Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 145

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 501.859 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Eylül 2006       Mesaj #1441
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İKİ SİMGE
Yaşlı kızıldereli reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede
Sponsorlu Bağlantılar
birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden
biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli
o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.


Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt
köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu
düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin
neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla,
sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.

- "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."
- "Neyin simgesi" diye sordu çocuk.
- "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik
ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe
ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.

Çocuk, sözün burasında; 'mücadele varsa, kazananı da olmalı' diye
düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:

- "Peki" dedi. "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.
- "Hangisi mi evlat?
Ben, hangisini daha iyi beslersem!"

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
7 Eylül 2006       Mesaj #1442
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
ÜÇ EVLAT
Üç kadın çeşme başında toplanmış konuşuyorlardı.Az ötede ihtiyarın biri oturmuş, kadınların çocuklarını methetmelerini dinliyordu.
Kadınlardan biri: -Benim oğlum öyle marifetlidir ki, hiç kimse bu konuda onunla boy ölçüşemez...Tam bir cambazdır o! İp üzerinde bir yürüse de görseniz.
Sponsorlu Bağlantılar
Diğer kadın heyecanla atılarak: -Benim oğlumun sesini bilseniz, dedi.Tıpkı bir bülbül gibi şakır.Yeryüzünde hiç kimsenin böyle bir sesi yoktur.Allah vergisi bu...
Üçüncü kadın susup duruyordu.Diğerleri sordular: -Sen çocuğunu niye övmüyorsun? Nesi var ki? -Çocuğumun çok üstün bir tarafı yok ki...Ne diye durup dururken öveyim onu.
Kadınlar kovalarını doldurup yola koyuldular.İhtiyar adam da peşleri sıra yürümeye başladı.Kadınlar ağır kovaları taşımakta güçlük çektikleri için ara sıra duruyor ve dinleniyorlardı.Sırtları ağrı içindeydi. Bu sırada çocukları onları karşılamaya çıktı.
Birinci çocuk hemen elleri üzerinde havaya kalkmış, çeşitli marifetler gösteriyordu.Kadınlar gözleri hayretten büyümüş haykırdılar:
-Aman ne kabiliyetli çocuk!.. İkinci çocuk altın gibi bir sesle öyle güzel şarkılar söyledi ki, kadınlar gözleri yaşlarla dolu hayranlıkla dinlediler onu... Üçüncü çocuk koşarak geldi, annesinin elinden kovayı aldı ve eve kadar taşıdı.
Kadınlar ihtiyara dönüp: -Bizim çocuklarımız hakkında ne diyorsun, dediler. İhtiyar şaşkınlıkla: -Çocuklarınız mı? Dedi. Onları bilmem. Yalnız biri vardı, annesinin elinden kovayı alıp eve taşıdı. Onu çok beğendim...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Eylül 2006       Mesaj #1443
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
PASTA
Firina geldigimde, ortalikta ekmek görünmüyordu.Eski bir dostum olan
firinci:
- Biraz bekleyeceksin hocam, dedi.Iki-üç dakikaya kadar çikartiyorum.
Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken,içeriye yaslica bir adamin
girdigini gördüm. Eskimis ceketinin sol yakasi altinda bir madalya
parildiyor ve yürürken hafifçe topalliyordu. Selâm verdikten sonra:
- Ekmeklerimi alayim, dedi. Benim ikizler acikmistir.
Firinci,adamin kendisine uzattigi torbayi alarak tezgâhin altina egildi ve
bir gün öncesine ait oldugu anlasilan ekmeklerden dört bes tane
koydu.Ekmeklerden bazilarinin alti yanmis, bazilari da her nedense seklini
kaybetmisti.Firinciya dogru sokularak:
- Neden taze ekmek vermiyorsun? dedim. Biraz sonra çikacak ya!..
Firinci:
- Bozuk ekmekleri kendisi istiyor,dedi.Çok fakir oldugundan, ona yari
fiyatina veriyorum.
- Kim bu adam? diye sordum.
- Kore gâzilerinden,dedi.Ogluyla gelini bir trafik kazasinda vefat
edince,ikiz torunlarini yanina almisti.Yillardir onlara bakiyor,hem de çok
az bir maasla.
Firincinin anlattiklari karsisinda içimin yandigini hissediyor ve ufak da
olsa bir seyler yapmak istiyordum.
- Aradaki farki ben vereyim, dedim. Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler.
Firinci, teklifimi kabul etti ve biraz sonra çikan sicak ekmekleri büyük
bir umursamazlikla adamin torbasina doldururken:
- Çok sanslisin haci amca, dedi. Çocuklar için bugün sana pasta gibi ekmek
verecegim.
Yasli adam, bir evlât sevgisiyle kucakladigi torbayi gögsüne bastirirken:
- Allah senden razi olsun evlâdim,dedi.Bugün onlarin dogum günleri oldugunu nereden anladin?
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
8 Eylül 2006       Mesaj #1444
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
.: abdest :.

BİRGÜN HOCA HERZAMANKİ GİBİ NAMAZINI KILMAK İÇİN ABDEST ALMAYA HAZIRLANIR.ABDESTİNİDE KÖYÜN MEYDANINDAKİ ÇEŞMEDEN ALMAKTADIR. HOCAYI ABDEST ALIRKEN İZLEYEN KÖYLÜLER BAKARLAR Kİ HOCA DEFALARCA ÜST ÜSTE ABDEST ALMAKTADIR.ŞAŞIRIRLAR VE SEBEBİNİ MERAK EDERLER VE HOCAYİ İZLERLER.DAHA SONRA HOCA NAMAZINI KILMAK İÇİN CAMİYE GİDER.HOCA NAMAZ KILARKEN GÖRÜRLERKİ NAMAZ ESNASINDA İKİDE BİR GÜLÜP DURUYOR BUNUN ÜZERİNE AHALİDEN BİRİ DAYANAMAYIP
-HOCAM,NAMAZDA GÜLÜYORSUNUZ ABDESTİNİZ BOZULDU NAMAZDA GİTTİ DER
HOCANIN CEVABI İSE,
-YAHU ÖNEMLİ DEĞİL YEDEKTE BİR KAÇ ABDESTİM DAHA VAR DER.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Eylül 2006       Mesaj #1445
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.
İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder.
Doktor çağrılır. Doktor muayene eder, ağrı kesiciler verir,
gider. Lakin Osman Efendinin baş ağrısı artarak sürer.
Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya baslar.
Başka doktorlar çağrılır... Osman Efendi Uşak'ın ileri
gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder.
Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de
bulamaz. Ev halkı birbirine karışır, baş ağrısından geceleri
uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul'a götürmeye karar verirler.
İstanbul'da en iyi doktorlar seferber olur. Röntgenler, beyin
tomografileri çekilir, testler yapılır... Görünüşe bakılırsa
Osman Efendi turp gibidir. Oysa dayanması gittikçe zorlaşan
baş ağrısı ve gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.
Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi bu defa da
apar topar yurtdışına götürülür. O devirde Amerika değil İsviçre
moda, Zurih'e gidilir. Haftalarca hastanede kalınır, onlarca
profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.
Sonuç:
Osman Efendiye teşhis konulamaz. Artık yerinden kalkamayan Osman
Efendiye ağrı kesici iğneler verilir, ülkesine dönüp "dinlenmesi", daha doğrusu son günlerini -evinde-
geçirmesi tavsiye edilir. Osman Efendi bitkin, aile perişan. "Kader"
denilir, Uşak'a dönülür. Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır
ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar.
Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendinin eski berberi
Berber Mehmet çağrılır. Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş
ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler.
Berber Mehmet bir an düşünür. "Beyim?" der, "Sakın sizin burnunuzda kıl
dönmüş olmasın" Bir bakar, "Hah işte der. "Kıl dönmüş." Osman Efendinin
şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı
çeker. Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya
koşar. Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve cımbızın
ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.
Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır, kolonyalar
koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır. Ertesi sabah Osman
Efendi aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması
geçmiştir. Baş ağrısından ise eser kalmamıştır. Dönen kılın sinire yürüyüp
gittikçe uzayarak dayanılmaz ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o
zaman keşfeder. Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına
gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet'i çağırtır
ve ona bir servet bağışlar.

BU YAZIDAN ÇIKARTILACAK SONUÇLAR :

1. Vergiden turizme, sosyal güvenlikten adalet reformuna kadar Berber
Mehmet efendilerin fikirleri var, dinlemek gerek.

2. Bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olur.

3. Burnundan kıl aldırtmayanların başı çok ağrıyabilir.
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
8 Eylül 2006       Mesaj #1446
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
.: 3 yıllık aşk :.
Arkadaşına Gönder



GÜZEL BİR İLÇEDE YENİ SERPİLMEKTE OLAN GÜZEL Bİ GENÇ KIZ VARMIŞ.VE AYLARDIR DİKKATİNİ ÇEKEN ,GÖZLERİNİ BİR TÜRLÜ ALIKOYAMADIĞI AŞKI.ARADAN UZUN YILLAR GEÇER ARTIK KIZIN İÇİNDEKİ.ATEŞ CANINI YAKAR OLMUŞ.KİMSELERE AÇAMAZMIŞ SEVGİSİNİ.AYNI ZAMANDA EN YAKIN ARKADAŞI DA SEVERMİŞ ONU.
BUNU HER FIRSATTA ANLATIRMIŞ.KIZSA SEVGİSİNİ İÇİNDE HER GEÇEN GÜN BESLER BÜYÜTÜRMÜŞ.TAKİ İÇİNE SIĞAMAZ HALE GELENE KADAR.VE BİRGÜN ÇOCUK FARK EDER.BU KIZDA KİM DER TANIŞMA ORTAMI AYARLAR.KIZIN NUMARASINI BULUR.
VE BİR GÜN...
BEKLENEN AN İÇİNDE BÜYÜTTÜĞÜ SEVGİ ARTIK KARŞILIKSIZ DEĞİLDİ.ARTIK SAKLAMIYORDU AŞKINI.İÇİNDE KOPAN SESSİZ FIRTINALAR DURULUYOR.GÖNÜL GEMİSİ DEMİR ATIYORDU.KIZA AÇILDI.3 GÜN SONRA DELİKANLININ DOĞUM GÜNÜ KIZ CEVABI O ZAMAN VERMEK İSTEDİĞİNİ SÖYLEDİ.BU ONA DOĞUM GÜNÜ HEDİYESİYDİ.AMA DELİKANLI O GÜN TRAFİK KAZASI GEÇİRİR.VE DOĞUM GÜNÜNDE ÖLÜR.SEVDİĞİ PERİŞANDIR.
HERKESE DUA ETMESİ İÇİN YALVARIR.NAFİLE OLAN OLDU DELİKANLI VEFAT ETTİ.GENÇ KIZ BİR KEZ SEVDİĞİNİ İTİRAF EDEMEDEN DELİKANLIYA BİR KEZ DOKUNAMADAN ONA OLAN AŞKINI İÇİNE GÖMMÜŞ.VE OGÜN KENDİ KENDİNE SÖZ VERMİŞ OĞLUMUN ADI MELİH DEMİŞ...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
9 Eylül 2006       Mesaj #1447
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kırlangıcıma Özel



İçimden Geldiği Gibi
Bazı duygular vardır anlatılamaz, anlaşılır sadece.Sevenin sevdiğini bilmesi kadar; Sevilende anlar sevildiğini.Sevgi her zaman belirli kelimelerle söylenmez.Çoğu defa bir bakış yeter de artar bile...Yeryüzünde hiçbir kuvvet insanoğlunu sevme hakkından alıkoyamaz.Sevmek çoğu zaman var olmaktır. Sonunda bizi yok olmaya götürse bile...Ben şimdi varım ve seni sevmek hakkımı kullanıyorum.Sen bile buna karşı koyamazsın.Sana gelinceye kadar sonu gelmez bir arayıştı sevgi.Bir zaman rüyalarımda aradım seni, başka yüzlerde DEĞİL, başka ellerde değil.seni bekliyordum Aldandım sanıyordum, fakat bir gün karşıma senin Senin çıkacağını biliyordum. bulmak ümidini kaybetmedim.Nasıl olsa gelecektin bir gün.Ve işte geldin de! Ansızın oldu, ilk aşk buydu,senden öncesi olmamıştı,Bana tatmadığım sevinçleri,heyecanları, üzüntüleri tattırmaya, bilmediğim kederleri öğretmeye geldin.Acıdan yana ne kalmışsa yaşamadığım hepsini bir bir sen yaşatacaksın bana.Bir gün yaşamanın gereksizliğini de senden öğreneceğim.Bu selin akışını hiçbir şey durduramaz artık.Ummadığım ve ummadığın bir anda çıktın karşıma coşkun ırmaklar gibi, amanız seller gibi geldin, mutlaka yıkarak ve benden birçok şeyleri beraberinde sürükleyerek gideceksin.İşte o zaman yoklukların en dayanılmazı ile karşı karşıya kalacağım. Er geç gideceksin; beni anlayamadan, beni sevemeden gidecektin...Yalnız bir iç kırıklığı kalacak senden, tesellisiz bir hüzün kalacak.Yıllardır aradığım sendin, ama sen gittikten sonra başkasını aramayacağım. Gelmeyecek bile olsan, ömrümün sonuna kadar arardım seni.Ama geldin bir kere; ister bilerek gelmiş ol, ister bilmeden...Geldin ya!Her şey güzel seninle.Yürümenin konuşmanın, nefes almanın bir başka anlamı var artık.Sen varsın ya her şey bambaşka gözlerimde...

Her Gün İnsanlar ve dostlarım beni suçlarken bile seni sevmekten alıkoyamadım kendimi...Elimde değildi.Seni yasadım ve yaşıyorum...Ve bu özgürlüğümü sen dahil kimse elimden alamaz...
Sen haykırışıma kulaklarını kapasan da her şey çok güzel olacak desen de içimdeki fırtına nasıl dinecek bilmiyorum...Tam buldum derken kırlangıç misali kaybettiğim sen, benim canımın içi,yasam kaynağım ve her şeyimsin....
Ama şuna yürekten inanıyorum ki bizi çok büyük bir tesadüfle karşılaştıran kader böyle ümitsiz, böyle sevgisiz ve böyle mutsuz etmeyecek...
Elbet yine yollarımız birleşecek kırlangıcım...Belki bir gün...Belki bir gün kırlangıcım...
Not: Sevgimi ve özlemlerimi bana aldığın özel kumbaramda biriktireceğim ve yaşantımın en iyi yatırımı olacak...
İhtiyacın olduğu her an çıkarıp sana vermek üzere, senin için saklayacağım...
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
9 Eylül 2006       Mesaj #1448
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
Hikaye'nin Adı
:
Cennet


Adam ve hayattaki tek arkadaşı olan köpeği bir kazada birlikte ölmüşlerdi.. Gökyüzüne çıktıktan sonra bembeyaz bulutların arasında dolaşmaya başladılar.. Adam çok susamıştı.. Biraz su bulabilmek ümidiyle yürümeye devam ederken, birden kendilerini muhteşem bir manzaranın karşısında buldular.. Rengarenk çiçeklerle süslü bir bahçe, altından yapılmış bir bahçe kapısı ve onları karşılayan beyazlar içinde bir kadın..

Adam köpeğiyle birlikte kadına yaklaştı ve sordu:

"Afedersiniz... burası neresi?"

Kadın ona gülümsedi:

"Burasi Cennet, efendim"

Adam bunun üzerine sevinçle "Harika...!!!" dedi

"Peki bana biraz su verebilir misiniz, gerçekten çok susadım.."

Kadın cevap verdi:

"Tabii efendim, içeri girin... İçerde dilediğiniz kadar su bulabilirsiniz..."

Böylece adam köpeğine döndü,

"Hadi oğlum içeri giriyoruz" diyerek kapıya yürüdü...

Ama kadın onu birden durdurdu:

"Üzgünüm efendim, köpeğiniz sizinle gelemez... Hayvanları içeri almıyoruz..."

Bunun üzerine adam bir an durdu.. Düşündü.. Ve geri dönüp köpeğiyle birlikte geldikleri yolun tam ters yönünde yürümeye koyuldular...

Bir süre geçtikten sonra kendilerini bu kez tozlu çamurlu bir yolda buldular ve yolun sonunda karşılarına çiftlik girişini andıran bir kapıyla yırtık pırtık elbiseli bir dede çıktı... Adam sordu:

"Afedersiniz... Bana biraz su verebilir misiniz?"

Dede "İçeri gel" dedi..

"Kapıdan girdikten sonra sağ tarafta bir ceşme var..."

Adam sordu:

"Peki arkadaşım da benimle gelip ordan içebilir mi?"

Dede "Tabii..." dedi.. "çeşmenin yanında köpeğinin de su içebileceği bir kase bulacaksın..."

Bunun üzerine adam kapıdan girdi... Biraz yürüdükten sonra sağ tarafta çeşmeyi buldu.. Adam çeşmeden köpek de oracıktaki kaseden doya doya içerek susuzluklarını giderdiler... Derken adam geri giderek girişte bekleyen dedeye sordu:

"Su için çok teşekkür ederim... Peki burası neresi..?"

Dede "Burası cennet" dedi..

Bunu duyan adam şaşırdı:

"Ama nasıl olur..? Az önce burası gibi kırık dökük olmayan muhteşem bir yere gittik ve orasının da Cennet olduğunu söylediler..."

Dede "Şu rengarenk çiçeklerle süslü altın kapılı yer mi?" dedi... "ama orası Cehennem.."

Adam iyice şaşırmıştı:

"Peki ama orası sizin adınızı kullanarak insanları kandırıyor diye hiç kızmıyor musunuz..??"

Dede gülümsedi:

"Kızmıyoruz... Çünkü onlar kendi çıkarı için en iyi arkadaşını yarı yolda bırakanları Cennet'ten uzak tutuyorlar...."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Eylül 2006       Mesaj #1449
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
AFFET BABACIĞIM
Evlendiğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle
sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde
bir fazlalık olduğunu düşünüyordu.
Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu.
Yine böyle bir tartışma anında; eşi, bütün bağları kopardı ve
"Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak"
diyerek rest çekti... Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.

Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası,
sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı.
Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında.
Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla
karşılaşmıştı. Hâlâ onu ölürcesine seviyordu.

Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve
kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce
avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı
kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını.
Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak,
böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.

Babasına lâzım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan
sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve
kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can,
"Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince
onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı.
Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı.
Minik Can, sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?"
diye soruyor ama cevap alamıyordu.
Öte yandan; nereye götürüldüğünü anlayan
yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve
torununa belli etmemeye çalışıyordu.

Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine
ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki
dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu.
Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve
arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi.
Sonra diğer malzemeleri taşıdı en son da
babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.

Tipi, adeta barakanın içinde hissediliyordu.
Barakanın içinde fırtına vardı adeta.
Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden
üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve
birkaç battaniye getiririm diye düşündü.

Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi.
O, bu duygular içindeyken babası, yüreğine bıçak
saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından
bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti,
içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu.
Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu.
Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın
vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.

Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi,
yanaklarını ve ellerini defalarca öptü.
Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de
kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve
Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti.
Arabaya bindiler.

Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı,
neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye.
Verecek hiçbir cevap bulamıyordu,
annen böyle istiyor diyemiyordu.
Can: "Baba, sen yaşlandığında ben de seni
buraya mı getireceğim?" diye sorunca dünyası
başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte
deliler gibi geri çevirdi arabayı.
Barakaya ulaştığında "Beni affet baba." diyerek
babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış
çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı.
Oğlu: "Baba beni affet! Sana bu muameleyi yaptığım
için beni affet!" diye hatasını belli ediyordu...
Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu...
"Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı
dağ başına atmadım ki, sen beni atasın...
Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum."
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
9 Eylül 2006       Mesaj #1450
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
Karlı Dağın Gizemi

Üç yıla yakın süredir, bir gün bile tatil yapmamıştım. Derken, umulmadık bir anda, iki hafta için kentten uzaklaşma olanağını elde ettim.Dağ karlar altındaydı; kiraladığım kulübeye büyük güçlükle çıkabildim. Ama, mavi gökte güneş pırıl pırıl parlıyor; kayaklarımın altında milyonlarca kar tanesi gevrek gevrek eziliyordu. Kendimi birden çok mutlu hissettim.

Burada, tüm bu güzellikler arasında, yaşamın streslerinden uzak bir düş gibi kalmıştı. Geceleri ve sabahın erken saatleri çok soğuk oluyordu; fakat gündüzleri hava ılıktı. Saatlerce kayak yapıyor ya da kulübemin dışında güneş banyosu yapıyordum; yalnızlıktan bu denli zevk aldığımı hiç anımsamıyorum.

Bir gece kar bastırdı; uzun karanlık, sonunda kurşunî bir sabaha yerini bırakınca o günü dinlenerek geçirmekten başka çarem olmadığını anladım. Aynı gün öğleden sonra, çok güçlü bir fırtına kulübeyi kırbaçlamaya başladı ve yine akşam oldu. Kulübenin keresteleri gıcırdıyor, rüzgar adeta bacadan içeri saldırmaya çalışıyordu. Bir keresinde, birinin seslendiğini duyar gibi oldum. Kapıyı açmaya yeltendimse de rüzgarın şiddeti beni odanın içine savurdu.

Kar, birike birike pencere pervazına dek yükselmişti. İster istemez ateşin başına döndüm.

- “Beni kimse çağırmış olamaz” diyordum; dışarıdaki cehennemde hiçbir insanın sağ kalamayacağı kesindi.

Kulede üç gün boyunca kaldım. Dördüncü gün, masmavi gökte altın renkli bir güneş, sabahı müjdeledi. Fırtına, biriken karları, kulübenin önünden yanlara sürüklediğinden, dışarıya çıkıp temiz havayı bol bol ciğerlerime doldurabildim. Ortalık bembeyazdı ve kesinlikle sessizliği bozan tek bir ses yoktu. Kendimde tükenmeyecek bir güç hissederek kayaklarımı ayaklarıma geçirdim, ama ilerlemek kolay değildi; tozumsu karın içine gömüldüm. Birkaç saat sonra yorularak kulübeye dönmeye karar verdim.

Dağın arkasında güneş batıyordu; altın rengi, kırmızıya çalmaya başlamış ve karın sonsuz beyazlığına pembe bir parıtlı vermişti. Kadını işte o zaman gördüm. Yanıma gelinceye dek, yakınlarda bir insan olduğunu fark etmemiştim bile. Birden genç ve güzel bir yüzle burun buruna gelince irkildim.

Başında, Kuzey İtalya’da kimi kadınların kullandığı, siyah bir atkı vardı. İnce vücudunun üzerine kirli bir asker kaputu atmıştı. Siyah atkılı ayakkabılarına şaşkınlıkla baktım. Ayaklarında kayak olmadığına göre, bu kof ve derin karların üzerinde nasıl olup da saatlerce batmadan yürüyebilmişti? Üstelik hiç de yorgun görünmüyordu. Ama gözlerinde büyük bir kaygı okunuyordu. Hafif bir yabancı aksan ile bana dedi ki:

- “Kulübenize dönünce, lütfen fenerinizi yakıp buraya getirir misiniz? Eşim Alfredo aşağıda ve yukarı çıkmaya çalışıyor. Işığınızı görürse, güç bulup çıkabilir belki.” Ona hâlâ şaşkınlıkla bakıyordum.

- “Peki, kayaksız olarak buraya nasıl çıkabildiniz? Hem neden eşinizin yanından ayrıldınız?” diye sormaktan kendimi alamadım.

- “Yardım getirmek için onu bıraktım. Ben dağı çok iyi bilirim, hiç de korkmam.”

İçimde kadına karşı bir sempatinin uyanmakta olduğunu hissediyordum. “Kayaklarımın arkasına basın ve bana tutunun. Birkaç dakika içinde kulübeye varırız; siz orada dinlenip sıcak birşey içerken, ben gidip eşinizi ararım” dedim.

Soğuk müthişti; biraz ısınmak için ellerimi çırpıyor ve vücudumu ovalıyordum. Gökyüzü daha şimdiden mürekkep gibi kararmıştı. Kadın kayaklarıma basarken, “Teşekkür ederim” dedi, ardından sırtımda küçük bir elin dokunuşunu hissettim.Fakat, kulübeye birkaç yüz metre kala, onun benimle olmadığını fark ettim. Dehşete düşerek seslenmeye başladım. Fakat bana yalnız, karla kaplı dağ yamaçlarından yankılanan kendi sesim yanıt verdi.

Kulübede, kibriti çakıp fenerin fitilini tutuştururken ellerim titriyordu.Feneri kemerime bağladım ve yine dondurucu soğuğa çıktım. Fakat karşılaştığımız yere varıncaya dek her tarafa baktığım halde, kadına rastlamadım. Ayak izlerini bile göremedim.Şimdi, gökyüzünde ay çıkmıştı. Aniden, uzun bir zamandır çepeçevre dönmekte olduğumun farkına vardım. Kulübemin sıcağına kavuşmaya can atıyordum. Her tarafım uyuşmuş, kafam da dumanlanmıştı; kadının eşini bu arada tümüyle unuttuğumu itiraf edeyim.

Derken, çok hafif bir ses duydum. Büyük bir çaba harcayıp dönerek dik yamacı son hızla indim. Yamacın eteğinde biri yüzüstü yatıyordu. Bu durumuyla hâlâ sesleniyor ve birşeyler mırıldanıyordu.Adam, kırksekiz saate yakın uyudu. Sonra, yine gözlerini açarak uzun uzun çevresine bakındı. Zayıf, ama genç bir sesle,

- “Yaşamımı kurtardığınız için minnettarım” dedi.

- “Daha fazlasını yapabilmeyi isterdim” diye karşılık verdim.

- “Alfredo’sunuz, değil mi?”

Adını bilmem onu şaşırtmadı; yalnızca başını eğmekle yetindi.Artık ona gerçeği söylemem gerekiyordu. Ona, eşine rastladığımı, benden ne yapmamı istediğini ve onu nasıl tekrar kaybettiğimi teker teker anlattım. Adam hiçbir şey söylemeden faltaşı gibi açılmış gözlerle bana bakıyordu.Neden sonra, başını duvar tarafına döndürerek acı acı ağlamaya başladı. Bu büyük acısı karşısında elimden bir şey gelemeyeceğini anlayarak kulübede onu yalnız bıraktım.Geri döndüğüm zaman, onu, ocağın yanında oturmuş, alevleri izlerken buldum. Bu kez sesi sakindi.

“Dağın eteğinde, iki kayaktan yapılmış bir haç vardır” dedi.

“Altı ay önce donarak ölen genç eşimi oraya gömmüştüm.”

Bundan sonra uzun bir süre konuşmadık. İkimiz de bir mucizenin gerçekleştiğini ve bunun açıklanmasının olanaksız olduğunu anlamıştık.Gözlerim pencerenin dışına, dağın zirvesine takıldı. Batmakta olan güneş, buraya altın ve kırmızı renkte bir taç oturtmuştu sanki. Doğanın sonsuz güzelliğinin çerçevesi içinde aşkın tanığı olmuştum. Birden kendimi çok güçsüz hissettim


Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar