Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 142

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.896 Cevap: 1.997
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
2 Eylül 2006       Mesaj #1411
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Kara Kurbağa ve Mavi Gözlü Çocuk

Sponsorlu Bağlantılar
Karakurbağa yirmi yedi ocak gecesi şehrin kuzey yakasındaki evini terkedip gitti. O gece şehirdekiler, karakurbağanın neden vıraklamadığını düşünüyorlardı. Şehre doğru vıraklayan kurbağa göçmeye karar verdiği gün susmak zorunda kalmıştı. Yosun yatağını, ıvır zıvır eşyaları toparlayarak nehir kıyısına yüzdü. Büyükçe bir nilüfer yaprağına veda mektubunu yazdı.
Yirmi sekiz ocak sabahı, meraklı birkaç adam kurbağayı aramak için yola koyuldular. Adamlardan biri su ürünleri uzmanıydı. Diğeri tankerlerle evlere su taşıyan bir firmanın sahibi. Bir diğeri de çevreyi koruma derneği kurucu üyesi.
Karakurbağanın veda mektubu şehrin büyük meydanında halka karşı okundu. Herkes gözyaşları içinde çılgınca alkış tuttu. Müzeler genel müdürü bu kıymetli bir vesikadır diyerek mektuba el koydu. Onu büyük bir cam fanus içinde turistlere göstermek istiyordu.
Hiç kimse ama hiç kimse kurbağanın nereye gittiğini merak etmemişti. Çirkin, zavallı ve kaygan karakurbağa kimin umurundaydı.
Yıllar sonra mavi gözlü bir çocuk, müzeyi gezerken veda mektubunu gördü. Babasına nilüfer yaprağının niçin müzeye konulduğunu sordu.
Baba, o bir mektuptur dedi. Karakurbağanın göçünü anlatıyor. Okursan daha iyi anlarsın. Mavi gözlü çocuk mektuba eğildi ve okumaya başladı ; ‘’Bana şehre doğru vıraklayan kurbağa adını siz verdiniz. Yıllar var ki nehrimi kirletmemeniz için haykırıyorum. Artık evimi terketmek zorundayım. Size yalnızlığı, kirletilmiş güzellikleri ve sunî alışkanlıklarınızı bırakıyorum. İçimde saklı kalan binlerce satır var.
Vıraklamak nedir bilemezsiniz. Bizim de gönlümüzce ağlamaya, anlamaya, yaşamaya hakkımız var. Bunu bilemezsiniz. Ben sizin halinize ağlamıyorum. Evimi terkedeceğim, onun için üzülüyorum.
Bu nehrin anlamı, yosun bağlamış kurbağa yuvalarında saklıdır.Sizin gözleriniz mavi. Ama benim nehrim kahverengiye çalıyor. İçinizde bir kurbağa barındıramayacak kadar küçüldünüz.. Nehir akıp giden bir yoldur. Asırlardır bu yolu izliyor atalarımız. Yosun bahçelerinde büyüyor çocuklarımız. Kirli nehir, solmuş beyaz bir gül gibi dağılır gider. Siz hiç güneşin misafir olmadığı karanlık bir yuvada yaşamak ister misiniz ? Ben istemem Yine de ağlamayacağım. İçinizdeki nehirleri soldurmuşsunuz, benim nehrim solmuş ne çıkar.
Mavi gözlü çocuğun içi burkulmuş, gözleri dolu dolu olmuştu. Babasına döndü sorular sormaya başladı ; İçimizdeki nehrin anlamını öğrenmek istiyordu.
Bütün ısrarlarına rağmen baba, soruları cevapsız bıraktı. Doğrusu ne diyeceğini bilememişti.
Mavi gözlü çocuk karakurbağanın neden göçtüğünü anlamak istiyordu. Söylemek istediği önemli düşünceleri vardı. Son bir kez daha babasına döndü ve ‘’içimdeki nehrin kurumasını istemiyorum’’ dedi. Hem hiç bir kurbağa nehrini terketmesin. Ya da benim gözlerim mavi olmasın.

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
3 Eylül 2006       Mesaj #1412
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kendi Şehrimize Yabancıyız

Sponsorlu Bağlantılar


İçimizde sürekli bir yerlere gitme,yeni mekanlar yeni insanlar görme arzusu dolaşır.
"En büyük hayalim dünyayı dolaşmak "fikri hepimizde fazlasıyla mevcuttur.Her gidilen
yeni bir yere,büyük bir hayranlık ve şaşkınlıkla bakarız,sanki dünyanın hiçbir yerinde öyle bir güzellik öyle bir değişik mekan yokmuş gibi...Peki ya bizim kendi sılamızdan yola çıktığımız yere başkası geldiğinde nasıl karşılar?muhtemelen ona da bizim yaşadığımız yerler çok ilginç ve güzel gözükecektir.Bizler içimizdeki nankörlük ve aç gözlülüğümüzü doyurma arzusuyla kendi sılamızı gurbet yapmışız ama farkında değiliz...Sıkılmışızdır memleketimizden "burası yaşanacak şehir değil "deriz sürekli.Başka bir şehir’e gidip başımızı şöyle bir kaldırıp etrafa baktığımızda,ne kadar da ilginç gelir bize çevredeki her şey.
İşte problemde burada! Kendi sılamızda yaşarken hiç başımızı yukarı kaldırıp etrafa bakmıyoruz,bakamıyoruz...Aslında bizler, kendimiz kadar yabancıyız yaşadıklarımıza ve gördüklerimize.
Bunun adı günlük hayatın stresi mi, yoksa her insanda olduğu gibi elde etmiş olmanın verdiği umursamazlık mı bilinmez ama,bilinen bir gerçek var;Bizler sevmeyi bilmiyor,beceremiyoruz...

kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
3 Eylül 2006       Mesaj #1413
kambis - avatarı
Ziyaretçi
92 yasında, ufak tefek, kendinden emin ve gururlu, her sabah sekizde giyinip kuşanan ve her ne kadar kör bile olsa saçlarını kıvırıp makyajını mükemmelce yapan yaslı hanım bugün bir huzur evine tasındı. 70 yasındaki kocası ise geçenlerde gereken hamleyi yapıp Allah'ın rahmetine kavuşmuştu.Huzur evinin kapısında sabırla beklenen bir kaç saatin ardından, odasının hazır olduğu söylendiğinde tatlı tatlı gülümsedi. Yürütecini asansöre yönlendirdiği sırada, kendisine odasını anlatmaya başladım penceresinde asılı perdelerden de söz ettim. Ben anlatırken ,az önce kendisine köpek yavrusu verilmiş 8 yaşındaki küçük bir kızın heyecanıyla o perdeleri pek severim, dedi.Mrs. Jones henüz odayı görmediniz, biraz bekleyin demiştim ki; Bunun onunla bir ilgisi yok, dedi. mutluluk zamandan önce karar verdiğiniz bir şeydir. Benim odadan hoşlanıp hoşlanmamam mobilyaların nasıl düzenlenmiş olduğuyla değil, benim onları zihnimde nasıl düzenlediğimle ilgilidir. Ben onları sevmeye karar vermiştim zaten Bu benim her sabah uyandığımda verdiğim bir karardır. Bir seçme hakkim var: Ya bütün günümü artık çalışmayan vücut parçalarımın bana verdiği sıkıntıyı düşünerek geçiririm ya da yataktan çıkıp hala çalışanlar için şükrederim. Gözlerim açık olduğu sürece her yeni gün bir hediyedir. Yeni güne ve hayatimin sadece bu döneminde, biriktirdiğim mutlu anılara konsantre olacağım.Yaşlılık banka hesabi gibidir. Ne yatırdıysan onu çekersin hesabından. Bu nedenle benim tavsiyem, hatıraların banka hesabına dolu dolu mutluluk yatırman olacaktır. Anı bankamı doldurmaktaki katkın için sana teşekkür ederim. Hala oradan mutluluk çekiyorum. Mutlu olmak için su beş basit kuralı hatırla:
1. Kalbini nefretten arındır
2. Zihnini endişelerden arındır
3. Basit yasa
4. Çok ver
5. Daha az bekle
Aile
Bilmem farkında mısın, eğer yarin ölecek olsak çalıştığımız şirket daha birkaç gün bile olmadan yerimizi dolduruverir. Oysaki ardımızda bıraktığımız ailemiz bizim kaybımızı ömürlerinin sonuna dek hissedecektir. Gel gelelim ki, ailemizden daha çok isimize veririz kendimizi, pek de akıllıca bir yatırım değil, ne dersin?
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
3 Eylül 2006       Mesaj #1414
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
İlk Duruşma


Sonbahar bütün yükünü ağaçlara yüklemiş, sessizliğin yankılandığı sokaklarda her şey derin bir durağanlığın içinde kendi halinde, beklentisizdi. Yüzlerde telaş yerine, yavaşlık, derin bir iç huzurun yansıması vardı doğada. Cevher, her sene olduğu gibi bu sonbahar sabahında da kendi yarattığı bahçesindeki çiçeklerle süslediği ruhunun güzelliği ile yaşıyordu. Sabahın camdan süzülen ilk ışıklarından aldığı güçle, evin geceden kalan dağınıklığını toplar, kızlarını okula gönderir, öğlen yemeklerini hazırlardı. Kendini içinde yaşayan bir kadındı Cevher. Hayatı boyunca hep kendi gibi olmuş, kendinden başkası olmayan, olamayan bir kadın.
Bir gelincik kadar alımlı, dikenler içinde salıvermişti kendini sert rüzgarlara inat. Doğası gereği yüreğini, beynini koruyarak yaşayan, iki yavrusunun üzerine titreyen anaç bir kadındı. Yirmi yıldır süren zorlu bir evliliğin çatısını fırtınalarla uçuran kokuşmuşluğa dayanacak sabrı kalmamıştı artık. İnancını yüreğinde saklayıp, sabrı yaşantısına serpiştirmişti. Onur adına ödünler vermişti kendinden, istemese de. “Örnek” diye bakardı kadınlar ona imrenerek, onca yükü nasıl taşıdığına şaşırarak. Acılarını hep içine gizleyip, zamanla yaşadığı sorunların yok olacağını düşünürken hepsinin eski bir alacaklı gibi karşına çıkması bir anda etrafındakileri de kendisi kadar şaşırtmıştı. Bir yanılsama içinde yaşadığını hissediyordu Cevher artık.
Zaman zaman Cevher ablama uğrar, bir çayını içerdim. Her zaman bir koşuşturma içinde olurdu. Onu gören, son dakikada yetiştirmesi gereken bir işi olduğunu düşünürdü. Düşüncelerim tazelenir; mutsuzken, mutlu ayrılırdım yanından. Kendi sıkıntılarından tek laf etmezdi; anlardım, zoraki atılan kahkahaların altında acılarını gizlediğini. Cevher ablamın karmakarışık olmuş yaşamından kendini nasıl süzdüğünü görürdüm. Nasıl özlem dolu beklentileri olduğunu anlatırdı bazen, sade kelimeleriyle.
Bir cuma günü yanına uğradığımda, onu daha önce hiç görmediğim bir halde görmüş, şaşırmıştım. Saçlarına fön çektirmiş, ayağındaki ince topuklu terlikleriyle alımlı mı alımlı, güzel görünüyordu. Ama bu güzel görüntüde tuhaf bir şeyler olduğunu hissetmiştim. Sanki yüzü gölgelenmişti; gözleri, buğuluydu nedense. Her zamankinden daha bakımlı ve özenliydi görüntüsü, ama bu görünen düzenin arkasında tam olarak tanımlayamadığım bir iğretilik vardı. “Ablam,” derdim ona - Cevher, diye hitap edemezdim - . Sade, doğal, olduğu gibi, candan bir kadındı ablam.
“Hayrıdır abla?” dedim.
“Sultan, az vaktim var. Sonra görüşsek,” dedi, hareketleri de konuşması gibi aceleciydi o gün.
“Peki,” dedim ve içimi kemiren bir merakla ayrıldım yanından.
Ablamdan başkasının veremeyeceği cevapsız sorular gün boyu peşimden geldiler. Ertesi sabah dayanamadım, telefonla aradım.
“Bir parkta buluşalım Sultan,” dedi. Hazırlandım. Parkaları severdi, şehrin kalabalığından kaçarak sığındığı, “Kendimi buluyorum...” dediği mekanlardı parklar.
Cumartesi günü öğlen saatinde Cevher ablayla sessiz, sakin sonbaharın hüzün kokan yaprakları arasında buluştuk. Duyduklarıma şaşırmıştım. Cevher abla kocasına daha fazla dayanamamış ve acılarını sıraladığı bir dilekçeyle mahkemeye başvurmuştu ondan ayrılmak için. Canına tak etmişti artık. Bir süre ayrı yaşamışlardı, iki tane pırlanta gibi çocuğu yok sayarcasına. Ablamı çok bunaltmıştı kocası. Sağdan soldan duyardık ilişkilerinin dikiş tutmazlığını. Bir esir gibi baskı altında tutmuştu ablamı. İnsan muamelesi görmediğinden yakınan ablamın yaşadıklarını kendi ağzından dinlerdim bazen de. Ama yine de şaşırdım. Demek, bu kadar ihmale, bunca eziyete ve sayısız ihanetlere daha fazla katlanamamıştı.
O sabah biz buluşmadan önce, uzun süredir görüşme talebini ret ettiği kocasıyla görüşmüştü. Aslında ona kalsa bir mahkemede bitsin istiyordu, “Bitsin...” diyordu ablam.
“Hani,” dedi çocuk gözleriyle gözlerime bakarak, “bazı yaşananlar vardır ki, en doğrusu ait olduğu zamanda, ait olduğu mekanda yaşandığı gibi kalmalı.”
Anlıyordum onu. Anlatıyordu uzun uzun, içimi yakarak.
“Sultan, yeter,” dedi, “artık yeter...”
“Peki abla, herkes çok mu mutlu? Baksana, evliliklerin çoğu bu durumda değil mi?” dedim yangına körük olmamak için, ama nafile olduğunu, okun yaydan çıkmıştı, belli. Ablam, kararlıydı ve kararında haklıydı.
Cevher abla her zamanki saygılı edasıyla:
“Ama Sultan, ben o kadınlar gibi davranamıyorum ki!” derken dudakları titriyordu. Sesi derinlerden geliyordu.
Haklıydı ablam. Dişini tırnağına takmış, düşmüş ama hep kendi başına kalkmıştı yaşamında. Üstelik dayak, taciz, alaya alınıp aşağılanmıştı sürekli. Kocasının ruh hali de kötüydü herhalde. Hakkında söylediklerinden dolayı, orta yaş filmleri aklıma geldi. Bu yüzden ablama belli yaş dönemlerinin insan ruh haline etkilerini anlatmaya başladım… İnsanların davranışlarının da mevsimler gibi olduğunu, insanın içinin ısınması için soğuk günleri de yaşaması gerektiğini söyledim, ama o sürekli bir kışı yaşadığından söz etti. Üstelemekten vazgeçtim. Kararını vermişti.
“İzleseydiniz belki yararı olurdu o filmlerin, diyecektim ki?”
“Her yolu denedim, ancak benim filmimin sonu kötüye gidiyor. Etrafımdakileri nasıl etkiledi bir bilsen... Masummuş!” dedi.
“Peki abla, ne yapacaksın?”
Kocasının aradığını, davadan vazgeçip vazgeçmediğini sorduğunu, aralarında geçen konuşmayı anlattı. Ablamın şartlar koşmuştu kocasına, haklıydı da bunlarda. Bir savaşa girilmişse, her iki taraf da bazı ödünleri verecekti mutlaka.
Sıkıntılı, gergin anlatıyordu ablam çocuklarını düşünerek. Çocuklar olmasaydı bu kadar yorulmazdı belki. Ama evlat işte, bir ananın sahip olduğu en büyük hazine...
“Onların hatırı durdurdu beni hep,” dedi.
Boynuna taktığı firuze kolyesinin taşlarına benzeyen göz yaşlarını, ağzından tane tane dökülen kelimelere katarak yaşadıklarını dinlemek öfkelendirdi beni, yaşama karşı. Nasıl öfkelenmem? Nasıl?! Eli işli gözü yaşlı bir kadındır ablam. Emeğiyle yoğrulmuş, yüreği sevgi dolu, ama ne kocasından ne hayattan karşılığını bulamamış bir kadın. Aldatılmıştı küçük ayak oyunlarıyla. Tırnağı etmez kadınlarla yaşadığı çamurdan çirkeften ilişkiler yüzünden çok çektirmişti kocası ona. Hak etmemişti ablam bu yaşadıklarını, yaşatılanları.
“Eskiler doğru söylemiş belki, erkeğin tırnağını büyütmeyeceksin, iki yakasını bir araya getirmeyeceksin, diye...” dedim.
“Peki Sultan, ne yapsaydım? Ben de kendisi gibi mi yaşasaydım? Lükste, şatafatta hiç gözüm olmadı ki benim... Hep, geleceğimiz dedim... Ne yapsaydım? Har vurup harman mı savursaydım birikmişimi? Hem zamanı, hem eldekileri hor mu kullansaydım? Böyle daha mı iyi olurdu? Öyle bir kadın olsaydım yaranacak mıydım ona sanki? Sen deme bari bunları bana, Sultan...” dedi ablam.
Haklıydı. Ablam sadece kendisi için koşuşturmamıştı. Hep “biz” demişti. Kıyamamıştı kocasına, çocuklarına. Ancak, kocası ona nasıl da kıymıştı... “Sen kıymazsan, kıyarlar sana!” sözü bir kez daha doğru çıkmıştı işte. Ablama karşı son derece cimri olan kocası, başka kadınlara nasıl da yedirmişti elindeki avucundakini. Daha neler neler anlattı ablam, meğer ne derinmiş yaraları, kan revan içinde.
“Dün mahkemeye gittim,” deyince merakla sordum.
“Ne oldu?”
“Sabah saat onda.” Dikkatle dinliyordum Cevher ablamı. Ona büyük hayranlık ve sevgi duyuyordum, yaşadıkları beni öylesine etkiliyordu ki!.. Nasıl etkilemez?! Kim etkilenmez ki! Şimdiye kadar tanıdığım kadınların dışında biriydi benim için. Sıra dışıydı. Avukata bile gerek duymamıştı, savunma gerektirmeyecek bir boşanma, diye düşünmüştü. Üstelik son yaşadıkları ile maddi olarak da soluğu kesilmişti.
“Mahkeme salonunun kapısında göz aşinalıyla tanıdığım bir kadın avukatla selamlaştım. Geçmişte selamım olan biriydi. Birkaç ay öncede işyerime ziyaretime gelip ağzımdan laf almaya çalışmıştı, Fatma Hanım. Uzun sözün kısası, kocam bu kadını vekil tayin etmiş. Hakim adımı okudu. Bir ara, ayakta durmam gerek, diye düşündüm otururken. Ancak karşımda Avukat Fatma hanımın oturduğunu görünce ben de kalkmadım. Hakim, kaç çocuk olduğunu sordu; iki, dedim. “Eyvah! Yine çocuklar!” dedi hakim. Çocuklarım, diye geçirdim içimden. “Çocuklar kimde kalmakta?” diye sordu Hakim. O sırada, görevlilerden biri geldi; “Ayağa kalkın hanımefendi,” dedi sessizce, kulağıma. Haklıydı, bir makamın önünde oturulmazdı değil mi? Birden kendimi toparlayıp kalktım ayağa. Televizyonlarda gördüğüm mahkeme salonlarına benzemiyordu. Sade ve eskiydi her şey. Ürkütücü değildi salon. Hakime, çocukların ikimizde de kaldığını, babasının başka bir evde kaldığını söyledim. Ayşe’yi okullar açılınca babası yanına çağırmıştı. “Yalnız yaşayamam,” diye.””
“Ama Cevher abla, bak kocan çocukları sahipleniyor, güzel değil mi bu?” dedim.
“Güzel, Sultanım, hiç olmazsa kızlarını fark etti yıllar sonra. Bunu takdir etmekteyim hiç olmazsa. Hepimizi unutmuş gibi yaşadı yıllarca, ne yaptığını bilmeden. Şaşırmaya görsün insan oğlu derler ya… İşte bizimki de öyle oldu. Ah, çocuklar. Bütün bu eziyeti onlar çekti, çekiyor aslında. Bunu hiç aklımdan çıkaramıyorum. Ancak kendim de önemliyim, diyerek bu yola girdim işte. Gözümün önünde sekreteriyle yaşadığı midemi bulandırıcı rezillikler... Bardak taştı işte... Neyse. “Şahitleriniz? Delilleriniz?” diye sordu Hakim, yumuşak bir sesle. Aslında, yediğim son dayak yüzünden aldığım bir haftalık sağlık raporu vardı elimde, delil olarak. Şahitlerim, “Bu defa çıkmayalım,” deyip gelmemişlerdi. Belki iyi olursunuz, diye beni ikna etmeye çalışmışlardı. Ne kadar yoğun baskı vardı üzerimde bir bilsen... “Burası Anadolu kızım!” diyen diyeneydi. Sanki ne olurdu boşanmış kadına Anadolu’da? Sanki Anadolu da boşanmak kötü kadınlığa atılan ilk adımdı. Çocuklar arada kalıp çok yorulurdu, bu kesindi, ama kadına hiç bir şey olmaz eğer kendini biliyorsa, diye düşünerek kendime güç verdim. Erkeğin rezil olacağı aşikar. Hele benim gibi sürekli bir hizmetçiye alışmış bir erkek... Zor bulunur bedava hizmetkarlık yapan kadın bu devirde. “‘Getirmedim Hakim Bey,’ diye yanıtladım sorusunu. Hakim, gülen gözlerle umutlanmıştı. O da bir insan, bir aile içinde yaşıyordu. Gülümser dudaklarından şu sözler döküldü:
“İyi etmişsiniz kızım.’ Katibine, “Yaz,” dedi. İki ay sonrasına gün verdi. Bir görevli, bir kağıda duruşma tarihini yazıp elime tutuşturdu.
Dikkatle dinliyordum Cevher ablamı. Çantamın içine elimi uzattım. Naylon hışırtıları arasından iki elma çıkardım, birini ablama uzattım.
“Canım istemiyor Sultan, sağ ol,” dedi. Israr ettim. Soğuyan havada elmalarımızı kabuğuyla yemeğe başladık.
“Peki Cevher abla ne yapacaksın şimdi?” diye sordum.
Ablam belli ki halen mahkeme salonundaydı. Duymadı sorumu. Konuşmaya devam etti.
“Fatma Hanıma hiç söz vermedi, Hakim. Acaba gerek mi duymadı, anlamadım. Avukat cüppesiyle oturuyordu öylece. Etine dolgun, solgun yanaklarına allık sürmüştü, düğüne gider gibi süslenmiş püslenmişti. Vişne çürüğü rengindeki rujuyla bir biblo gibi duruyordu karşımda. Üzerindeki cüppe olmasa, tipik bir ev kadının kapı önünde oturduğunu sanırdın. Son zamanlarda her kadına baktığımda gördüğüm aşağılanmışlık, ezilmişlik, taciz ve ümitsizliği onun yüzünde de gördüm. Kocamı savunmaya gelmişti kocamı tanımasına rağmen. Her şeye göz yumabilecek bir vurdumduymazlık vardı Fatma Hanımın hareketlerinde. Keşke ben de onun gibi olsaydım, diye düşündüm bir an, ancak kadınlık ve insanlık gururu yerle bir edilmiş bir kadının karşısında onun gibi hissiz durmak asla içime sinmezdi.”
Vakit hayli ilerlemişti. Elmalarımızı yemiş, termosa koyup getirdiğim çayı bitirmiş, sigara paketlerini boşaltmıştık.
“Hayırlısı olsun Cevher abla, ne diyeyim. Belki bir gün, olur ya, bir zeytin dalı uzatırsın, arada çocuklar var ne de olsa. Boşanma sizi ne kadar uzaklaştırabilir ki birbirinizden... İkiniz de ortak bir noktaya bağlısınız, isteseniz de ipinizin izin verdiği ölçüde uzaklaşırsınız birbirinizden. Kocana o zeytin dalını uzattığında, büyüklük yine senin olacaktır abla.”
“Bilemiyorum Sultan. Ama bildiğim bir şey var, o da büyüklüğümü, onu defalarca affederek küçültmüş olmam. Öfkemi zaman yenebilir mi? O iki fidanın hatırı için bir zeytin dalı, diye çok düşündüm, ama Sultanım o mevsim geçti bende; o gün, zamanın geri dönülmezliğine kilitlendi...”
Tahta bankların üzerinden kalktık, toparlandık, dostça paylaşarak azaltmıştık sıkıntılarımızı. Yarına umutla bakarak, yan yana yola koyulduk iki arkadaş, yüzlerimizde buruk bir gülümsemeyle…
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
3 Eylül 2006       Mesaj #1415
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Günlerden bir gün diyelim ki bir yaz...
Kırlangıcın biri bir adama aşık olmuş. Ve adamın penceresinin önüne konup
adama şöyle demiş:

- " Ben seni çok seviyorum lütfen pencereyi açıp beni içeri al da birlikte
yaşayalım." Adam :
- " Olmaz alamam... Sen bir kuşsun hiç bir kuş adama aşık olur mu?..."
kırlangıç bir süre sonra tekrar gelmiş:
- Lütfen pencereyi açıp beni içeri al birlikte yaşarız. Hem ben sana dost ve
arkadaş olurum canında sıkılmaz birlikte yaşar gideriz... Adam yine:
- " Olmaz alamam...Git başımdan" diye cevap vermiş.

Zaman geçmiş... Sonbahar yaklaşmış... kırlangıç üçüncü ve son defa
penceresinin önüne konup adama tekrar şöyle demiş:

- " Lütfen beni içeri al... Artık soğuklarda başladı, dışarıda kalamam
biliyorsun ben sıcak havalarda yaşayabilirim sadece... beni içeri almazsan
başka sıcak ülkelere gitmek zorunda kalırım. Lütfen beni içeri al da burada
kalayım. Birlikte yemek yer omuzuna konar seni neşelendirir sana yarenlik
ederim. Hem sende benim gibi yalnızsın..." Adam :
- " Git derhal başımdan!... Ben yalnız kalırım" demiş ve kuşu kovmuş...
kırlangıçta bu cevap üzerine üzüntülü bir şekilde uçmuş ve uzaklara
gitmiş... Adam kırlangıç uzaklara gittikten sonra düşünmüş:
-" Ben ne aptal, ne kadar akılsız bir adamım, niye kırlangıçla birlikte
kalmayı kabul etmedim? Ne güzel birlikte kalırdık demiş kendi kendine ve çok
pişman olmuş. Pişman olmuş ama iş işten geçmiş. Kendi kendine
-" Nasıl olsa sıcaklar başlayınca kırlangıcım yine gelir bende onu içeri
alır birlikte mutlu bir hayat sürerim, demiş.

Ve penceresini sonuna kadar açıp beklemeye başlamış. Yazın gelmesiyle
kırlangıçlarda gelmeye başlamış. Ama onun kırlangıcı gelmemiş. Yazın sonuna
kadar hiç penceresini kapatmadan pencerenin başında beklemiş ama
boşuna....kırlangıç yokmuş. Gelen kırlangıçlara sormuş ama onun kırlangıcını
gören olmamış. Sonunda bir bilge kişiye halini danışmak ve ondan bilgi almak
için gitmiş. Bilge kişiye olayı anlattıktan sonra bilge kişi ona şöyle
demiş:

- K ı r l a n g ı ç l a r ı n ö m r ü 6 a y d ı r . . .

Hayatta bazı fırsatlar vardır, ömründe bir defa eline geçer ve
değerlendiremezsen uçup gider... Hayatta bazı insanlar vardır, ömründe bir
kez karşına çıkar ve fark edemezsen, değerini bilemezsen, uçup gider... Ve
asla geri gelmezler... Dikkatli olun... Farkında olun... Ve bir düşünün
acaba kaç kırlangıcı kovaladınız pencerenizden bugüne değin...

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
3 Eylül 2006       Mesaj #1416
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kendimi Sana Adadım





Sevgisiyle bana yaşamayı yirmi beşinde yeniden öğreten Kıymetim;

Yine bir akşamüstü ruhumu benliğimi ve kalbimi toplayıp içimdeki seni satırlara dökmeye karar verdim..Seni yaşarken aşkı yazıyorum gökkuşağı rengindeki kalemimle..kalbimden süzülen nağmelerde sana çağlamaya namzedim..Buzlara tutulmuş gönlüm senin sevginde baharı yaşıyor...Göçmen kuşlar yine baharda omuzlarımdayken senin adını fısıldıyorum onlara..Nazlı çiçeklere senin güzelliğini anlatıyorum telaşlı telaşlı..Gözlerimdeki heyecan ellerime yansıyor...kalemim ismini yazıyor ellerimin uzanabildiği her yere...Korkularıma karsı senin gül cemaline sığınıyorum..İçten içe senin isminde yanıyor pişmanlıklarım..Yandıkça acılarım , küllendikçe közlerim seni daha çok seviyorum..Ezan sesine alışık gönlüme bir armağan olarak veriyor karanlık geceler..Sevmedim katran koyusu geceleri senden önce...Ama geceyi sevdirdin bana..Öyle ki yıldızlar semaya asıldıklarında ilk ışıkta gözlerini anımsıyorum..Benliğimde umutlarım seninle var oluyor sanki..Üşüyen iliklerimin yerine tatlı telaşlar sarıyor..Sanki çiçeğiyle randevusuna geç kalmış bir arı gibi telaşlı yüreğim...Susamış tam yirmileş yıl sana..Beklediğim ve yalancı baharları sen zannettiğim baharımdı kalbim ve karanlıktan sonra seher vaktimdi ismin...Dudaklarımdaki naif susuşların yerine sevda türkülerini yankılıyor..her türküde kırık sazıma senin güzelliklerini yazıyorum..Gözlerimi dağın eteklerinde güneşe çevirmişken sırtıma vuruyor çılgın rüzgarlar..üşüyorum bir an ama senin ateşin alev topuna dönüşüyor yüreğimde..Yanıyorum yandıkça içimde seni de yakıyorum...Duvarlarda büyüyor gözlerin..Düşlerime el koyuyor deli sevdan..Seni öyle içime çekiyorum ki...Ciğerin sefa ediyor ateşimde köz oldukça...Seni sevdikçe kelimelerim ahenge bürünüyor..Toprakta tohum misali dört mevsim senin sevdana ekiliyorum..Hasat zamanım yok..Sevdam sarı basaklara gebe olsa da dört mevsim basaklarımda bereketim senin avuçlarına süzülecek..Ölüm olmayacak seninle yazgımda..Hiç üşümeyecek tomurcuklarım seninle baharımda..Hem dilimde ismin yankı bulacak çıplak dağların ardında..Su arayan bir ceylan yavrusu gibi sevgilere susadığımda yasama sevinçlerini kana kana içeceğim..Ayrılık defterini ise tozlu raflara kaldırdım..içimdeki yaraları sevginin merhemiyle sardım..Baktım senle hayat güzel kendimi sana adadım..
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
3 Eylül 2006       Mesaj #1417
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Anneler, babalar, lütfen dikkatli okuyun....

Kapıdan içeri girer girmez neşeyle bağırdı:
"Anne biliyormusun bugün yuvada ne oldu?"
"Görmüyor musun? Telefonla konuşuyorum."
Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu.
Hersey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda.
Bir de eve misafir gelecek oldumu kendisine hiç yer kalmıyordu.
Nerelere gitsindi?
Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere kaşık sesleri geliyordu.

Koşarak yanına gitti.
"Sana yardIm edeyim mi?" dedi en sevimli halini takınarak. Annesi manalı manalı baktı.
"Hayırdır. Bir yaramazlık filan. Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten."
Yorgunluk nasıl bir şeydi. Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır "Nasıl yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni"
diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi. Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.
"Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor."
"Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan ölüyorum."

Bu kelimeden nefret ediyordu. Yorgunum. Yorgun olduğumdan. Böyle yorgun yorgunken...
"Anneciğim sen yorulma diye..."
"Yemekte konuşuruz çocuğum. Bankada işler yetişmedi.Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz."
"Hani siz yoruluyorsunuz ya..."
"Eeee...."
"Ben de oynamaktan yoruluyorum."
"Ne yapayım?"
"Bilmem..."
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı. Işıklar söndü birden.
Annesi öfkeyle söylenmeye başladı."Mum da yok" diye diye karıştırdı dolapları el yordamı.
Çocuk sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü.
Gaz lambasının ışığında deli tavsan masalını anlatışını. Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne.
Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavsan kafası yaptı. "bak deli tavsan" diyerek parmaklarını oynattı.
Yoldan gecen arabaların farları duvardaki tavsana yol açtı. Tavsan alabildiğine hür dolaştı sağda solda.
Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu.
Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı.
Neden sonra ışıklar geldi. Kadın çocuğun hiç konuşmadığını akıl etti birden.
Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı.
Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu.
Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına "İşin bitince beni sever misin anne?" dedi.
Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
3 Eylül 2006       Mesaj #1418
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kendine İyi Bak



“Kendine iyi bak” bir "veda" değil "elveda" cümlesidir çoğu zaman. O üç kelimeden çok daha fazlasını gizler içinde...

"Kendine iyi bak. Çünkü bundan sonra ben yanında olmayacağım. Olamayacağım. İstesem de istemesem de. Sevdim bir zamanlar seni, hala seviyorum ve benden sonra da mutlu olmanı istiyorum. Olur da bir gün dönersem seni iyi bulmak istiyorum.“

“Kendine iyi bak. Çünkü bundan sonra kendinden başkası olmayacak yanında sana bakacak. Ben olmayacağım. Kendine iyi bak ve beni düşünme. Çünkü ben de seni düşünmeyeceğim artık. Arama sakın beni, yazma, çünkü ben yazmayacağım. Sil beni yüreğinden, çünkü ben sileceğim. Fakat, yaşanılan, paylaşılan güzel şeyler hatırına sana yürekten mutluluklar diliyorum. Ve ben bir daha dönmemek üzere gidiyorum.”

"Kendine iyi bak. Aramızda geçen herşeye rağmen benden sonra iyi olduğunu bilmeyi tercih ederim. Aslında bilmem çok önemli değil, iyi olduğunu varsayacağım ben. Seni bir daha asla görmemek üzere gidiyorum ben, seni kendinle başbaşa, yapayalnız bırakıyorum ben. Biliyorum kendini bırakacaksın benden sonra, o yüzden iyi bak diyorum. Aslına bakarsan, çok da fazla umursamıyorum."

"Kendine iyi bak" derler ve giderler. Tutkuyla sevenler, bazen birden fazla söylerler bunu. Çünkü onları ayırmak, eti tırnaktan ayırmak gibidir. Kolay kolay kopamaz onlar, süreç çok acı vericidir, yürek parçalıyıcıdır. Her seferinde azalan umutlarla geri döner ve yine “Kendine İyi Bak” gözleriyle ayrılırlar. Ta ki umut da, sevgi de tükeninceye kadar…Ta ki son elveda mezar sessizliğine bürününceye kadar…

Tutkunun ötesinde sevenler, bir kez “Kendine İyi Bak “ derler ve giderler. Onlar eti tırnaktan ayırmak yerine ölümü yeğlerler. Onlar bu acıyı bir kezden fazla kaldıramayacaklarını bilirler.

"Kendine iyi bak" derler ve giderler. Bu sözlerin içinde ihanet yok, hiç bir zaman olamaz derler ve giderler. En büyük ihanet değil midir aslında seni seveni, ihtiyacı olanı yüzüstü bırakıp gitmek. "Kendine iyi bak" derler ve giderler. Seni suskunluğa mahkum edip giderler. Seni parçalara ayırıp, en büyük parçayı yanlarına alıp giderler. Seni senden alıp giderler.

Daha kötüsü suçlayamazsın onları tüm bunlar için. Kendine iyi bak deyip gidenin geçerli bir nedeni vardır elbet. Suçlatmaz kendini. Savaşmadıkları için kızarsın ama suçlayamazsın. Savaşmışlarsa, yenildikleri için kızarsın ama suçlayamazsın. Yenildiğin için kızarsın ama suçlayamazsın… Ayrılığın kaçınılmazlığına inandırır seni, "kendine iyi bak" derler ve giderler. Elinden umutlarını, düşlerini, sevgilerini alıp giderler. Bir tek anıları bırakırlar geride, bir de hatırladıkça gözyaşlarına boğulasın diye
unutulmayan nağmeler.

Arkalarına bakmadan çekip giderler eğer yalnız kalmışsan, çünkü insafsızlıklarını görmek istemezler. Herşey o saniye orada bitsin, kapansın bu sayfa isterler. "Bitti" diyemedikleri için, "kendine iyi bak" derler. "Kırıldım ve affedemiyorum" diyemedikleri için "kendine iyi bak" derler. "Seni istemiyorum artık, hayatımdan çıkaracağım ama bil ki hiç unutmayacağım" diyemedikleri için kendine iyi bak derler. "Biliyorum çok kanayacaksın ama daha iyisini yapamıyorum" diyemedikleri için "kendine iyi bak" derler. Vicdanlarını rahatlatmak için kendine iyi bak derler, çünkü o kan uzun süre akacaktır ve o yara asla kapanmayacaktır, bilirler.

"Kendine iyi bak" bir noktadır çoğu zaman. Kendine iyi bak deme bana, sadece kötülükler noktalansın isterim ben. Oysa sen iyisin… Sen gözümdeki ışık, dudağımdaki tebessüm, sen içimdeki sevinçssin. Sen hayatıma renk katan, sen yüreğimdeki çarpıntı, sen hayatımdaki neşesin. Sen yolumu aydınlatan, sen dert ortağım, sen gönül yoldaşım, sen bir tanesin. "Kendine iyi bak" deme bana. Nokta koyma.

Keşke böyle yaşanmasaydı bazı şeyler, keşke affedebilsen beni, keşke ben de affedebilsem… Keşke döndürebilsek zamanı geriye. Keşke bugünkü aklımızla yaşasak herşeyi baştan. Nafile... Ama yine de, gitmesen olmaz mı? Bitmesek olmaz mı? Sen eksikken, ben nasıl tam olurum? Senden kalan boşluğu kimlerle doldururum? Savaşsak, aramıza giren şeytanla olmaz mı? Hani büyük aşklar her türlü engeli aşardı, hani gerçek dostluklar her sınavı geçerdi, hani sevgi eninde sonunda kazanırdı? Hani hayatta hiç kirlenmeyecek değerler vardı? Hani en büyük zaferler, en kanlı savaşların ardından kazanılırdı? Bunların hepsi yalan mı? Sahiden..., gitmesen olmaz mı? Bitmesek olmaz mı?……….

Peki o zaman... Senin istediğin gibi olsun... Öyleyse...Sen de "Kendine İyi Bak."

"Kendine Iyi Bak" derler, kurşunu kafana sıkıp giderler.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Eylül 2006       Mesaj #1419
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Denizin Kalbi
Sabah daha kimsecikler yokken etrafta yalnız başına göğe yükselmekten canı sıkılmış olsa gerek, Güneş o akşamüzeri sahilde hayran hayran kendini seyreden bir grup tatilci ve turiste hayatları boyunca unutamayacakları bir şov seyrettiriyordu. Uzak, çok uzak diyarlara aydınlığı götürmeden önce göğü pespembe bir boyayla boyamış, parlak ışınları masmavi denizin gözlerini almıştı. Sahildeki turistler kısık gözleriyle güneşin batışını seyrederken, Tavşan Ada’sının arkasından küçük bir kayık çarşaf gibi denizi yırtarak sahile doğru ilerliyordu. Kayıkta genç bir balıkçı ve ağlara takılmış onlarca balık vardı sadece. Kayıkçının buranın yerlisi olduğu, yanık teninden belliydi. Üzerine bir yorgunluk çökmüştü. Sabah güneş daha yüzünü göstermeden çıkmıştı yola. Şimdide güç bela yakaladığı balıkları yok pahasına sahildeki turist avcısı restoranlara satacaktı. Yaşı en fazla 25’ti fakat yaşadıkları, ve ruhundaki fırtınalarla kendini oldukça yaşlı ve olgun buluyordu. “Gümüşlük, ruhunu paraya satmadan önce daha güzeldi… “ diye düşünürken usulca girdi limana…
“Daha geçen gün tanesine 7,5 lira verdim be oğlum yapma sende!” diye sitem ediyordu Sahil lokantasının sahibi. Aslında pazarlık yapmaya, iki kuruşu kurtarmaya ihtiyacı yoktu. Para hırsı mutlu olmasını engelliyordu. “Peki Fethi Ağabey, dediğin gibi olsun.” dedi ve isteksizce gözleri boş bakan balıklarla dolu kovayı uzattı. “Ben senin baban sayılırım Selim oğlum, seni de çok severim bilirsin. Baban seni bana emanet etmişti.” diyerek parayı uzattı. Umursamazca aldı parayı ve “Doğru, haklısın.” diye mırıldandı ve küçük kulübesine doğru yürümeye başladı. “Yemeğe kalsaydın oğlum.” diye seslendi arkasından Fethi. “Yok ağabey, canım istemiyor.” diye cevapladı ve adımlarını sıklaştırdı. Yemek teklifini geri çevirdiği için içinden sevinç çığlıkları attığına adı gibi emindi. Evinin yoluna girmişti ki “Hay Allah!” diye söylendi. “İstiridyelerimi unuttum!” dedi ve limanın yolunu tuttu. Balıkları sattıktan sonra bütün akşam topladığı istiridyelerle ilgilenir, onları temizler, yosunlarından ayıklar ve masasının üzerine koyardı. “Ne yapacaksın oğlum onları, atsan atılmaz satsan satılmaz!” diyen köylüler değil de iki de bir gelip istiridyelerine fiyat biçen, her şeyin paradan ibaret olduğunu sanan turistler daha çok canını sıkıyordu. “ Bu istiridyeyi alıp ne yapacaksınız acaba sorabilir miyim?” diye sorardı her defasında. Kimileri “Hiiiiiç” derdi kimileriyse yüzsüzce “Küllük yapmayı düşünmüştüm” derdi. Selim için topladığı bu istiridyeler çok değerliydi. Onların denizin kalbine giden yolu gösteren işaretler olduğuna inanırdı. Çocukçaydı belki bu inancı ama onu biraz olsun mutlu ediyordu. Çocukluğundan beri dünya üzerindeki her şeyin bir canı, bir kalbi olduğuna inanırdı. O yüzden denizden topladığı bu istiridyeleri özenle temizledikten sonra bir kenara koyar, asla bir bıçakla onları açmaya, canlarını acıtmaya cesaret edemezdi. Babası, İstanbul’a oradan da Almanya’ya göçmüştü zamanında… Ondan, birkaç mektup ve Annesi’nin canını alan bir hasret kalmıştı. Sevgiye doyamadan, kendisini seven iki yürekten de ayrı düşmüştü. Denizden esen ılık meltemler suratını okşadı ve saçlarının içine doldu bir anda. Akıllı sayılmazdı, fakirdi biraz da… Ama ne parada gözü vardı ne de pulda. Sevebileceği bir kalbi arıyordu, onu bulmayı ümit edebiliyordu sadece. Gaz lambasını söndürdü ve tahta yatağına yatıp incecik pikeyi üzerine örttü. Sabah erken kalkıp balığa çıkacaktı.
Gün daha ağarmadan uyandı. Elini yüzünü yıkadı. Aynada suratına baktı. Daha sonra kapıdan çıktı ve Hacı Bakkal’ın önünden geçerek limana indi. “Hasret” adlı kayığı dalgasız denizde bir beşik gibi sallanıyor, sahibini görünce sevinçten kuyruğunu sallaya sallaya zıplayan bir köpeği andırıyordu. Ağları kayığa yükledi ve asıldı küreklere. Aynı yolu belki binlerce kez geçmişti ve binlerce kez aynı rotayla çıkmıştı bu koydan. Suyun berrak ve şeffaf rengi yerini buz gibi tuzlu bir laciverde bırakmıştı. Çapasını attı. Durup etrafına baktı. Sahil bir hayli uzakta kalmıştı. Koskoca mavi bir sonsuzluğun ortasında o kadar savunmasız, o kadar yalnız ve o kadar küçük hissetti ki kendini bir an, dalıp bu sonsuz mavinin kalbine ulaşmak ve bir daha yüzeye çıkmamak geçti içinden. Sonra bir küfür savurdu ve balıkların gelip ağına takılmasını izlemeye koyuldu. Ne zamanki balıkların sayısını kafi gördü, o zaman ağı topladı. Üstü başı sırılsıklam olmuştu ve vuran sert rüzgardan dolayı üşüyordu. Alışkındı, aldırmadı ve küreklere asılarak her gün yaptığı gibi kimsenin bilmediği o koya doğru ilerlemeye koyuldu. Orası kendi ruhuna sahipti halen, el değmemişti ve doğaldı. Kıyıya yaklaşınca suya atladı ve kayığını karaya çıkardı. Temiz hava ciğerlerine doldu. Sonra gözlerini kapadı ve bu güzel mi güzel koyun kalp atışlarını dinlemeye koyuldu. Sonraki tatmin oldu ve ilerideki kayalıkların dibindeki minik istiridyeleri toplamaya koyuldu. “Mutluluk gerçekten varsa, böyle bir şey olmalı…” diye düşündü ve bir türkü mırıldanarak işine devam etti.
Kulübesine döndüğünde akşam yeni inmişti Bodrum’un bu şirin kasabasına. Ayın aksi denize vurmuş, Yunanistan’la Bodrum’un arasında büyülü bir köprü kurmuştu. Kullanılmaktan eskimiş bir bezle istiridyelerini temizlerken bir gölge gelip durdu önünde. “Cebi dolu bir turisttir herhalde.” dedi acı acı gülümserken. “Ne kadar güzel şeyler ya, şunlara bak sanki nefes alıp veriyorlar” dedi yumuşacık bir ses, bembeyaz ipekten yumuşak bir dokunuşla önündeki istiridyeyi kaldıran el. Biraz önceki umursamaz halinden eser kalmamıştı Selim’in. Bir an için nefessiz kaldığını hissetti. Tıpkı yakaladığı balıklar gibi boş bakışlarla süzdü karşısındaki en fazla 19 yaşındaki, beyaz elbisesinin içinde beyaz bir meleğe benzeyen kızı. “Bunları satıyor musunuz?” diye sordu kız. Selim önce kiminle konuştuğunu bilmek istedi. Yutkundu ve “Adınız ne acaba?” diye sordu. “Melike” diye cevap verdi kız umursamazca ve ekledi, “Toplu halde alsam bana indirim yapar mısın acaba?”. Selim bütün alıcılara sorduğu soruyu güzelliğiyle kalbini acıtan bu kıza da sordu. “İstiridyeleri ne yapacaksınız acaba?” diye sordu. “Bütün takılarımı kendim yapmayı severim, önceleri bir hobiydi ama giderek bir tutkuya dönüştü bu benim için. Şu sıralar inci bir kolye istiyorum fakat vitrinlerde gördüklerim pek bir ruhsuz geliyor gözüme. Kendim yapmaya karar verdim fakat istiridyeleri nerede bulacağımı bilememiştim. Yani anlayacağınız, sizi bana Allah gönderdi” dedi ve küçük bir kahkaha koy verdi. Selim şaşkındı. Ne yapacağını bilemedi. Yıllardan sonra soğumuş, açık denizlerin rüzgarında sertleşmiş kalbi ilk defa ısınır gibi olmuştu ve karşısındaki kız onun en değerli hazinesine talip olmuştu. Selim kalbini gördüğü ilk anda verdiği bu peri kızına istiridyeleri vermeyi reddetti. “Kusura bakmayın hanım efendi” dedi, ağzı kurumuş suratı terden sırılsıklam olmuştu. “İstiridyeler satılık değil ne yazık ki” dedi. Melike’nin yüzü gölgelendi, suratı asıldı. “Değeri neyse verirdik, istiridye bulabileceğim tek kişi siz değilsiniz bunu da bilin.” Dedi küstahça ve arkasını dönüp yürümeye başladı. Muhtemelen zengin bir ailenin çocuğuydu. Babasının sunduğu kolyeleri beğenmeyip kendi kolyelerini yapma arzusu da küçük bir şımarıklığın işaretiydi. Selim ardı ardına sıraladı bu olumsuz düşünceleri, bazılarına inanmasa da… Gecenin karanlığında ilerlerken Melike, Selim’in kalbini de yanına almış, götürmüştü.
O günden sonra her sabah bir saat dakikliğiyle balığa çıkan Selim’in yüzünü göremez oldu ahali. Önceleri evinden bile çıkmıyordu Selim. “Birkaç gün bekleyeyim o da evine döner bende hayatıma dönerim..” diye avuttu kendini. Evet bir aşk istiyordu belki, sevmek, inanmak istiyordu ama o kızı kendi hafif çirkin yüzüne, fakir ve yıkık kulübesine yakıştıramıyordu. Neden sonra, bir gün çıktı kulübesinden. Gözleri uykusuzluktan şişmişti. Hediyelikçileri geçtikten sonraki kahveye oturdu ve bir çay söyledi. Şekerleri atıp karıştırırken gözlerini denize kilitlemişti. Kalbinin çarpıntısı geçmek bilmiyordu. Birden bir iki adım ileride, plajda güneşlenen onu gördü. Melikeydi bu evet, birkaç gün önce tanıştığı o bakmaya kıyamadığı kızdı. Melike’nin yanında Selim’in kalbi yatıyordu. Heyecandan ne yapacağını şaşırdı. Melekler gelip Selim’in kulağına “Belki be… Belki…” diye fısıldadı. Selim, biraz daha düşündü ve, “Ne olacaksa olsun be!” diye söylenip ayağa fırladı. “Çayı hesabıma yaz Hüsnü ağabey!” diye seslendi çay ocağına ve Melike’ye gözükmeden sandalına doğru yürüdü ve denize açıldı. Hava biraz bulutluydu Güneş bir görünüp bir kayboluyordu. Uçsuz bucaksız mavilikte var gücüyle asılıyordu küreklere ve kimsenin bilmediği o cennet köşesi koya gidiyordu. Sevdiği kızla birlikte kalbini de geri almayı ümit ediyordu.
Sahile döndükten sonra var gücüyle çalıştı o gece Selim. Bir sanatçı kadar yetenekli elleri yoktu belki ama bir sanatçıdan bin kat büyük bir kalbi, bin kat büyük bir aşkı vardı. Bunca yıldır biriktirdiği o güzelim istiridyeleri bir bir parçaladı Selim, her kopan parça saplandı yüreğine… “Affedin beni” diyerek ağladı bir yandan… 10 tane inci tanesi bulmak için 100 tane istiridyeyi öldürdü o akşam Selim… Ve o 10 tane istiridyenin de usulca kalbini söktü yerinden… Gözleri yaşlıydı… Sabaha kadar uğraşıp peri masallarından çıkma bir inci kolye yaptı… İçine göz yaşını koydu, aşkını, hasretini, özlemini koydu. “Bu kolye ona yakışır ancak, bu kolye onun boynunda anlam bulur” dedi kendi kendine. Güneş denizin içinde sönmek üzereydi. Yarın tekrar küllerinden doğmak üzere bu diyarlara veda ederken güneş, koşar adımlarla çıktı kulübesinden Selim. Heyecanlıydı çok ama umutluydu da… “Sevmek güzel şey, ümitli şey…” diye tekrarlıyordu içinden. Birkaç sene öncesine kadar salaş bir kahveyken şimdi seçkin bitkisel çay seçenekleri bulunan fakat ruhuna satan onlarca dükkândan birine dönüşen Ali’nin kafesinin önünden geçerken durakladı. “İstiridyelerin canlarını fark eden o, bu ruhsuz kafede ne yapıyor?” diye sordu. İçi burkuldu… Gitmek istedi, kaçmak istedi. “Düşündüğün gibi değil, o sana göre değil!” dedi bir ses içinden… “Ona kolyeyi ver!” diyen ses baskın çıktı fakat. Çıplak ayaklarını tahta merdivenlere dayadı ve ilerlemeye başladı. Yalnızdı Melike. Adımlarını sıklaştırdı Selim. Yanına yaklaştı ve omzuna dokundu. “Melike…” diye fısıldadı. Genç kız döndü ve heyecandan titreyen bu genç adama küçümseyen bir bakış attı, “Ne o? Parasız kaldın da istiridyelerini satmaya mı geldin? Yok öyle beleş oğlum, hadi başka kapıya!” diye kustu kinini bir anda. Selim şaşırdı, dondu kaldı. Arkasında sakladığı kolyeyi çıkardı ve Melike’nin önüne bıraktı. Kız kolyenin güzelliğinden büyülenmiş gibiydi. Fakat belli etmedi döndü ve küçümser tavrını sürdürerek, “Eee napayım ben bunu?” diye sordu Selim’e. Selim, “Sen hiç âşık oldun mu?” diye sordu usulca… Melike yüksek sesle bir kahkaha attı… Kahkahalar kulaklarını acıttı Selim’in, yüreğini ezdi… “Demek âşık oldun bana ha? Bu da bana evlenme teklifin mi yoksa sana âşık olmam için verdiğin rüşvet mi?” dedi ve gülmeye devam etti… Bir gözyaşı daha döküldü ayaklarının dibine Selim’in “Sen sevmek nedir bilmemişin ki hiç…” dedi ve başını önüne eğdi. “Ya git işine be balıkçı mısın balık adam mısın nesin… Sen sevgini kendi seviyende birine ver!” diye bir bıçak gibi sapladı sözcükleri Selim’in kalbine… Artık ne kalbi kalmıştı Selim’in nede istiridyeleri. Bir hiç uğruna kaybetmişti onları… Gözü yaşlı bir şekilde terk etti orayı… Ay ışığının kılavuzluğunda bağıra bağıra ağlayarak terk etti limanı ve yalnız kalabileceği tek yere doğru yöneldi… Kayığın ucunda parçalanan dalgalar beyaz beyaz, köpük köpük dağılıyordu… Tıpkı biraz önce Selim’in kalbine başına gelenler gibi… Koya geldiğinde burnunu çekmeye devam ediyordu.
Bir keçi kıvraklığıyla sandaldan sahile atladı ve tepeye doğru koşmaya başladı.. Bodrum’un rüzgârları kulaklarında uğulduyor, kalbini acıtan o kahkahaları örtmeye yetmiyordu fakat. Zeytin ve mandalina ağaçlarının arasından Dolunayı karşısına alan bir yamaca geldi. Gümüş ay ışığı önünde uzanıyordu. Deniz sakindi fakat olacakları tahmin etmiş olacak ki, huzursuzdu. Rüzgâr şiddetini artırmaya başlamış, dalgalar yamacın dibinde parçalanmaya başlamıştı… Birkaç martı sesi duydu… Kalbi yoktu, ruhu ağır yaralıydı… Canlıydı istiridyeler aslında, dostuydu onun… Bir hiç uğruna canını almıştı onların… Şimdi kulübenin tabanında mağrur parça parça yatıyorlardı. Bu görüntüyü yakıştıramadı onlara… Sonra Melike’nin sözleri ve suratına geri fırlattığı kolye… Denizin kalbini oluşturan minik beyaz incilerden oluşmuş bir kolye… “Denizden geldin, denize gideceksin…” diye mırıldandı Selim… Gözlerini kapattı, kolyeyi öptü, öptü ve koluna doladı… Derin bir nefes aldı… Ayın ışığı engellemek istedi onu…Yetişemedi… Rüzgar havada tutmak kurtarmak istedi, gücü yetmedi… Ruhunu yitirmiş, kalbi kırılmış bir beden sessizce bıraktı kendini havaya ve bir mermi gibi denizin kalbine saplandı… Üzüntüsünden yerinde duramaz hale geldi deniz… Dalga dalga kıyıya vurdu kendini… Gemilerin güvertelerine tırmanıp intihar etmek istedi… Gözyaşları beyaz köpüklerin arasına karıştı… Ay ışığı güneşe haber vermiş olsa gerek, o sabah yüzünü göstermek istemedi bulutların arasına saklandı… Selim’in saf tertemiz ruhu göğe yükselirken gözlerini kaçırdı güneş, boğazı düğümlendi… Usul usul, ağlar gibi yağmaya başladı yağmur… Oraya ait olmayanlar, yazın son gününde yağmura yakalanmalarına lanet edip, orayı terk ettiler.

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
4 Eylül 2006       Mesaj #1420
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kerem İçin



Bizler; hisseden, hoşlanan, öfkelenen, kızan, üzülen, sevinen hatta yeri geldiğinde ağlayabilen bizler, olumlu olmayan duygularımızı rahatlıkla açığa vuruyoruz. Kızıyoruz,sinirleniyoruz, bağırıyoruz. Bazense hiç istemeden hakaretler ediyoruz biri birimize...
Bunların çoğunu hiç ama hiç çekinmeden yapıyor ve korkmuyoruz. Ama bir de olumlu duygularımız var ki onları hissediyor ama açığa vuramıyoruz rahatlıkla....
Cesur olamıyor, yeşertemiyoruz içimizdeki çiçeği. Kine, nefrete ve öfkeye kıyacağımız yerde korkuyor, güzellikleri yüreğimize hapsediyoruz. Ve onlara kıyıyoruz. Belki de bu bizlere çook daha kolay geliyor. Böylece çok fazla emek de harcamıyoruz ayrıca...
Oysa güzellikler,sevgiler hep paylaşımla çoğalıp, büyür.Bunu bildiğimiz halde gözümüze taktığımız at gözlüklerinden bir türlü vazgeçemiyoruz ..
Toplumsal baskılar,kişisel korkular ve zorunluluklar, belki daha başka pek çok şey engelliyor,yüreğimizdeki çiçeğin yeşerip,büyümesini. Ama bunda en büyük pay maalesef bizim. Evet sevgileri hep yarınlara erteledik,yarının olamayacağını bilemeden. Cesur olamadık paylaşmayı istedik ama emek ve zaman harcamak istemedik, Belki de yaşamın bir gün apansız bitebileceği aklımızın ucundan bile geçmedi.
İşte ben ömrümde ilk kez de olsa yakaladığım güzelliklerin hatırına, bu türlü korkularımı elimin tersi ile bir kenara fırlatıp, içimde sevgi olduğunu düşündüğüm o yüce duyguyu, bilmeyi en fazla hak ettiğine inandığım insana, belki de ilk ve son kez bencillik etmemek ve en önemlisi içimde yeşerttiğim çiçeğimin tohumlarını dört bir yana saçmak adına söylemek istiyorum.

SENİ SEVİYORUM GÜLÜM

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar