi bana. Güvenebileceğim biricik insan, dert ortağım, gönül yoldaşım oldu. Yaşama o kadar bağlıydı ki, onun bu sevgi ve bağlılığı benim de özüme karışıp en zor günlerimde bana güç verdi, ışık oldu, yol gösterdi. Düşünebiliyor musunuz, bir çocuğun yaşamının sevgi ile dolu olması ne güzeldir! Ne özel ve özenilir bir yaşamdır o ! Yaşamın yelkenlerini sevgi ve güvenle doldurarak zaman içinde yol almak, tüm dünyayı, tüm insanları sevgi ile algılamak, sevgi ile kucaklamak, sevgi ile görmek ne güzeldir. Önyargılardan, kirlerden, kinlerden, düşmanlıklardan uzak, tüm insanları kardeş bilmek...

Bana gösterdiği her davranışın, her hareketin bir anlamı olduğunu bilmezdim o zamanlar. Ama benim üzerimde gittikçe ağırlaşan bir etki yaptığını hissederdim. Bunun sonucu olarak da herkesten daha çok bağlandım ona. Aramızda bir mekik vardı sanki. Durmadan aramızda gidip gelerek, her defasında bir ilmek daha örerek, beni kendine bağlardı. Güzellik ve iyilik timsali bu kadını, yıllarca nakış nakış içime işledim. Çocukluğumu, gençliğimi, tüm yaşamımı onunla geçirdim. Nereye gittiysem, gönlümün bir kıyısına oturup benimle birlikte gezdi.....Yıllar sonra sevdiğim bütün insanlar beni birer birer terk etti de, bir tek o terketmedi. En mutlu ya da en zor günlerimde hep yanımda oldu.

Ninemi sık sık bir yerde oturup dalgın gözlerle uzakları izlerken görürdüm. Çok üzgün ve bir o kadar da dalgın bir şekilde. Bu çok dokunurdu bana. Bir gün yine böyle bir durumda yanına yaklaştım.Beni görmemiş gibiydi. Gözlerini bir noktaya dikmiş öylece bakıyordu. Gözyaşlarının süzülüşünü her gördüğümde duygulanır, gözlerim yaşarır, içim yanardı. Ona acırdım. Boynuna sarıldığımda o da duygulanır, sımsıkı sarılırdı bana..

Ve böylece aramızdaki bağlar her gün biraz daha kuvvetlenirdi. O gün ona, neden dalıp dalıp gittiğini, neden gözlerinin yaşardığını sordum. "Tanrı, annem beni doğururken acıyı da birlikte vermiş." Dedi. Sonra oturup uzun uzun hayat hikayesini anlattı: Çanakkale''ye sürgün edilişlerini, çektikleri korkunç yoksulluğu, zeytin toplamalarını, 13 yaşında henüz bir haftalık gelin iken ilk kocasının Ruslar''a esir düşüp, kendisinden bir daha haber alınamadığını, zorunlu olarak dedemle nasıl evlendirildiğini anlattı. O çileli, meşakatli geçmişini anlatırken zaman zaman susardı. Bilirdim ki, içinde bir yerleri acırdı... Bilirdim ki, içinde incecik bir hüzün at koştururdu.

Tarihin izleriyle dolu yüzünde hüznün belirtisi, gözlerinde kar fırtınası ve bir buğu sitem ederdi anlatırken, bazı yerlerde gözlerinde iri iri yaşların akmasına dayanamazdım.Onunla beraber ben de ağlamaya başlardım. O an bana sarılarak; "Tanrı iyi ki, senin gibi zeki, duygulu, temiz bir torun bağışladı bana, yoksa bütün bu acıları çekemezdim. İnsanın doğup büyüdüğü topraklardan, sevdiklerinden, yöresinden zorla koparılıp sürgün edilmesi ve yabancı yerlerde yaşamaya zorlanması çok acı. Yalnızlık duygusu, insana yapılabilecek en büyük kötülük ve işkence." dedi. "İnsan herşeye katlanabiliyor ama yalnızlığa katlanmak çok zor geliyor. Tam 12 yıl sürgün hayatı yaşadım. " diye devam etti....Çektiği bunca acılara rağmen yüzü dinç ve aydınlıktı. Öfkelendiği zaman yanakları al al olur, gözleri içten gelen sıcak ve dehşetli bir ışıkla parlardı. Konuşmaları her zaman kendine özgü biçimde uyumluydu. Sözcükleri, parlak ve renkli bir çiçeğin canlılığıyla belleğimde yer ederdi.

Gençlik yıllarımdı... Askerlik çağım gelip çatmıştı. Ninemden ayrı kalmışlığı , Ayrılığı, hasreti yaşantımda yudum yudum hissediyordum. Ninemin hayalini hayalimden silemiyordum. Onu düşlediğim zamanlarda gönderdiği mektuplar tek teselli kaynağım oluyordu... Askerde aldığım ilk mektubunda dünyalar benim olmuştu...

'' Sevgili Torunum,
Sen gittin gideli gözlerim her yerde seni arıyor... Hayallerimde, dualarımda yaşıyorsun... Uçan kuşlardan, esen yellerden seni soruyorum. Hasretle geleceğin günü bekleyip, yolunu gözleyeceğim. Birtanem nasılsın? Askerliğe alışabildin mi? Günlerin nasıl geçiyor? Bilmelisinki, sayılı günler çabuk geçer. Bizleri düşünme, bizimde tek düşündüğümüz sensin. Hayatım boyunca seni gözümden sakındım, sana kol kanat gerdim, bin canım olsa sana feda ederim unutma. Eğer sende bizi soracak olursan hasretliğinden başka bir derdimiz yok, şükür. Gönlümüz gözümüz hasretinle dolu... Seni, kar gülüşünü, bana sarılışını çok özledim, bana sık sık mektup yaz emi? senin mektuplarınla teselli olacağım..."

Ninemden aldığım her mektubu, yazdığı her satırı ruhumun derinlerine işliyordum ona kavuşabilmek için neyimi vermezdimki, bir gün ninemden ayrı yaşayacağımı hiç düşünmemiştim.

Askerden dönmüş, arabayla köye doğru hareket ediyorduk. Keskin bir virajdan sonra şöföre, yavaşlaması için ricada bulundum. Arabanın camını açarak çocukluğumun geçtiği bu yöreleri adeta gözlerimle taramak istiyordum.. Buraların şehirlere göre insanı ferahlatan temiz ve serin bir havası vardı. Her tarafı kekik ve çiçek kokuları sarmış, keklik sesleri doldurmuştu. Karlar eriyor ve dağlardan köylere doğru, çözülmüş su olarak akıyor; toprak, düşen cemrelerle beraber, gökyüzüne buharlar gönderiyordu. Buranın; hiç bir kir taşımayan, duru ve insanın yüreğini dolduran bir havası vardı. Büyük kentler hep bana; yığınla insanın, kim için, ne için yaşadığı belli olmayan ya da yaşamın anlamsızlaştığı bir yer gibi gelmiştir. Şehir insanının egsoz dumanıyla, onca beton yığını arasında yaşama nasıl tahammül ettiğine hep şaşmışımdır.Hala da şaşıyorum..

Köye yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu. Hayatta en çok sevdiğim varlığa biraz sonra kavuşacaktım. Kalbim heyecanla çarpıyor, içim içime sığmıyordu. Nihayet o şefkat dolu, duygulu sesini duyabilecektim. O sesle içimdeki özlem ateşi dinecek, yüzünü, ellerini öpüp, mümkün olsa hiç ayrılmamak üzere boynuna sarılacaktım. Allahım benim için ne büyük mutluluktu bu. Geleceğimi haber alıp beni karşılamaya gelen ninemle derin bir özlem ve sevgiyle kucaklaştım. O da beni aynı sevgiyle kucaklayıp öpüp bağrına bastı. '' Gözlerim yollarda kalmıştı, nihayet geldin. Şükür kavuşturana!" dedi. Ninemin halsiz ve bir zamanlar kırmızı elma yanaklarının şimdi solgun olduğunu farkettim. Gözleri sağanak olmuş, yanaklarını ıslatıyordu. Kelimeler dudaklarında kırık dökük, acıyla karışık dökülüyordu. Ayakta durmaya zorlanıyor, iki kişinin yardımıyla ayaklarını sürüyerek yürüyordu.

Hayatı boyunca yetimlere, hastalara, yoksullara hizmet eden, onların acılarını duyarak yardımına koşan ve yürürken ayaklarının altında yer titreyen bu kutsal kadın; şimdi yardımsız yürüyemiyordu ve başkalarına muhtaçtı. Artık ayakta durmakta bile zorlanıyordu. Dizleri tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı.

Sonunda ayrılık zamanı gelip çattı. Hollanda''ya babamın yanına gidip, orada kalacaktım. Ninemden, köyümden ayrılmak bana çok zor geliyordu. Daha köyden ayrılmadan içime bir acı çökmüştü. O bunu farkettiğinde ''''Üzülme! Hasretler de güzeldir, ancak hasretin acısını duymamız, onu yenmemiz ve içimize sindirmemiz gerek.'''' demişti.

Kimsesizliği ancak ninemden ayrıldıktan sonra öğrendim. Ninemle vedalaştım, eliyle gözyaşlarını silerken yüreğim sızladı. Dönüp baktığımda el salladığını gördüm. Ben de el salladım. Çocukluğumun ve yaşamımın en güzel günlerini, burada beraber geçirdiğim bu kadına, bir kez daha sevgiyle baktım. Onu bırakıp Hollanda''ya geldiğimde, bir parçam o yerde, onunla birlikte kaldı hep. Yürek nasıl bölünürmüş, insanın yarısı nasıl geride kalırmış, asıl o zaman öğrendim. Bu köyün her bir kıvrımını, her bir tepesini, taşını, toprağını, suyunu gözlerimle öper gibi özlemle taradım. "Elveda!" dedim. "Güzel köyüm, sevgili ninem, kardeşlerim, annem, arkadaşlarım, dostlarım! Elveda!"


Taşır mı? yüreğim bunca ağrıyı ihaneti
göç eder mi? acılar başka bir acıya
yakınlaştıkça kıyısına uzaklaşır mı? aşk
dayanır mı? söz dudağımdaki son sancıya

paylaşır mı? yalnızlığımı bir dağbaşı ıssızlığı
dönersem cevizağacım tanır mı? beni
özlem dediğin saçlarımı okşayan ninem mi?
seslensem bu kıyıdan alır mı? beni

bir gün çağlayanlara vurunca türkülerimi
havalanır mı? sesimden yine bir kuş dalgası
aşkı filizlenir mi kalbinde o nazenin kızın
kapanır mı? içindeki kırık sevda yarası

ay buluttan çıkınca yıldızlar gülümser mi?
eser mi? başımda yine eski kavak yelleri
dudağını öptüğün gül, sevdasına küser mi ?
arar mı? kıyı köşe yine beni mahmur gözleri


Ölümünden iki gün önce son bir mektup yazıp göndermişti bana:''''Oğlum, bir tanem! Beni bırakıp gitmeyi hiç istemedin sen. Saçlarını, tenini gül kokularıyla yıkayıp gezmelere götürdüğüm günleri çok özlüyorum.Hiç ayrılmazdın yanımdan. Arkadaşlarınla oynamaz, yanımda otururdun. Bilinmeyen dünyalardan masallar, efsaneler anlatmamı isterdin. Her defasında ben de seni kıramaz, anlatırdım. Bunların çoğunu gönlün kalmasın diye, ben uydurup anlattım. Sanki, benim uydurduklarım değilmiş gibi, sonra kendim de inanırdım bunlara.
Ah ne güzel günlerdi o günler! Bilsen seni ne kadar çok özlüyorum. Mecbur olmasaydın yine gitmezdin, biliyorum. Sen beni bırakmak istemezsin ama ben seni bu dünyada bırakıp gideceğim bi-tanem. Ölüm, herkes için alınyazısıdır. Her doğan ölecektir. İnsan dünyaya kimsesiz gelir, yine kimsesiz gider. Hastaların, yaşlıların ayıklanması gerek ki, yeni nesiller gelişsin. İhtiyarlamış bir ağacın ana kütüğünü keserler ki, yanlarından çıkan sürgünler boy versin. Ölüm insanlığın budanmasıdır. Zamanın elinde her şey eskir ya da değişir, her canlı ölür ve yitip gider. Önemli olan bu dünyada insanın insan gibi yaşaması ve yaşadıkça alnının açık, başının dik durmasıdır. Biliyorum, ölümüme en çok sen yanacaksın ama üzülme, ben daima seninle beraber olacağım.

Sen yaşamının baharındasın henüz, önünde daha kocaman bir ömür var. Gençlik, umut ve heyecan doludur, sen yaşam kitabının daha ilk sayfasındasın. Biliyorum ki, için bütün kötülüklerden uzak nadide bir çiçek bahçesi gibidir. Açılacak daha binlerce gül goncası vardır sende. Senin de acılarla, istemediğin olaylarla tanışacağın, karşılaşacağın zamanların olacaktır. Acılara da katlanmasını bileceksin. Tanrı kuluna ne vermiş de, kul katlanmamış!. İnsan gençken bunları pek aklına getirmez ,biliyorum...
Mektubumu Şeyh Edebali''den bir kaç sözle noktalıyorum.
''Bir baş ol ki oğul, dimdik durasın, çiğnenip ezilmeyesin. Bir göz ol ki oğul, iyiliği göresin, peşinden yürüyesin. Bir dil ol ki oğul, zehire bal süresin. Bir el ol ki oğul, yoksulları giydiresin. Bir yürek ol ki oğul, her zaman hak diyesin. Ayak olursan oğul, karınca ezmeyesin. Vakit kıymetli oğul, sakın boş gezmeyesin''''

Munzur Dağı''nın eteğinde olan bu köy; yazın buz gibi soğuk suları, pınarları, ırmakları, çağlayanları ve geçit vermeyen dorukları, kötülüklerden uzak, sevgi, saygı dolu insanları ile bir cennet köşesi gibiydi. Özenle bakılması gerekirken, köyümün kimsesizliğine, yoksul bırakılmışlığına hayıflandım içimden.

Sonra düşündüm:Köyden her ayrılışımda ninem beni gediğin son dönemecine kadar getirir, orada el sallayıp yaşlı gözlerle beni yolcu ederdi. Son ayrılışımda gelmedi, içime tarifsiz bir keder çöktü. Bu köyde ninemle olmaya öyle alışmıştım ki, onsuz kendimi yapayalnız ve emniyetsiz hissediyordum. Oysa köyün bütün insanları, çocukları oradaydı. Beni uğurlamak için gelmişlerdi. İnekler böğürüyor, danalar zıplıyor, koyunlar, kuzular, keçiler meleşip duruyordu. Ama ben bağrımda, hiç kimsenin bilmediği ve içimin derinliklerinde tutuşan bir ateşin acısıyla ayrılıyordum oradan.


Ne zaman,bir anadolu köyüne düşse yolum
yüreğim burkulur
susuk kumullu alnımdan öper bir anne
bilmediğim ayetler çizer elleri gökyüzüne
anlamadığım dualar kanar dudaklarında

ne zaman,bir anadolu köyüne düşse yolum
kar düşer ömrümün üşüyen dilimlerine
dumanı tüten bir bacadan
sobası yanar çocukluğumun
ısınır içimin mor türküleri
büyür nazlı bir çiçeğin uykularında

kuşlar uçar gönül penceremden
yüreğimden sevdalar geçer
sonbahar rüzgarının kanatlarında
çekip gider ağlayarak
düşlerin yağmurunda
yıldızlara sevdalı bir çocuk
ya ben nasıl yanmam, ya ben nasıl

ne zaman,bir anadolu köyüne düşse yolum
oturup yüreğimin avlusuna
gözyaşları gül, munzur sedalı bir gelin ağlar
bir düşünce dalgası vurur kıyılarıma
vurdukça ıslanır gözlerim
terkedilmiş evler,kilitlenmiş kapılar
ve duvarlarda, yalnızca ihanet lekeleri kalmış
sevdalarki, hep aşınmış gül takviminin yapraklarında
acıya sürgün kesilmiş tüm sokaklar

şimdi baktığım her anı bir gönül yarası
her sessizlik bir çığlik, her çiçek bir yara
ah sevdiğim ne kadar insan varsa, göçüp gitmiş uzaklara
hangi suya baksam, bir nehiri kanıyor gözlerim
hangi yola çıksam bir tren kalkıyor
ya ben nasıl yanmam gönül, ya ben nasıl


ey umudumun küçük nazlı çocuğu
çiçekler getir bana koparmadan
gözyaşımla büyüyen çiçekler getir
sevinçler getir güneşli bahçelerden
nicedirki bir özlemin bulutundayım
bir depremin uçurumunda
yıldızlar topla bana
yıldızlar topla mavi gecelerden

sen ki sevdalı yanımdın benim, sevgi perimdin
gönlümün ısınağı, korkularımın sığınağıydın
düşlere kar yağınca ve sarınca yolları duman
bırakma ellerimi n'olur, kapama gözlerini
üşür taşralı soluğum
üşür köylü çocukluğum.........
ya ben nasıl yanmam, ya ben nasıl


Sevgili Nineciğim,
Seni kaybedeli yıllar oldu, seni düşündükçe çockluğumun, hayatımın en mutlu anları ve güzel günleri geliyor aklıma. Bu gün 35 yaşına girdim ve ben büyüdükçe sevgin özleminde büyüdü yüreğimde ve ölünceye kadar da seni aramaya, özlemeye, sevmeye devam edeceğimi, bu gidişle yaşadıkça hep seni özleyeceğimi ve arayacağımı anlıyorum. En çok da sana sarıldığımda o sevgi ve güven yüklü insan kokunu özlemişim biliyor musun? Bana güzel bir çoçukluk ve ardında güzel anılar bıraktığın için teşekkür ederim. Beni bu kadar çok sevdiğin ve sevdiğini hissettirdiğin için teşekkür ederim. Bana insan gibi düşünmeyi, sevmeyi, affetmeyi, acımayı, merhameti ve dürüst olmayı, herkese ve her şeye karşı vicdanlı davranmayı öğrettiğin için teşekkür ederim.. Senden aldığım tüm güzellikler için teşekkür ederim...
Nur içinde yat benim biricik nineciğim...

Küçük Torunun Can
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
27 Temmuz 2006       Mesaj #1228
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Geçenlerde Basri
baylar bayanlar
şimdi sizlere fakir ama gururlu bir muhasebecinin hayat hikayesini anlatacağım
kendisi kainatta verilen ailesinin tek ve biricik yavrusudur.ne gariptir ki yalnızlık onu
her zaman kendine esir etmiştir.ama çevresine o kadar güven vermiştir ki
hiç bir zaman bu güveni sarsmamış ve kendini basit göstermemiştir.
ta ki kişiliğini yitirip güçsüzleşip ifade yeteneğini kaybedene kadar.
genç muhasebeci hayatında bir çok kez yenilmiş bunlara rağmen yıkılmadığını
dış muhasebeden belli etmiştir.
vatani görevini yaptıktan sonra kendisinin kişilik oturtmasının gerçekleşmesi gerekiyordu
ama maalesef insan yontulmayınca ne kadar olgunlaşsa az.aldığı ilk darbe belki de bir daha
unutamayacağı evliliğe ilk adım olan nişanlılığın kısa sürmesi ve umduğunu bulamamasıydı.
aradan fazla geçmeden geçmişinin kovaladığı bir insan haline gelmesi de bunların bir parçası...
yada şöyle diyelim kadınlara verdiği zararın her daim hayatında var olacağını kendi el becerisiyle
yapmış olması..
bununda yanı sıra onu kendinden bile fazla tanıyıp seven bir kadına yaşattıkları..

şimdi sizlere hayatta çok önemli olan bir anti parantez
( kadın eğer bir erkeği gerçekten seviyorsa onu bırakmaz.ama hayatında zaten istemiyorsa gerçek anlamda zaten sokmaz..ve her insan var olan şeyler için çaba gösterir.değinmek istediğim konu şudur ki
hiç bir kadının sevgisi hafife alınmaz.)
bu muhasebeci genç karşısına Allah'ın çıkardığı belki de onu
hayatında ona verilen değerden daha yüksek bir değerle mükafatlandıracak insanı öyle bir tanımış ki ona söylenebilecek ne kadar kırıcı söz varsa söylemiştir.
sonra bu gencimizi tanıyan kadın onu öyle bir tanımıştır ve herkes onu öyle bir anlatmıştır ki
insan bu kadar sevdiremez kendini dışarıdan bakıldığında..belki gerçekten arada bir anlaşılma
zorluğu çekiliyordu yada genç muhasebeci hayatını bencillikle doldurmuş, bütün insanları aynı
kefeye koyan dengesiz bir insandı.ama kadın onu öyle bir önemsemiş ki öyle bir kafasında kurmuş ki.. kesinlikle ondan daha karakterli bir insan yokmuş dünyada ve etrafında.!yanlış anlaşılmalar
ifade eksiklikleri birbirini kovalarken kızın duyduğu sabır onu biraz daha meçhule sürükler.
ve artık bir sonuca bağlanmak ister günden güne bitmektense ne olursa olsun diye düşünür.
yine ilk adımı o atmak ister ve sadece telefon kadar yakın olan genci maillerden sonra ikinci kez rahatsız eder.aksilik buya o telefonun ucunda sandığı kişi başkası çıkar.rahatsız etmenin cezasıymış gibi sanki hakaretlere maruz kalan kadın neye uğradığını şaşırır.
telefonun diğer ucu muhasebecinin arkadaşındadır ve asıl olay onunla başlar.arkadaşına sitemler
eden arkadaş kılıklı insan genci belki de dolduruşa getirir.yada genç dolduruşa gelmeye bahane arar.
meğer kız ismini vermemekte hata yapmış sorun buymuş ::: )))))
kadının sabır ettiği günler de yanında olmayan. yanında olmayı bırak tek kelimeyi ondan esirgeyen
kendini sanki insanmış gibi ortalıkta dolandıran kadın ona bağlanmış gibi havalara giren genç
muhasebeci aslında hayatın hiçbir sınıfından mezun olamayan ve kendini kanıtlamak gereği bile
duymayan zamanlar yaşarken kesinlikle bir kadına verilmesi lazım olan nezaketi göstermemiş.
yani ya acizmiş yada acizleşmiş..
kadın yine yanlış anlaşılamaya mahal vermemek ve kaldığı hakaretleri kabul etmeme çabası
ile nezaketten bir kez daha meyli eder kırgınlık olmasın uğruna.genç muhasebeci bunu da
anlamaz kadının onun peşinde koştuğunu düşünür.tabiri caizse hayalledir.
tek bir özür bir erkek için söylenmesi gereken en son şeydir.işin sonucunda ise kadın büyük bir hayal kırıklığına uğrar.Çünkü karşısında ki bilinçsiz
kişilik aslında görmesi gerektiği yerde isminin manasını hak etmeyen Basri’dir.


evet
olaya bakar mısınız? olay genç muhasebecinin onurlu öyküsü olmaktan çıkıp.kurbağa düşünceli
insanların hikayesi olmuş.halbuki her sevebilme ihtimalinin o kadar büyük bir zorluğu var ki
anlayışsız insanlar o kadar çok ki aramızda.
bir tarafta belki de ilk defa hayatını biri için değiştirme çabası içinde olan bir kadın bir tarafta da
bu çabanın aslında değmeyecek bir insana duyulması..ne kadar da ince bir davranış..
(sevgili genç ve aynı zaman da muhasebeci erkek.çıkmamış candan umut kesilmez
ama eriyen bir cana da ümit verilmez.maazallah yanlış hesabın geri dönüşüm kutusu yoktur.)
herkes onu sevene değer versin. ne bu hayatın bir format atılır ne de bir gün gerçekten sevgiye ihtiyaç duyulduğunda seni seven biri bulunur.inşan gerçek anlamda aşkla yoğrulur.
sevmek bir ibadet o ibadete sahip olan da bir melektir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Temmuz 2006       Mesaj #1229
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dilsiz Tanıklar


Çocukluğumdan beri kömürlüğün aynı köşesinde duran, ağzı bile hiç açılmayan çuvalın birden aklıma gelmesi, geçmişle hesaplaşma isteğim değildi. Sığ, sıradan bir istekti. Çuvalın içindekiler, herkesin evinin baş köşesine koymak için can attığı şeylerdi. Şimdi onlar modaydı. Bu husus çok da önemli değil. Önemli olan, modern hayatın keşmekeşi içerisinde unuttuğumuzu sandığımız acıların, sevinçlerin, umutsuzlukların, yenilgilerin, zaferlerin, daha nice duyguların hiç de hazırlıklı olmadığımız zamanlarda, birden kendilerini hatırlatmaları ve içimizi geçmişin sularıyla yıkamaları, arındırmaları…

Söylediğim gibi sıradan bir istekle onu oradan çıkarmak için gittiğimde, cezalandırılmak için karanlık odaya kapatılan çocuk gibi korkuyor, siyahlaşan, yer yer yamalı teniyle utanıyordu. Karanlık, küf kokan bu yerden kurtarılmaktan umudunu kesmişti. Bir elin şefkatli dokunuşuna bile hasret kalmıştı. Ona dokunduğumda sanki irkildi. İçindeki tanıklar telaşlandı. Yaşananları unutmak, geçmişi izsiz bırakmak için bu çuvala tıkılmışlardı. Şimdi, yeniden hatırlamanın ve hatırlatmanın sırası mıydı? Aslında, yaşanan acılar bir yılan gibi çöreklenirdi insanın yüreğine… Keskinliğini kaybetse de, zaman onları küflendirse de tenle kaynayan kör bir bıçak gibiydi... Onları, yok saymak mümkün olmuyordu. Biraz kaçar, ellerinden kurtulduğunu sanırdın. Hepsi o kadar. Bir bakıyordun ki, pat diye önüne çıkıyordu. Hem de en zayıf, en savunmasız zamanlarda. Geçmişin yakamızı bırakması, keşkelerle, pişmanlıklarla kuşatmaması için onunla korkmadan yüzleşmeli, alacağını vereceğini kapatmalıydı, insan…
Biz böyle yapmamıştık. Yüzleşmek yerine yok saydık. Geçmişe ait bir şey görmek, duymak, dokunmak, koklamak istemedik. Onu hatırlatacak ne varsa yok ettik, sakladık, gizledik. Ardında kalan birkaç şeyi de çuvala tıkıp, kömürlüğe kapattık. Şimdi, dilsiz tanıkları evimin baş köşesinde ağırlamak istiyordum. Hatıraları, sırları benim çocuk yüreğimi acıtmamıştı. Kenarları tırtıklı bakır sahanlar, kalayı dökülmüş tencereler, bedeni kızıllaşan mangal, ibrik… Bu eski dostların yorgun bedenlerini boncuklarla süslemek, renkli taftalarla sarmak, zamana uydurmak istiyordum.
Annemi hiç hesaba katmamıştım. O, eski dostlar, yüzleri toz pas içerisinde birer birer çuvaldan çıktıkça, dudakları titremeye başladı, kartondan bir vücut gibi olduğu yere yığılıverdi. Mavi gözlerini sağanak bastı, gözleri sanki boğuluyor, çırpınıyor, tutunacak bir dal parçası arıyor, sonra azgın sularda kaybolup gidiyordu. Eşyalar tanık olduğu anıları yüzüne vuruyor, gözünün içine sokuyor, alay ediyordu. Unuttum sanma, nice sırlarını saklıyorum, nice zayıflıklarını, nice korkularını, tenimde gözyaşlarının izi duruyor, ağlamaların hala kulaklarımda, boşuna kendini gizlemeye çalışma, maskelerinle dolaşma, seni tanıyorum, en saf, en katıksız, çırılçıplak kalmış halini, gerçek yüzünü, diyordu. Düşünememiştim. Benim için görsel zenginliğe sahip birkaç bakır eşya, annemin yaşadığı acı, gözyaşı ile dolu günlerin en canlı tanığıydı. Kaybettiği yıllar, yaşamadığı sevgiler, hayal kırıklıkları, yalnızlık, çaresizlik, acımasızlıktı.
Eski dostları da annemi görünce hüzünlenmiş, otuz yıl sonra gördükleri beden karşısında gözleri dolmuştu. Kar gibi bembeyaz saçları, hüzünlü mavi gözleri, sıskalaşan, hafif kamburlaşan vücuduyla, annesini taklit eden bir çocuğa benzeyen bu küçücük kadın, o zamanlar külkedisi gibi o denli güzel ve o denli kadersizdi…
Annem, henüz sekiz yaşındayken babasını kaybetmiş. Anneannem, at arabalarına resim yaparak, ekmek parasını kazanan dedemin ani ölümü ile dört çocuğu ile bir başına kalmış. İkinci Dünya Savaşı'nın zorba elleri de boğazlarına çökünce, yarı aç yarı tok hayatta kalmaya çalışmışlar.
Yıllar, yoksulluk, kıtlık içerisinde geçmiş ve annem gelinlik çağına gelince, babamın gölgesini dahi görmeden parmağına yengesinin alyansı emanet takılmış. On yedisinde, gelin edilmiş ve kaynana, kaynata, kaynı ve karısının olduğu kalabalık bir aileyle yaşamaya başlamış.
Aslında annem ne denli kadersiz ise, babam için de yaşam hiç de kolay değildi. Rahmetli babam, "Anam beni tarlada çalışırken doğurmuş, ancak ölünce rahat edeceğim" derdi. Çünkü, dört kardeşten yalnız babam mürekkep yalayabilmiş. Ortaokulu bitirmiş, memur olup, eline ekmeğini alınca, kente göç edip, çocukluğumuzda oturduğumuz taş evi yapmışlar, tüm aile de bu defa onun damının altına sığınmış.
Kocaman bahçeli, yeşil boyalı, iki katlı taş evde, annem, babam, üçü kız, ikisi erkek beş kardeş, babaannem, dedem, amcam ve karısı, on bir kişi yaşıyorduk. Daha doğrusu barınıyorduk. Taşlar dayanmazdı yaşananlara… Annem dayanmıştı.
O günlere ait hatırladığım bölük pörçük resimlerin hepsinde bir yüz mutlaka vardır. Limon suyu ile geriye doğru şekil verilmiş koyu kumral saçı, geniş alnı, çıkık elmacık kemikleri, ince ağzı, çukur yeşil gözleriyle sarımsı solgun bir yüz. Resimlerde bile öfkeyle, kızgınlıkla bakan gözler. Çizgili pijamasının içindeki gövdesi ile kafası sanki aynı kişiye ait değil. Fotomontaj. Gözleri ne derece meydan okuyorsa, bedeni bu meydan okumayla sanki alay ediyor. Bedeni alay ettikçe, gözleri daha çok kinleniyor, deliriyor, adeta kuduruyordu. Öfkesi, haftada bir evine uğrayan komşunun kırmızı kamyonu penceresinin dibine park ettiğinde daha da acılaşırdı. Kamyonu gören pencerelerin perdelerini kapattırır, odada kim varsa çıkarırdı. İşte o zaman öfkeli yüzü yerle bir olur, derin bir acı yerleşirdi. Ama buna bir anlam veremezdim. Ne zaman anneme sorsam, azarla ağzım kapatılırdı. Kırmızı kamyondan bahsetmek yasaklanmıştı.
Evimizin alt katında, köşe başındaki oda ona aitti. Havalar ısınmaya başlayınca, geniş pencereleri hiç kapanmazdı. Bu pencereler, komşuların mutlaka iki laf ettiği duraktı. Belki de insanların haline şükrettikleri tapınak…Günah çıkarma yeri…Amcam sidik, dışkı, irin kokularının tutunamadığı yatağında, bir padişah gibiydi. Biz ise onun hizmetkârları… Kuklaları…İplerimizi istediği gibi oynatıyor, çekiyor, boğazımıza doluyor, kızdığı zaman sıkıyor, nefessiz bırakıyordu. Biçtiği rolleri kusursuz oynamak zorundaydık. En zor rol de annemindi.
Amcama ait hatırladığım bölük pörçük resimler, ölmeden önceki on yılına ait. Annemin daha önceki gözyaşlarını hatırlamıyorum. Beni karnında taşırken, en büyüğü sekiz yaşında üç çocuk, kaynana, kaynatanın yaşadığı bu büyük evin tüm sorumluluğunu yüklendiğini, yatalak amcamın bakımını üstlendiğini ve herkesin bitip tükenmez kaprislerine boyun eğmek zorunda olduğunu biliyorum. Sadece elleri ve beyni işleyen genç bir adamın, her çağırdığında yüreğinin ağzına geldiğini, vücudunun güçsüzleştiğini biliyorum. O, gelin geldiği bu ailenin sanki kölesiydi. Kimseyi hoşnut edemiyor, en küçük bir övgü ile ödüllendirilmiyor, bir hatasında yerden yere vuruluyordu. Kaynanasının Bulgaristan şivesiyle, "Aslan gibi oğluma kız mı yok. Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin" sözlerini belki de her gün işitiyordu. Babaannem, sahipsiz gelinine yapmadığını bırakmıyordu. O da biliyordu, gelininin beş çocuğuyla kimsenin yanına sığamayacağını, kimsenin kanatlarının altına giremeyeceğini. Kim evini açar, kıt aşını paylaşırdı. Ağabeylerinin yanında bir sığıntı gibi yaşayan annesi de koyup gitmişti. Üç ağabeyi de yuvalarında anca kendi yağlarıyla kavruluyordu. Yükleri öylesine ağırdı ki, en küçük bir yüke kimsenin tahammülü yoktu. Olmasa ne olurdu. Karıları evlerini, aşlarını paylaşmaya hayatta razı olmazdı.
Çuvalı açtığımda kenarları tırtıklı bakır sahanı ilk gördüğümde, burnuma haşlama köfte kokusu geldi. Bu kokuyu unutmuşum. Bakır sahanı, gaz ocağının üzerinde gördüğümüz zaman, payımıza birkaç köfte düşmesini beklerdik. Onlar amcamın başlıca diyet yemeğiydi. Uzun tahta sopasıyla kapıya vurduğunda, yemek tepsisinin dönüş zamanının geldiğini anlar, heyecanımız artardı. Bu bekleyiş süresi içinde annemin tüm ikramlarına dudak bükerdik. Ama sahan yıkanmış gibi pırıl pırıl döndüğünde, büyük bir hayal kırıklığı yaşar, bize de patates, kuru fasulye, nohut yemeği düşerdi.
Amcamı, ayak ucunda oturarak izlemek korku ile karışık ayrı bir heyecan verirdi. Çok güzel kayıklar, gemiler yapardı. Kapıya uzun sopasıyla bir kere 'tak tak' diye vurduğunda, annemin hemen gelmesini isteyen, biraz gecikince tüm öfkesini kusan amcam, gemiler yaparken derviş sabrı ile saatlerce uğraşırdı. Deniz nasıl bir şey diye sorduğumuzda, içine çivit atılmış kocaman leğen düşünün derdi. Biz de bakır leğene su doldurur, içine çivit atar, kâğıttan yaptığı kayıkları gezdirirdik. Leğendeki su sanki okyanusa dönüşür, deniz hiç görmemiş, yaşadığı mahallenin dışına bile çıkmamış sıska bedenlerimizle mavi yolculuklara çıkardık…
Amcamın odasında oturmak için can atmamızın bir diğer nedeni ise sincaptı. Babam can yoldaşı olsun diye getirmişti. Bu küçücük hayvanla dostluğunu ve öfkeli halini gören birisi aynı kişi olduğu konusunda şüpheye düşerdi. Amcam, bu küçücük can yoldaşının tüm yaramazlıklarını gülümsemeyle izler, avucundan fındık yedirir, boynu ile yanaklarının arasına sıkıştırıp öpücüklere boğardı. Gözlerinde sevgi pırıltılarını bir tek o zaman görürdük. Bizi ise hiç öpücüklere boğmadı. Sağ olun bile demedi.
Yarım bedenle yaşamasına, yatağa bağlı olmasına rağmen, amcamın her şeyi bildiğine, gördüğüne inanırdık. Sihirliydi sanki. Doğaüstü güce sahipti. Sadece ilkokulu bitirse de ablamın cebir problemlerini çözerdi. Belki de biz derin uykudayken geziyor, sabah olduğunda da yatağına sığınıp bizi kandırıyordu. Yazlık sinemada izlediğimiz filmlerdeki gibi birden yürümeye, koşmaya başlayacağı duygusunu hep hissederdik. Kim bilir kendisi bile buna inanıyordu. Son gününe kadar sadece bedeni değil, ruhu da yatağa bağlı olmayı hiç içine sindiremedi.
Hayatımızdaki bu girdap hepimizi içine almıştı. Döndürüyor, döndürüyor, dibe çekiyordu. Hepimizi güçsüz bırakıyordu. Anam da babam da çaresizdi. Ailenin tek mekteplisi, tek memuru, tek ekmek parası kazananıydı. Tek okumuş bir evlat olarak kimseye arkasını dönüp gidemiyordu. Bu evde tam on bir kişinin geçimi onun omuzlarındaydı. Babam uzun yolculuklardan üç-dört günde bir gece karanlığında eve gelir, iki-üç saat durup tekrar yollara düşerdi. Anam gece karanlığında da yorgun ruhu ve bedeni ile babamın sefer taslarına yemeğini, kille yıkadığı ve kömürle ısıtılan ütüyle ütülediği beyaz gömleğini hazırlar, babam karısının yaşadığı zorlukları bilmeden yeniden gecenin karanlığında kaybolurdu. Buharlının çığlığını duyunca babamın kenti terk ettiğini anlayan annem, dilinde ' geceler yarim oldu, anam anam garibem…yaralarım sızlıyor…anam anam garibem' türküsü, yanında sıra sıra yatan beş çocuğuyla soğuk odalarda yapayalnız kalıyordu. İçinde yankılanan 'tak tak' seslerinin korkusuyla…
Bu iki katlı, taş binada günler, sanki yüzyıl kadar uzun geçiyordu. Anam tam 11 kişinin karnını doyuruyor, bulaşıklarını yıkıyor, yığın yığın çamaşırları, bahçede tulumbanın havuzunda ufacık elleri ile çitiliyor ve ayaklarıyla çiğniyordu. Çamaşır yıkama faslını çok severdim. Gerçi çamaşırlar kille yıkandığı için köpük olmazdı. Ama havuzda çamaşırları minik ayaklarımla çiğnemek çok zevkliydi. Ancak anam amcamın çamaşırlarını yıkarken havuza girmeme izin vermezdi. Çünkü yıkadığı çamaşırların teni kanlı ve iltihaplığıydı. Amcamın yatmaktan sırtı yara olmuş ve kanlı iltihap akıyordu. Anam ise kanlı gözyaşları döküyordu. Amcamın eziyeti yetmezmiş gibi, kaynanası da bütün gün oturduğu sedirden emirler yağdırıyor, yaptığı işleri beğenmiyor, öyle ki annemin yıkadığı kuruttuğu çamaşırları tekrar yıkatıyordu.
İki katlı evimizdeki yaşam diğer komşularımızdan farklıydı. Acılarımız da sevinçlerimiz de sıradan değildi. Komşular bazı şeyleri ilk defa bizde görüyordu. O zamanlar konfeksiyon gelişmediği için çoğu kişi giysisini evinde yapardı. Babam bir gün eve kocaman bir kutuyla geldiğinde içindekini hiçbirimiz tahmin edemedi. Bu bir örgü makinasıydı. Amcamın mutlu olması için çırpınan babam da onun oyalanması için örgü makinası almıştı. Böylece amcamın canı sıkılmayacak, para kazanabilecek, hiç değilse öfkesi bir nebze de olsa dinecekti. Gerçekten bu makine amcamın yaşamında büyük bir değişiklik yaptı. Odası renkli renkli yünlerle sanki çiçek açmıştı. Kırmızı, sarı, yeşil, mor…Müşterilerle dolup taşıyordu. Kısa sürede çevrede 'örgücü Ahmet' olarak ün yaptı. İyi para kazanıyor, yanında yardımcı bile çalıştırıyordu. Bize de kazaklar, pantolonlar, pançolar örüyordu. Bunlardan en sevdiğim ilk ördüğü kazakla pantolondu. Kazak, ateş kırmızısı, her tarafı saç örgülüydü. Tayt şeklindeki pantolonun da yan taraflarında saç örgüleri vardı. Amcam bunları giydiğimizde, "Kırmızı popolu maymunlar" diye şaka yapardı. Bunlar bizim için inanılmaz şeylerdi. O zamana kadar annemin diktiği pazen kumaştan pantolonu değil, orlondan pantolon giyiyorduk. Gerçi yoksul değildik. Ama yeni bir pantolon 5 çocuktan hangisine alınırdı?
Annem ağlasa da amcamın odasında oturmak bizim için büyük bir keyifti. Ayak ucuna oturur saatlerce örgü örmesini seyrederdik. Örgü makinasının sesine radyodan yükselen müzik, açık pencerelerden içeriye dolan insan sesleri karışırdı. Yalnızlığını unutmak istercesine gürültü yapardı. Açık pencerelerinden gelen geçene laf atar… Bizlerin dedikodusunu yapardı. En büyük zevki de evimizin karşısındaki çeşmeye su almaya gelen kızlara laf yetiştirmekti. Ancak onun bir kadından görmeyi özlediği şefkat, ilgi, sevgi arayışı hep hüsranla bitti. Örgü öğrenmek için yanına gelen kızlardan birine sırılsıklam âşık olmuştu. O kız odasındayken bizim içeri girmemizi istemezdi. Bir gün o kız gelmemeye başladı. Amcam da ağabeyim aracılığıyla kıza mektup gönderdi. Mektup kızın babasının eline geçince de kıyametler koptu. Evimizi basıp amcama gözdağı verdiler. Neyine güvenip de kızlarına aşk mektubu yazıyordu…
Bu sözler amcam için çok acıtıcıydı. O bir doksan boyu, yeşil gözleri ile çok canlar yakmıştı. Kızlar çevresinde pervane olmuş, amcam da onları ışığı ile adeta yok etmişti. Onlardan biri de Melahat ablaydı. Melahat abla üç çocuklu bir kadındı. Mahallemize sonradan taşınmıştı. Ama onun hikâyesini annemden dinlemiştim. Melahat abla genç kızken, amcama çok âşıkmış. O zamanki koşullarda amcamla evlenmeden birlikte olmuş, ama amcam onunla evlenmemiş. Melahat abla da kendinden çok yaşlı, çocuklu bir adama kuma gitmek zorunda kalmış İstanbul'a gelin gitmiş… Yıllar yılları kovalamış. Yaşlı kocası ölünce o da bizim mahalleye taşınmış. Melahat abla bize hiç gelmezdi. Ama her gün amcamın penceresinin önünden mutlaka geçerdi. Kim bilir amcamı öyle gördükçe içindeki öfke azalıyordu. İçinden kimbilir şöyle fısıldıyordu, Hey gidi Tarzan Ahmet, alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste…
Amcamın yaşamında örgü makinasından hemen sonra başka bir yenilik daha oldu. Babam yurt dışından tekerlekli sandalye getirtti. Yıllardan sonra amcam ilk defa evin içinde, sokakta dolaşmaya, at arabalarının arkasına tutunarak çok uzaklara gitmeye başladı. Amcamın solgun yüzü, güneşe hasret kalan bir çiçek gibi gün ışığında renkleniyordu. Hapisten çıkan mahkûm gibi ilk defa kentin içine karışıyordu. Ama… Karıştıkça kuduran, kabaran öfkesine bir de bozulan ruh sağlığı eklendi. Tabii gittiği yegâne yerlerden biri büyücülerdi. Böylece daha çeşitli büyüler uygulamaya başladı. Bu büyülerden hafızamda ölü yarasadan kurt postuna kadar birçok resim kareleri var.
Kah annemi herkesin domuz gibi görmesini istediği için eşiğine domuz yağı sürdürür, kâh kapı kenarlarına muskalar çakar, yorganının altına sakladığı nala sürekli dualar okur, kâh köyden getirttiği kurt postunu tavanına çaktırırdı. Odasına girdiğimde, bedeni tavana çivili, ağzı ısıracakmış gibi açık, başı sarkan kurdun üstüme saldıracağını sanır, korkardım. Rüyalarıma da girer, soluğu annemin yanında alırdım. O nedenle mi bilmem, kırmızı başlıklı kız masalı hala içimi ürpertir. Annem yaptıklarını sükûnetle karşılasa da çocuk gözlerim onun ağlamaktan kızaran gözlerini, bunca yük karşısında bedeninin çöküşünü, isyanını görürdü. Yine de çocuk aklım olanları anlamazdı. Sincabı büyük bir sevgiyle seven amcam, neden bu kadar öfkeli biriydi. Kırmızı kamyon neden onu çok sinirlendiriyordu?
İki katlı evimizdeki yaşam sürüp giderken, azalıyorduk. Önce babaannemi ondan bir iki yıl sonra da dedemi kaybettik. Amcam ise sağlığı gittikçe bozulan bedeni ve ruhu ile hala iplerimizi çekiştirip duruyordu. O ipleri koparmaya ne babamın ne annemin gücü yetiyordu. Onlar ağabey ve yenge olarak çaresiz kardeşlerini yalnız bırakamazdı. Kendi hayatlarını kurban etme pahasına…
Onu öldürmek istediğimizi düşünüyordu. Ağzı dar, bedeni geniş sürahide günlerce suyu bekletiyor, yosunlandırıyor…Yosunlaşan, yemyeşil olan sürahiyi herkese göstererek onu zehirlediğimizi söylüyordu. Odasıyla bizim kaldığımız bölümü tuğla ile ördürdü. Çok para kazanıyordu. Fabrikaya bile ortak olduğunu duyduk. Bu nedenle çevresinde yağcılar birikti. Ve bir gün amcam ambulansla hastaneye kaldırıldı. Böbrekleri çalışmıyordu. Çok geçmeden bir battaniye içinde küçülmüş adeta çocuk bedenine, iskelete dönüşmüş cesedi getirildi. Odasına yer yatağına yatırıldı. Cesedinden canlısından korktuğum kadar korkmamıştım. Yüzü çok sakin, huzurluydu. Sanki bitti işte diyordu. Rahat ol, ruhuna ihanet eden bedenin artık yok!
Bedeni dünyayı terk etmeye hazırlanırken, son gecesini odasında geçirdi. Üzerine beyaz bir çarşaf örtülerek bıçak konuldu. Annem ve komşular sabaha kadar başında Kuran-ı Kerim okudu. Sabahı kazanların altı yakıldı. Çarşaflardan perde yapıldı ve perdenin arkasında Tarzan Ahmet'den kalan ceset yeşil sabunlarla yıkandı. Ve son yolculuğuna uğurlandı. Geride hiç kimse onun için ağlamadı. Komşunun erkekleri bedenini toprağa teslim ederken, kadınları helvalar döktü. "Allah kurtardı" denildi, haklar helal edilerek…
Ölüm sonrası her şey ne kadar çabuk olup bitiyordu. Sidik, irin emen yatağı, yorganı, çarşafları çöpe atıldı. Örgü makinası tavan arasına kaldırıldı. Tekerlekli sandalyesi çocuk felci geçirmiş bir yoksula verildi. Haşlama köfte yapılan bakır sahanla, kızıl tenli mangal, ibrik ve leğeni ise bir çuvala konulup, kömürlüğe sürgüne gönderildi. Odası çırılçıplak kalmıştı.Tıpkı amcamın bedeni gibi. Hayat çıplaklık kadar yalın bir şeydi. Onu karmaşıklaştıran, üzerine yükler bindiren bizlerdik. Aşık Veysel'in dediği gibi iki kapılı bir handa gidiyoruz gündüz gece. Başka kapılar, kaçacak pencereler olmadan…
Amcam ölmüştü ama onun öldüğüne inanamıyordum. Kapıyı açtığımızda onu bulacak, yemek yediği bakır sahanları eskiden olduğu gibi camlara fırlatacak, hepimizi kıskıvrak yapacağı tehdidinde bulunacaktı. Evet amcam bizi izliyordu. Geceleri tuvalete kalktığımda bahçede olan tuvalete tek başıma gidemiyor, annemi uyandırıyordum. Onun kapısının önünden geçerken sanki kapıya ' tak, tak' diye vuruyor, örgü makinasında örgü örüyordu.
Tıpkı şimdi olduğu gibi…Büyük bir sevinçle kömürlükten çıkardığım bakır eşyalarda sanki amcamın ellerine dokunuyor, öfkeli çukur yeşil gözlerini görüyor, bedeninin ihanet ettiği ruhunu hissediyordum. Bakır sahan, ibrik, kızıl tenli mangal, leğen de şaşkındı. Yıllardan beri ilk defa birisi dokunuyordu. Onlar da bu acı anıları unutmak ister gibi kulaklarını tıkıyor, gözlerini kapatıyordu. Bizler de yıllardan beri bu acıyı unutmak ister gibi anılardan hiç söz etmemiş, geçmişle yüzleşmemiştik.
Hey gidi "Tarzan Ahmet"… Tabutlara sığmaz denilen bedeni, on yedi yıl yatmaktan dolayı kurumuş bir avuç kalmıştı. kırk yıllık kısa yaşamının on yedi yılını yatağa bağlı geçirmişti. Bunun suçlusunun kendisi olması belki de öfkesini artırıyor, yaptığı hatanın bedelinin ağırlığı karşısında ruhu kabına sığmıyor, feryat ediyordu. Kırmızı kamyonuyla deli ruhu, yakışıklı bedeniyle yollara düştüğü bir gün aşırı hız nedeniyle uçurumdan yuvarlanmış ve bedeninin büyük bir kısmı tutmaz olmuş, kırmızı kamyon da komşuya satılmıştı. Oysa kırmızı kamyonu alırken öyle çok umutları vardı ki…
Bir de âşık olduğu, bin bir güçlükle evlendiği karısı o felç olunca tasını tarağını toplayıp, arkasına bile bakmadan onu terk etmişti.
Annem, amcamın dramatik yaşam öyküsünde bir başka dram yaşamıştı. Tarzan Ahmet, kırmızı kamyonuyla yaptığı hatasının bedelini bedeninin kontrolünü kaybederek öderken, annem de tam 17 yıl ona çocuğu gibi bakmak, yaşamını ertelemek zorunda kalmıştı. Şimdi bunları tekrar hatırlıyorduk.
Annemin küçücük kalan bedenine baktım. Bacaklarındaki damarlar yılların yorgunluğu ile parmak parmak olmuş, elleri romatizmadan kuruyan dallar gibiydi. Oysa o dallar ne çok meyve vermiş, çevresini beslemişti. Bakır eşyaları zar zor elleri titreyerek aldı. Amcamın yere fırlatmasıyla bir tarafı çöken ibrik, köfte haşladığı sahan nice acılarına sırdaşlık etmişti. Sonra, 'Toprağına ağır gelmesin de rahmetli çok eziyet etti 'dedi. Ben de 'Gelirse gelsin, sen bakmasaydın o kadar yaşamazdı' dedim. Onun acısını paylaşmak, yaptığım hatayı telafi etmek ister gibi... Annem ise, 'Sakın öyle konuşma kızım…Onun takdirini Allah verecek. Kimin ne olacağı belli mi? Allah kimseyi çaresiz bırakıp da başkasına muhtaç etmesin…' dediğinde insan olmanın hiç de kolay bir şey olmadığını anladım. Acılar insanı nasıl da pişiriyor, içindeki kabukları soyup sanki bebek yüreği veriyordu. Saf ve hesapsız. Annem devam etti, "Tam on yedi yıl evladım gibi baktım. Vicdanım rahat." Sonra, "Ruhuna fatiha okuyalım" dedi. Birlikte, amcamın, tüm ölmüşlerimizin ruhuna fatiha okuduk. Sanki bakır sahan, ibrik, leğenin de yüzüne bir huzur geldi. Onların da vicdanları rahattı. Bıraksam hafiflikten uçacaklardı. Amcamın sesini duyar gibi oldum, "Yenge, Allah senden razı olsun" diyordu…
Şükran Çağlar
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
28 Temmuz 2006       Mesaj #1230
kambis - avatarı
Ziyaretçi
FARE ÖYKÜSÜ

Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve
eşinin mutfakta
bir paketi açtıklarını gördü.
Kendi kendine:
-"İçinde hangi yiyecek var acaba ?" diye düşündü.
Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu
anladığında
yıkılmıştı.
-"Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye bağırarak
telaşla bahçeye fırladı.
Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve bilgiç
bir
tavırla
başını kaldırdı ve gıdakladı:
-"Zavallı farecik...Bu senin sorunun benim değil. Bana bir zararı
olamaz
küçücük kapanın" dedi.
Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla domuzun
yanına
koştu ve,
-"Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye adeta
çırpındı.
Domuz anlayışla karşıladı ama,
-"Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey
yok. Dualarımda olacağından emin ol" dedi.
Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü ve ,
-"Evde bir fare kapanı var, evde bir
fare kapanı var!" dedi.
İnek ;
-"Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni
ilgilendirmiyor."
dedi.
Sonunda farecik, başı önde umutsuz şekilde eve döndü. Çiftçinin
fare tuzağı ile
bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu
anladı.O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik
farecik aç ve
susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki
birden bir ses
duyuldu.Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare
kapanından geliyordu.
Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için
yatağından fırladı ve
mutfağa koştu.
Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun
kısıldığını fark
edememişti.
Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve
aniden çiftçinin
karısını ısırdı. Çiftçi, karısını apar topar
doktora götürdü. Doktor, zehri
temizledi sardı. Çiftçi karısını eve getirdi,
yatırdı. Karısının
ateşi yükseldi ve bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız
ateş ve ter içinde
kıvranıp duruyordu. Böyle durumlarda taze tavuk
suyunun gerekli olduğunu herkes bilir,çiftçi de
bıçağını alıp bahçeye
koştu.
Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine
geldi.Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete
geldiler.
Onlara ikram etmek için çiftçi domuzunu
kesti.
Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu.
Yılan, belli ki çok
zehirliydi. Birkaç gün sonra çiftçinin karısı
iyileşemedi ve öldü.
Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine
yeterli et sağlamak için
Çiftçi ineği mezbahaya yolladı.
Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile
duvardaki deliğinden
izledi.
Birisi, sizi ilgilendirmediğini düşündüğünüz bir tehlike ile
karşı
karşıya ise hepimizin aynı tehlikede
olabileceğini hatırlayalım.
Hepimiz yaşam denilen bu yolculukta yer alıyoruz. Diğerimiz için bir
gözümüzü açık tutmalı ve diğerlerini cesaretlendirmek için çaba
harcamalıyız.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar