Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 143

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.886 Cevap: 1.997
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
4 Eylül 2006       Mesaj #1421
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
Her Şey Sende Gizli
Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Sponsorlu Bağlantılar
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin, Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun.
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar inansın.
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer;
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret,
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın.
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın,
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak,
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
4 Eylül 2006       Mesaj #1422
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
Onk. Dr. Haluk Nurbaki'den gerçek bir hatıra-
Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.
Sponsorlu Bağlantılar

Onk. Dr. Haluk Nurbaki'den gerçek bir hatıra-
Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.

Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kışaylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa 1 süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:


-''Doktor bey,'' dedi. ''Ben size...dargınım.'' ''Niçin?" diye sordum.
-"Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH 'ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?"

Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:
--"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."

Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.Vefatına bir hafta kala:
-"Doktor bey,'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?"
-"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince ''Muhammed'' (s.a.v) sana yeter."

O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:

-"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum. "Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?.

İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa , son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.


Ertesi gün O'na:
-"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin.

Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:
-"Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?"
-"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."

Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim.Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:
-"Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti:
-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı.Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:
-Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!...

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
4 Eylül 2006       Mesaj #1423
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Keşke




Hayatın en derin, en koyu, en durgun, en hırçın rengidir keşke. Zift kadar siyahtır kimi zaman kimi zaman hüzün mavisidir kimi zaman ellerimizin uzanabileceği noktadan milyonlarca uzaklıktır keşke.. Keşke bir zaman olur tanrı gözükür deniz mavisi gözlerde, keşke biz zaman olur en temiz sevgilerin en durgun sularında boğar insanı, bir zaman olur bütün saflıkların üstüne ateşten daha kızıl bir maske olur, bir zaman olur sigaranın dumanında hayal olur, bir zaman olur baktığın gördüğün duyduğun olur... Keşkeler hayatın en çok amasıdır, keşkelerin olduğu cümlelerde bütün noktalama işaretlerin arasında ne çok soru işareti kullanılır ama soruların hiç bir zaman cevabını veremeyiz çünkü keşkeler kendimizden kaçıştır çünkü keşkeler görünmek istediğimiz yüzün en zayıf halkasıdır sorulara cevabı verdiğimiz zaman kendimizi tanıyamamakdan korkar bir kristal gibi parçalanmaktan korkarız. Oysaki keşkesiz hayat yaşanmamışlığın çok olduğu, hiçliğin en koyu renginin yaşandığı bir hayattır. Kah dilden dökülür. Kah kalem yazar. En hazin sözler. KEŞKE diye başlar...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
4 Eylül 2006       Mesaj #1424
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bu ne yaman çelişkiydi seni deli gibi seviyordum ama sen bu sevgime rağmen benimle sık sık konuşmak istemiyordun. Niye seni sevdiğim halde ve sende beni sevdiğin halde neden konuşmayacaktık. telefonda konuşmuştuk ve bir anlaşma yapmıştık artık haftada bir kere telefonla konuşacaktık sebep ise nişan yüzüğünün takılmamasıydı. Böyle yapmakla kalbimi mahkum ediyor olacaktım. oysa şimdiye kadar kalbimi hep serbest bırakmıştım ta ki gidip Ege'nin nazlı ve güzel kızına aşık olana kadar ama şimdi onu demirlediği limandan çıkarıp kendime mahkum ediyordum
pazartesi saat 14:30 da konuşacaktık bu çok acı vericiydi. Kalbim görüş gününü bekleyen mahkum gibi çaresizce bekliyordu. O an ve o zaman(pazartesi 14:30) bütün dünya onun oluyordu. ve o anda susayan bir çiçek gibi Ege'nin nazlı ve güzel kızını içine çekiyordu.bu durumu ortadan kaldırmak için bir an önce nişan yüzüğünü takmalıydım.kısıtlamaların olmadığı bir zamanda kavuşmak dileğiyle..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Eylül 2006       Mesaj #1425
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
TÜRK ASLANLARI KOREDE

Devir Kore Savaşı günleri. Ne idüğü belirsiz bi savaşın içine müttefiklere hoş görüneceğiz diye dalmışız. Amarikalılar, "zaten bizim navy aslanları işi bitirir ama hadi Türkler de istiyor, hevesleri kırılmasın, gelsinler bari" diye hafiften burun kıvırarak karşılamışlar bizim hükümetin savaşa katılma kararını... Vaay, Coni'ye bak. Sen ne zaman adam oldun lan gavur! Sen önce tuvaletine taharat musluğu taktır, kıçındaki b.kla geziyosun... İlk Türk birliği Kore'ye varmış, diğer müttefik askerlerle birlikte teftiş için sıraya dizilmiş. Bizimkiler tam da Amerikan askerlerinin yanındalarmış. Yalnız Mehmetçikler Amerikan ayılarının yanında biraz çelimsiz kalmış taabi. Amerikalıların komutanı bizim komutanın yanına gelmiş, alaycı bir tavırla, 'Siz bunlarla mı geldiniz Kore'de savaşmaya Hiç gelmeseniz de olurdu canım' diyerekten bizim askerlerden birini şöyle iki yanından sallamış. Askercik sendeleyip düşer gibi olmuş, arkadaşlarından biri tutmuş garibi. Türk komutan bütün sakinliğiyle "Bakın bayım" demiş, (Yani İngilizce olaraktan "look mister" demiş. Hem de herifin konuştuğu Kuzey Virginia aksanıyla söylemiş bunu) "Bu asker size saygısızlık olmasın diye öyle sarsıldı. İsterseniz şimdi tekrar deneyin. Aynı şeyi bir daha yapabilirseniz, biz tasımızı+tarağımızı toplayıp derhal ülkemize geri döneceğiz."
Amerikan komutanı alay eder vaziyette, o çelimsiz dediği Mehmetçiği yine sallamaya çalışmış. Ama çocuğu bir milim bile yerinden oynatamamış. Adam bütün gücüyle bir daha denemiş ama nafile. Amarikan komutanı anlamış taabi yanlışını. Hemen bizim komutanın elini sıkmış, bütün birliği de tek tek alınlarından öpmüş... "Zaten İngilizcenizin mükemmeliğinden anlamalıydım. Beni affedin" demiş.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
5 Eylül 2006       Mesaj #1426
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Keşke



Hayat mutluluğun verdiği umutsuzlukla sona erer,
kimi zaman anlatır yasanmış öyküleri. Küçük bir çocuğun masumca akan, tertemiz gözyaşlarıyla baslarsın hayata...
Ve yasamaya koyulursun, mücadele etmekten yorgun düşmüşsündür biran... Sonra geçmişini düşünmeye başlarsın, biran hüzünlenirsin ve iki dudağının arasından bir tek kelime çıkar
"KEŞKE" ...
Düşündükçe hep keşke dersin. Ve insanin hayatına keşkeler girmeye görsün. Hayat boyu hep ayni kelimeyi telaffuz edersin. Düşünmek istemezsin biran... duraksarsın ve nerden düşündüm keşke düşünmeseydim ve yasamamış olsaydım dersin yine...
Görüyorsunuz ya... Keşkelerden kaçış yoktur.
Düşünmekte de ve düşünmemekte de keşkeler var. Diyorum ya insanin hayatına keşkeler girmeye görsün.
Aksam olmuştur artık, günün yorgunluğunu unutmuş uykuya dalmışsındır. Ve pencerene bu sabah güneş daha farklı doğmuştur, daha sıcak daha sevecen daha cüretkar doğmuştur dünyana...
Gözlerini açtığında farklı uyandığını hissedersin sanki geçmişi unutmuş gibi... ve daha
farklı başlarsın gününe. Daha umutlu ve daha siki sarılırsın hayata... Sonra bir kapı sesi duyarsın, gıcırtısı kulaklarını rahatsız eder. Bu kapı gönül kapındır. Mutluluğun bedenin okşadığını düşünürsün. Hiç ihtimal vermeden inanırsın, sevinir mutlu olursun. Kapıdan baktığında uzakta hafif bir gölgenin olduğunu fark edersin. Ve ağzın kulaklarına varmıştır. Bu aşk olmalı diye düşünerek koşar adımlarla,nefes nefes hızla yaklaşırsın gölgeye.
Ve ne göresin o gölge sadece bir toz tufanıymış.
Senin aşk dediğin meğer koca bir yalanmış. Ve kendine geldiğinde hayatin yine seni kandırdığını anlarsın. Ve yine KEŞKE dersin. Keşke inanmasaydım, keşke hayata koşmasaydım dersin hep...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Eylül 2006       Mesaj #1427
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
sonarzumbensenibryz5ti3mt5ei7pd1ad5pn9

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
5 Eylül 2006       Mesaj #1428
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kim Bilir



Farkın da mısın bu gün seni aramadım kendimi böyle alıştırmalıyım biliyorum ikimize de zor gelecek ama töre böyle simdi diyeceksen ki bana keşke o gün buluşmasaydık babam bizi görmezdi dimi ama senin benimle görsünler veya görmesinler evlendirecekler di dimi buda tuzu biberi oldu hem belki böylesi iyi oldu bilsinler ki bir başkasını seviyor sevenleri ayırmanın cezası büyüktür seni tanımadan önce küçük dünyam vardı bilgisayarla uğraşır hafta sonları kuzenimle gezerdim seni tanıdıktan sonra küçük dünyamın prensesi oldun her şeyin bası sendin sanki kendimi sana adamıştım hiçbir şey düşünmez olmuştum çok sevdiğim bilgisayarla bile uğraşmıyordum artık ananemin babamı aynı evde olmamıza rağmen göremiyordum hafta sonları önceden seviyordum ama simdi sevmiyorum bizi ayırıyorlar bu kelimeye alışmam lazım ayrılık insanlar neden ayrılır bazı ayrılıklar sevilir bazıları sevilmez günde iki kez ayrılık yasıyorum biri iyi biri kotu iyi olan ise geliyorum mesai bitince isten ayrılıyorum kotu olan ise senle elma çayı içtikten sonra geleni yanı seni minibüse bindirip evin önünde yaşadığımız ayrılık bu cumartesi ne olacak sen bir kösede bende diğer sen sızın evde toplanmış kişilerle nişan olacak ben evin en kösesinde oturmuş olacağım yapacak bir şey yok aslında ikimizde ayrı yollara otobanda son surat gidiyorsun ama yolun sonunda mutlaka yol ikiye ayrılacaktır bir otobanda uzun sureden beri aynı hızda gidiyoruz yol ikiye ayrılıyor sen benim nereye gittiğimi görmeyecek bende senin ikimizde bize esen rüzgarlar tarafından gideceğiz belki kader bizi ummadığımız bir zamanda karsımıza çıkartır düşünsene senin yanında kocan ve çocukların benim yanımda da sadece karım bir alışveriş merkezinde karsı karşı geldik merhaba dedik senin kocan benim karım ne diyecek kimdi o diye sen eski sevgilim miydi diyeceksin tabi ki hayır ne diyeceksin iş arkadaşımdı biz aynı şirkette çalışıyorduk ben istifamı verdim kalanlar yine aynı tas aynı hamam çalışacaklar üzülmek yok ağlamakta belki onu benden daha çok seversin kim bilir...
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
6 Eylül 2006       Mesaj #1429
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
Karlı Dağın Gizemi

Üç yıla yakın süredir, bir gün bile tatil yapmamıştım. Derken, umulmadık bir anda, iki hafta için kentten uzaklaşma olanağını elde ettim.Dağ karlar altındaydı; kiraladığım kulübeye büyük güçlükle çıkabildim. Ama, mavi gökte güneş pırıl pırıl parlıyor; kayaklarımın altında milyonlarca kar tanesi gevrek gevrek eziliyordu. Kendimi birden çok mutlu hissettim.

Burada, tüm bu güzellikler arasında, yaşamın streslerinden uzak bir düş gibi kalmıştı. Geceleri ve sabahın erken saatleri çok soğuk oluyordu; fakat gündüzleri hava ılıktı. Saatlerce kayak yapıyor ya da kulübemin dışında güneş banyosu yapıyordum; yalnızlıktan bu denli zevk aldığımı hiç anımsamıyorum.

Bir gece kar bastırdı; uzun karanlık, sonunda kurşunî bir sabaha yerini bırakınca o günü dinlenerek geçirmekten başka çarem olmadığını anladım. Aynı gün öğleden sonra, çok güçlü bir fırtına kulübeyi kırbaçlamaya başladı ve yine akşam oldu. Kulübenin keresteleri gıcırdıyor, rüzgar adeta bacadan içeri saldırmaya çalışıyordu. Bir keresinde, birinin seslendiğini duyar gibi oldum. Kapıyı açmaya yeltendimse de rüzgarın şiddeti beni odanın içine savurdu.

Kar, birike birike pencere pervazına dek yükselmişti. İster istemez ateşin başına döndüm.

- “Beni kimse çağırmış olamaz” diyordum; dışarıdaki cehennemde hiçbir insanın sağ kalamayacağı kesindi.

Kulede üç gün boyunca kaldım. Dördüncü gün, masmavi gökte altın renkli bir güneş, sabahı müjdeledi. Fırtına, biriken karları, kulübenin önünden yanlara sürüklediğinden, dışarıya çıkıp temiz havayı bol bol ciğerlerime doldurabildim. Ortalık bembeyazdı ve kesinlikle sessizliği bozan tek bir ses yoktu. Kendimde tükenmeyecek bir güç hissederek kayaklarımı ayaklarıma geçirdim, ama ilerlemek kolay değildi; tozumsu karın içine gömüldüm. Birkaç saat sonra yorularak kulübeye dönmeye karar verdim.

Dağın arkasında güneş batıyordu; altın rengi, kırmızıya çalmaya başlamış ve karın sonsuz beyazlığına pembe bir parıtlı vermişti. Kadını işte o zaman gördüm. Yanıma gelinceye dek, yakınlarda bir insan olduğunu fark etmemiştim bile. Birden genç ve güzel bir yüzle burun buruna gelince irkildim.

Başında, Kuzey İtalya’da kimi kadınların kullandığı, siyah bir atkı vardı. İnce vücudunun üzerine kirli bir asker kaputu atmıştı. Siyah atkılı ayakkabılarına şaşkınlıkla baktım. Ayaklarında kayak olmadığına göre, bu kof ve derin karların üzerinde nasıl olup da saatlerce batmadan yürüyebilmişti? Üstelik hiç de yorgun görünmüyordu. Ama gözlerinde büyük bir kaygı okunuyordu. Hafif bir yabancı aksan ile bana dedi ki:

- “Kulübenize dönünce, lütfen fenerinizi yakıp buraya getirir misiniz? Eşim Alfredo aşağıda ve yukarı çıkmaya çalışıyor. Işığınızı görürse, güç bulup çıkabilir belki.” Ona hâlâ şaşkınlıkla bakıyordum.

- “Peki, kayaksız olarak buraya nasıl çıkabildiniz? Hem neden eşinizin yanından ayrıldınız?” diye sormaktan kendimi alamadım.

- “Yardım getirmek için onu bıraktım. Ben dağı çok iyi bilirim, hiç de korkmam.”

İçimde kadına karşı bir sempatinin uyanmakta olduğunu hissediyordum. “Kayaklarımın arkasına basın ve bana tutunun. Birkaç dakika içinde kulübeye varırız; siz orada dinlenip sıcak birşey içerken, ben gidip eşinizi ararım” dedim.

Soğuk müthişti; biraz ısınmak için ellerimi çırpıyor ve vücudumu ovalıyordum. Gökyüzü daha şimdiden mürekkep gibi kararmıştı. Kadın kayaklarıma basarken, “Teşekkür ederim” dedi, ardından sırtımda küçük bir elin dokunuşunu hissettim.Fakat, kulübeye birkaç yüz metre kala, onun benimle olmadığını fark ettim. Dehşete düşerek seslenmeye başladım. Fakat bana yalnız, karla kaplı dağ yamaçlarından yankılanan kendi sesim yanıt verdi.

Kulübede, kibriti çakıp fenerin fitilini tutuştururken ellerim titriyordu.Feneri kemerime bağladım ve yine dondurucu soğuğa çıktım. Fakat karşılaştığımız yere varıncaya dek her tarafa baktığım halde, kadına rastlamadım. Ayak izlerini bile göremedim.Şimdi, gökyüzünde ay çıkmıştı. Aniden, uzun bir zamandır çepeçevre dönmekte olduğumun farkına vardım. Kulübemin sıcağına kavuşmaya can atıyordum. Her tarafım uyuşmuş, kafam da dumanlanmıştı; kadının eşini bu arada tümüyle unuttuğumu itiraf edeyim.

Derken, çok hafif bir ses duydum. Büyük bir çaba harcayıp dönerek dik yamacı son hızla indim. Yamacın eteğinde biri yüzüstü yatıyordu. Bu durumuyla hâlâ sesleniyor ve birşeyler mırıldanıyordu.Adam, kırksekiz saate yakın uyudu. Sonra, yine gözlerini açarak uzun uzun çevresine bakındı. Zayıf, ama genç bir sesle,

- “Yaşamımı kurtardığınız için minnettarım” dedi.

- “Daha fazlasını yapabilmeyi isterdim” diye karşılık verdim.

- “Alfredo’sunuz, değil mi?”

Adını bilmem onu şaşırtmadı; yalnızca başını eğmekle yetindi.Artık ona gerçeği söylemem gerekiyordu. Ona, eşine rastladığımı, benden ne yapmamı istediğini ve onu nasıl tekrar kaybettiğimi teker teker anlattım. Adam hiçbir şey söylemeden faltaşı gibi açılmış gözlerle bana bakıyordu.Neden sonra, başını duvar tarafına döndürerek acı acı ağlamaya başladı. Bu büyük acısı karşısında elimden bir şey gelemeyeceğini anlayarak kulübede onu yalnız bıraktım.Geri döndüğüm zaman, onu, ocağın yanında oturmuş, alevleri izlerken buldum. Bu kez sesi sakindi.

“Dağın eteğinde, iki kayaktan yapılmış bir haç vardır” dedi.

“Altı ay önce donarak ölen genç eşimi oraya gömmüştüm.”

Bundan sonra uzun bir süre konuşmadık. İkimiz de bir mucizenin gerçekleştiğini ve bunun açıklanmasının olanaksız olduğunu anlamıştık.Gözlerim pencerenin dışına, dağın zirvesine takıldı. Batmakta olan güneş, buraya altın ve kırmızı renkte bir taç oturtmuştu sanki. Doğanın sonsuz güzelliğinin çerçevesi içinde aşkın tanığı olmuştum. Birden kendimi çok güçsüz hissettim.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Eylül 2006       Mesaj #1430
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çirkin Postacı

Dünyanın bana zindan olduğu günlerdi. Sanırım birkaç defasında da
evden ağlayarak dışarı çıkmıştım... Hayatım kararmıştı da bir ışık
bekliyordum sanki ama yoktu. İşte böyle düşündüğüm günlerde
daire kapıma sıkıştırılmış bir Mektup buldum. Hayretle baktım
üzerinde göndericisi yazmayan zarfa. Sonra odama girip açtım...

hikaye10065 1
"Acıları paylaşmak insanların vazifesidir" diyordu. "Senin geçtiğin
sokakta ben de vardım. Ama bir sokakta ya ben olmamalıydım
veya paylaşılmamış acılarını içinde gezdiren bir insan!..."

hikaye10065 1
Mektubun sonunda da isim yazmıyordu. Peki kimdi bu?
Kimdi, neden yazmıştı bu notu ve neden bana yazmıştı?
Aslında hoş sözlerdi...Ve aslında bir mektuba da deliler gibi
ihtiyacım vardı. Acaba dediğini yapacak mıydı, yazacak mıydı
her gün?.. Bunu zaman gösterecekti. İlk gün kafam karıştı.
Hem kendi problemlerimi hem dün gelen mektubu, hem de
yeni mektupların gelip gelmeyeceğini düşünüyordum. Sonraki gün
posta kutumda beyaz bir zarf buldum. Kalbimin çarptığını hissettim...
Yazı aynıydı, odama girip okumaya başladım mektubu.

Bu inanılmazdı.. Bir bardak su içercesine bitiverdi mektup.
Doymadım! Bir bardak su daha almış gibi kendime ve
susuzluğumu kandırır gibi yeniden okudum altı sayfayı...
Sanki tanıyordu beni, sanki yıllardır dertleşiyordum onunla...
Altıncı sayfanın sonunda diyordu ki; "Yarın yine yazacağım..."
Yarın yine yazdı, öbür gün yine..Ve sonraki günler yine yazdı...

Her mektubunun sonunda, yarın yine yazacağına ait not vardı
ve her gün de dediğini yapıyordu. Her gün işyerinden dönerken
kalbim çarpıyordu heyecanla... Her gün görüyordum posta kutumun
bugün de boş olmadığını ve gariptir; artık yapayalnız olmadığımı,
kalbimin boş olmadığını hissediyordum. Bu mektuplar yüreğime
giriyor sıkıntılarımı eritiyor ve beni yarınlara doğru itiyordu.
Zannediyordum ki; bunlar olmadan yaşayamayacağım.
Öylesine alışmıştım ki onlara, olmasalar sanki nefes alamayacağım!...
Vakit buldukça oturup eski mektupları bile yeniden okuyordum.
Zaman geçti ve zamanla beraber sıkıntılarımda geçti.
O günlerden geriye sadece eski mektuplar kaldı. Bir gün içimde
karşı koyamadığım bir merak peydahlandı; kimdi bu?
Nasıl biriydi? Onunla ilgili her şeyi merak etmeye başladım.
O her gün yazıyordu ve nasılsa her gün yazmaya devam edecekti.
Bundan emin olduğum için de, yazılarında anlattıklarından çok
nasıl bir kalemle yazdığına, neden bu kağıdı seçtiğine, yazı stiline
aklımı takmaya başladım... Yazıları öylesine deva olmuştu ki bana,
onunla ilgili her şey de mükemmel olmalıydı. Ama her şey...

O gün evde kalmıştım. Kahvaltı yapmış ve bu harika mektupların
en azından nasıl birisi tarafından getirildiğini görmeyi koymuştum
kafama... Öğle vaktine doğru sokağa giren postacıyı gördüm.
Koşarak aşağı indim. Mektubumu kutuya bırakmıştı, eli henüz
havadaydı...Göz göze geldik. Aman Allahım... Aman Allahım,
bu ne kadar çirkin bir adamdı böyle! Dondum kaldım... O da başını
eğdi döndü ve gitti. Orda öylesine bekliyordum şimdi...
Kutuyu açıp mektubu bile alamıyordum. Bunca zaman, bunca
güzel bir mektubu, bu kadar çirkin biri mi taşımıştı? O öptüğüm,
kokladığım, göğsüme bastırdığım, yastığımın üzerine koyduğum
mektuplarıma benden önce bu adamın mı eli değmişti?
Saçmaladığımı biliyordum ama böylesine güzel duygularıma
bu çirkin yaratık karıştı diye az önce getirdiği zarfı alamıyordum.
Kapıyı açtım, dışarı çıkıp bir adım attım. Çoktan gitmişti. Neye olduğunu bilmiyordum ama çok kızgındım. Zarfa dokunmadan çıktım yukarıya.
Odama girdim, eski mektuplarıma baktım. Biliyordum, onlar benim
en zor günlerimle bugünüm arasında köprü olmuşlardı, ama onlara da dokunamadım. Bu güzelliğe bu çirkinliği yakıştıramıyordum!

Ertesi gün iş dönüşü baktım ki, kutuda hâlâ o aynı kirli mektup var!
Almadım. Sonraki gün baktım; aynı mektup yine yapayalnız beklemekte.
Bir kaç gün sonra ise kutuya bile dönüp bakmamaya başladım...
Altı yedi hafta sonra dünya yine karanlık gelmeye başladı bana.
Bir dosta, bir morale ölürcesine ihtiyaç duymaya başladım...
Her şey çok ağırlaşmıştı yeniden. Uyku bile uyuyamıyordum.
Mektup aklıma geldiğinde gece yarısını geçiyordu. Tereddüt
bile etmeden aşağı indim, kutumu açtım ve mektubu aldım.

Bir saat içinde üç defa okumuş, özlemiş olarak göğsüme bastırmış
ve uzun zamandır ilk defa böylesine huzur içinde uyuyabilmiştim.
Bunlar benim ilacımdı biliyordum. En çok o gün merak etmiştim,
bir daha ne zaman yeni bir mektup geleceğini... Ve o akşam gözlerime inanamadım; kutumda mektup vardı. Yazı aynıydı, zarfta yine isim
yoktu. Üstelik bunda postanenin damgası da yoktu...

hikaye10065 1
Açtım zarfı;içindeki kısacık mektupta şunlar yazıyordu;
"Sana gelmiş bir mektubu kırk sekiz gün okumamakla ne kazandığını
bilmiyorum... Ama artık benim sana yazmaya vaktim olmayacak.
Çünkü tayinim çıktı ve bugün başka bir şehre gidiyorum. Hoşçakal!

Çirkin Postacı..."

hikaye10065 1
Donmuş kalmıştım şimdi... Derin bir pişmanlık düğümlendi boğazıma,
hıçkırarak eve girdim. Çantamı açtım; tarakların,rujların ve diğer
karışıklığın arasında bulduğum mavi göz kalemiyle, bir kağıda;
"Lütfen bana tekrar yaz" yazıp posta kutuma koydum.

Bir daha hiç kilitlemediğim kutuda,
aynı notum iki yıldır yapayalnız bekliyor...

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar