Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 122

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 496.070 Cevap: 1.997
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
25 Temmuz 2006       Mesaj #1211
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Bir Denizfeneri..
Okyanusla sonsuza dek komşu. Okyanusun mu ona daha çok ihtiyacı var yoksa, denizfeneri mi okyanus için vazgeçilmez bir sevgili?
Gündüzleri, denizfeneri isyanlarda... Çünkü yanybaşındaki biricik sevgilisi gözlerinin önünde güneşle ihtirasla sevişmekte. Hep gece olsun ister, sevgilisi ona kalsın, yalnız onda bulsun gecedeki renginin güzelliğini... Denizfeneri, küçücüktür okyanusa göre ama güneşin aşkından daha büyüktür aşkı okyanusa...
Geceleri ise denizfeneri, mutluluklar peşindedir, gecenin esrarengiz sessizliğinde. Her ışık turunda çıldırır denizfeneri zevkten, adeta danseder okyanusun en uzak noktalarına uzanarak. Daha gerçektir denizfeneri, gece sadece o ve okyanus vardır sınırlı görüş gizliliğinde.
Gündüzleri denizfeneri bir hiçtir bütün aldatmalara şahit olarak. Güneş ise gece olunca bu hissi göremez.. Gece, denizfeneri ile okyanusun aşkının dansedişine güneş şahitlik yapmaz..
Gün bitiminde ve başlangıcında teslim ederler sevgili okyanuslarını birbirlerine güneş ve denizfeneri.
Güneşin okyanusla arasına giren bir engel vardır kimi zaman, bu işkencedir güneşi küçülten. Bulutlardır, bu hain, gündüz aşkında güneşe okyanusu göstermeyen. Güneş ise tüm gücüyle savaşır okyanusa ulaşmak için. O kadar yaklaşır ki, bulutlara bulutlar, yoğunlaşır, yoğunlaşır ve gökyüzü ağlamaya başlar okyanus hasretinden hesapsızca titrer.
Okyanus bütün damlaları özlemle kucaklar, her damla onu güneşine daha çok yaklaştırmaktadır. Gökyüzü ağlar, ağlar ta ki son damlası bitene kadar. Okyanus damlalarla büyür büyür büyüklüğüne daha hacim katarak aşkının sevgi damlalarıyla. Bilmezdi okyanus,her yağmurla sevgisini ona iletmek isteyen bir güneşinin olduğunu. Her yağmur yağdığında okyanus kızar güneşine gündüz onu terkettiğini düşünür, hırçınlaşır, dalgalanır öfkesinden bilemez güneşinin ona ulaşmak için savaştığını.
İntikamını denizfenerinden alır okyanus, onun neden gündüz sevgilisi olmadığını defalarca kamçılayarak sorar denizfenerine. Dalgalarını büyütür, cevap alamayınca denizfenerinden.. Denizfeneri onu teselli edemez, çünkü o sadece gece vardır gerçek gecededir onun için. Ağlayamaz denizfeneri, ağlamayı deliler gibi istesede, gözyaşları yoktur, ulaşmak istesede ulaşamaz gündüz sevgilisine. Çaresizdir denizfeneri, sadece bir dilek geçirir içinden rüzgara yalvarır "bulutları kaçır buradan" diye, güneşin çıkması sevgilisine sevgi dolu ışıklarını göndermesini diler.
Okyanusunun mutluluğunu ister hesapsızca... Çünkü tek mutluluğu budur denizfenerinin. Ağlayamaz, gündüz ona ulaşamaz, konuşamaz hislerini okyanusuna. Her okyanusun sahilinde bir denizfeneri vardır. Her gece denizfenerleri gemilere okyanusa olan aşkını haykırırlar, ümitsizce, yarınlarını hiç düşlemeden... Ve her gece hikayelerini anlatmak için gemileri beklerler sonsuz gecelerde.

Sponsorlu Bağlantılar
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
25 Temmuz 2006       Mesaj #1212
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bay İyi Niyet

Sponsorlu Bağlantılar
Aslında Bay İyi niyet’in neden dün gece apar topar hastaneye kaldırıldığı

hakkında kimse kesin bir şey bilmemektedir. Bir çok kişi bu konuda varsayımlar öne sürmüş, herkes olayı kendi gördüğü gibi anlatmıştır ama hiçbir ifadede belirgin ortak noktalar dışında pek bir benzerlik görülmemektedir. ÖrneğinHerkes Bay İyi niyet’in o gece o yolda yürüdüğü konusunda hemfikirdir ama neden yürüdüğüne dair farklı şeyler söylemektedir. Bunun gibi daha bir sürü noktada farklıklar ortaya çıkmaktadır. İşin en ilginç yanı ise bu olay üzerinde o kadar çok farklı yorum yapılmaktadır ki Bay İyi niyet’in kendi ifadesi bile inandırıcı bulunmamaktadır. Aslında burada biraz da Bay İyi niyet’in hastanede baygın bir şekilde yatarken, aklı başında olmadığı için söyleyecekleri şeylerin pek güvenilir olmamasının çok doğal bir şey olması da etkilidir. Bu arada izninizle bundan sonra Bay İyi niyet’e Bay İyi diye hitap etmek istiyorum. Aynı uzun ve sıkıcı ismi defalarca duymak hem sizi hem de beni yoracaktır.

Neyse sanırım Bay İyi konusunda artık formalite icabı gevelemelerimi bitirip

olayın asıl yüzünü sizi aktarmalıyım. Ama işte anladığınız üzere işin asıl yüzünü hiçbir zaman göremeyeceğiz çünkü herkes olayı kendi gördüğü gibi anlamakta ve böyle kabullenmektedir. Bu insanların en doğal hakkı olduğu için kimseyi suçlayamamaktayız. Zaten Bay İyi’nin hastaneye kaldırılış hikayesi de özünde bunu barındırıyor, gerçekler maalesef önümüze bir sergideki gibi serilmediği için farklı görüşlerin doğruluklarından yola çıkarak kimin haklı, kimin haksız olduğuna siz kara vereceksiniz...

Şahsen ben Bay İyi ile bu olay hakkında konuşamadım ama hastanede ilk

müdahaleler yapıldıktan ve Bay İyi kendine gelip, konuşabilecek duruma geldikten sonra kendisiyle konuşma fırsatı bulan birkaç hemşireden - olayları hemşirelerden dinleyebildim çünkü meslek ahlakı gereği doktorlar hastalarının sırlarını veremezlermiş - olayların nasıl geliştiğini öğrendim. Bay İyi o gün her zamanki gibi arkadaşlarıyla iş çıkışı Taksimde bir Cafe’de - bir Cafe diyorum çünkü Bay İyi Cafe’nin adını söylememiş - oturuyormuş. Havadan sudan muhabbet ettikten sonra eve geç kaldığını ve çocuklarıyla karısının onu merak edeceğini düşündüğünden arkadaşlarından ayrılmış ve Taksim Otoparkında duran arabasına doğru yürümeye başlamış. Bu sıra da haliyle İstiklal Caddesinde yürürken ara sokakların birinde seyyar bir satıcının tezgahında duran bereler dikkatini çekmiş. Kızının renkli bir bere istediği aklına gelmiş. Bu vesileyle ara sokağa doğru girerken bir kadının çığlık attığını duymuş ve hemen baktığında biraz daha sokağın içlerine doğru karanlık bir köşede kadını yanında bir adamla boğuşurken görmüş. Karanlık olduğu için tam olarak göremiyormuş ama adam galiba kadının çantasını çalmaya yelteniyormuş. Bunun üzerine kadıncağızı kurtarmak için oraya doğru yönelmiş. Hızlı adımlarla adamla kadının bulunduğu yere geldiğinde adam kadının çantasını çoktan ele geçirmiş ve boynundaki gerdanlığı koparmakla uğraşıyormuş, kadın ise bir yandan bağırmaya bir yandan da adamla mücadeleye devam ediyormuş. Bu sırada Bay İyi neden bilmeden

bir anda adamın üstüne doğru atılmış. Adamın kolundan tutmuş ve çekmiş,

böylece çantanın yere düşmesini sağlamış. Daha sonra hatırladığı kadının çantasıyla kendisine vurduğu ve kendini yerde bulduğu olmuş. En son gördüğü kişiyse üstüne çullanan dev gibi bir adammış.

Gördüğünüz üzere Bay İyi de olayların nasıl geliştiği konusunda pek emin

değil. Bunun üzerine olayın görgü tanıklarından olduğu için merak ettiğimden hastane çıkışı olay yerine gidip orada Bay İyi’nin dediğine göre bere satan seyyar satıcıyla görüştüm. Kendisinden çok yararlı bilgiler alacağımı sanıyordum ama yanılmışım. Seyyar satıcı bana adamın birinin tezgahına doğru yanaştığını sonra bir anda adamın durup dururken yön değiştirip ilerde duran bir kadınla adamın yanına doğru koşmaya başladığını söyledi. Daha sonra birkaç bağırış çağırış duyduğunu ve oraya gittiğinde aynı adamın kendisinden biraz daha iri biriyle kavga ettiğini bir kadınından başlarında heyecanla onları izlediğini söyledi. Seyyar satıcının dediğine göre ikisini zor ayırmışlar ama ayırmasalar adam Bay İyi’yi oracıkta öldürüverecekmiş. Bunları anlattıktan sonra seyyar satıcı konu hakkında bir de şöyle yorum yaptı : Herhalde adam (Bay İyi) diğerinin karısına laf falan attı ki öteki böyle sinirlendi. İyi ki oradaydık zor ayırdık vallahi!...

Araştırmalarım bu kadar değil tabi. Olay yerinde bulunan kişilerden

konuşabildiklerimin hepsi kavga sonunda Bay İyi’nin çok feci dayak yemiş olduğunu diğer adamın da inanılmaz derece de sinirli olduğunu hatta kendilerine bile saldırabileceğinden korktuklarını söylediler. Bunun üzerine karakola gidip o sırada ifade vermekte olan adamı yani Bay İyi’yi döven adamı dinledim; Adam o gün işten kovulmuş bunun üzerine patronuyla kavga etmiş oradan çıkıp birahanede efkar dağıtırken bir yanda da maç izliyormuş. Bayağı bir içmiş, zaten sinirli, bir de maçta da Fener mağlup olunca bu da Aziz Yıldırım’a küfürleri saydırınca biriyle daha kavga etmiş ve birahaneden bağırış çağırış içinde kovulmuş. O sırada yolda yürürken Bay İyi’yi kadının birini taciz ederken

görmüş. Kadın da o kadar çok bağırıyormuş ki zaten ağrıyan başı çatlayacak gibi olmuş. Bunun üzerine adam Bay İyi’nin üzerine doğru yürümüş ’’Ulan ayıp be! Yol ortasında becermeye çalışıyorsun karıyı! ’’ demiş ve vurmaya başlamış. Körü körüne vuruyormuş zaten kafası bozukmuş önüne gelen ilk kişiden çıkarmış sinirini ama iyi yapmış en azından kadının namusunu kurtarmış. Bıraksalar parçalarmış o ********i...

Karakoldan tekrar İlk yardım Hastanesine geri dönüp olayda herkesin

bahsettiği şu meşhur kadınla da konuşma fırsatı buldum. Kadın şokta olduğu için hemşirelerden konuşma izni almak için bayağı uğraştım ama sonunda odaya girip yatakta saçı başı dağılmış ağlamakta olan kadına olayın nasıl olduğu sordum. Kadının bana anlatacakları sanırım tüm gerçekleri anlamamı sağlayacaktır diye düşünüyordum ama kadın iki de bir hıçkırıklar ve gözyaşlarıyla kestiği konuşmasında bana şunları anlattı ;

O akşam sevgilisiyle birlikteymiş, son zamanlarda araları çok kötüymüş

ve o akşam olanlar olmuş, kadın sevgilisiyle yemek yerken adamı biri aramış kadın zaten şüphelendiği için hemen davranıp telefonu açmış. Karşıda bir kadın sesi varmış, bunun üzerine kadın telefonu kapayınca kıyamet kopmuş. Sevgilisi sinirlenmiş ve bir daha böyle bir şey yaparsa onu mahvedeceğini söylemiş. Bunun üzerine kavgaya başlamışlar, kadın adamın kendisini aldattığını iddia ediyormuş adam da kadını gereksiz kıskançlıkları yüzünden suçluyormuş. Neyse daha sonra kavga bitmiş ama moralleri çok bozukmuş, bunun üzerine adam eve gitmek istemiş böylece restorandan kalkmışlar ve yolda yürürken adamın telefonu tekrar çalmış, kadın gene şüphelenmiş adam sessiz sessiz ve kaçamak konuşuyormuş, kadın iyice çıldırmış ama tekrar kavga çıkmasın diye bir şey dememeye çalışıyormuş ki derken adam telefondakine ’’ tamam canım seni ararım ben’’ deyince kadın kendini tutamamış ve bağırmaya başlamış. Gene adamın onu aldattığını iddia ediyormuş ki adam sonunda gerçeği itiraf edip ve onu aldattığını söyleyince kadın çıldırmış ve adama çantasıyla vurmaya başlamış tabi adam hemen çantayı kadının elinden kapmış ve onu susturmaya çalışmış ama kadın çılgınca bağırıyor, ağlıyormuş bu sırada adamın biri gelmiş ve sevgilisini itmiş. Bunun üzerine kadın yere düşen çantasını alıp sevgilisine saldıran adama saldırmaya başlamış derken başka bir adam gelip saldırdığı adamı dövmeye başlamış. Bu sırada kadının sevgilisi ortadan kaybolmuş. Kadın onu çok seviyormuş, onsuz nasıl yaşayacağını bilmiyormuş ama o adi adam onu orda bırakıp kaçmış, kendisini asla affetmeyecekmiş aslında belki affedermiş bilmiyormuş onun yerinde ben olsam ne yaparmışım...

Kadının yanından zor ayrıldım, Bay İyi olayı hakkında bilgi

almaya çalışırken bir anda kendimi kadının sorunlarıyla baş başa buldum. Aslında kadının hayat hikayesini de bu arada dinlemiş oldum ama onları da başka bir zaman, başka bir yerde anlatırım. Şimdiye kadar dinlediğim insanların hepsinin farklı şeyleri anlatması iyice moralimi bozmuştu. Ama açıkcası kadının anlattıkları tüm konuya bakış açımı değiştirecek derecede olduğundan bir de olanları olayın bir başka kahramanı olan kadının sevgilisi olduğunu iddia ettiği yani Bay İyi’nin kapkaççı olarak nitelendirdiği adamdan dinlemek için onu buldum ve zor da olsa konuşturdum ama sonuç olarak gene hiçbir şey elde edemedim çünkü adam da diğerleri gibi farklı bir olaydan bahsediyordu:

Bir kere adam kadından ayrılalı çok uzun zaman olmuş ama kadın hep

onu rahatsız edermiş, adamcağız artık bıkmış. O akşam da iş çıkışı restoranda yemek yerken tesadüfen kadın oraya gelmiş. Ama adam kadının kasıtlı olarak oraya geldiğini düşünüyormuş çünkü kendisinin genelde orada yemek yediğini biliyormuş. Neyse kadın gelip adamın yanına oturmuş biraz sohbet ettikten sonra adamın telefonu çalmış arayan sevgilisiymiş, kadın bir anda telefonu alıp adamın meşgul olduğunu söyleyip telefonu kapatmış. Adam hemen sevgilisini aramış ama sevgilisi telefona cevap vermiyormuş. Bunun üzerine sinirlenmiş ve kadına bağırmaya başlamış. Sonra da hesabı ödeyip restorandan çıkmış. Tabi kadın da peşinden gelmiş. Olayın olduğu sokağa geldiklerine adamın telefonu tekrar çalmış arayan gene sevgilisiymiş adam özür dilemiş olayları anlatmış ve telefonu kaparken kadın bir anda üstüne atlamış ve ağlamaya, haykırmaya başlamış. Kendisine geri dönmesini istemiş, onu çok sevdiğini onsuz yapamadığını söylemiş. Devamlı özür diliyormuş. Adam kadından susmasını ve gitmesini istemiş ama kadın onu bırakmıyormuş sonra bir anda eğer kendisine dönmezse kendisini öldüreceğini söylemiş ve çantasında silah olduğunu söyleyip elini çantasına atınca adam çantayı kadının elinden kapmış. Bu sırada kadın üstüne atlayıp onu öpmeye çalışmış adam da kadını engellemeye çalışırken başka biri gelip kendisine vurmuş. Önce ne olduğunu anlamamış ama kadının kendisine vuran adama saldırdığını görünce fırsat bu fırsat deyip kaçmış. Artık bu kadından bıkmış , bu kadın manyakmış...

Sonuç olarak anladığınız üzere herkes farklı bir şey anlattı. Hepsine göre

suçlu farklı kişi ama olaydan en çok etkilenen tabi ki hiçbir suçu olmadığı halde Bay İyi oldu. Aslında belki de gerçek suçlu Bay İyidir. Ne de olsa kimsenin başkasını düşünmediği bir dünya da başkalarını düşünmek sanırım en büyük suç...

--------------------
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
25 Temmuz 2006       Mesaj #1213
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Her Sonbaharda Ölmek


Sonbahar kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Kızılay meydanına bir heyula gibi çöken beton yığıntısı binalar, mevsimin kasvetini artırmaktan başka bir işlev görmüyordu. Kızılay’dan Sakarya’ya uzanan caddenin çevresindeki ağaçlar, son demlerini yaşayan benzi solmuş, parmakla sayılı yapraklarının, olası bir esintiyle savrulup düşeceğinin endişesini taşıyordu. İnsanlar olağan koşuşturmaları içerisinde bunun ayrımında değiller yada öyle görünüyorlardı.
Koşuşturma içindeki insanların arasında kırk, kırk beş yaşlarında, kırçıl saçlı, pos bıyıklı uzun boylu birisi çevresini özlem dolu bakışlarla izleyerek alçak iskemleli çay ocağına doğru yürüyordu. Sonbaharın ağaçlarda yarattığı karamsarlığın tek ayırtında olan oydu sanki. Çevresini derinlemesine inceler görüntüsüyle uzun zamandır Ankara’dan uzak olduğu bir bakışta anlaşılabiliyordu. İç ürperten tipik bir orta Anadolu sonbaharı yaşanıyor olmasına karşın, caddede ondan başka elinde pardösü taşıyan kimse yoktu.
Çay ocağına geldi, ocak bölümündeki iki kişi dışında içeride kimseler yoktu. Dışarı atılmış küçük iskemleli masalardan birine yıllar önce yaptığı gibi yığılırcasına çöktü. Yorulduğunu duyumsadı. Eskiden de yoruluncaya kadar gezip, son kertede soluklanmak için bu çay ocağına gelirlerdi. Pardösüyü, yanına çektiği hasır iskemlenin üzerine ikiye katlayıp düzelterek yerleştirdi. Çay ocağına doğru baktığında ocaktaki kişilerden biriyle göz göze geldi, işaret parmağıyla bir yapıp belli belirsiz gülümsedi. Çay ocağındaki, mesajı aldığını belirtir bir jestle karşılık verdi.
Oturduğu masa tiyatro meydanına bakıyordu. Ankara’dan ayrılmadan önce tiyatro meydanına dikilmiş olan heykele yüzü dönük oturmuştu. Heykelin dikildiği günleri düşündü bir an. Yine bir sonbahardı. İnşa sırasında epeyce toz çıkarılmıştı. Beton parçalarının üzerinden sekerek yine bu çay ocağına gelmişlerdi. Yanındaki kız arkadaşının sekerken ayağını burktuğu an gözünde canlandı.
Başını gökyüzüne çevirip serin sonbahar havasını ciğerlerine çekti. Tuttu. Bıraktı. Tuttu, bıraktı, birkaç kez tekrarladı. Esrikleşti, başı döndü. Gözlerini kapatıp bir süre öylece durdu. Çaycının, küçük masaya bardağı koymasıyla çıkan sesle kendine geldi.
Cebinden oldukça eski bir zarf çıkardı. Kat yerleri eprimişti. Zarf Ankara’dan postalanmıştı, pulu duruyordu ve üzerinde kuruşlarla belirtilen bir posta değeri vardı. Zarfı açtı, içinden vasiyetnameye benzer -öldükten sonra açılması gerektiğinden yıllarca açılmamış olduğu izlenimi veren- güz yaprağı görünümünde sararmış bir kağıt çıktı. Usulca açtı.
“ Merhaba aşkım,
Bugün 18 Kasım Pazartesi. Sabahın ilk ışıklarını ben avuçladım. Hiç teneffüs edilmemiş oksijeni ve serin sonbahar güneşinin ilk gülümseyişlerini senin için biriktirdim. Mektubumu koklamanı istiyorum çünkü sana gökyüzünü yolluyorum. İnanamayacağın kadar romantikleştim bu aralar. En son konuşmalarımızı, iliklerime kadar işleyen sesini kulaklarımda taşıyorum hala. Sesini daha çok duyabilmeyi ve beni iliklerime kadar titreten o sesinle kulaklarımda bir ömür boyu çınlamanı istiyorum.
Şu anda Sakarya’da yeni açılan bir kafedeyim. Minicik sarı lambalarla içerisi hoş bir loşlukta, bu loşluk kafenin ahşap masalarını sandalyelerini nostaljik bir havayla aydınlatmakta ve bana seni anımsatmakta.
Beynimin kıvrımlarına demirlemiş olan seni; derin mavi gözlerinle, uzun, düz sarı bıyıkların, tenimi acıtan tıraşsız yüzün ve tüm görkeminle özletmekte. Ellerimiz ayaklarımızla bir birimize dokunmalarımız, öpüşmelerimiz, kemiklerimizi bir birine geçirircesine, tek beden olurcasına sıkı sıkıya sarılışlarımızı anımsatmakta. Çırılçıplak duvarların, taşlarına uzanıp ateşimizle ısıttığımız zeminin tanıklık ettiği ilk ürkek sevişmelerimizin, doruklara birlikte tırmanmalarımızın, her deşarjdan sonra bir birimizi yeniden şarj etmelerimizin özlemini büyütüyorum içimde.
Bir birimizi yine, yeniden biriktirebileceğimiz günlerin yakın olmasının beklentisi him taşı düşürüyor yüreğime. Endişeler de taşıyorum gelecek günlere ilişkin. Tüm damarlarıma, hücrelerimdeki atomlara kadar deprem sarsıntısıyla sarstığın, kasıklarımı yakıp kavurduğun o güven veren sesinle bana ulaşmanı ve endişelerimin yersiz olduğunu belirtmeni bekliyorum.
Beklediğim yanıtın ulaşmaması beni iyice sigaraya yöneltti. Biliyorum gözlerini devirip didaktik bir tarzda “Yine mi?” diyeceksin. Hiçbir zaman sevemediğin o bitkinin yarattığı esriklikteki ciğerlerim, her seferinde sigaranın dumanını değil seni çekiyor. Çırılçıplak yalnızlığımı yok etmek için doyasıya seni çekiyorum içime.
Ne olur kızma bana, cebimdeki üç kuruş parayı da şaraba vereceğim şimdi. Biliyorum bu tarz yerlere yalnız gelmemem gerektiğini. Hoşlanmazsın. Ama sen yoksun ve seni yaşamam gerek. Senin varlığını duyumsamadığım gün ölümüm olur. Bırak şimdi iki kadeh seni yudumlayayım, iki nefes seni çekeyim ciğerlerime. Biriktireyim seni tüm bedenimde.
Bu günlerde ağaçlar, döktükleri yapraklarla sensizliğimi dolu dolu yaşatıyorlar bana. Sonbaharda sensizlik daha bir acıtıyor beni. Sensizlik daha ağır geliyor. Serin sonbahar akşamları sarılarak yürüyen gençleri gördüğümde kıskanıyorum. Sensizliğimin sorumlusu onlarmışçasına. Aşkım, bu yürek daha ne kadar dayanacak bilemiyorum. Şairin dediği gibi, “El ayak buz yürek cehennem”.
Dillerini bile bilmediğin, üstelik yönetim biçimlerine tavır aldığın bir ülkede bensiz ne yapıyorsun. Oralarda sonbahar daha yıkıcıdır. Kar başlamış olmalı, tüm görkemine karşın nazeninsindir, kendine dikkat et. Kaşkol işledim ama gönderme şansım olmadı. Bu yıl gönderemezsem seneye kullanırsın.
Oturduğun kentin ormanlarının çok güzel, çok gösterişli olduğunu okudum. Zaman zaman orman yürüyüşleri yap. Orman havası iyi gelir insana. Memleketi, dostlarla gittiğimiz piknikleri, altında hayal kurduğumuz ağaçları, yakalayıp inceledikten sonra doğal ortamına bıraktığımız börtü böceği, ( istersen ! ) bir de beni düşünürsün.
Bir tanem, yazıma son verirken seni kokluyor, kucaklıyorum. Beni habersiz bırakma aşkım. Sağlıklı kal.
Senin Öznur’un”

Sarışın uzun boylu adamın gözlerinin beyazı kanlandı. Okyanus mavisi gözlerinde bir fırtınanın ilk kıvılcımları şakıdı. Kaşları bir birine yaklaştı. Boğazı kurudu, güçlükle yutkundu. Çayına dokunmamıştı bile. Cüzdanını açtı. İçinden bir miktar para çıkardı. Parayla birlikte bilgisayarda yazılmış bir kağıt parçası yere düştü. Görmedi yada umursamadı. Birkaç çay parası olabilecek miktarda parayı masaya, çay tabağının altına sıkıştırdı. Kalktı. Otobüs duraklarına doğru ağır ağır yürüdü gitti.
Bardağı almaya gelen çaycı dolu bardağa bakıp başını iki yana salladı. Bardağı alacağı anda masanın ayağına yaslanmış duran kağıdı gördü. Eğilip aldı. Adamın arkasından koşmak yerine, içeriğini öğrenme merakıyla kağıdı okudu. Hastaneden alınmış doktor kaşesi imzası bulunan resmi bir rapordu.


Tarih: 19.11.1996
Hasta adı: Öznur CANATAR
Tanı: Akciğer C.A
Uzman görüşü: Alınan anamnez, fiziki muayene, test ve tetkiklerin sonucunda sol akciğerde varlığı kesinleşen tümörün, biyopsi sonuç raporuna göre patolojik bulgu mevcut olup, metastaz söz konusu olduğundan opere edilmesi uygun değildir. İmza
Doç. Dr. H. Selin Davran
Onkoloji mütehassısı

Çaycı, yazıdan bir şey anlamamış olmakla beraber ulaştırmak için başını kaldırdığında, sarışın adam çoktan durakların olduğu köşeyi dönmüş gözden kaybolmuştu. Önemsemez bir tavırla “Rafa koyarım çok önemliyse gelip alır” diye mırıldandı. Parayı da kağıdı da avucunda sıkıştırıp ocağa yöneldi.
Sarışın adam gideceği semt otobüsünün hangisi olduğunu belirlemiş o yöne giden otobüse binmişti. Otobüs kalabalık değildi. Kısa bir süre sonra sarsılarak hareket etti. Pardösüsünün cebinden yavaşça çıkardığı vesikalığı kimseye fark ettirmeden burnuna götürüp derinden kokladı. Avucunun içinde tuttu, sıktı, dudaklarına götürdü, öptü, öptü. Otobüsün penceresi hafif aralıktı. Yavaşça pencerenin aralığından elini uzatıp fotoğrafı dışarı bıraktı. Savrulan fotoğraf bir güz yaprağı oldu, uçtu, uçtu, uçtu Zafer çarşısının önündeki ağaçlardan birinin dalına, bir süre önce düşen bir yaprağın yerine kondu.
<A href="http://www.siirkolik.com/hikaye/yazarlar.asp?id=105">
ChinaDoll - avatarı
ChinaDoll
Ziyaretçi
25 Temmuz 2006       Mesaj #1214
ChinaDoll - avatarı
Ziyaretçi
ACELE KARAR VERMEYİN....

Çin düşünürü Lao Tzu'nun öyküsü........



Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama
Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı
varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin
tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..


"Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan
dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,
at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak,
bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala
satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.
Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...

İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş.
"Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.
Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.
Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı?
Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.
Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."


Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.
Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...
Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.
Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.
Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler.
"Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının
kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu
oldu senin için, şimdi bir at sürün var.."


"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz"
demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.
Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini
henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.
Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz
kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?"


Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler
ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler...
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan
ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış.
Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman
yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.
"Bir kez daha haklı çıktın" demişler.


"Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre
kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.
Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın"
demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme
hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş.


"O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.
Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba
ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde
gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez."

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu
ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan
bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler,
ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri
askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın
kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya
öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.


Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı
olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık
ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler,
belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının
kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..."


"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş,
ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez.
Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda,
sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih,
hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."



Msn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn RoseMsn Rose



Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:

"Acele karar vermeyin.
Hayatın küçük bir dilimine bakıp
tamamı hakkında karar vermekten kaçının.
Karar; aklın durması halidir.
Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi,
dolayısı ile gelişmeyi durdurur.
Buna rağmen akıl,
insanı daima karara zorlar.
Çünkü gelişme halinde olmak
tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.
Oysa gezi asla sona ermez.
Bir yol biterken yenisi başlar.
Bir kapı kapanırken, başkası açılır.
Bir hedefe ulaşırsınız ve
daha yüksek bir hedefin hemen
oracıkta olduğunu görürsünüz."


Lao Tzu
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
25 Temmuz 2006       Mesaj #1215
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Hatırla Baba

Kolunu çevirdikçe merdanesinde ömrümüzü sıktığımız eski model bir çamaşır makinesi gibi zaman... Yıpranıyor işledikçe; tekliyor zorladıkça... En yakın anlardan başlayarak ve en eski anıları ata mirası gibi sona saklayarak, unutmaya başlıyor insan belleği...
Kaçınılmaz bu baba...
Ama kabullenilmez de aynı zamanda...
Geçen hafta, bir mezarlık ziyareti sonrası "Oradan bize de iki kişilik bir yer alsan" dediğinden beri bunun ne kadar dayanılmaz, ne kadar erken olduğunu düşünüyorum hep...
Oysa daha ne çok şey var yaşanacak.
Bak, ilk sözcüğü "dede" olan torunun beşinci sınıf karnesini getirdi dün... Ardı sıra kim bilir ne sürprizler gelecek; en çok seninle paylaşmak isteyeceğimiz...
Sevgili doktorun Murat, yılgın bir bedenle, körelen bir bellekle baş etmenin çarelerini sıraladı:
Sigarayı kesmek... Bulmaca çözmek... Daha çok hareket... Bol sebze meyve, bol sosyal faaliyet... Anıları deşen, hafıza güçlendirici sohbetler...
İşte o yüzden bu Babalar Günü'nde, böyle bir sohbete kapı açıyorum ve seninle birlikte bir hatıralar yolculuğuna çıkıyorum.
* * *
Hatırlasana, ilk oğul müjdesi geldiğinden beri birlikte ne uzun, ne engebeli, ne zevkli bir yol geldiğimizi...
O oğula, en sevdiğin futbolcunun adını verdiğini...
Sen arkadaşlarınla doğum kutlamasındayken İncesu Deresi'nin taşıp evimizin sel sularına yenildiğini...
Başucumda sirkeye bulanmış bir bezle beklediğiniz o uzun ateşli geceleri...
O beğenmediğin ama ses etmediğin delikanlılık kıyafetlerini...
Sana pazar gecelerini zindan eden resim dersi ödevlerini...
Bir parti öncesi ilk senden aldığım dans derslerini...
Hayatın boyunca bir fiske dahi vurmadığın oğlun, senin kullandığın bir arabada trafik kazası geçirip alnından yaralanınca nasıl kahrolduğunu...
Hatırlıyor musun?
Yolun karşısından gelen minibüs, aradaki kaldırımı aşıp bizim arabanın üzerine çıktığında motor, önde oturan annemle benim dizlerimize binmiş, ön cam benim alnımı parçalamıştı. Biz kanlar içinde hastaneye taşınırken seni öldü diye orada bırakmışlardı.
Ayılıp hastaneye koştuğunda ben ameliyattaydım herhalde...
O korkunç günlerde lunaparkta bir moral gezisinde, atlıkarınca üstünde bir fotoğrafımız var seninle...
Annem hastanede...
* * *
Ne çok felaket atlatmışız birlikte; Emniyet'in asayiş vukuatları raporu gibi belleğim...
Bir tatil yolunda da sandalımız batmıştı karanlıkta... Biz dağılıvermiştik soğuk suda ve yine senin güvenli kolların yetişmişti imdada...
Nedense ilkin tatsız anılar üşüşüyor insanın zihnine; ama tatlılar daha çok elbette...
Anaokul yolundaki Sağlık Sokak dizboyu kar olurdu. Bir elim sende, biri annemde, bu ebeveyn salıncağının emin zincirine tutunarak "Uçtu uçtu" yapmak...
Benim için eğlence buydu.
Sabahları kah Civan'ın ötüşüyle, kah senin sobanın dünden kalma küllerini döküşünün sesiyle uyanırdım.
Pazartesi geceleri battaniyeyi çekip çekirdek çitleyerek "Radyo Tiyatrosu" dinlerdik.
Ahmet amcalarda, Emin eniştemlerde, Güray'larda çalıp söyler, bir rakı sofrasında hayatın lezzetini, sohbetin hikmetini içimize çekerdik.
İlk terzim senin terzindi; berberin, benim berberim.
Senin sürdüğün kokuları sürüp senin sevdiğin türküleri sevdim.
Senin tuttuğun takıma gönül verdim.
Bizim lisenin bahçesindeki maçıma geldiğinde nasıl heyecanlanmış, gözüne girebilmek için fırsat kollamış, bir de gol atıp senden alkış alınca nasıl gururlanmıştım.
* * *
Ne ki senin "dairen" vardı her sabah gitmen gereken; neden "üçgen" ya da "kare" değil de "daire" olduğuna hâlâ akıl erdiremediğim, o asık suratlı kamusal kıskaç...
Sabah erkenden alırdı seni benden; akşam posanı çıkarmış halde geri gönderirdi.
Hatırlasana baba, paltonda, dışarıdaki yorgunluğun, serinliğin gün boyu üstüne sinmiş kokusu olurdu.
Onca emek, onca yorgunluk, bunca fazla mesai hep benim içindi, değil mi baba?
Sen okuyamadın, ben okuyabileyim diye...
Sen babanı gönlünce sevemedin, ben hep seveyim diye...
Ne var ki, kazalar, ameliyatlar bırakmadı yakanı, yakanızı... Ülkenin tarihi gibiydi hayatın; borç ödemekle başladı, hep taksit taksit yaşandı.
Onca yılın fasılasız mesaisi bir arsayı zor aldırdı; araba, ev, ne mümkün?
Çekilen eziyetin tek tesellisi bendim muhtemelen:
"Oğlum okuyacak, adam olacak. Benim çektiklerimi çekmeyecek."
Bütün bir kuşak, bunun için katlanmadı mı onca kahra baba?
* * *
Sonra ben gittim.
Sizi benden önceki baş başalığınıza terk ettim.
Bilmem tek çocukta kaldığınıza pişman oldunuz mu? Evin tek neşesi ayrılınca suskunlaşıp buruldunuz mu?
Ama o gün bugündür, mezuniyet gününde, ödül töreninde, askerlik yemininde hep birlikte olduk seninle...
Yazılarımın en sadık okurusun sen; ben dualarının öznesi...
Nihayet onca yılın ardından şimdi huzurlu bir eviniz var başınızı sokacak...
Bir de torun; öpücüğü uğruna sana o vazgeçilmez bıyığını gözden çıkarttıracak...
Daha çok öpücük var onun stokunda...
N'olur bekle onları baba!
* * *
Bana vakfettiğin ömre karşılık bir "Kırmızı Bisiklet" hediye edebildim sana...
İki damla gözyaşıyla teşekkür ettin.
Farkındayım, son zamanlarda daha sık bulutlanıyor gözlerin...
Eskiden duygularını bu kadar çok dışa vurmazdın sen...
Olsun!
Ağlamak da yaraşıyor sana, gülmek kadar...
Yeter ki hatırla baba!
Seni ağlatsa da hatırla!
Bunca hızlı koştuysam biraz da sen o çileli ömrün bir ödülü olduğunu görebilesin, boşa gitmediğini hissedebilesin diyedir.
Son yıllarda dilinden düşürmediğin "Çok şükür", ihtimal buna delalettir.
Şükretmeyi, sabretmeyi, harama el sürmemeyi senden öğrendim.
Misket oynamayı, bilek güreşi yapmayı, gusül abdesti almayı, ezan okunurken bacak bacak üstüne atmamayı, tıraş olmayı, kravat bağlamayı, kızları baştan çıkarmayı, aynı kiloda kalmayı, tabakta yemek bırakmamayı, rakıyı ölçülü içip sofrada dağıtmamayı, parayı kafaya takmamayı, insan olmayı baba, insan olmayı senden öğrendim ben...
Farklılıklarımız da var:
Senin kadar şık olamadım hiç.
Sen hiç bir işe el sürdürmediğinden ev işlerinde senin kadar becerikli de olamadım.
Bir yere giderken bavula konulacakların listesini üç gün öncesinden hazırlamayı, randevum varsa buluşma yerine yarım saat öncesinden varmayı beceremedim.
En kritik kararlarıma seni ortak edemedim.
Ama senden farklı olarak ben babamı çok sevdim.
Bunu hiç unutma baba!

Can DÜNDAR
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
25 Temmuz 2006       Mesaj #1216
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
ağLasam hiç durmadan AğLasam hiç durmadan akar mı kalbimin sana olan kini ve nefreti...
nasıl sevmişim seni, senin gibi zalimi. gözlerimin içine baka baka nasıl yalan söyledin? öyle baktın ki bakışların sanki gözbebeklerimi delerek kalbime ulaştı.seven kalp nasıl inanmaz ki o bakışlarına! sevdim işte seni, senin gibi ********i... şimdi o bakışların kalbimde kine ve nefrete dönüştü. ağlasam hiç durmadan gözyaşlarımla beraber akar mı sana olan kinim ve nefretim?
Ben seni mi sevdim içimdeki sevgi özlemini mi sevdim! Ben sevgiyi sevdim Seni değiL, ben sevgiyi sevdim ama sevginin aracıına kandım, sana kandım.
Ben seni değil içimdeki sevgi özlemini sevdim. Ağlasaydım hiç durmadan akar mıydı içimdeki sevgi özlemi gözyaşlarımla beraber?
Bilmiyorum. bilseydim akacağını , bilseydim eğer seni tanımadan önce hep ağlardım. nr fark der şimdi de ağlıyorum, içim acıyor. ağlıyorum ama akmıyor işte sana olan kinim ve nefretim...
Ama unutma! BeN seNi bi anlık olsun yine de sevdim.İçimdeki sevgi özlemine olan sevgimle büyüdü sevgin. Ama sen beni bir dem olsuN sevmedin...!

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
25 Temmuz 2006       Mesaj #1217
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Herkes İçin Biraz Mutluluk



Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile.
Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor? Birisi nasıl olduğunu sorsa; "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep.. "Bomba gibiyim." Jerry bir doğal motivasyoncuydu...
Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse,Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.
Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... Bir gün Jerry’ye gittim. Anlayamıyorum dedim.. Nasıl olur da, her zaman,her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun... Nasıl başarıyorsun bunu?
Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün iki seçimin var: Havan ya iyi olacak, ya kötü.. derim. Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda gene iki seçimim var: Kurban olmak, ya da ders almak.
Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim.Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var.. Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim.
Yok yahu, diye protesto ettim. Bu kadar kolay yani? Evet.. Kolay dedi Jerry.. Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının iyi ya da kötü olmasını seçersin... Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..
Jerry’nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu, uzun yıllar görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek
yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.
Yıllar sonra, Jerry’nin başına çok tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry’yi delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış. Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış.
Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm. Nasılsın? diye sorduğumda, Bomba gibiyim dedi. Bomba gibi. Olay sırasında neler hissettin Jerry dedim. Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm.. Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü.. Ben yaşamayı seçtim.
Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi !.. Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı.
Bana hep İyileşeceksin merak etme dediler.Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum.Bu gözler bana; Bana adam ölmüş diyordu. Bir şeyler yapmazsam,biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..
Ne yaptın? diye merakla sordum.. Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu..Evet diye yanıt verdim.. Var.. Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım ve bağırdım: Benim kurşunlara alerjim var!..
Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım.. Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil..

Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana yeni ders oldu.
Hergün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımızve hakkımız olduğunu ondan öğrendim.. Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu..

Bu yazıyı okudunuz. Şimdi iki seçiminiz var:

1. Unutup gitmek.
2. Kesip saklamak,
fotokopisini çıkarıp, dostlarınıza dağıtmak..

Ben, ikincisini seçip bunu sizlerle paylaşmayı tercih ettim.
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
26 Temmuz 2006       Mesaj #1218
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Ana - Oğul Telefonda
Yalçın Temiz
OĞUL
Alo ana eysın nayediyersın
Daha na var na yoğ nasılsın ana
Ela hazettım ki duyunca sesın
Daha na var na yoğ nasılsın ana
ANA
Alo sesın biraz taniyamadım
Ben eyım ey san nasılsın oğulcan
Epey zaman oldi ariyamadım
Ben eyım ey san nasılsın oğulcan
OĞUL
Koyda olup bitan işlari ağnat
Havada dolanan kuşlari ağnat
Ağaci topraği taşlari ağnat
Daha na var na yoğ nasılsın ana
ANA
Telefon zil çaldi dişardan gâldım
Ariyan acaba kim olur dedım
Haci Husengilın Mehmedi zandım
Ben eyım ey san nasılsın oğulcan
OĞUL
Tarlayi çayiri tutan oldi mi
Bu yağında olan yitan oldi mi
Evıni barğıni satan oldi mi
Daha na var na yoğ nasılsın ana
ANA
Oti peşin sattım Ali Nihat’a
Kırmızi inegi verdım Cevat’a
Çeperlari duzaltdurdum Telat’a
Ben eyım ey san nasılsın oğulcan
OĞUL
Oti sattuğuni çoğ ey etmişın
Duydum ki inegi ucuz vermişın
Çeperlara tikanni tel çekmişın
Daha na var na yoğ nasılsın ana
ANA
İlaçlari daha yiyamiyerım
Fena ishal oldum diyamiyerım
İnca bişelari geyamiyerım
Ben eyım ey san nasılsın oğulcan
OĞUL
Doğtorun sozuni tutman gerekur
Haplari duzanni yutman gerekur
Hala birkaç gun da yatman gerekur
Daha na var na yoğ nasılsın ana
ANA
Ayağıma kapi duşti dun geca
Başparmağım ezılmişti epeyca
Nuri’nın karısi gâldi duyunca
Ben eyım ey san nasılsın oğulcan
OĞUL
Kapinan oğraşmah sanın nayına
Haber verayidın Resul dayına
Na kalmişın işın gucun hayına
Daha na var na yoğ nasılsın ana
ANA
Merdevanın betonuni tokdurdum
Beş tavuği bir tilkiya kapturdum
Ondan sonra kırığ kapi yapturdum
Ben eyım ey san nasılsın oğulcan
OĞUL
Betona hazettım tavuğa yandım
Aşimdi kendımi orada zandım
Tilkiya hersımdan deliya dondum
Daha na var na yoğ nasılsın ana
ANA
Yunk yolladım doşek yapar yatarsın
Yağ gondardım oni orda tartarsın
Yiyamasan yarısıni satarsın
Ben eyım ey san nasılsın oğulcan
OĞUL
Buralarda yunk doşega yatılmaz
Sari yağ mari yağ bişe satılmaz
Oni kimsa yemaz atsan atılmaz
Daha na var na yoğ nasılsın ana
ANA
Yatmaya Fatma’nın kızi geziyer
Ham çoğ akıllidur ham da aziyer
Romatizmalarım fena sızliyer
Ben eyım ey san nasılsın oğulcan
OĞUL
Ey ki koyda kalmiş Fatma’nın kızi
Eglandurur sani sohbeti sozi
Onun dedesi da sevardi bizi
Daha na var na yoğ nasılsın ana
ANA
Niyazi’nan Davut biçti çayiri
Oti taşimaya buldum Tahir’i
Eva siçan girdi verdım zehiri
Ben eyım ey san nasılsın oğulcan
OĞUL
Tahir ağrabadur Davut ğısımdur
İştarsan biraz da oduni yardur
Siçan gena varsa ğepengi kurdur
Daha na var na yoğ nasılsın ana
ANA
İnek vurdi çiğti gözumun biri
Ocağtan doğtori çağırdi Nuri
Doğtor tez eylatti boş kalan yeri
Ben eyım ey san nasılsın oğulcan
OĞUL
Ana sanın sağlam yerın kaldi mi
Doğtor gözlarına melhem çaldi mi
Koni komşi koşup yanan galdi mi
Daha na var na yoğ nasılsın ana
ANA
Alduğun oduni bu kışın yağsam
Bu idareyinan bahara çığsam
Na dersın baharın oraya galsam
Ben eyım ey san nasılsın oğulcan
OĞUL
Bilmam ki ben sana na cevap verem
Az bişe bekla da gelinan sorem
İstarsan san galma ben galem gorem
Daha na var na yoğ nasılsın ana
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
26 Temmuz 2006       Mesaj #1219
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Herkesi Etkileyen Hikaye




bende yıllar önce biryerlerden duymuştum size aktarıyorum,,
yaşlı adam her gün olduğu gibi o günde yaşlı arabası ile komşu köyden süt toplamak için yola düşmüştü.tüm geçimini yaşlı arabası ile süt toplayarak bunları satarak sağlıyordu.bir müddet gittikten sonra yol kenarında lüks bir araba duruyordu.arabanın sahibi yaşlı adama en yakın benzinliğe kadar arabasını çekebilirmisin diye sordu.yaşlı adam tabi diyerek yaşlı arabasıyle lüks arabayı benzinliğe kadar çekti.lüks arabanın sahibi cebinden para çıkararak yaşlı adama uzattı.yaşlı adam ise
-Bir arkadaş zorda kalan bir arkadaşa yardımda bulunduğunda karşılığı para değildir diyerek parayı reddetti.
birkaçyıl sonra yaşlı arabası artık harekat etmiyordu.yaşlı adam geçim sıkıntısı çekiyordu.bir gün kapısını biri çaldı.kapıyı açtığında geleni fakir evine davet etti.adamı tanımıyordu.gelen adam bir mektup getirdiğini söyleyerek yaşlı adama uzattı.mektubu açtı.şunlar yazılıydı
-duydum ve çok üzüldümkü zor durumdaymışsın.evet bir arkadaş bir arkadaşına zor gününde yardım etmeli,dışarıdaki son model araba senindir.imza henri ford.....
yaşlı adamın gözlerinden yaşlar boşanıyordu.....evet mektup arabasını benzinliğe kadar çektiği şahıstı.
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
26 Temmuz 2006       Mesaj #1220
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Deniz'e ağıt
Filler, ecel yaklaştığında akıl almaz bir içgüdüyle mezarlığa yürür ve orada, atalarının kemikleri arasında, kaçınılmaz sonu beklermiş.
Çağan Irmak'ın can yakıcı filmi "Babam ve Oğlum", ölümünün kokusunu alan bir eski devrimcinin, filler gibi ata toprağına son yürüyüşünü konu alıyor.
Bu hazin final, filmde birkaç saniye görünen bir jandarma eri ile anlatılan darbenin eseri...
Bir eylül sabahı hepimizi sokak ortasında kimsesiz bırakan o hoyrat darbenin açtığı yaraları ciğerinde taşıyan kuşak, şimdi "boğazında, yutamadığı koca bir yumruk"la izliyor filmi...
* * *
Geçen pazar doyasıya ağlama niyetiyle gittim filme...
Daha baştan koyverdim gözyaşlarımı...
Film değil, sabah okuduğum bir haberdi sulu gözlülüğümün nedeni...
Bir baba, oğlunu anlatıyordu haberde...
Ankara Anıttepe Lisesi, birinci sınıf öğrencisi...
Onun da adı Deniz'di; yaralı kuşağın çocuklarının çoğu gibi...
Şubatta başı ağrımaya başlamış Deniz'in... Sinüzit sanmışlar ilkin... Sonra beyin kanseri olduğu anlaşılmış.
İllet, 9 ayda Deniz'i tanınmaz hale getirmiş. Gazi Yaşargil iki kez ameliyat ettiyse de beyinde tümörün yayılmasını engelleyememiş.
Son bir umutla kök hücre nakli için İsrail'e götürmüşler.
Orada ilk kez gözünü açmış.
Böylece umut dolu bekleyiş başlamış.
Dönüşte uçaktan sedyeyle indiğinde yüzünde bir tülbent örtülüydü Deniz'in...
Tedavide saçları döküldüğünde bunu rica etmiş, "Arkadaşlarım beni her zamanki neşeli, yakışıklı halimle hatırlasın" istemiş.
* * *
Cumartesi sabahı, bağlı olduğu makinede bilinçsiz yatan, sıkı Cimbomlu oğlunun başucuna gelmiş babası...
"Bugün Galatasaray-Fenerbahçe maçı var. Kesin alacaksınız" diye fısıldamış kulağına....
Sevdiği Neşet Ertaş'ın, Âşık Mahsuni'nin türkülerini dinletmiş.
"Galatasaray kazanırsa açacak gözlerini, 'Baba' diyecek; yine Neşet'i, Mahsuni'yi dinleyecek, hissediyorum" diyordu gazetede...
Bir mucize bekliyordu.
Gözpınarlarımda onun acısını taşıyarak girdim filme...
O pınarlar, nehir oldu ilk sahnede...
Çıkışta karşı kahveden maçın sesi geliyordu.
Ben, Deniz için takım tuttum o gece...
Ve yıkıldım, Deniz'in takımı yenilince...
* * *
Korkulan haber dün sabah geldi.
Deniz, büyük savaşı kaybetti.
Anne ve babası, bugün ata toprağı Kırşehir'de toprağa verecek oğullarını...
Tıpkı filmde babasını toprağa veren Deniz gibi...
Ecele yaklaşan fillerin kemikten bir mezarlıkta tevekkülle ölümü beklemesini anlıyor da insan; bir işkence seansında ciğeri kanatılan babaların oğullarınca gömülmesine, bir lanet hastalıkta beyni tümörlenen oğulların babalarınca defnedilmesine akıl erdiremiyor.
* * *
"Babam ve Oğlum" için olduğu kadar, bir eylül sabahı sokak ortasında kimsesiz, naçar kalakalan kuşağım için de ağladım filmde...
Sinema çıkışında Fener'in gol sevinci sokağa taşarken, sımsıkı tuttum oğlumun, kirpiklerimi silen küçük ellerinden...
Can DÜNDAR

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar